2. ŞEYTAN KULESİ



2, ŞEYTAN KULESİ

🎼The Away Days - World Horizon

Benim yüzümden ufak bir kesimin Kutlu Pazar'ı mahvolmuştu.

On bir kişilik arkadaş grubu kadarının.

Kuyu plana uymak için bir araya geldiğimiz nokta değil, insanların endişeyle başıma toplandığı bir yere dönüşse de Deha yerel partiye katılmaya en başından beri gönüllü olmadığından, bir şeyleri mahvetmiş sayılmadığıma beni inandırmıştı. Onlara bir yaban domuzu gördüğümü söyledim. Deha da onlara görmediği yaban domuzunu tarif etti. İkimiz de çok iyi biliyorduk ki o şey beni kurtardığında Deha orada bile değildi.

Benim için endişelenmelerini garipsemiştim. Kimse baş belası olduğumu vurgulayan bir imada bulunmamıştı. İlay'ın yanına giderken hepsi eşlik etmiş ve eve erken dönmemi oyunbozanlık olarak algılamamışlardı. Bir eğlence borcum olduğunu hissettiğimden, en çok da kasabanın gizemli hikâyesini dinlemek istediğimden yeni arkadaşlarımı kuzenlerim aracılığıyla eski aile evimize davet etmiştim.

Fakat onlar yüzüme, evimizde pişen hiçbir yemek lezzetli olamazmış gibi bakıyor, temiz spor ayakkabılarını huzursuzca kımıldatıyorlardı. "Ne dikiliyorsunuz öyle..." Kaba olmamak için aklımdaki düşünceyi değiştirdim. "Günebakan çiçekleri gibi?"

"Burada kaldığınızı bilmiyorduk." Tuna cesaretli göründüğünden devam etti. "Normal zamanlarda bisikletlerimizle bile önünden geçmeyiz. O kadar uzun bir süredir boş ki... Örümceklere ve yarasalara bağışlamıştık."

"Temizledik."

"Mutlaka öyledir," dediler kendi aralarında.

"Sana davetin için teşekkür etmek adına uğradık, telefonla geçiştirmek hoş olmazdı." Kanımın hemen ısındığı Eleni bile ilk kez gözlerini kaçırmıştı. "Katılamayacağımız için üzgünüz."

"Bir sürü hazırlık yaptım," dedim sakin kalmaya çalışırken.

"Sağ ol," dediklerinde gitmeye yeltenmişlerdi bile.

"Yaman," diye seslendim. Benden üç yaş küçüktü ama dünkü piknik için en cesur ve istekli olanı oydu. "Konuğum olmayı ormanda yemek yemekten daha tehlikeli mi buluyorsun?"

Yaman bisikletin frenini sıkıp bırakırken kıvırcık saçlarının altından kuzeni Ekin'e baktı. "Birimiz ailemizin hoşuna gitmeyen bir şey yaparsa diğerimiz yetiştirir."

Kimin duyacağını önemsemeden, "İspiyoncular," diye fısıldadım.

"Sorun sende değil Aden, eğer öyle olsaydı dün akşamı bizim yanımızda geçirmezdin." Duygu iri gözlerini kaldırarak yer yer boyası dökülmüş iki katlı evimizin soluk mavi yüzeyini inceledi. "Kasabada bazı yerleri güvenli, diğerlerini tekinsiz sayarız. Burası aralarından en kötü olanı."

"Aile evi sayılır," dedim savunmayla. Bu yüzden bir yandan Sarp ve Simay'a bakıyordum ama onların yaptıkları tek şey bana yakın bir yerde durmaktı. "Büyük büyük dedemiz bile burada yaşamış, kendi evimiz varken bir başkasını kiralayamazdık."

"Akirmenlerden sonraki kiracıların başından da bela eksik olmamış. İntiharlar, delirmeler ve kaçınılmaz kaçışlar."

"Tamam Tuna, sen git öyleyse."

"Teşekkür ederim," dedi ciddiyetle. Biraz bile alınmamış aksine rahatlamıştı. Diğerleri de ona uyum sağlayıp bisikletlerini geriye kaydırdıklarında arkalarından bakakaldım.

"Bunlarla hakikaten arkadaş mısınız?" Bahçenin ortasında önlükle dikilmek artık aptallık olduğundan iplerini kopartırcasına çözdükten sonra boynumdan çıkardım. "Kalpsizler."

"Biraz onların tarafından bak," dedi Güven. O da aileden biri gibi hep yanımızdaydı, hiç gitmemişti. "Hayatları boyunca bir kez olsun kasabadan çıkmamışlar, bütün hatıraları buranın verdikleriyle sınırlı."

Simay çekingenlikle, "Aden davet ettiğinde açıklamıştım," diyerek araya girdi. "Demek Eleni'nin söylediği gibi başka zaman da çağırmayalım diye bizzat reddetmeyi uygun gördüler."

"Asla tekrarı olmaz."

"Tüm bunlar Eleni'nin başının altından çıkıyor olabilir mi?" diye ciddiyetle sordu Güven. "Geleneklere bağlı kaldığını savunur ama özünde ödlektir."

"Kızın bir şey yaptığı yok." Hepimiz Sarp'a bakınca ses tonuna denge vererek devam etti. "Mesela konuşmaya Tuna devam etseydi daha kırıcı ilerlerdi."

"Sence şu an kırgın değil miyim? Neyse, sorun yok. İlay'la konuşup bütün yemekleri size getirmesini söyleyeceğim, hiç değilse çöpe gitmezler. Akşam bize katıl Güven."

"Çok isterdim ama Akirmenlerin evine girmeme izin yok."

"Sen de mi?" dedim yakınmayla.

"Hayır hayır yanlış anladın, diğerlerine kıyasla cesaretliyiz. Benim Sarplara gitmem yasak çünkü babalarımız kavgalı."

Nedense çok şaşırarak, "Ama siz..." diye mırıldandım.

"Aynen öyle, umursamıyoruz."

Birbirlerini itekleyerek yalancı bir dövüşe giriştiklerinde Simay'a beni beklemesini söyleyip eve geçtim. Kasaba çocukları Akirmenlerin evinden hoşlanmayabilirdi ama bizzat Akirmen olan kuzenlerimin de onlardan farklı kalır yanı yoktu.

Eşikten attığım ilk adım beni yüksek tavanlı eski ama dayanıklı görünen, aile yadigarı mirası yapıya konuk etti. Bu katta sadece salon, mutfak ve bir yemek odası bulunuyordu. Yukarıdaysa birkaç yatak odasıyla balkon vardı. Evin bence tek ürkütücü yanı, sonradan iliştirilmiş gibi eğreti duran çatı katıydı.

İlay'ı, benimkinin çaprazında yer alan yatak odasında buldum. Geldiğimi fark edince kulaklığını çıkartıp dizüstü bilgisayarını kucağından indirdi. "Aşağıda neler olduğunu mu sormalıyım yoksa neden hiçbir şey olmadığını mı sorgulamalıyım?"

Ellerimi arkamda birleştirerek içeriye girdim. Duvar kağıtlarındaki nostaljik dokunuşları ölçerken, "Burası hoş," diye kısık sesle söylendim.

"Kasabadan hoşlandın."

"Hayır, yatak odanı kastediyorum." Pencerenin önüne geldiğimde leke bırakma ihtimalini düşünmeden alnımı cama kontrolsüzce yasladım. "Hem havadar hem de yolu görüyor. Bir de benimkine bak, kayalık ve yamaç manzarası."

