Ökse Otu


Bana göre yaşanan her yıl bir kitabın kapağını kapatmaya benzer. Bir kitap biter diğer kitabın sayfalarında yeni bir hayat yaşamaya başlarız. Her kitap yeni bir başlangıç her başlangıç yeni bir umuttur. Bu yüzden en sevdiğim zaman yeni yıla girdiğimiz zamandı.

"Işıkları yakabilirsin," diye mırıldandığımda süslemeyi daha yeni bitirdiğim yılbaşı ağacı kız kardeşimin tuşa basmasıyla renkli ışıklar saçmaya başlamıştı. Koyu yeşil çam ağacının dallarında parlak kırmızı küreler ve restoranı ziyarete gelen çocukların alması için tarçınlı kurabiye adamlar asılıydı.

Tüm bunları hazırlamak için çok uğraşmıştım. Her şeyin kusursuz olmasını ve yılbaşında restoranı ziyarete gelen insanların keyifli vakit geçirmesini istiyordum.

Köşedeki kiremit taşlı şöminenin başına rengarenk yılbaşı çorapları bile asmıştım. Masalarda minik vazolarda beyaz meyveli yeşil yapraklı bitkilerden vardı.

Kırmızı ve yeşil tonlarının hakim olduğu restoranı açmaya artık hazırdım. Tüm gün bana hazırlıklar konusunda yardım eden mızmız kız kardeşim Ellie her şeyin düzgün olduğundan emin olunca bu geceyi erkek arkadaşıyla geçirmek üzere dışarı çıkmıştı.

Restoranın cam kapısından bana bakıp muzip bir tavırla dil çıkardı. İkimizinde küçük bir çocuktan farkı yoktu. Bende ona dil çıkarıp arkasından işaret diliyle tuhaf semboller göndermiştim.

Anneler çocukları kaç yaşına gelirse gelsin büyümediğini düşünür. Bizim annemiz ise artık büyümemiz gerektiğini ve evlenip çoluk çocuğa karışmamız gerektiğini söylüyordu. Bunu kendi çocuklarımızla ilgilenirken olgunlaşacağımıza inandığından dolayı söylemişti.

Gözlerimin önünde annemin kız kardeşimle her didiştiğimde yüzünde beliren hoşnutsuz ifadesi belirdi. Kıkırdadım. Daha sonra restoranın kapalı yazan tabelasını açık yazan kısma çevirdim.

İçeriye birileri gelene kadar oyalanmanın iyi bir fikir olacağını düşünüyordum. Daha doğrusu oyalanmak benim için bir ihtiyaçtı. Oldum olası boş durmayı sevmezdim. En ufak boşluğumda kendime mutlaka oyalanacak bir şeyler bulurdum.

Kız kardeşim benim tam zıttımdı. O her zaman işten kaçmanın bir yolunu bulurdu. En ufak boşluğunda uyur ya da bir köşede pinekleyerek dizi izlerdi. Şimdi ise beni restoranda bir başıma bırakmıştı.

Normal şartlarda onunla bu konuda feci halde kavgaya tutuşurdum. Fakat bugün özel bir gündü ve onun gibi cadı birinin bile böyle bir günde eğlenmeye hakkı vardı.

Masalardaki minik saksılara yerleştirdiğim bitkilerin yapraklarını düzeltirken kapının açıldığını belli eden büyük çanın şıngırtısı restoranda yankılanmaya başladı. Heyecanla içeriye kimin girdiğine bakmak için başımı kapıya doğru çevirdim.

"O bitkinin ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu gelen kişi. Gözlerimi koyu gri paltolu adama çevirdiğimde yüzünde bilmiş bir ifade belirivermişti. Dudakları yukarıya doğru kıvrılmış kibirli gülümsemesinin altında yatan manayı merak ederken bulmuştum kendimi.

"Aslında bunun ne olduğunu bilmiyorum. Yılbaşı alışverişi sırasında görmüştüm. Hoşuma gittiği içinde birkaç tane almıştım," diyerek küçük bir itirafta bulundum.

