zihin çığlıkları, do'nun sancısı ♫ ♪

YGS geçti ve üç ay sonra esas sınav beni bekliyor... Sınava kadar yeniden bölüm ekleyebileceğimi sanmıyorum. O yüzden bu bölümü olabildiğince uzun tutmaya çalıştım. Başım kazan, beynim ağrıyor, gözlerim yanıyor. Elimden geldiği kadarıyla yazım yanlışlarını düzelttim ama siz arada görürseniz düzeltebilirsiniz, benim için yeniden düzenlemek daha bile kolay olur. Sizleri çok özledim ve seviyorum... Lütfen o güzel yorumlarınızı benden esirgemeyin, yorumlarınıza ihtiyacım var. Keyifli okumalar, iyi geceler!^^

Bölüm Şarkıları:

1. Blueneck - Venger
2. Fazıl Say - Kara Toprak *bölümde ismi geçiyor diye buraya yazıyorum*
3. Ane Brun - Feeling Good
4. Emir Can İğrek - Beyaz (B!P Akustik) @nebulaninotesi adlı kullanıcıya bu şarkı önerisi için çok teşekkürler!
5. Sarah Jaffe - Swelling

Neva'dan size gelsin: Dakhabrakha - Specially for You / Neva'nın zihin sancısı gibi bir parça.

DİPNOTA1: Dinlerken size NOTA'yı, Neva'yı ve diğerlerini, NevRa'yı ve NevAş'ı çağrıştıran şarkılar olursa bana mesaj olarak atabilirsiniz! ^^
DİPNOTA2: instagramda muziktenbedenler sayfasına sizleri bekliyorum, sohbet etmek isterseniz bana imrakirem isimli instagram sayfamdan, buradan veya ask.fm'den bana ulaşabilirsiniz.

Yirmi Beşinci Bölüm

Hastanede zaman geçmek bilmiyordu. Yelkovan bile yavaşlamış gibiydi ve zaman hiç acelesi yokmuş; eski bir dosta yatıya gitmiş gibi duraksamıştı. Derin bir nefes alarak yattığım yerde doğrulmak için yataktan destek alarak kendimi yukarı ittiğim sırada odanın kapısı açılıp kapanmıştı. Çatılı kaşlarla içeri girenin kim olduğunu görmek için bekledim. Uzun bir süredir, en azından bana göre uzun bir süredir burada olmama rağmen odama annemden ve Yıldıray'dan başkası girmemişti ki yine çok da şaşırmama sebep olmayarak annem gelmişti.

"Bir sorun mu var," diye sordum aksi çıkmasına engel olamadığım sesimle.

Odanın içindeki koltuğa otururken bana cevap vermemiş, sessizliği tercih ederek camdan kar tanelerinin süzüldüğü gökyüzünü izlemeye başlamıştı. Sol dirseğini koltuğun sırtlığına yaslayıp alnını avuç içine bırakan annem durgun ve yorgun görünüyordu. Her zaman ışıl ışıl olan teninde bir bezmişlik vardı, bariz bir şekilde çok uzaklardan bile belli oluyordu bu bezmişlik. Kehribar gözlerinde daim olan bir ışık vardı annemin, bir kediyi andırıyordu çoğu zaman: Sinsi bakışlarının etrafına kısılan göz kapakları, sanki mümkünmüş gibi hep daha fazla parlayan sarı gözleri... Kahvenin hoş bir tonunu taşıyan saçlarını uzun ve kemikli çehresinin etrafını çerçeveliyordu. Onu hayatımın hiçbir evresinde bakımsız ve kısa saçlı hatırlamıyordum. Saçları kürek kemiklerine kadar uzanırdı hep, saçlarının kesimi yılı veya mevsimine göre değişirdi. Belki de ruh haline göre, bilmiyordum. Ancak şu an v kesimliydi, güzel bir kadındı annem. Başka bir şekilde olsaydı aramızdaki pamuk ipliğine bağlı olan bu ilişki, ona imrenebilirdim güzelliğinden ancak yüzüne baktığımda güzelliğiyle sarhoş olmuyor; kalbinin çirkinliğinde boğuluyordum.

"Gözlerini üstümden çeker misin? Rahatsız oluyorum."

Gözlerimi kaçırmak şöyle bir yana, kırpmamıştım bile. Ona bakmaya devam ettim. "Sen de susabilirsin mesela, ben de rahatsız oluyorum."

"Ya sabır!" Oturduğu yerden kalktı hiddetle, çıkışa doğru yürümeye başladı. İşte olmuştu, onu sinir edip kaçırmayı başarmıştım. Ben, zaferin getirdiği o mağrur hazzın içinde gülümserken annem bıkmışlığın ve yorgunluğun yüküyle düşen omuzlarını dikleştirme gereği bile duymadan uzaklaştı yanımdan. Kapı koluna uzandığı sırada sarı renkli demir kol parmakları arasından kayıp kapı hızla geri çekilince annemin yan profilinden rahatça seçilebilen şaşkınlığı izledim. Ancak bu zaferimin mutluluğu çok sürmemekle birlikte yerini nedenini bilmediğim bir korkuya bıraktı. Ense kökümün alevler içinde yandığını hissediyordum, bu daha çok panik yapmama sebep oluyordu.

İçeri giren Semih darmadağınık bir halde gözlerini üzerimde sabitledi. Kahverengi gözlerinde beyaza dair hiçbir şey kalmamış, tabiri caizse gözlerinin feri akmıştı. Uyumamış mıydı, ağlamış mıydı; emin değildim ama kanlanan gözleriyle korkunç göründüğünü de inkar edemezdim. "Yasemin Hanım," dedi bakışlarını bir an olsun üstümden çekmeden, "Neva'yla biraz konuşabilir miyiz? Mümkünse yalnız."

Annem bir müddet tereddütlü gözlerle bize baktı, omuz silkti sonrasında. Açık kapıdan çıkarken aklında soru işareti, içinde gram merak olmadığını biliyordum. Acıtmaması gerekse de bu canımı yakıyordu. İşin komik yanıysa, annemin bu tutumlarına çoktan alışmış olmam gerektiği halde hâlâ salak gibi canımı yakmasına izin vermemdi. Kendime kızıp alayla güldüğüm bir sırada kapanan kapının sessiz tıkırtısı iç dünyamdan sıyrılmama yetip artmıştı, Semih'e döndüm merakla: "Bir sorun mu var?"