"Bu yüzden mi gece benimle uyudun?" Ona dönmeyince, "İstersen yer değiştirelim," diye ekledi. "Ciddiyim, sorun olmaz."

"Neden burada yaşıyoruz?"

"Konuşmuştuk," dedi burnundan nefes verirken.

"Evet ama evin böylesine yaşlı olduğunu tahmin etmezdim."

"Bir o kadar dayanıklı," dedikten sonra sağlamlık testi için duvara vurdu. "Çatlak izleri bile yok."

"Neden umurunda olduğunu bilmediğimiz birileri tarafından restore edildiği için."

"Gördün mü bak, güvendeyiz."

"Peki tufanlar? Kasırgalar ya da şiddetli yağışlar?" Önümdeki dağ eteğine işaret parmağımı doğrulttum, bizden uzak bir noktada olsa da aklıma gelen tüm sebepleri sıralamak zorundaydım. "Mevsimin belirsiz olduğu bu kasabada, riske açık bir bölgedeyiz."

Ben baştan savma konuşurken İlay yatağın ucuna dek adım adım gelmişti. Pes ettiğindeyse tamamen aşağıya inip, karşıma dikildi. "Param yok," dedi tek seferde. "Haber yoksa para yok. Babam her şeyi bir çırpıda söyleyip kapsama alanı dışına çıktı ve senin için açılan banka hesabına elimizi sürecek değiliz. Burası bize ait, kimse kira için kapıya dikilemez veya amcamlara sığınmamızı gerektirmez."

Atletin açıkta bıraktığı zayıf kollarına baktım. Zayıftı ama sağlıklıydı, sağlıklıydı ama yıpranmıştı. "Belki evi değil, insanları değiştirmemiz gerekiyordur."

Evin sessizliğini ölçmek için gözlerini döşeme tahtasında dolandırdı. "Neden gelmediler? Yoksa şu deli saçması hikâyeler yüzünden mi?"

"Bir gazetecisin, yaşananların basit hikâyelerden farklı olduğunu biliyorsun. Kasabanın tarihinden bahseden bir dış kaynak bulmak zor olsa da babamdan dinlemişsindir. İntiharlar ve cinayetler gerçek, hepsi bu eve çıkıyor." Aklıma bir fikir gelince duraksadım. "Sana da bir gazete sayfasının içinde yaşıyormuşuz gibi gelmiyor mu?"

"O ne demek?"

İlay'ın az önce duvarı yumruklaması gibi ben de topuğumu yere vurdum. "Haber ayağına geldi demek. Bizzat mekanın içindesin, yaz bunları."

Örgü izleriyle dolu kabarık saç tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken dudaklarını yaladı. "Amcamın bundan hoşlanacağını sanmıyorum."

"Kasabadan gittikten sonra yayımlarsan ruhu duymaz."

"Suç işleyelim diyorsun."

"Ben sadece içinde oturduğun aile evini, yürüdüğün şu garip sokakları ve diğer uçuk mekanları gözlemle diyorum. İşine isim koymak sana kalmış." İlay parmaklarını çıtlatmaya başlayınca söylediklerime ciddiyetle odaklandığını anladım. "Emeklerimizin boşa gitmemesi adına, akşam yemeğini Akirmenlerin diğer evinde yiyelim. Biz yürüyeceğiz, sen de uygun olduğunda gelirsin."

"Tamam öyleyse," dedi, bileğindeki tokayı çekip, boyası akmış dağınık sarı saçlarını bağlamaya koyulurken. "Dikkatli ve gözlemci ol."

***

Deha'nın atölyesi, bahçelerinin dulda bir köşesindeydi. Dışarıdan bakıldığında basit bir garaja benziyordu ama içinde araba namına bir şey yoktu. Tamamen bozuk ya da sırasını bekleyen elektronik eşyalar ve bunların kaydedildiği birtakım ajandalarla doluydu.

Hafif şaşkın karşılamasının ardından, o dışarıda beklediği için tozlanan sandalyeleri silerken ben de duvara monte edilen çelik masanın temiz bir ucuna oturmuştum. En yakınımdaki malzeme bir zımparaydı. Onu elime aldığımda canımı acıtmayacak, derimi soymayacak şekilde parmaklarımı üzerinde gezdirdim.

"Kasabanın ismi buradan mı geliyor?" diye sordum. "Rüzgârlı olması beraberinde toz da getiriyor. Evimizi görmeliydin."

Söylediğim diğer şeyleri es geçerek, "Hiç pansiyon yokmuş gibi neden o eski yeri tercih ettiniz ki?" diye karşıt bir soru yöneltti.

"Bunu babanla ablama sor ve cevabını bana da söyle." Belki de sebepleri sıralamam daha doğru olurdu. "Aile mirasının getirdiği bedavalık, kötü nam ve bolca karanlık dedikodu."

Benim çoktan yerleştiğimi görünce sadece birini aldığı metal sandalyeyi tam karşıma konumlandırdı. "Bazı gizemli olayların orada yaşanması talihsizlik oldu."

"İnsanları kapıdan içeri girmeye ikna edemediğimde anladım."

"Keşke nasıl bir his olduğunu anlamasaydım," dedi kendi kendine. Neye ait olduğunu bilmediğim bir donanım kartını incelerken, "Babana ulaşabildin mi?" diye çekingenlikle sordu.

"Kahire'deki o sit alanında oldukları sürece zor görünüyor."

Dudağının içini dişlerken başını salladı. Babam ilk aramamı size daha sonra döneceğim hazır mesajıyla reddetmişti. Bana dönüş yapana dek sabretmiş ve yeniden aramasını neredeyse sırf Deha için beklemiştim.

"Peki sen neden hiç konuşmadın onunla?"

"Hazır hissetmedim."

"Buna sebep olan şey neydi?"

"Bizzat kendim," dedi rahatsızlıkla. "En son görüştüğümüzde çok küçüktüm ve bir daha karşılaşmadık."

"Aslında ben de tam olarak bunun nedenini merak ediyorum."

"Kasabaya gelmedi. Beni görmeye hiç gelmedi."

Sesindeki kırgınlığı yakalayabiliyordum. Uygar ve Polen, babamın uzun zamandır uğramadığından şaka yollu alınırken Sarp ve Simay onunla ilgili en ufak özlem dile getirmemişlerdi. Deha ise bunu diğer herkesten daha fazla kafaya takmıştı. Hatta neredeyse benim kadar özlüyordu babamı.

"Galiba çok yakındınız," diye bir varsayımda bulundum.

Bir anda güldü, bir saniye sonra toparlandı. Çabucak ciddileştiğinde, "En sevdiğin akrabanla ne kadar yakın olabilirsen," diyerek kestirip attı.

Bundan daha fazlası olduğunu tahmin etmek zor değildi. Görebiliyordum, babam onun için önemli bir yere sahipti. Aramızda aşağı yukarı iki üç yaş vardı, belki de bebekliği babamın sıcak kollarında geçmişti.

"Bir gün hikâyenin tamamını anlatmak istersen dinlerim," dediğimde oturduğum yerden indim.

Sesim ve yüz ifadem muhtemelen fazla alıngan çıkmıştı çünkü eğleniyormuş gibi gülümsedi. Sandalyesinde geriye yaslandığında kollarını birleştirdi. "Sırlarımı dinlemek istiyorsan önce sırlarını anlatmalısın."