Genç adam bu söylediğime gülmüştü. Elinde tuttuğu koca gül buketini cam kenarındaki masaların birinin üzerine bıraktı ve boynuna doladığı kahverengi atkıyı çıkardı. Atkının tonu kızıla çalan saçlarına uyuyordu.

Atkıyı katlayıp sandalyesine astı. Daha sonra paltosunu çıkarıp girişteki askılığa yerleştirdi. Masaya geçtiğinde ela gözlerini gözlerime dikti. Nazikçe boğazımı temizleyip "Ben size menü getireyim," dedim.

Kasanın arka tarafında yılbaşına özgü hazırlanmış menülerden birini alıp adamın yanına geri gittim. Genç adam menüyü alıp göz ucuyla baktı. Menü pek ilgisini çekmiş gibi görünmüyordu.

"Hımmm," diyerek başparmağıyla işaret parmağını tik işaretine benzer bir açıyla yanağına dayadı.

"Başka seçeneğiniz yok mu?" diye sordu birden. Bu söylediğiyle afallamıştım. Gözlerimi ela gözlere dikmiş "Siz ne arzu ederdiniz?" diye sormuştum. Genç adam kıkırdadı.

"Sadece şaka yapıyordum. Siz bu restoranın sahibi Carrie Miller olmalısınız. Ben buraya aslında sizinle küçük bir röportaj yapmak için gelmiştim."

Ela gözlerine bakakalmıştım. Daha doğrusu öküzün trene baktığı gibi bakmak tabiri benim şu anki tipime verilen isimdi. "Beni tanımadın mı?" diye sordu bu sefer.

Balık hafızalı olduğum herkesçe bilinen bir gerçekti. Hatta benim durumum balık hafızalı olmaktan da öteydi. Benim B12 eksikliğimin yanında ileri derecede zeka geriliğim vardı. Sırf bu yüzden bile "Sen kimdin ki?" diyerek onu büyük dumura uğratmıştım. Bu söylediğime epey bozulmuştu. Ta ki ortalığı inletecek derecede büyük bir çığlık koparana kadar...

"Hatırladım!" diye bağırdım. Francis sırf bu ani tepkimden dolayı bile geldiğine geleceğine bin pişman olmuştu. Gözlerini yummuş kara tahtayı çizen çatala benzeyen tiz çığlığımın kesilmesini beklemişti.

Sesimi kestiğimde ise "Mektuplarını okurken böyle bir ses tonunun olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti," dedi başını sallarken.

Bu benim şahsıma yapılan korkunç bir hakaretti. Ona inanamayarak baktım. Sonra onu daha da şaşırtarak restoranın açık yazan yazısını çevirip kapalı yazan kısmı camdan bakınca gözükecek şekilde düzelttim.

"Bunca zaman nerelerdeydin?" diyerek bir anda parladım. Benden böyle bir tepki beklememişti. Ellerimi belime koymuş Fransa'nın nezih halkının aksine serserilerinden birine dönüşmüştüm.

Francis karşısındaki sandalyeye geçmem için eliyle işaret verdi. Bir anda attığım tribi unutmuş kendimi karşısında bacak bacak üstüne atmış oturur bir vaziyette bulmuştum. Bu kadar kararlı olmama şaşırmamak elde değildi.

Francis karşımda kıkır kıkır gülmeye başladı. Bununla birlikte elmacık kemiklerinde birer nokta halinde sevimli gamzeler belirivermişti. Onu böyle görünce aklıma son yolladığı mektuptaki fotoğraf gelmişti. Onu ilk gördüğümde kalbimin ritminin değiştiğini hissetmiştim. Tıpkı şu anda da olduğu gibi...

"Aslına bakarsan Paris'e gelip seni bulmak sandığım kadar kolay olmadı."

Bu söylediğine karşılık ne söylemem gerektiğini bilememiştim. Benim için şehir değiştirmiş olması kendimi sebebsizce özel hissetmeme neden olmuştu. "Bunca yolu sırf beni görebilmek için mi geldin?" diye sordum birden. İçimde beliren cesaret ve merak duygusu beni bunu sormaya itmişti. Francis içtenlikle gülümsedi.