"Neden söylemedin?"

Yelkovan son kez hareket etmiş, son tik tak odayı doldurup kulaklarımda çınlamıştı. Keza, kalbim için de durum farklı değildi. Nefeslerim boğazımda tıkanırken zihnime düşen ihtimaller kanımın yerinde donması için gayet yeterli olmuştu. Bir nefes, nefes borumdan güçlükle kayarken değdiği her yeri parçalara ayrılıp yırttığını hissediyordum. "Neyi," diye sorabildim korkudan çatlayan, çatallaşan sesimle fısıldayarak; "Anlamadım?"

Başını iki yana salladı ruhsuz bir gülüş dudaklarında can bulmuşken, "Hadi kızlara söylemedin, anlarım," dedi her kelimede bir perde daha yükselen sesiyle. "Ali ve Öykü'yü de anlarım da ya ben?"

Sesindeki çaresizlik yüreğimde yankılanıyordu. Zor bela yutkunduğum bir sırada gözlerimi Semih'in kanlanmış gözlerinden kaçırdım. Haykırarak ağlamak istiyordum, canımın acısını bağırmak istiyordum. Semih'in hayal kırıklarıyla dolu gözleri bana ağır geliyordu ve canımı yakıyordu. Bir insan yaşarken kaç kez ölebilirdiyse o kadar ölmüş, bir o kadar da ölmeye devam ediyordum ben. Bu oyunun ne zaman son bulacağının muamma olması gibiydi hayatta oluşumun şaibeliği. "Semih," diye mırıldandım solan gözlerimi gizlemek için ona bakmazken. "Yapma."

"Ne yapma, ne!"

Sesi bir gök gürültüsü gibi zihnimde can bulurken gözlerimi kapadım, içimi yakıp kavuran bir damla yaş yanaklarımdan süzüldüğünde nefes almaya çalışıyordum. Semih'in bacaklarının ardında duran çocukluğum kapıyı açıp çıkmıştı gözlerinden akan yaşlarla. Omuzlarına kadar ancak uzanan saçları her hareketinde dalgalar halinde sallanmış, titreyen elleriyle kapı kolundan destek alarak yükselmişti parmak ucunda. Zihnimdeki gök gürültüsüne meze olan Semih'in sesinden epey korkmuştu belli ki, kapıyı ardından kapamıştı.

"Söylesene, ne zaman öğrenecektik; ne zaman anlatacaktın bana bunları," diye sorarken sesi titriyordu Kıvırcık'ımın. Başını diğer tarafa çevirip sağ elinin iki parmağını gözlerine bastırdı, sanırım ağlıyordu. Benim yüzümden. "Ben sana kardeşim derken benden nasıl sakladın bunları, neden?"

Bir taş göğsüme düşmüş, kalbimi ezmeden hemen önce ciğerlerimi paramparça etmişti. O sancıyı bütün uzuvlarımda hissediyordum, bu çok yüksek bir dağın tepesine kendi ellerini kullanıp çıkmak ve elde ettiğin başarıyla sevinemeden basınç yüzünden nefes alamamak gibiydi. Oysa bu başarıyı haykırarak bağırmak gerekmez miydi? Gerekirdi elbet ama nefes almaya imkanı olmayan insanın konuşmaya da gücü olmazdı. İşte, tam da buydu içinde olduğum durum: Nefes almaya imkanım yoktu.

Derin bir iç çekiş sesi doldurdu aramızdaki sessizliği, gözlerimi kapadım. Altıncı hissi her zaman tutan biri olmamıştım hayatımın hiçbir bölümünde ancak huzursuzluğumun sebebini bilmiyorsam, mutlaka ama mutlaka o gün bir şeyler olurdu. Şu anki hislerim ise, daha tartışmanın çok başında olduğumuz yönündeydi. Gardım düşük, kalbim çatlaklar içindeydi. Yaralarım vardı benim, sayısını bilmediğim kadar çoktu üstelik. Sesimi çıkardığımdan, şikayetçi olduğumdan değildi de acıtıyordu. Bilirdim ki bir yara dağlanmadıkça ne kadar kabuk bağlarsa bağlasın, yine kanardı. İçimde kanayamayan yaraların buruk acısı vardı. Bencilliğime, mazoşist ruhuma güldüm. Belki de hayatta en az yarayla çok çabuk yıkılanlardan biriydim.

"Akciğer kanseri ha, havalı olmalı?" Semih yatağımın ucuna yarım bir oturuşla yerleşmişti, burnunu çekti buruk bir tebessümle dudakları kıvrılırken. "Midene de sıçramış. Ben de diyorum, nereden geliyor bu iştahsızlık!"

Dolu gözlerime rağmen güldüm tarazlanan sesim boğuk bir kıkırtıyla havaya karışırken, olduğum yerde uzanıp Semih'in omuzlarına sardım kollarımı. Birkaç saniye bile bekletmeden kolları beni yarı yolda karşılamış, belimdeki yerini almıştı. Sımsıkı sardı beni, bana göre oldukça kuvvetli olan kollarıyla. Yaşıtlarıma göre daha kalıplı biri olmama rağmen, küçücük kaldığımı hissediyordum. Sımsıcak bir duygu kanıma karışıp tavaf ediyordu bedenimi. Fazlaca sevgi, şefkat ve endişe barındırıyordu. Belki de, çoktan ölmüş olan birine özlem... Kardeşliğin ne demek olduğunu hat safhalarda hissettiğim bir andı. Hep yanımda olacak olan ancak hiç sahip olamayacağım bir erkek kardeş...

Hafifçe geri çekilerek yüzümü avuçlarının arasına aldığında ne zaman gözlerimden aktığını bilmediğim iki damla yaşı baş parmaklarıyla silmişti. "Bulamaz mıyız bir yolunu? Türkiye'de olmuyorsa sağdan soldan yardım toplayıp ya da sana bursu verenden rica edip yurt dışına gidemez miyiz bunun için," diye sordu yeniden titremeye başlayan sesiyle, gülümsedim. "Bir kurtuluşu yok mu bunun?"