Kaşlarımı çattım, onun yaptığı gibi kollarımı göğsümde bağladım. Siyah gözlerimin, Deha'nın iki renkli gözleriyle sessizce konuşmasına izin verdim.

"Bilmezden gelme," dedi sıkılgan bir sesle. "Dün akşam yemek standındaki hareketliliği gördüm."

"Her şey çok lezzetli değil miydi?" dedim hızla.

Kollarını yavaşça çözerken, "Pekâlâ," diyerek sessizliği böldü. Beni baştan aşağı süzdü ama bunu kafasındaki düşünceyi tartmak için yaptığı belli oluyordu. "En sevdiğim adamın kızı olduğun için sana bu konuda yardım edeceğim."

Ellerimi bu kez de arkamdaki masaya yasladım.

"Çevirdikleri dolapları biliyorum. Simay bazı konularda çekingen olsa da Sarp benimle her şeyini paylaşır. Dün gecenin yasaklı planları da dahil."

Yaşananlara sadık kalmadığı için Sarp'ı suçlayamazdım, sonuçta Deha onun abisiydi. Peki Deha'nın doğru söylediğini, ağzımdan laf almaya çalışmadığını nereden bilecektim?

Sırtımı masadan ayırdığımda ellerimi çırptım. Güneşin yansıdığı kısımlara adım atarken, ellerimden küçük toz tanelerinin uçuştuğunu görebiliyordum. Deha'dan bir şeyler öğrenmem, Deha'ya bir şeyler anlatmam anlamına geliyorsa tamam, bunu yapacaktım.

Açık duran kepengin altına yürürken, "Öyleyse sırasıyla anlatalım olanları," diyerek bir öneride bulundum.

Sandalyenin ayakları, atölyenin gri zeminine sürtündü. Peşimden geldiğinde bana yakın sayılabilecek bir mesafede durdu. Ağaçlık alan müsaade etmediği için evlerinin sadece kahverengi çatısı görünüyordu. Konuşana dek orayı izledim.

"Dün gece yasak olduğu hâlde ormanda piknik yapacaktınız."

Bana kendini ikna ettirmeyi başardığında yenilmiş bir ifadeyle ona döndüm. "Kuyunun orada toplanacaktık."

"Yanan Ağaç'a gitmek için koruluğa saptın."

O anları yeniden yaşıyor gibi hissederken, "Koştum," dedim rahatsız edici bir hatırayla.

Dişlerini sıktığında başını salladı. "Bir yaban domuzu görene kadar."

"Sırtım ağaca çarpınca kaçacak bir yerimin kalmadığını sandım." Neden bu kadar detay verdiğimi bilmiyordum.

"Neyse ki zamanında yetiştim. Seni bulduğumda baygındın."

Duraksadım. Bir şey eksikti, en önemli şey. O şey... Havanın patlaması mümkün müydü bilmiyordum. Rüzgârın bir insana dönüşmesi, beni kurtarması, ayakkabısına kadar kusursuz olması.

"Görüyorsun, ikimiz de yaşandığı gibi dosdoğru anlattık."

Mavi gri gözlerine baktım. Bakışları keskin ve sorgulayıcıydı. Birilerinin benimle dalga geçmesini istemiyordum. Kâbus kelimesini duymak da.

İçim rahat etmese de, "Hepsi buydu," dedim.

"Öyleyse birbirimize güvenebileceğimizi öğrenmiş olduk."

Uzattığı eline baktım. Serçe parmağının içinde yine motor yağı vardı ama yüzü bu defa özenle temizlenmiş gibiydi. Elimi uzattığımda sıkıca tuttu.

"Güven anlaşmamıza sadık kalacağız," dedi.

Ellerimizde, anlaşmayı en başından bozmuşuz gibi sevimsiz bir soğukluk vardı.

"Öyleyse ben de sana anlatacağım bilmek istediklerini," dediğinde dokunuşumuz sona erdi.

"Babamla ilgili kısımları mı?" diye merakla sordum. Deha, beni unuttuğunu zannedeceğim kadar andan kopmuş bir şekilde atölyeden çıkınca afallayarak da olsa onu takip ettim. "Nereye gidiyoruz?"

Çünkü eve gitmediğimiz kesindi. Atölyeyle evleri arasında düz yoldan ulaşacağımız bir mesafe vardı ve biz, yönümüzü sola kırmış tam tersi istikamette doğru kepenkleri bile indirmeden yürüyorduk.

Sorumu, "Fazla uzaklaşmayacağız" şeklinde yanıtladı.

Söylediği gibi de olmuştu. Adımları bizi bir nehrin kenarına getirmişti. Havadaki yağmur getirmeyen donukluk ve kuyu, bana kasabada kasvetli bir kuraklığı çağrıştırırken bu durgun, koyu yeşil renkli nehir sanki hayatın hâlâ devam ettiğini göstermeye çalışıyordu.

Toprağa bağlı kalmaya devam eden bir ağaç kütüğü vardı. Deha benden yalnızca birkaç metre uzaklaşıp, kısa sürede ikinci ve daha yaşlı bir kütük bulduğunda onu da diğerinin yanına bıraktı. Beni davet edecek bir şey söylemediğinde, kökün üzerinde oturan bedenine baktım bir süre. Ardından çevremizi kuşatan garip ve tekinsiz her şeye. Güven veren birinin yanımda olduğuna kendimi ikna ederek, yaşlı ağaç kütüğüne oturdum.

"Burası sence nasıl bir yer?"

İlk gün boyunca dürüst davranarak surat asmıştım. Bugünse, şu dakikalarda daha sakin olduğundan kabul edilebilir, alışılabilir görünüyordu.

Peki ya dünkü şey, Aden? O kâbus. Hiç mi payı yok fikirlerinin değişmesinde?

"Kasaba oldukça yeşil ve doğayı severim." Aklıma gelen ilk düşünce buydu. "Neredeyse tüm hava olaylarının hissettirdiklerini aynı gün yaşadım." Bana baktığında yüzü sorgulayıcıydı. "Şöyle ki, soğuk ama üşümüyorsun. Yağmur yağacak gibi duruyor fakat bulutlar sadece havayı işgal etme amacıyla oradalar. Kar desen," dediğimde nehre baktım. "Burada yaşam buz gibiymiş hissettiriyor."

"Anlattığına göre penceresi olan bir zindandayız." Bir çubukla oynuyordu. Onu biraz olsun tanıyabildiysem konuşurken bir şeyle meşgul olan ama mutlaka dinleyen, detayları kaçırmayan tiplerdendi. "Peki sence burası nasıl bir yer?"

Aynı soruyu sorduğu için benimle dalga geçtiğini düşündüm. "Söylediklerim yeterince açıklayıcı olmadı mı?"

"Kasabayı anlattın," dediğinde belini doğrulttu. Omzunun üstünden bana baktı. "Ben burayı soruyorum."

Elindeki çubuğun işaret ettiği tarafa çevirdim bakışlarımı: Nehir. Sessiz, sakin, durgun, temiz, şeffaf ve dibi yosunlu. Suyun ardından uzanan ulu dağlara baktığımda fikrimin değişmemesi için Deha'ya dönerek, "Huzur verici," diyerek özetledim.

"Peki huzur verici yerlerde ne yapılır?" Cevabı uzatmadan vererek, "Masallar anlatılır," dedi.