"Son mektubunda bana yolladığın fotoğraftan sonra daha fazla dayanamadım. İlk uçakla buraya geldim. Çünkü ben senden çok hoşlanıyorum Carrie."

Annem daha küçüklüğümden beri bana hiç uğramayan dişil enerjim yüzünden hep evde kalacağımı hiçbir erkeğin benim gibi katır inatlı bir kadınla olmak istemeyeceğini söylerdi. Ama şimdi biri bana benden hoşlandığını söylüyordu. İnanılır gibi değil!

Francis aniden masamın üzerinde duran elimi tuttu. Kalbimin ela gözlerinin sıcaklığıyla küt küt atmaya başladığını hissediyordum. Nefes alıp verişlerim bile değişmişti. Ahenk bozulmuştu.

Onunla mektuplaşmaya başlayalı yaklaşık altı aydan fazla oluyordu. Onun her mektubunu iple çekerdim. Deli gibi posta kutusunu kontrol ederdim. Postacının uğramadığı günlerde çılgınlar gibi ayağımda eskimiş terliklerimle postaneye doğru koşardım.

Postanede çalışan kadın beni her görmesinde beni sırf başından def etmek için mektubu elime tutuştururdu. Francis ile yazıştığımı tek bilen kız kardeşim Ellie'ydi. Onun dışında kimseye söylememiştim.

Francis heyecanlandığımı avucuna aldığı titreyen parmaklarımdan anlamıştı. Bu yüzden konuyu değiştirmiş "Mektuplarımızda beni en çok etkileyen şey neydi biliyor musun?" diye sormuştu.

Gözlerim beklentiyle ela gözlerinde gezindi. Alnıma dökülen kakülümü elimle düzeltip ona baktım. "İsimlerimizin anlamları," dedi birden.

Bu hikayeyi bende en az onun kadar çok seviyordum. Kıkırdadım. "Francis özgür demek. Carrie ise özgür kadın," diyerek hatırladığımı ona belli etmiştim.

"Sanki isimlerimizin anlamlarının aynı olmasının bir sebebi varmış gibi hissediyorum. Sanki kader iki özgür insanı bir araya getirmeye biz doğmadan önce karar vermiş gibi..."

"Belki de bize koyulan isimler hayatımızın geri kalanında yanımızda olacak olana delalet ediyordur. Olamaz mı?"

Francis gülümsedi. Onun gülümsemesinde kaybolduğumu hissettim. Aylarca kim olduğunu bile bilmeden onun gelip beni bulmasını beklemiştim. Son mektubumda ona restoranımın adresini ve fotoğrafımı vermiştim.

Belki bir ümit beni bulur diye beklemiştim ve sanki yeni yılın beyaz ruhu bu dileğimi gerçekleştirmişti. "Francis," dedim ve avucundaki elim onun parmaklarını kavradı.

"Biliyor musun? Ben seni aslında hiç görmeden sevmiştim."

Francis söylediğim sözle gülümsemişti. Bense ela gözlerinin sıcaklığından kaçırmıştım gözlerimi. "Bana yazdığın her bir satırda sanki bir yerlerden beni izliyormuşsun gibi yakınımda olduğunu hissederdim. Kim olduğunun veya yüzünün nasıl olduğunun benim için bir önemi yoktu. Bana hissederek yazdığın her bir sözcük sana aşık olmama yetti," dediğimde diğer elim onun eline uzandı.

Francis ile tam ortamızda minik bir vazo vardı. Elim heyecandan vazoya çarpmıştı. İçindeki kırmızı ve beyaz yemişli yeşil bitki vazodan kayıp masaya düştü. Benim bitkiyi vazosuna koymama kalmadan Francis bitkiyi eline alıp parmaklarının arasında çevirmeye başladı.

"Bu bitkinin adı ökse otu."