Hiçbir şey söyleyemedim, boğazıma ilmek ilmek dizilen düğümler konuşmama izin vermiyordu. Bunun yerine yeniden sarıldım ona, sımsıkı; hemen şu an ölecekmişim gibi. Her şeyi anlatan bir sarılıştı bu: Bir çözüm yok, demekti, öleceğimi bildirmek ve kabullenmekti belki de. Sen üzülme artık, kabullen, diyebilmekti. Sessiz cümlelerimi duymuş olacak, kollarımı dirseklerimden tutarak geri çekildi bir bakıma ona sarılmama da izin vermeyerek. "Nasıl bu kadar kolay pes edebilirsin?" Gözlerinde yine aynı öfkenin şimşekleri çakıyordu. "Neden bu kadar geciktin, Neva?"

Derin bir nefes alıp geri çekildim ve kurtardım kollarımı sıkı tutuşundan. "Bilmiyordum, farkında değildim." Umursamadım. "Zaten sürekli yorgun hissediyordum Semih, bunu biraz da yaşadıklarıma verdim, annemin bana yaşattığı hayatı suçladım," diye devam ettim sırtımı yatak başlığına yaslamışken. "Başkalarını suçlamak daha kolay geldi."

"Ya miden, o da mı açmadı gözlerini? Salak bir kız değilsin, nasıl anlamadın?"

Omuz silktim gözlerimi kaçırırken. "Bir şeylerden şüphelenirsin ama konduramazsın ya, öyle işte. Ayrıca, Semih, az buçuk beni tanıyorsun; boşuna melankolik demiyorsun bana," derken yeniden gözlerine bakmak için yüzümü ona çevirdim ve devam ettim: "Sürekli bir bunalım içindeyim, sürekli kötüyü düşünüyorum. Depresyon ya da her ne dersen ama bu sonucu değiştirmiyor ki, bunlar da mide bulantısı yapıyor. Açıkçası, sürekli istifra eden birinin boğazının tahriş olmasını ve bu yüzden safraya kanın karışmasını da yadırgamadım."

Uzanıp sol elimi avuçları arasına aldı. "Yapabiliriz, yapabilirsin. Sadece biraz gayret. Hem diğerlerine haber verirsek, onlar da sana destek," dediği sırada kucağımda duran sağ elimi hafifçe kaldırarak sözünü kestim: "Doktor akciğerlerim için geç kaldığımı söyledi, zaten fazla acı çekiyorum. Senin istediğin tedavi daha çok acı çekmeme sebep olacak. Neden daha çok acı çekeyim ki elimde dolu dolu yaşabileceğim bir zaman varken?" Aslında, bu bir soru değildi; beni onaylamasını bekliyordum ki öyle de olmuştu. Başını hafifçe eğerek kabullendi bu durumu. "Diğerlerine haber vermeyelim, Semih. Sen de nasıl öğrenip nereden duyduysan bunları, unutmaya çalış. Kazanman gereken bir gelecek var ve malum, sınava çok da bir zaman kalmadı. Benim yüzümden başkalarının acı çekmesini istemiyorum artık."

Sessizlik. Her zaman verilebilecek en iyi cevap olmuştu, alınabilecek en iyi intikam yöntemi belki. Belki de çok gürültülü hayatlara sahip oluşumuzdandı mutlu olamayışımız, sessizliğe kucak açmayaşımızdan.

"Neden annenin yanındaki adam seni burada tutuyor. Ne doktoru o," diye sordu bu kez de düşüncelerimin gürültüsünden beni kurtararak ve yine tehlikeli sulara dalış yaparak. "Psikiyatr," dedim sessiz bir mırıltıyla. "Sahi, beni okula götürdükten sonra cidden hiçbiriniz toplantı salonuna gelmediniz mi?"

Başını iki yana salladı bu kez. "Kimse yoktu, Neva. Sesleri duyan bir öğrenci seni yerde baygın görmüş,"derken sesi kısılmıştı. "Sonra Faruk Hoca'ya söylemiş. Ambulans falan derken, buradayız."

Delirdiğini biliyorlar, diyordu iç sesim; herkes senin nasıl bir kaçık olduğunu öğrenecek. Buruk bir tebessümle, biraz da kendimden korkarak uzandım yatağa. "Semih, ben biraz uyusam bekler misin başımda?" Daha rahat yatabileyim diye yataktan kalkmasına rağmen bir sandalyeyi başucuma çekip az önceki gibi elimi tuttu, üstümü düzgünce örttü sonrasında. Fazla söze gerek yoktu, bu benim için yeterliydi. Gözlerimi huzursuz bir karanlığa kapadım.

Yerde ayak bileğime kadar uzanan kar vardı, hava soğuk ve ayaklarım çıplaktı. Üşümüyordum ancak hissediyordum soğuğu. Kaşlarım çatılırken kara rağmen esen rüzgâra ayak uydurup birkaç adım ilerledim boş arazide. Bir çocuk parkıydı burası ve tuhaf bir şekilde karlar altında kalıp unutulmuş gibiydi, sanki çok uzun yıllar boyunca karlar altında gibi... Bu ürkütücü görüntüye çok da aldırmadan birkaç adım daha ilerlediğimde az önce esen rüzgârın aksi yönünde bir esinti daha karşıladı beni, refleks olarak kollarımı bedenime sardım.

"Neva?"

Arkamı döndüğümde babamı görmüştüm. Ellerinde kalın bir mont, bana doğru uzatıyordu. "Üşüyeceksin kızım, hava soğuk."

Kollarımı bedenimden çözerek öne atıldım, ayaklarım izin beklemeden koşar adım ilerlemeye başladı. Babam gelmişti, çok özlemiş miydi beni? En önemlisi, alacak mıydı beni yanına? Önemsemeyerek koşmaya devam ettim babama doğru. Sonrasında bir şıngırtı kapladı neredeyse boş olan araziyi, yere düştüm. Canım acımıştı, yine de kalkmaya çalıştım babam için, ona bir kez daha sarılabilmek için. Bir adım daha atmaya çalıştığımda sol ayak bileğimi tutan bir şey olduğunu fark ettim. Düştüğümde de canım yanmıştı fakat şimdi... Şimdinin haddi hesabı yoktu. Acı bir feryat döküldü dudaklarımdan: "Baba!"

Bir bedenin yanımdan geçtiğini hissettiğimde korkuya kapılmıştım, neler oluyordu?

Başımı babama çevirdiğimde onu gördüm, zihnimde var olan beni. Babamın uzattığı montu giyerek ona sarılmıştı. "Seni çok özledim, baba."

"Hayır," diye feryat ettim sesimi duyurmak için boğazımın acımasına aldırmadan bağırırken, "Hayır, inanma ona!"