O anlatmaya ben de dinlemeye hazırlandığımda, nehrin üstünde sektirmek için yerden bir çakıl taşı almıştım ki Deha elimi havada yakaladı.

Bileğimi tutmamıştı, elimi avcuna hapsetmişti. Gözlerinde donuk bir ifade vardı. Ardındaki duyguları, düşünceleri görmeme izin vermiyordu. Elim, eline gömülü şekildeyken kollarımız yavaş bir hızla aşağıya indi.

"Nehrin doğurduğu çocuk masalını bilir misin?" diye sordu.

Çakıl taşı çimlerin üzerine düştüğünde başımı sağa sola salladım. Bunu hayatım boyunca duymamıştım. Deha kafasını karşıya çevirene dek merakla ona baktım.

"Bundan yirmi bir yıl önce, birileri yirmi birinci yüzyılda kıyamet kopacağını düşünmüş."

Masallar asırlar öncesine ait değil miydi?

"Ama sadece kendi küçük dünyalarında. Çünkü bağnaz kafalarının içinde uydurdukları şeyler dünyayı tepetaklak etmeye yetmezmiş, bunu bilirlermiş. Şehre bile taşıyamamışlar korkularını, sadece bu kasabayla sınırlı kalmış uydurdukları."

Sözlerine bir yutkunma arası verdi ve bunu art arda yaptı.

"Sence böyle düşünmelerine sebep olan şey neymiş?"

Sorusu beklemediğim anda gelince beyin fırtınası bile yapamadan, "Önlenemez bir felaket?" diye fısıldadım.

Sesli bir nefesle sunduğu soğuk gülümsemesiyle karşılık verdi. "Sadece bir bebek."

Yanıtı karşısında kalbim ipleri eline almak ister gibi şiddetle çarparak beni rahatsız etti. Hemen ardından boğazımda bir yumruya sebep oldu.

"Böyle söyleyince dört tane bacağı, sekiz tane kolu olan bir yaratığın dünyaya geldiğini zannetmiş olabilirsin ama inan bana öyle değil. Gayet sıradan ve minicik bir bebek. Savunmasız."

"Zararsız," diye düşünceli bir sesle ekledim.

Birinin bana odaklandığını hissettiğimde yanılmazdım. Bakışlarımı nehirden ayırıp Deha'ya baktığımda, sevecen bir ifadeyle beni izlediğini gördüm. Bu söylediğim nedense hoşuna gitmişti.

"Bebeğin küçük bir kusuru varmış. Tanrı her canlıyı özenle yaratırken, insanlar eleştirmeye hakkı olduklarını zannetmişler ve dünyanın en zalim yaratığı ilan edilmişler."

Yirmi bir yıl öncesinden bahsederken bile masalsı konuşuyordu. Bacaklarımı kendime çektiğimde çenemi çıplak dizlerime yaslayıp, kollarımı tenime doladım.

"Bebeğin tek hatası gözlerini yanlış insanların yanında açmasıymış. Nereden geldiği belli olmayan, kayık bile denemeyecek bir sandıkla tam da buraya vurmuş, kıyıya. Sessiz nehre. Birileri onu bulduğunda uğursuzluk getireceğini söylemiş ve çoğunluk onaylamış. Nasıl olsa bu su, kasabanın kilometrelerce ötesindeki bir denize dökülürmüş. Yaşarsa bir yaratık, o dalgaların içinde de hayatta kalırmış zaten başaramazsa da hak ettiği ölüm, nihayetinde onu kucaklarmış."

Nehrin durgun akıntısına bakarken bakışlarım kısıldı, daha dikkatli incelemeye gerek duydum. Bir bebekten bahsediyorduk. Küçücük elleri, ayakları olan bir canlı. Birinin yavrusu, en kıymetlisi.

"Nehir o zamana dek suskunluğuyla bilinirmiş. Öyle ki, çocuklar içine girdiğinde anneleri endişelenmezmiş. Kasabadaki en masum bu şey, bir başka masum şey onun içine katılacağında ilk kez köpürmüş, şiddetlenmiş. Bebeğin yeniden sandığa konulmasına, uzun bir yolculuk yapmasına müsaade etmemiş. Korkmuşlar önce, sonra sandığa gerek olmadan fırlatmak istemişler. Nehrin kolları yokmuş neticede, buna engel olamazmış."

"Bebeği suya mı atmışlar öylece?"

Başını hafifçe yana eğdi. Bu masalın anlatıcısıydı ama sanki bazı cevapları kendisi de bilmiyor gibiydi. "Neredeyse," dedi bakışlarını kısıp. "O yetişmeseydi ve bebeği iblislerin elinden almasaydı nehre atacaklardı. Kucağının sıcaklığını hissedene dek ağlıyordu, boğuluyordu, ölüyordu."

Burnumun içi sızlarken, "Bir kahraman mı?" dedim sorarcasına.

"Bir kahraman," diyerek onayladı. "Senin baban bir kahraman, Aden."

Suyun dibine batar gibi kalakaldım. Deha'nın anlattıkları bir düş birikintisiydi de beni içine çekiyordu sanki. Nehir sessiz, kasaba acımasız, bebek günahsız, "Babam kahraman."

Kütükte oturmaya devam ederken bana doğru döndü. "Gözlerime bak," dediğinde iki renkli irislerine baktım. Sol yanağında kurumuş bir gözyaşı çizgisi vardı. Bu çizgi, bakışlarından sonra yüzündeki en parlak yerdi. "Tanrı'nın sırf bir kusur olsun diye beni böyle yarattığını düşünebilir misin?"

Masalların gerçek olabileceği ihtimaline hep inanırdım ama bu defa inanmak istemiyordum. Deha'nın hayata tutunma noktasının gerçek olmamasını her şeyden daha çok dilerdim.

Ben bakışlarını incelerken şiddetlenen rüzgâr, koyu kahve saçlarının önünü uçuşturdu. Özgün bir saç kesimi vardı hatta belki aslında epeydir kestirmiyordu. Dalgalı tutamlar kulaklarını örtmüş, ensesini kapatmıştı. Burnunun ucunda küçük bir kalkıklık vardı, yüzündeki en çocuksu kısımdı. Dudaklarıysa bir bebek gibi büzüşmeye hazırdı.

"Adı kusur değil, heterokromi." İçimdeki bir dürtü, parmağımı Deha'nın göz altlarında gezdirmememi istiyordu. O dürtünün kötü bir niyeti yoktu. Tamamen babam gibi olan yanımdı, şefkatliydi. "Dün akşam internetten aratmıştım. Benim için de farklıydı, böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordum. O kadar güzel görünüyor ki, merak etmeye engel olamadım."

Gözlerindeki parlaklık güçlendi ve memnuniyetle dudaklarının kenarına dek inerek onu gülümsetti. "Artık merak ettiğin şeyleri bana sorabilirsin."

Güven anlaşmasından sonra ikinci bir adım gibiydi. "Sadece seninle ilgili olanları mı?" diyerek, ilk sorumu da dile getirmiş bulundum.

Bunu düşünmemiş gibi omuz silkti. "Aklına takılan ya da kuşku duyduğun her ne olursa."

Kafamdan çıkmak ve dudaklarımdan dökülmek isteyen o şey. Güçlü bir dumanı ve siyah botları vardı. Belki de cevaplar, renkli gözlü çocuktaydı.