Francis'in elindeki bitkiyi minik vazoya yerleştirişini izledim. "Bunun hikayesini öğrenmek ister misin?" diye sordu. Bana her mektup yazmasında çok farklı şeyler anlatıyordu. Kimi zaman tatlı bir hikayeyle kimi zamanda bir efsaneyle mektubunu sonlandırıyordu.

Francis'in mitolojiye ve efsanelere olan özel bir ilgisi vardı. Onun sayesinde birçok kültürün efsanelerini öğrenmiştim. "Çok isterim," dedim gülümseyerek.

Francis sözlerine "Bu hikaye en az senin kadar güzel olan İskandinav tanrıçası olan Frigga'ya dayanır," diyerek başlamıştı.

Zamansız iltifatıyla gözlerimi kaçırmış ortamızdaki ökse otuna bakmıştım. "Frigga'nın oğlu olan Balder bir gün kötü bir rüya görür ve bu rüyanın yorumlatılmasını ister. Rüya onun ölümü ile ilgilidir," dediğinde ela gözlerine baktım.

"Frigga oğlunun gördüğü bu rüyayı yorumlatınca sahidende ölümün kapıda olduğunu öğrenir. Tanrıça Frigga ne yapacağını bilemez. Yeryüzüne inerek dağlara, taşlara, hayvanlara oğluna zarar vermemeleri için yalvarır."

Hikaye daha şimdiden ilgimi çekmişti. Dirseğimi masaya dayamış başımı da elime yaslayarak ilgiyle onu dinlerken bulmuştum kendimi. Francis kuruyan dudaklarını ıslattı.

"Fakat Frigga ne yazık ki birini unutur. O da ökse otudur."

Francis "Balder'in bir tek ökse otu ile öldürülebileceğini öğrenen kötü kalpli Loki ökse otundan bir ok yapar. Ok Balder'in ölümüne neden olur," dediğinde gözlerimi ökse otuna diktim.

Böylesine şirin bir bitkinin böyle bir hikayesinin olabileceği aklımın ucundan dahi geçmezdi. "Frigga yıkılmış," dedi Francis. Daha sonra sözlerine kaldığı yerden devam etti.

"Günlerce, haftalarca hatta aylarca her gece gözyaşı dökmüş Frigga. Doğaya oğlunu diriltmesi için yalvarmış. Onun gözyaşları ökse otunun yapraklarına damlamış. Yapraklarında küçük beyaz çiçekler açmış. Anne Frigga o kadar çok dua etmiş ki Balder dirilivermiş."

Parmakları ökse otunun yapraklarını kavradı ve gözlerime baktı. "O gün anne Frigga bu anı kutlamak için ökse otunun altında tek tek bütün canlıları öper. Söylenene göre ökse otunun altında öpüşmek uğur, şans ve mutluluğu simgelermiş," dedi Francis.

Hikayeyi bitirdiğinde ne diyeceğimi bilememiştim. Daha adını bile bilmediğim bu küçük bitkinin hikayesini ondan öğrenmiştim. Gülümsedim. "Demek ökse otunun hikayesi böyleymiş," dedim.

Francis kenara koyduğu gül buketine uzandı. "Bunları senin için özel olarak seçtim," diyerek gül buketini bana doğru uzattı. Heyecanla elindeki gül buketini aldım ve gül demetinin ortasındaki kırmızı zarfı araladım.

"Bundan böyle karşı komşun benim."

Notta yazanı okuyunca şaşkınlıkla Francis'e baktım. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa bu konuda oldukça ciddiydi. Notu ve çiçekleri bir kenara koyup ayağa kalktım. Genelde aşırı heyecanlandığımda oturamazdım.

Francis ne olduğunu bile anlamdan onu da kendimle beraber oturduğum yerden kaldırmıştım. İkimiz restoranın ortasında durmuş birbirimize bakıyorduk. Tabii ben heyecandan olduğum yerde duramıyor Francis'in önünde ayakta sağa sola gidip duruyordum.