"Ben de seni çok özledim, kızım."

Dizlerim daha çok kanamaya, bileğime vurulan pranganın demiri sıkılaşmaya başlamıştı. Ayağımı kurtarmak için öne çektiğimde keskin bir acı bütün bedenime yayıldı, acıyla çığlık attım. Kanın oluk oluk aktığını hissediyordum kara, yeniden öne atıldım acıma göz yumarak. Soğuktan derime yapışan demir, ayağımı her kendime çekişimde etimi yırtıyordu. Aklımı kaçırmama sebep olacak bir fiziksel acıyla baş etmem için hiçbir çıkar yol yoktu. Çoktan mağlup başladığım bir savaşı zaten kazanamazdım.

Bir ışık gözlerimi aldığında yanaklarımdan sicim sicim dökülen yaşları elimin tersiyle silip o yöne doğru çevirdim başımı. İkinci ben -ya da her neyse- elinde tuttuğu, bıçaktan biraz daha büyük ve çok çok daha gösterişli olan hançeri babamın göğsünden çekiyordu. Babam sırtüstü yatıyordu yerde, dudaklarından sızan kan incecik bir yol oluşturmuştu yanağında. Kar kanla kaplanmıştı, havada ölüm kokusu vardı.

"Babanı sen öldürdün."

"Hayır!"

Oksijenin ciğerlerime yetmediğini hissediyordum, acımasız bir yangın yeriydi şimdi göğsümün ardı. Babama ulaşabilmek için ayaklarımı bir kez daha kendime çektiğimde demir pranga derimi olduğu gibi yüzmüş ve bileğime düşmüştü. Acıyla çığlık atmaya çalıştım, sesim çıkmıyordu. Elimin tersiyle yanaklarımı kurulayıp bedenimi öne doğru çektim kollarımla, babamın yanına gitmek için çırpınıyordum. Soğuk hava etime her çarptığında canımdan bir parça daha koparıyordu, pranganın ucundaki zincir; canımın acısı yetmezmiş gibi dolanmıştı ayak bileğime. Mantığım ruhumun ve bedenimin çektiği acıyı ayırt edemez halde kıvranıp duruyordu. "Baba," diye mırıldandım ağlarken. "Baba, geri dön! Bana geri dön!"

Babam karlar üstünde, öylece yatıyordu. Cansız bedeni her saniye biraz daha kaybediyordu canlılık rengini, karların yuttu bir tek sesler değildi; ölümdü, kandı, candı. Avuçlarımın arasındaki karları ezerek serbest bıraktım feryatlarımı, sesim yine çıkmadı. Oysa kulaklarım sağır olmuştu çığlıklarıma, avaz avaz bağırdıklarıma. "Baba," dedim hıçkırıklarımın arasından. "Lütfen geri dön."

Dönmedi. Bir daha asla geri gelmedi. "Baba..."

Kolumda hissettiğim acıyla irkildim, kuruyan dudaklarım çatladığı için havanın tenime temas ettiği her saniyede kanıyordu dudaklarım. Kulaklarıma dolan fısıltılar rahatsız hissetmeme sebep oluyordu. Acımın katmerlenerek sızlattığı yüreğimden bir sancı yayılıyordu bedenime. Dudaklarıma değen soğuk ve yumuşak nesneyle kaşlarımı çatıp gözlerimi açtım zorlukla. Annem elinde, dudaklarımdan birkaç santim uzakta tuttuğu ıslak pamukla öylece duruyordu karşımda. Yüzünde sebebini bilmediğim bir duygudan ötürü kırışıklıklar oluşmuş, kaşlarının arasında bir çizgi belirmişti. Kehribarın en sinsi tonundaki gözlerini kısarak beni izliyordu ve o gözlerden bir anlık endişenin geçtiğini düşünmeme sebep olacak bir parıltıyı yakalamıştım. Dudaklarını kıpırdatarak bana "Günaydın," dedi, sesi kulaklarıma ulaşamayacak kadar cılız; bir o kadar da pürüzlüydü. "Uyanmayacaksın sandım, Neva, iki gündür uyuyorsun."

Şaşırmam gerekiyordu ama kendimde şaşıracak gücü bile bulamıyordum. Bunun yerine gözlerimi yeniden kapadığımda ağırlık çöken ciğerlerime rağmen derin bir nefes aldım, canım acımıştı. Yüzümün her santimi hissettiğim acı yüzünden kırışırken annemin sıcak parmaklarını hissettim tenimde. Dudaklarımda bir gülümseyişin hayaleti, bütün yarım kalmışlıklara adanmış bir tebessüm... Çenemle elimin üstündeki elini işaret ettiğimde alayla yüzünü inceliyordum. "Öleceğimi biliyorum da, hemen şimdi mi?"

"Ölmeyeceksin, Neva." Oturduğu yerden kalkıp buraya geldiğinde de gittiği camın kenarına gidip sol omzunu duvara yasladı, kollarını göğsünde birleştirmişken dışarı çevirdi gözlerini. Saatin tik taklarıydı bomboş odayı dolduran, bir de -annem de duyabiliyorsa şayet- benim nefes seslerim. Gözlerimin önüne geçmişten düşen anıların hepsi birer kırbaç gibi beynimin içinde şakladı. Zaten hep böyleydik biz: Akşam yemeğinde, evin içinde, okula giderken... Her an sessizdik. Sahi, beni annemin yıkadığını bile hatırlamazdım. Her defasında saçlarımı babam kurutup tarar, hatta toplardı. Pırasa gibi ince olan saçlarım daima düzgün bir örgüyle bağlanırdı. Giysilerimi giydiren, gece uyumadan önce bana bir ezgi çalan, kulağıma ninniler fısıldayan, yemeğimi yediren... Hiçbir zaman annem olmamıştı.

"Yıldıray seni bekliyor," derken sesi her zamankinden daha mesafeli ve sertti. "Burada ona bir oda ayarlandı, bir üst katta. Gitsen iyi olacak."