"Biraz yürüyelim mi?"

"Kulağa cazip geliyor ama yemek saatinde masada olmalıyız. Eğer bugün de katılmazsam koruyucu ailem seni kendime benzettiğimi düşünecek."

Güldüğünde mecburiyetle ona eşlik ettim. Oysa ben akşamki tavırlarını unutamıyordum. Deha'nın yeni bir ailesi olmuştu, bu doğru. Peki onlar Deha'yı ne kadar kabul etmişlerdi?

Ayağa kalktığında bana elini uzattı. Gölge bir yerde durduğumuzdan başına bu defa akşam güneşi yansımıyordu ama saçlarının ucundaki dalgalanma bakiydi. Elimi, onun sıcak eline yerleştirdim. Doğrulmama yardım ettiğinde nehirdeki akıntıda bir hareketlilik sezinledik. Kafamızı aynı anda çevirdiğimizde nehrin neredeyse masaldaki gibi hiddetlendiğini gördük.

Akıntının sesi çevremizi kuşatmıştı. Orada neler olup bittiğini merak ettiğimden, Deha'dan sıyrılıp ileriye doğru yürümeye engel olamadım.

Hayranlıkla, "Çılgın bir nehir," dediğimde, "Korkunç," diyerek tamamladı. Ardından belimden yakalayarak nehrin kıyısına gitmeme izin vermedi.

"Yaklaşma, Aden. Böyle göründüğüne bakma içi derindir. Yüzme bilmiyorum, seni kurtaramam. Ben seni ondan kurtaramam. Hiç kurtaramam."


Neredeyse tek nefese sığdırdığı cümlelerini dinlerken, aklım her ne kadar nehrin hareketli hırçınlığında kalsa da Deha'nın beni farklı bir yöne çekiştirmesine mecburiyetle izin verdim.

Kuşkulu yürüyüşümüz boyunca, kasabaya geldiğimden beri kulaklarıma tırmanan o basıncı tekrar hissettim. Belki bu defa nehirdeki dalga sesleriydi zihnime kazınan. Deha'nın ayakkabısının ucuyla savurduğu taşları izlerken keşke bu kadar kötü ve acımasız bir yer olmasaydı diye düşündüm. Kasabanın nehri, evleri ve masalları bile garipti. Alışmam gereken şeylerin sonu, sanki asla gelmeyecekti.

"Hayatımla ilgili en önemli kısmı öğrendin. Bir şey söylemeyecek misin?"

Sırf oyalanmak için gözlerimle ilgi çekici, minik taşlar aramaya başladım. "Akraba değilmişiz."

Kafasını çevirip bana baktığında gülümsedi. "Yerinde bir tespit."

Tırnaklarımı avuçlarıma batırırken sırf onu mutlu etmek için bir başka doğruyu daha dile getirmek istedim. "Ve seninle buradaki herkesten daha iyi anlaşıyorum. Bunun için de kan bağına gerek olmadığını biliyorum. Çünkü eğer öyle olsaydı..."

"Babamı da severdin."

Ormanın kıyısında durduğunda uyum sağladım. Gözlerine bakmaya çekiniyordum çünkü anlamları yakalayabiliyordu.

"Dünkü tavrın seni açığa çıkardı. Amcanı dinleyip benim kirli ellerimi tutmamalıydın."

"Motor yağı," diye düzelttim.

Güldüğünde hak verir gibi başını salladı. "Bakımlı ellere yakışmayan bir madde, sadece seni düşünüyordu."

Yumruğumu yavaşça gevşettim. Avcumu havaya doğru çevirip elimi ona uzattım. Atölyesinde tehlikeli görünmeyen şeyleri kurcalarken ister istemez benim de elim kirlenmişti ve parmaklarımda ince uzun lekeler vardı. Temizlemeyi bile unutmuş hatta önemsememiştim.

"Elimin bu hâldeyken çirkin olduğunu mu düşünüyorsun?"

Deha gülmemeye çalışırken alt dudağını ısırdı ve ifadesini değiştirmeden bir süre öylece durdu. "Bisiklete binmek istiyorsan tekerini şişirebilirdim."

Elimi kendime çevirip tekrar sakladım. "Bunu da nereden çıkardın?"

"Ben sandalyeleri silerken sen de ejderhaları ve kuyruklu yıldız süslerini inceledin ve bazılarının yerlerini değiştirdin." Bilmiş bir ifadeyle başını eğdi. "Atölyede paslanmasına izin verdiğim tek şey jant telleri ve elindeki pas lekesi şeritler hâlinde."

"Sadece bazıları yamuk duruyordu, ben de düzelttim." Konudan epey sapmıştık ve elimi temizleme bezlerine silmediğime pişman olmak üzereydim.

Parmak uçlarımdan yakaladığında elimi tekrar aynı pozisyona getirdi. Avcuma baktığında onu seyrediyordum. Bir eliyle elimi tutarken, diğer elinin baş parmağını tenime sürttü. Hafifçe yapmaya çalıştığı bu temizlikle derimin üzerindeki kahverengi leke dökülerek yavaşça kayboluyordu.

O an bir rüzgâr daha esmeye başladı. Tıpkı nehrin aniden şiddetlenmesi gibi çabucak oldu bu da. Sadece bizim çevremizi içine alacak bir sarmal şeklindeydi.

"Fırtına mı çıkacak?" diye sordum Deha'ya, rahatsız olduğu hâlde inatla bana bakmazken.

"Kasabadaki herkes beni tıpkı bu leke olarak gördü. Yok edilmesi gerekilen, kötü bir iz. Yakışmayan, uyum sağlamayan."

"Deha," diye mırıldandığımda gerginlikle etrafımıza bakındım. "Fırtına mı çıkacak?"

"Tıpkı böyle, elleriyle öldürmek istediler. Ruhumu canımdan kazıyarak ayırmak."

"Deha!" diye sertçe çıkıştım. Elimi aceleyle çektim. Transa girmiş tavrından korkmaya başlamıştım ki tepkim sonucunda kendine geldi.

İrkildiğinde kirpiklerini üst üste kırpıştırdı. "Canını mı acıttım?"

"Hayır ama uyan artık!" dedim öfkeyle. "Sanki gözlerin açıkken kâbus görüyorsun. Hava kötüleşti, fark etmiyor musun?"

Yüzünde kabullenmiş bir ifade vardı. Bakışlarını çevirmeye bile gerek duymadan, "Birazdan düzelecektir," dedi.

Gri olan gözüne bakarken tam tersini söylemek için ağzımı açmıştım ki rüzgâr, hafif bir esintiye dönüştü. Bedenlerimizin çevresinde uysallıkla dolaştı, kollarıma sürünüp tenimi karıncalandırdı, bileklerimi gıdıklandırdı. Ardından sanki atlı bir süvari geçiyormuşçasına bizden metrelerce uzaklaştı ve değdiği ağaçların dallarını savurarak, görüş açımızdan çıkarak yavaşça kayboldu. Belki de kaybolmadı, başka bir yere gitti.


"O da neydi?"

Cevap vermemesi üzerine Deha'ya baktım. Rüzgârın ilerlediği yönün tam tersine bakıyordu. Birinin bunu hissetmemesi mümkün değildi ve göz hapsine aldığı taraf alakasızdı. Neredeyse bilerek rüzgâra bakmadığını düşünecektim.