Bu halim onu güldürdü. Neşeli kıkırtısının yanında kısılan gözleri onu oldukça sevimli gösteriyordu. "Neden yerinde durmuyorsun?" dedi ve omuzlarımdan tutup beni çivi gibi sabitlemişti.

Gözlerimi onun ela gözlerine diktim. Bu sorunun cevabını verebileceğimi hiç sanmıyordum. Yüzüm şimdiden pembeden kırmızıya dönmüştü. Tam olarak yılbaşı konseptine uygun görünüyordum.

"Madem yerinde duramıyorsun o zaman beş dakika sonra yeni yıla girmemizi bir dansla kutlayalım."

Benim deliliğime ayak uydurmak istemesi epey gülünçtü. Ben daha tek kelime edemeden restorandaki sakin müziğin tınısını köşedeki müzik çalardan değiştirmişti. Açtığı şarkı Paris'teki aşıkların dans ederken dinlediği şarkıydı.

Francis yanıma geldi. Elini belime koydu ve beni kendine çekti. Birlikte ağır ağır dans etmeye başladık. Müziğin tınısı mıydı kalbimin ritmini arttıran yoksa onun ela gözlerindeki pırıltı mıydı bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı ki o da şu an ona olan aşkımdan kör olma aşamasına geldiğimdi.

Yanağını yanağıma dayadı. "Beraber nice mutlu yıllara," diye fısıldadığında gülümsemiştim.

"Beraber nice yıllara özgür çocuk."

Bu söylediğimle keyifle kıkırdadı. Onunla müziğin tınısına ayak uydurarak bir süre dans ettik. Yeni yıla girmemize son birkaç saniye kala durmuş birbirimize bakmıştık. Tam o sırada kız kardeşim Ellie'nin birkaç saat önce tavana yapıştırdığı nedenini daha şimdi anlamadığım birkaç dal ökse otunun tam altında olduğumuzu fark ettim.

"Francis bak," dedim gülerek. Francis gözlerini benim gibi tavana dikti. Ökse otunun tam altındaydık. Tıpkı hikayede Fregga'nın ökse otunun altında bütün canlıları öpüşü gibi Francis de eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Sokaklardaki insanların ondan geriye sayışını ve kalbimin dört nala koşuşu dışında etrafta çıt sesi bile yoktu. Francis beni ökse otunun altında tutkuyla öptü. Dışarıdan gelen havai fişek sesleri yeni bir yıla girdiğimizi bize gösterirken benden ayrılıp gözlerini gözlerime dikti.

İkimizde birden gülmeye başladık. Gülüşümüzü solduran şey ise muzip kız kardeşimin erkek arkadaşıyla birlikte restoranın camına yapışmış bizi izliyor oluşuydu. Ellie ikimize bakıp kıkır kıkır gülerken yüzümün utançtan ateş gibi yandığını hissediyordum.

Ellie bana el sallayarak restoranın önünden erkek arkadaşıyla birlikte geçip gitti. Bende gözlerimi yanı başımdaki ela gözlere çevirdim. "Hala ökse otunun altında olduğumuzun farkındasındır umarım," dedi Francis. Onun bu söylediğiyle kıkırdadım.

Bu sefer onu öpen bendim. Ökse otunun hikayesi bizim bağımızı mühürleyen özel bir simgeydi. Yeryüzündeki aşıklara şans, uğur ve mutluluk getiren bu bitki bizi bir araya getirmeyi başarmıştı.

Yeni yıla ökse otunun altında girdim. Yeni yıla ökse otunun altında sevdiğim adamla girmiştim. Bir önceki yılın mürekkeple ve karalamalarla dolu defterinin kapağı kapanmış yeni bir defteri doldurmaya başlamıştım.

Yeni yıl bana olduğu gibi size de şans getirsin. Eğer bir ökse otu görürseniz artık hikayesini biliyorsunuz. Bırakın ökse otu sizin için şans getirsin. Beyaz çiçeklerine baktığınızda beni hatırlamayı unutmayın olur mu? Çünkü ben her baktığımda sizi hatırlayacağım...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top