Başımı sallayarak onayladım onu, sonrasında yardımına muhtaç olmadığımı göstermek istercesine -çekeceğim acıyı kesinlikle umursamadan- yatakta doğruldum. Kemiklerim ve kaslarım dile gelselerdi bana bir ağız dolusu küfür ederdi, yine de gururum her şeyin önüne geçip çektiğim acıyı ayaklarının altına alarak bir çırpıda ezdi. Altımdaki gri eşofmanın nereden geldiğine kafa yormadan ayak ucumda duran spor ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdim, yataktan kalktım. Kapıya doğru attığım adımlarım titrekti cesaretimin aksine, çirkin bir ironiydi bu. Elim kapı koluyla buluştuğunda derin bir nefes alıp omzum üstünden anneme baktım: "Komodinimin üstünde okuma kitabım, bir de yastığımın altında kahverengi kaplı bir defter var," dedim duygusuz sesimle. "Günlüğüm." Aslında babama aitti ama bunu umursamadım. "Onu getirebilir misin? Okumayacağını düşünüyorum."

Bir baş hareketiyle önüne döndü yeniden. Aldırmadım, içten içe kendimi teskin etmeye çalışıyordum. Kapıyı açtıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden çıktım odadan. Adımlarım, önümden ilerleyen gölgemi izliyordu sessiz sedasız; gölgem ise bazen ışıktan korkup saklanıyordu bacaklarımın ardına. Duvar kenarında ilerlemenin avantajını kullanarak kollarımı belime sardım, herhangi bir sarsaklıkta duvardan destek alacaktım.

Yanımdan geçen insanlar bazen gözleriyle beni takip ediyordu. Zihnimin içinde dönüp dolaşan düşünceleri görebilirlermiş gibi biraz daha sindim duvar dibine. Yüzümden, gözlerimden okunuyor muydu paçama yapışan deliliğin beni yeyip bitirdiği; yoksa bu hal ve hareketlerim miydi beni ele veren? Hiçbir fikrim yoktu açıkçası, burada hangimiz normaldik ki?

"Kızım, azıcık yardım eder misin?"

Duyduğum sesle başımı iki yana sallayıp düşüncelerimden sıyrıldım ve bana seslenen kadına döndüm. Orta yaşlarında bir kadın, tekerlekli sandalyesini itmeye ve odasından çıkmaya çalışıyordu. Kollarımı belimden çekip kadına bir süre daha bakıp başımı sallayarak onayladım, "Tabii ablacım," dedim mırıldanmaya yakın kısık bir sesle, sonrasında odadan içeri girip sandalyenin arkasına geçtim. Soğuk metali kavrayan parmaklarım sızlamıştı, derin bir nefesi doldurup hapsettim ciğerlerime. Ayaklarımı yere sabitledim ağırlığıma çok da güvenemeyerek ve sandalyeyi öne doğru ittim tüm gücümle. Olmuştu, tekerlekler bana itaat ederek öne atılmıştı. Gülümserken yüzümü hafifçe kadına doğru eğdim: "Nereye gidiyoruz çok sayın hanımefendiciğim?"

Kadının kıkırtısı kulaklarıma dolarken eliyle dudaklarını kapamıştı, oysa geç kalmış; yanaklarının pembe bir tona boyanmasına engel olamamıştı. Lavaboya gitmek istediğini söylediğinde tekerlekli sandalyeyi koridorun sonundaki lavaboya doğru itmeye devam ettim. İsmi Elif'ti ve tahmin ettiğim gibi otuzlu yaşlarının sonundaydı. Söylediğine göre geçirdiği bir kazadan sonra beyninin bir kısmı işlevini yerine getirememeye ve bacakları tutmamaya başlamıştı, uzun bir zamandır mahkumdu tekerlekli sandalyeye. Bununla da kalmamış, çok küçük yaşta aşık olarak evlendiği adam onu terk etmişti. Ah, bir de askerlik çağı gelmiş olmasına rağmen kalbinde delik olduğundan askere alınamayıp çalışarak annesine bakan oğlu vardı. Duyunca üzülmüştüm, hatta üzgün olduğumu saklayamamıştım ama Elif Abla o kadar çok hayat dolu bir insandı ki sürekli gülüyor, bunun bile ötesinde bana da gülmemi tembihliyordu. "Ne güzel kızsın, gülsen daha güzel olursun."

Lavabodaki kirişe omzumu yaslamış Elif Abla'yı beklerken bir yandan da kendi hayatımı gözden geçiriyordum: Bunca zaman boyunca nasıl boş yaşamıştım, işte tam o an fark ettim. Küçük yaşımda babamın ölmüş olması elbette beni etkileyecekti, hele de babama çok düşkün olduğumu göz önünde bulundurursak bu oldukça normaldi. Ama babasını hiç tanımadan yaşayanlar vardı, onlar ne yapıyordu? Annem aklıma gelince istemsizce buruşturdum yüzümü, yine de bunu kaldıramıyordum. Evet, belki başka çocuklar dışarıda çok daha kötüleriyle karşı karşıyaydı; ne olursa olsun insan kendi önündeki iyi olmayınca buna takılıp kalıyordu. Ben ise takılmakla kalmamış, bütün geleceğimi hayatımdaki o rezil dalkavuklara dolamıştım. Bencildim. Başkalarının acılarını göremeyecek kadar kördüm.Hak ettin, diyordu iç sesim kulaklarımı tırmalayan kahkahasının arasında; sen başına gelen her şeyi hak ettin.

"Güzel kızım?"

Elif Abla'nın sesiyle irkilirken yüzümü sıvazlayıp derin bir nefes aldım ve zoraki bir gülümsemeyi yerleştirdim dudaklarıma. Ellerim yeniden tekerlekli sandalyenin kollarını kavradığında Elif Abla'nın ellerini çoktan yıkamış olduğunu fark etmiştim. "Odana mı bırakayım abla," diye sordum az evvelkine göre mesafeli sayılabilecek bir sesle.

"Evet kızım," derken Elif Abla hâlâ gülümsüyordu. Ona imrendim; omuzlarındaki yüke, bacaklarının tutmayışına, oğluna muhtaçlığına rağmen gülebiliyor olması benim üzerinde apayrı bir hayranlık uyandırıyordu.

Elif Abla'yı odasına bıraktığımda yarım saati geçirdiğimi fark etmiştim. Ancak esas umursadığım bu değildi, ben Yıldıray'ın sinirlenip sinirlenmediğini merak ediyordum. Merdivenleri derman kalmayan bacaklarıma söz geçirip ikişer ikişer tırmanmaya başladım, Yıldıray benimle ne konuşacaksa çabucak halledelim istiyordum. Annemin söylediği gibi üst kata çıktığımda etrafı inceledim bir müddet, nihayetinde gözüme hemen üstünde büyük harflerle psikiyatr yazan kapı takılmıştı. Zoraki adımlarla kapını önünde durup kapıya iki kez vurdum gevşek bir tutuşla sıktığım yumruğumu. Sonrasında o malum "Gel," komutunu işitmişti kulaklarım.