"Bir çeşit hortum," dedi ama yüzünde kaçamak bir ifade vardı.

Anlamıyordum, küçük bir alanı kapsamıştı ama bizi içine aldığında kıpırdamadan durabildiysek buna hortum denemezdi. "O kadar büyük bir şey değildi."

"Öyleyse küçük bir hortum."

"Şeytan kulesi," dediğimde bana baktı. "En küçük hortuma böyle deniliyor."

Söylediğimden rahatsız olmuş gibi görünüyordu. "Belki de öyledir. Artık eve dönelim."

Uçuşan saçlarımı düzelttim. Pek uzun olmasalar da çabuk karışıyorlardı ve az önce bir hava olayının içinden geçmiştik. Başımı çevirdiğimde dün akşam saklandığım yeri görmeye çalıştım. "Sen beni bulmadan önce yaşadıklarımla ilgili anlatmadığım bir detay var."

Deha'nın bana baktığına emin olsam da şimdi yapacağım en son şey dönüp bakışlarına karşılık vermekti. Çünkü sesim titrerdi. Sesim titrerse korkmuş görünürdüm. Korkmuş görünürsem de tıpkı dün olduğu gibi o şeye yine paniğin getirdiği bir kâbus derdi.

"En az bu kadar ani ve şiddetli rüzgâr beni itekleyince yüzüstü düşmüştüm, yaban domuzuysa geriye savrulmuştu. Bunu nasıl bir gücün yaptığı anlamak için başımı geriye çevirdiğimde gözlerimin önünde siyah botlar vardı. Yüzü vardı, yüzünde de bir ifade. Bana seslendi, sanki kalbim tekledi ama korkmadım. Sen beni götürürken bile arkamızdan bakmaya devam etti."

"Sanki gözlerin açıkken kâbus görüyorsun."

Bana, benim kelimelerimle karşılık verince, "Kâbus değildi," dedim kararlılıkla.

"O halde bir kâbus kadar kötüydü," dedi pes etmeden.

Bunu kabul etmek istemiyordum. Ona kendimi ikna edecek bir şeyler söylemem gerekse de daha ileri gidemiyordum. Deha'nın maskesini kaldırırsam yüzünde bir dehşet ifadesi görebileceğimi düşünüyordum. Bana inanmadığını zannetmiyordum.

"İstersen kâbus de geç, istersen delirdiğimi düşün. Dün beni kurtaran sen değildin ve bunu en az benim kadar iyi biliyorsun."

İçimde tuttuğum o tatsız nefesi nihayet özgür bırakmıştım. Özellikle başına gelenlerden ya da adı her neyse bir çeşit kötü talihini duyduktan sonra Deha ile aramızda bir yalan perdesi olmasını istemiyordum. Çünkü ben bir kahramanın kızıydım ve sadakate önem vermeliydim.

Eve varana dek bir daha konuşmadık. İlay ve Polen sofra hazırlarken amcam da ona ait olduğu izlenimi veren, dün de oturduğu koltuğa kurulmuştu. Elindeki kitaptan kafasını kaldırdığında bizi baştan aşağı süzdü. "Bunca zamandır birlikte miydiniz?"

Burnumdan öfkeli bir nefes çıkarırken Deha zorlukla gülümsedi. "Aden'i atölyeye davet ettim. Yetiştirmemem gereken ufak tefek tamir işleri vardı. Onları bitirdikten sonra biraz temiz hava almak için yürüyüşe çıktık. Kasabada gün batımları güzel oluyor."

"Elini ve yüzünü yıka."

Bugünü heyecanla anlattığında babasının konudan alakasız emri tıpkı Deha'nın gibi benim de suratımdaki gülümsemeyi bıçak misali kesmişti.

"Peki, efendim." Sırtını dikleştirdiğinde düzeltmek ister gibi boğazını temizledi. "Elbette baba, hemen dönerim."

Deha'nın dibinde ilerlerken mahcup bir ifadeyle bakmaya çalıştım. "Ellerimizi ve yüzümüzü yıkayalım."

Merdivenleri çıkarken arkamızdan izlediğine emindim. Neyse ki diğerleri o esnada mutfaktaydı da bu üstünlük taslamaya çalıştığı anı görmemişlerdi.

"Bunu yapmana gerek yoktu."

"Neden?" diye sordum merdivenin son basamağına ulaştığımızda. "Yüzümdeki tozları yıkamak istemem suç mu?"

"Yüzünde toz yok, Aden."

"Makyaj temizleme suyunu cildime sürdüğümde çıkanları tahmin bile edemezsin."

Şaşırmış bir biçimde kaşlarını kaldırdı. "Ama senin yüzünde makyaj da yok."

"Aslında öyle değil. Siz erkekler kırmızı ruj sürmediğimiz sürece bunu fark etmiyorsunuz, o kadar."

Salona Deha'dan yaklaşık on dakika önce indim ama bu kez yemek yemek için herkesin hazır olması beklendi. Kuzenler olarak birbirimizden çok uzağa gitmediğimiz bir masa düzeniyle yerlerimizi aldığımıza, akşamımız kasvet sisi ardından da olsa neredeyse huzurlu geçti. Gecenin kalan kısmındaysa hava pek iyi görünmediğinden ana salondaki iki kanatlı ahşap pencere kapanmıştı.

Kahvelerimizi içerken İlay, "Kasaba kendini daha çok geliştirmek adına dur durak bilmeden çalışıyor," diyerek konuya girdi. "Geleneğe dokunmadan epey yenilendiğini de görebiliyorum. Peki kuzenlerim burada yaşamaya devam edecekler mi yoksa eğitim için uzaklar mı yelken açacaklar?"

"Sarp'ın yurt dışına çıkmasını istiyoruz. Başarısını korursa önümüzdeki sene bu zamanlar Berlin'de olacak."

İlay da bunun ne kadar iyi bir fikir olduğunu dile getirdikten sonra, "Peki ya Simay?" diye sordu. "Abinden sadece iki yaş küçüksün, senin planın neler?"

Simay bir şey söylemeden önce babasına bakınca amcam, ismini bile bilmediğim bitki çayından imalı bir yudum aldı. "Kasabaya en yakın üniversite seksen beş kilometre uzaklıkta. Eğer okula devam etmek isterse oradan uygun bir bölüm seçecek."

İlay, açık kahverengi gözlerini kıstığında elindeki cam kupayı dudaklarından usulca indirdi. "Kulağa oldukça kısıtlayıcı geliyor."

"Bütçemiz belli. Biz de onun için her şeyin en iyisini yapmak isterdik fakat süper zengin değiliz."

"Belki de Sarp'ı yurt dışına yollamak yerine şehir dışına göndermekle yetinmelisiniz. Böylelikle ikisi de özgürce tercih ettikleri alanları daha ucuz yollu okuyabilirler."

Bütün gözler bana çevrildiğinde organik kahve aroması kalan dudaklarımı yaladım. İlay'ın çenemi sıkı tutmamı söyleyen bakışlarından uzaklaşmak için başka yere odaklanmam gerektiğinden boynumu esnettim. Gözlerim, benim doğru bir noktaya parmak bastığımı vurgulayan mavi gri bakışlara değdi.

Amcam gülerek, "Söylemesi kolay," dedi. "Ablan yetişkin olduğu için bölüşmen gereken harçlıkların yok. Bir prenses gibi yetiştirilmen de olası, küçük hanım. Fakat gördüğün gibi biz büyük bir aileyiz ve iki çocuğum için de doğru kararlar vermek zorundayım."

İki çocuk. Çünkü diğeri nehrin doğurduğu çocuk.

"Söylemesi kolay," diye tekrar ettiğimde kupayı ortadaki sehpaya bıraktım. "Bizimle kıyaslandığında siz büyük bir ailesiniz ama biliyorum ki babam değil iki çocuğu, üç çocuğu bile olsa daha adaletli davranırdı."

Tüm  bu rahatsız edici ve incitici diyaloglar sonunda o evde kalmam beklenmediğinden, kısa süre içinde Simay ve Sarp'la bahçeye, her an bastıracak bir yağmur havasına çıkmıştık. Öğlenin sıcağına rağmen akşam vaktinde yine o tatsız serinlik çökmüştü. Rüzgâr veya şeytan kulesi, bulutları dağıtmaya yeterli olmamıştı. Sanki sadece insanları sıcaktan koruyup hafifletmek ya da yalnızca rahatsız etmek için vardı.

Henüz damalaları boca etmeyen gök gürültüsü dışındaki tek çıtırtı, fındıklı gofretlerimizi ısırırken çıkardığımız seslerdi. İki kardeş aynı gofreti paylaşmışlardı çünkü söylediklerine göre Simay için bir tüm paket fazla geliyordu. Yarısını böldüğüm gofreti ona uzattım. Parlak sokak lambaları gülümsemesini aydınlatırken reddetmemesi için eline sıkıştırdım. "Bitter olmadığı için pek ilgimi çekmiyor."

Perdeler çekili olduğu hâlde evlerinin penceresine bir bakış attı. Kimsenin gözetlemediğine emin olduğunda vücudunu bana çevirerek büyük ısırıklarla istekle yedi. Öyle ki, bitterden daha iştah açıcı görünmeye başlamıştı.

"Babam bunu fark ederse uzun bir süre yediğin son çikolata olabilir."

Arabanın kaputunda oturmaya devam ederken bir bacağımı büktüm. "Neden bu kadar kuralcı?"

Sarp lokmasını yuttuğunda Simay'la benim anlayamayacağım kadar derin bakıştılar. "Olması gerektiği gibi davranıyor."

"Kaba ve sert."

"Bugün yağmur yağacak." Konuyu değiştirmeye çalışan Simay, başını gökyüzüne kaldırınca dudaklarını kıvırdı. Yanıma, arabanın kaputuna oturması için ikna etmeye çalışsam da ürkekçe bir ucuna yaslanmakla yetinmişti. Bugün gofretten sonra ilk defa bir şeyin onu gülümsettiğini görmüştüm. "Sever misin yağmurları?"

Sorusu karşısında devasa, karanlık pamuk şekerler gibi havada dönüp duran bulut kümelerine baktım. "Vakitsiz şeylerden hoşlanırım. Kışın doğan yalancı güneş, yazın yağan zamansız yağmur gibi."

"Dipnot, edebiyata bayılır."

Sarp'ın tırnak içine alarak söylediği şeye karşılık burnumu kırıştırdım. "Yalnızca kitaplar. Ezberden hoşlanmam ve sadece sevdiğim yazarların hayat hikâyeleriyle ilgilenirim."

"Doğrusunu söylemek gerekirse beş tane problem çözmek yerine beş yazarın biyografisini kelimesi kelimesine aklımda tutarım."

Simay'a hayretle, "Şaka yapıyorsun," dediğimde Sarp genizden bir gülme sesi çıkardı.

"Matematikten çaktığı için böyle konuşuyor."

Simay'ın koşarak abisine saldırması ve Sarp'ın küçük tempoyla ondan kaçmasını gülerek izledim. Şimdi her ne kadar iyi olsam da benim de bir dönem babamdan aldığım genleri utançla geri püskürteceğim kadar vasattı matematiğim ama ilgi duymaya başlayınca halledilebiliyordu.

İkisini kovalayan gözlerim evin giriş kapısında son bulduğunda Deha'yı gördüm. İki eliyle tuttuğu saksıyı kucaklamıştı. İlay'ın, Polen'in ev bitkilerini incelediğini ve bunlar hakkında konuştuklarını duymuştum. Vücudumu kaydırarak kaputtan indiğimde arabanın arkasına doğru yürüdüm.

Bagajın kapağını açtığımda özenle yerleştirirken göz ucuyla ona bakıyordum. "İlk ev hediyemiz."

Deha mecburiyetten olduğunu anladığım şekilde soğukça tebessüm etti. Aramızda hüküm süren, adını bilmediğim bir soğukluk vardı. Bir anda başlaması ve bizi çabucak esir alması can sıkıcıydı.

Bagajın kapağını indirip arkasını döndüğünde neredeyse çarpışacaktık. Nefesini tuttuğunu fark edebiliyordum. Bu şekilde kapana kısılacağını ise beklemiyordu.

"Bir sorun mu var?" diye dürüstçe sordum.

Lambaların izin verdiği kadarıyla görebiliyordum sürekli kaçırdığı renkli gözlerini. Başını sağa sola salladı ama konuşmuyordu da.

"İnkar etmemen düşüncelerimin doğru olduğunu kanıtlıyor. Baban yüzünden mi?"

Yüzüme ilk kez beni rahatlatan bir ifadeyle baktı. Aslında bunun beni rahatlatmaması gerekiyordu çünkü üzgündü fakat amcamın onu her fırsatta konuların dışında tutması, en uzak koltuklara oturtması su götürmez bir gerçekti.

Bir hamle daha yaparak, "Yanındayım," dedim. "Ailem seni çok seviyor, ablamsa görüyorsun ki sana bayılıyor. Ben de..." Ellerimi bir cesaretle kollarına kenetledim. "Hem kuzenin hem de arkadaşın olarak senin tarafındayım."

Bu cesaret hoşlandığım bir şey değildi. Biliyorum erkendi ama Sarp'la aramızdaki buzları eritmekten de farklı değildi. Sadece yalnız olmasına, dışlanmasına katlanamıyordum. Babam onu henüz kundaktayken benimsemişse benim ikinci günden yakın hissetmem normal kabul edilmeliydi.

"Aynı koruma iç güdüsü, aynı başına buyruk dokunuş."

Ne söylemek istediğini anlamaya çalışırken aynıdan kastının babam olup olmadığını bilemesem de ellerimi usulca geri çektim. Bana başka hiçbir şey söylememiş, küçük bir açıklama dahi yapmamıştı. Eve girerken de arkasını dönmemişti. Tek avuntum gözlerinin öfke barındırmamasıydı.

İlay'ın da Deha ile kapıda karşılaşırken neşeli iyi gecelerine yanıt alamaması suratının düşmesine sebep olmuş ama bunu üstelemeden Polen'le vedalaşmaya, yarın hakkında plan yapma eylemine kısa sürede geri dönmüştü.

"Üşüyorum, eve girelim." Simay parlak beyaz kollarını bedenine sarmıştı ve yüzünde dünden daha belirgin bir huzursuzluk vardı. Bir gözü Sarp'ı ikna etmek ister gibi ondaydı.

"Herkese sakinleştirici bitki çaylarıyla geçen hoş bir gece diliyorum." Kardeşinin kolunu aceleyle tuttuğunda zorlukla gülümsedi. "Uyku tutmazsa bizi ara."