Kapıyı açıp bir iki adım attım içeri, aynı anda tarçın kokusu doldu burnuma. Büyük ihtimalle benim gibi 'hastaları' rahatlatmak için kullanılan bir kokuydu bu ve işe yaramalıydı, tabii benim tarçına bir parça alerjim olmasaydı. Kolumu burnuma doğru kaldırıp hapşırdım iki kez üst üste. Kaşlarımın çatıklığına, memnuniyetsizce kırışan burnuma baktı gülümseyerek, sonra oturduğu sandalyeden kalkıp odanın camını açtı. "Birazdan temiz hava alır kokuyu," derken çoktan yerine geçmiş ve sandalyesine oturmuştu yeniden. "Hoş geldin bu arada."

Başka bir şey söylemesine fırsat bırakmadan karşısındaki koltuğa oturdum. Gözlerim boş ama göze doygunluk verecek bir şekilde dizayn edilmiş odayı incelerken Yıldıray bana nasıl oluğumu soruyordu, sesiyle bir vızıltı halinde ulaşıyordu kulaklarıma. Arkamda kalan ışık onun yüzünü gölgede bırakıyordu, gözlerinin mavisi buradan bakılınca daha koyu gözüküyordu. Masanın üstüne hemen yan tarafa kalan pencereden süzülen güneş ışı vuruyor ve Yıldıray öne doğru eğildiğinde ise ortaya hoş bir görüntü çıkıyordu. Annemin onu neden sevdiğini (!) anlıyordum.

"Konuşmaya ne dersin?"

Omuz silktim umursamazca. "Ne konuşacağız?"

"Semih bana senin dışarıdayken kriz geçirdiğini söyledi," dedi ellerini masanın üstünde birleştirerek. "Ne olduğunu hatırlıyor musun?"

Kaşlarım çatılırken düşünmeye başladım: "Bir kız vardı, annesiyle," diye mırıldandım gözlerimin önünden geçen sahneler kalp atışlarımı hızlandırmaya yetince, dudaklarımı ıslatıp boğazımı temizledim. "Konuşuyorlardı."

"Ne konuştuklarını duydun mu?"

Anne, babam ne zaman gelecek?

Başımı hırsla iki yana salladım. "Bu konuda konuşmak istemiyorum."

Derin bir nefes aldığını duyduğumda istemsizce güldüm, tahammül sınırlarını zorluyor olmalıydım. Gülümsemem daha da büyürken bunun işe yarayacağına, biraz daha zorlarsam beni başından savacağına emindim hatta. Başımı iki yana sallayarak zihnimin gerisine, bilinçaltımın tozlu perdelerinin arkasına yerleştirdiğim piyanoda herhangi bir tuşa bastım; kontrolü kimseye bırakmamam gerekiyordu. Özellikle de bana düşman kesilen iç sesime.

"Neva, dinlemiyorsun!"

Kulaklarıma dolan yüksek ses oturduğum yerde irkilmeme sebep olmuştu, gözlerimi öfkeyle sesin sahibine çevirdim. "Bana bağırmaya hakkın yok senin," diye konuştum tükürürce. "Kimse bana bağıramaz."

"Ama dinlemiyorsun," diye konuşmaya başladığında koltuktan kalkıp pencerenin yanına doğru ilerledim adım adım. "Dinlememi gerektiren şeyler söylemiyorsun. Söylesene, annemle nasıl tanıştınız?"

Somut sessizlik. Dudaklarım alay dolu bir gülüşle yukarı kıvrılınca omzum üstünden ona baktım, "Özel hayata saygı? Ben de öyle düşünmüştüm," dedim ima dolu bir sesle. Pencerenin önündeki minik saksıda duran mor menekşeye dokundum parmak uçlarımla, çok güzel görünüyorlardı. Sonrasında derin bir nefes sesi doldurdu odayı, Yıldıray'ın tahammül sınırlarını zorluyordum. Zaferimin yanık kokusu burnumun ucundaydı, bu yüzdendir ki onun kırılan gururunu okşamak istedim: "Zihnimin içinde sürekli bir ses duyuyorum," dedim kollarımı göğsümde bağlamış ve hastanenin bahçesini izlerken, "Bana sürekli ne kadar basit biri olduğumu söylüyor, babamı esas öldürenin ben olduğumu. Bazen onu hemen yanımda görüyorum." Ona doğru döndüğümde gözlerinde meraklı bir kedinin ifadesiyle bana bakıyordu, güldüm. "Bir çocuk geçiyor önümden koşarak, omuzlarına kadar uzanan sapsarı saçları oluyor. Sonra annesi o kız çocuğunun saçlarını keserce kırıyor kalbini, inan bana, saçları kesilse daha az acırdı canı."

Dudakları konuşmak için aralanmıştı ama nefesinin ıslığı dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Yıldıray Erbey yenilmişti, ne kadar başkaları için basit gibi görünse de benim acılarım onu yenmişti.

"Okulda olanlara gelirsek, Eslem'i gördüm. Bu çok ürkütücü, doktor, olmayan şeyleri görmeye başladıysam bunu durduramayacağımı biliyorum."

"Hayır," derken iki yana salladı başını. "Tedaviye başlayabiliriz."

Omuz silkip yeniden döndüm pencereye doğru. "Tedaviyi tamamlayacak kadar yaşamayacağım."

Bir kez daha somut sessizlik. Oysa çığlık çığlığaydı zihnim, bunca gürültüyü nasıl olur da bir ben duyardım; aklım pek almıyordu. "Başımı yararsak sen de duyar mısın çığlıkları?"

Adım sesleri duyuldu bir müddet, sıcak eli hırkamın üstünden kolumu tuttu. Gözlerimi ona kaldırdığımda dudaklarındaki zoraki tebessümü fark etmiştim ama sanırım, bu zorakilik ürkmüş olmasından kaynaklanıyordu. "Seni bir yere götürmek istiyorum," dedi gözlerime bakarken.