Buna neyin sebep olacağını anlamasam da onlara daha sıradan bir şekilde iyi geceler diledim. Koşar adım uzaklaşmalarını ve Polen'in iki kardeşi süratle içeri sokup kapıyı yarım bırakmasını, İlay'la sohbetleri bitene kadar zoraki bir kibarlıkla gülümsemesini izledim.

Ve sonra herkesin pencerelerini kapatıp kapılarını kilitlediği anlarda ablamla birlikte, yağmurun ilk damlalarının araba tavanına yaptığı karanlık ritmi dinleyerek evimize doğru yol aldık.


Neyse ki Akirmen Evleri birbirine çok uzak değildi. İlay ormanın kıyısından devam etmek yerine ana caddeye sapmayı tercih ediyor ve bu hamlesi bile yolumuzu sadece beş dakika uzatıyor, eve güvenle varmamızı sağlıyordu.

Fesleğen olduğunu anladığım bitkiyi yağmurun altında eve taşımak üstüme çamur sıçratmama neden olmuştu. İlay sağanağın birkaç saatten daha az süreceğini söylese de ben o kadar iyi niyetli düşünemiyordum.

"Gece atıştırmak istersen iki dilim mozaik pastamız var."

Temiz pijamalarımla mutfağın kapısında dikilirken gök gürültüsüne eş değer olarak ayaklarımı zemine sürttüm. "Belki de film izlerken birlikte yeriz."

Buzdolabının kapağını kapatırken bitkin gözleriyle bana baktı. "Yorgunum Aden, iş dışında ekran ışığına katlanamıyorum."

Bu konunun tartışmamıza çözüm getirmediğini artık öğrendiğimden terliklerimi sürüyerek salona geçtim. Epey külüstür olduğundan televizyonumuz yok sayılırdı. Kendi evimizde de bilgisayarlarımızda vakit geçirdiğimizden bu bizim için önemli bir eksik olmasa da canım çok sıkılıyordu ve nedense uyumaya çalışmak istemiyordum.

İlay kulaklığını boynuna asarak iyi geceler diledikten sonra bugün birlikte yatıp yatamayacağımızı sormaya çekindim. Dün gece hariç, en son kaç yaşındayken beraber uyuduğumuzu bile hatırlamıyordum. Belki de bu geçici çözümü dile getirmek yerine beni huzursuz eden kötü hissin sebebini bulup, özgürlüğe kavuşturmalıydım.

Alt katın bütün lambaları açık bir şekilde odaları dolandım. İlay'ın beni duymadığına emin olduğumdan müziği yüksek seste dinledim. Mozaik pastanın bir dilimini yedim.

Yeterince zaman öldürdüğümü düşündüğümde tüm bunları on beş dakikada yapmam beni büyük bir hayal kırıklığına uğratırken, uyumaktan başka yapacak ikinci bir şey olmadığına da ikna ettirdi. Lambaları tek tek söndürürken ışık hızıyla yarışırcasına bir sonraki hamlemi hesaplayarak merdivenleri tırmandım. Ablamı kontrol etme gibi bir alışkanlığım yoktu. Kapısını iteklediğimde tıpkı düşündüğüm gibi kulaklığının teki düşmüş şekilde, mışıl mışıl uyuyordu. Bu gece için yalnızlığıma iyi şanslar fısıldayan bedeni huzurla kıvrılmıştı.

Fırtına şiddetini arttırdığından konaktan bozma evin içi sürekli aydınlanıyordu. Odama girmeye yeltendiğimde telefonumun gürültülü melodisi, cesur olduğunu zannettiğim tarafı bozguna uğratırken ellerim titreyerek açtım. Normalde kayıtlı olmayan yabancı numaraları bekletirdim fakat bu defa adeta köşeye kıstırılmıştım ve ne yaptığımı ben de bilmiyordum.

"Kapının önündeyim, yanıma gelebilir misin?"

"Şimdi mi?" diye sorarken bile basamakları süratle iniyordum.

Konuşmaya devam etmese de kim olduğunu sesinden tanımıştım. Numaramı Simay'dan almış olmalıydı. Telefonu kulağımda tutarken kapıyı açtım. Gözlerimi kırpıştırmama neden olacak kadar güçlü olan yağmur damlaları esintiye karışıp yüzüme çarparken telefonu indirmeyi sonunda akıl edebildim.

Deha tepeden tırnağa sırılsıklamken ne olduğunu sormaya çekiniyordum. Göğsü şiddetle inip kalkıyor, saçlarındaki damlacıklar ardı ardına omuzlarına dökülüyordu.

Geçmesi için yol verdiğimde, "İçeri gel," dedim. "Sana göre kıyafetlerimiz yok ama havlu getirebilirim."

"Güven anlaşması."

"Ne?"

"Ben sadık kalmadım, bildiklerimin hepsini anlatmadım."

Dudaklarıma vuran ıslaklığı yalarken eve girmeyeceğini anlayarak vücudumu eskiden durduğum noktaya getirdim. "Bana hayatının iç yüzünü anlattın. Geriye kalanların bir acelesi var mı?"

Arkamda kalan koridora baktı. O kısa koridorun ucu merdivenlere uzanıyordu. Kapı açık olduğundan sokak lambaları sayesinde ancak aydınlık durabiliyordu.

"Gazaplı ruh."

Bunun ne anlama geldiğini sormak yerine, zihnimin derinliklerinde şimşek etkisi yapan o anıyı yakaladım. Merdivenden düşen adamın öfkeyle söyledikleri.

Lanetli, gazaplı ruh.

"Kum Kasabası'nın öfkeli bir ruhu var." Geri geri yürürken burnundan nefesler alıyor, sanki tüm havayı içine çekmeye çalışıyordu. "Burası artık onun evi. Kaçmak zorundasınız Aden, hiçbir şeyden haberiniz yokmuş gibi gitmelisiniz."

"Öyleyse bundan yüz yıllar önce yaşayan birinden bahsediyorsun," dedim kekeleyerek ve yaşlı bir evin içinde olduğumuzu bilerek. "Bana bir başka masaldan mı söz ediyorsun?"

Çünkü masallar, Deha'nın bana gerçekleri farklı kalıplarla anlatma biçimiydi.

Yerdeki bisikleti kaldırdı. Ona göre biraz küçük ve renkliydi, çocuksuydu. Jantları paslıydı. Patlak tekerini onarmıştı, acelesi vardı. Koltuğuna oturduğunda gitmeden önce yüzüme son kez baktı.

"O bir masal karakteri değil, Aden. Bu masalı baştan sona yazan Raven."

Açık mavi bisikleti kaygan asfaltta uzaklaşırken merdivendeki adamı düşündüm bir kez daha. Saçlarıma yağmur suyu karışırken meşgul olacak bir derdim yokmuş gibi, Deha'nın gazaplı ruh yüzünden o adam gibi düşmemesini istemeye odaklandım. Herkesin güldüğü adamla aynı şeyi diledim. İlk kez kasaba halkından birinin istediği şeyi ben de istedim.

Bırak onun peşini, huysuz şeytan Raven.


Bölüm Sonu.

Bu fotoğraf Deha gibi🥀

Ve nihayet o şey demek yerine Raven dediğimiz gün geldi.

Ne dersiniz, sonraki bölüm tanışalım mı? Aden ve Raven karşılaşması için bol yorum sözü alırsam neden olmasınn 🧚🏻‍♀️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top