Başımı iki yana salladım alayla ve kolumdaki elinden kurtularak önden yürümeye başladım, "Zaten hep böyle derler." Odadan çıktığımda onun arkamdan geldiğini biliyordum zaten. Beni yönlendirmesinden ziyade, ona yönlendirilmekten hoşlanmadığımı kanıtlamak istiyordum. Eğer, beni hasta zihniyetli biri olarak görüyorsa -ki buna şüphem yoktu- bu oyunu benim kurallarıma göre oynardı. Kim benim hasta olduğumu söyleyecek olursa, ona asıl hastalığın ne olduğunu ispatlayacaktım.

"Hiçbir yere sapmadan üst kata çık." Cevap vermemi gerektiren bir cümle olmadığından sessizliğimi korumaya devam ettim merdivenleri çıkarken de. Tuhaf bir bilinmezliğin içinde zirveye tırmanıyor gibi hissediyordum ancak o zirvede yalnızlıktan çok daha öte şeyler vardı.

Üst kata çıktığımızda ayaklarım durmuştu. Gözlerim yavaş yavaş dolaştı etrafta, bembeyaz bir koridordaydık; burası alt kattan çok farklıydı. Birbirine çapraz dizilen koğuşların kapıları tahta değil, demirdi. Az çok demir kapıların üstündeki parmaklıkları seçebiliyordum. Belimde hissettiğim elle koridordan bir gürültünün kopması bir oldu. Kendimi bir gerilim filminde başrol oyuncu gibi görmem komik durmazdı, değil mi?

Gergin bir nefes alıp ellerimi ovuştururken omzumun üstünden hemen arkamda duran Yıldıray'a baktım, "Tahmin ettiğim yere getirmedin beni, değil mi?" Cevap vermek yerine ellerini omuzlarıma kaydırıp beni nazikçe öne doğru itti. Kahkahalar, bir şeylerin devrilme sesleri, kapılara vuranlar... Ağlamak istiyordum, kulaklarımı tıkayıp çığlık atabilirdim. Onlardan bir farkım yok muydu? Bana yardım etmelilerdi. Evet, evet! Bana yardım etmelilerdi, birilerinin yardım eli uzatması gerekliydi. Sağ elimi dudaklarıma kapadım gözyaşlarım görüşümü bulanıklaştırırken, zihnim avaz avaz bağırıyordu haykırarak: "Bana yardım edin!" Yardım edecek kimsem yoktu fakat.

"Neva?" Yıldıray önüme geçerek ellerimi tuttu, "Şimdi bu odaya gireceksin ama korkma," derken sesindeki endişeyi duyumsuyordu kulaklarım. İnkar ettim, beni önemseyecek en son insan bile değildi o. "Bu oda diğerleri gibi değil, sadece sana bir test yapmam gerekiyor."

Öne doğru eğilip fısıldadım: "Ne testi?"

"Aynalardan korkuyor musun?"

Evet. "Hayır?"

Başını sallayarak onayladı beni, "Güzel." Sonrasında kapıyı açıp beni içeri itti. Önce yalpaladım, hemen akabinde avuçlarıma doldu boşluk; dengemi güç bela sağladım. Odanın ortasına doğru yürürken etrafımda döndüm duvarları boydan boya saran aynalarda göz gezdirip. Minik beyaz ışıklar duvarları ayna olan odayı aydınlattığında ellerimi gözlerimin önüne siper ettim. Korkuyordum, nefes seslerim uğulduyordu kulaklarımda.

Gözlerim beyaz ışığa alıştığında tavana baktım: Tavan da duvarlar gibi camdı ve minik spotlar tavana monte edilmişti. Burası insanı iyileştirmek için değil de daha çok delirtmek için düzenlenen bir oda gibi duruyordu şu an olduğum yerden bakınca. Bacaklarım geriye doğru çekilirken kollarımı karnıma sardım, ya oda çok soğuktu ya da zihnim benimle yeniden oynamaya başlamıştı.

"Zavallı!"

Bu kez gözlerim hemen yanımda duran aynaya çevrildi. Ben, tam karşımdaydım. Gülüyordum. Sağlıklı bir gülüşe benzemiyordu bu, yine de gülüyordum. Sonra gülümsemem bir anda silindi dudaklarımdan: İnsanların aynadaki akislerine tebessüm etmelerini anlamıyordum, bana hiçbir şekilde makul veya mantıklı gelmiyordu bu. Bir insan aynadaki görüntüsüne neden gülümseme gereği duyardı? Belli ki onlar benimki kadar kendisinden nefret eden bir yansımaya sahip değildi. Çünkü deli olan sensin, dedi aynadaki yansımam gülerek. Hayır, deli değildim. Bir şeyleri sorgulamaya başladığım o ilk andan bu yana deli etiketi yapıştırılan insanların deli olduklarına inanmayı bırakmıştım. Şizofrenler, hayalleri fazla kuvvetli olan kimselerdi; hayallerine hükmetmeyi bırakıp onları özgür bırakanlardı. Bipolar bozukluğu olanlar İspanyol atasözündeki o madalyondu, onların karanlık yüzleri vardı. Sosyopatlar fazla zeki oldukları için sevgiyi bilmezdi. Onların kalplerinin merkezinde bencil bir zihin yatmaktaydı; onlar Freud'un buz dağını kendilerince algılayıp kuran insanlardı.

"Aynaya bakmaya devam etmeni istiyorum, Neva," diyen Yıldıray'ın sesini işittiğimde irkilerek odanın içindeki hoparlörü aramaya başladı gözlerim. "Neva, aynaya bakmaya devam et."

Bu bir emirdi ve ben emir cümlelerinden, bana karşı kuruldukları zaman, hoşlanmazdım.

"Mısın?"

"Rica ediyorum bak şu aynaya artık," dedi Yıldıray'ın sesi, sonra derin bir nefes aldığını tahmin etmeme sebep olan hırıltı duyuldu. "Aynaya bakar mısın, lütfen?"

Sihirli sözcükleri duymuşum gibi döndüm aynaya. Yutkundum. Kendimi güzel bulmayan ben, aynadaki aksimin ölümcül güzelliğini beğenmişti. Dolgun dudaklarım ölümü vaat eden bir gülümsemeyle kıvrılmış, ala gözlerim kısılmıştı. Yansımamın saçları bakımlıydı, normalde sönük olan saçlarımın bu denli parlak gözükmesi nasıl mümkün olabilirdi? Ellerim istemsizce saçlarıma kaydığında aksim başını iki yana sallıyordu, onu sevmemiştim. Daha fazla bakamayarak kaçırdım gözlerimi.

"Neden aynaya bakmıyorsun?" Doğru soru, neden bakamıyorsun, olacaktı.

Yeniden yutkundum ayaklarım birkaç adım geri giderken. "Bakmak istemiyorum, çıkar beni."

Yıldıray'ın sesini devralan melodiler doldu kulaklarıma. Bu parçayı biliyordum, Fazıl Say'ın Kara Toprak'ıydı bu. Dinlemeyi çok sevdiğim ve dinlerken bambaşka alemlere düştüğüm... Göz kapaklarım kirpiklerime birkaç ton ağırlık koyulmuş gibi örtülürken başımı hafifçe geriye doğru yasladım, havaya bulaşan acıyı soludum. Bedenimi ele geçiren hislerim bir boyunduruktu içimdeki çığlıklara ancak konuşan ben değildim; sözcüklerim notalardı, sesim melodiler... Oda bir anda karardı, dengem iyice şaştığında bacaklarım titriyordu. Dizlerimin bağı çözülmüştü sanki, bacaklarım daha fazla bedenimi taşıyamayıp kıvrılırken kendimi yere bıraktım. Yer soğuktu, dışarıdaki kardan daha soğuktu.

Gözlerimi yeniden açtığımda parmaklarımın üstlerinde dans etmesini bekleyen beyaz tuşları görmüştüm. Siyaha beyazın yakıştığı gibi yakışıyordu kan soğuğa. Uzanıp parmaklarımın ucundaki tuşlardan birine dokundum ve bir kez daha derin derin soludum havaya bulanan matemi. Sol elimi kucağımdan kaldırıp piyano tuşlarının üstüne bıraktım, Fazıl Say'a eşlik ettim bedenim karanlık odada salınırken. Öne doğru eğdim bedenimi, o beyaz tuşların her birini korumak istiyordum soğuktan, kendimi acılara siper ettiğim sırada var gücümle bastım piyano tuşlarına. Tırnaklarımdaki sızıyı hissediyor, yine de durmuyordum. Notaların fısıltısını dinledim: "Yok oluşta var olmaya, şerefe!" Yok oluşa var olmaya. Dudaklarımda yersiz bir tebessüm, gözlerimden yuvarlanan yaşlar... Müzik içime akıyordu sanki, ben; ben olmaktan geçiyor ve kayboluyordum toz zerreciklerine tutunan acı tanelerinde. Acıyla mutlu olmak böyle bir şey olsa gerekti: Gözyaşlarının içinde huzurla gülümseyebilmek... Ve ben, tam da bu anda ölümsüzdüm.

Bir beden tarafından çekildiğimi hissettiğimde parmaklarım boşta kalmıştı. Rahatsız olarak çırpındım. "Rahat bırakın beni," diye bağırmıştım tarazlı çıkan sesimle, "Bırakın, lütfen." Ancak güçlü eller beni bırakmadı, daha çok uzaklaştırdı piyanodan. Hıçkırıklarımın arasından yalvarırken güçlükle açtım gözlerimi. Odanın kapısına doğru sürükleniyordum sıcak bir beden tarafından, parmaklarım acıyordu ve az önce tuşlarında yaşam bulduğum piyano yoktu.

"Kes şu müziği, dedi,!" diye bağırdı o bariton ses, "Onu ne hale getirdiğini görmüyor musun?!" Kapıdan dışarı çıktığımızda nihayet bariton sesin, sıcak bedenin sahibine bakabilmiştim. Orman gözlü çocuk buradaydı. Kapıyı ardından sertçe kapadıktan sonra elleri ellerime kaymış, parmaklarım avuç içlerinde kalmıştı. Gözlerini bir an olsun ayırmıyordu parmak uçlarımdan. Acım dinmedi, canım daha çok yanmaya başladı. Kaşlarının çatılışındaki mükemmelliği, ilahiliği izlerken onu bu kadar sinirlendirenin ne olduğunu merak ederek bakışlarımı parmaklarıma çevirdim. Tırnaklarım kırılmıştı piyano çalarken. "Neden kendine zarar veriyorsun?"

Ellerimi ateşe değmişler gibi çekmiştim avuçlarından, piyano çalmama engel olduğu için ona kızgındım. "Piyano çalıyordum, neden mahvetme gereği duydun?" dedim öfkeli sesimle.

Gözlerinden nedenini bilmediğim ama çok iyi tanıdığım bir hüzün geçerken konuşmadı, öylece izledi beni. Dolan gözlerimi gizlemek için ona arkamı döndüm dokunduğu için ellerimdeki, parmaklarımdaki acı anbean katlanırken. Cılız ve aciz bir adımla ondan uzaklaştım. Neyeydi bu acizliğim, ne için bu kadar naçar kalmıştım? Sıcak bir tene mi açtım, gecenin lacivertliğinde bile belli olan koyu yeşil ormanların en güzel tonu gözlerine mi? Bir yudum su istedim, bir dize nota, seksen sekiz tuşlu bir piyano... Bir gıdım huzur. Ama hepsi hayallerimdeki soğuk toprağın altında çürüyüp gitmişti.

Duvara yaslı omzum sanki duvar yıkılmaz bir destekmiş gibi ondan güç alıyordu, kollarımı birbirine sardım. Dolu gözlerim söz dinlemiyor, bırakıyordu yaşları bir cim misali yanaklarıma. Artık ağlamak istemiyordum, artık güçsüz olmak istemiyordum. Oysa beni yalnız bıraksalar hemen duvarın dibine çöküp hıçkırıklarla ağlayabilecek kadar bitik hissediyordum kendimi. Aciz değildim, hayır. Aciz olsaydım bunca zaman nefes alamazdım. Yorgundum ben sadece, omuzlarım altında ezildiğim yüklerle doluydu. Bunlara aldırmayıp, her şeyi elimin tersiyle bir kenara iterek yürümeye devam ettim koridorun sonuna doğru.

"Sarı?"

Başımı kaldırdığımda onu gördüm. O, huzur muydu? Bilmiyordum.

Kolları bedenimi sardığında başım omzuna düştü. Yorgundum, Savaş'ın sevgisine muhtaç küçük bir kız çocuğuydu hislerim. Babasını özleyen o kız çocuğu.

"Ben geldim, canım."

Biraz daha ağladım sonrasında, tüm kırılmışlıklarımla. Savaş'ın uzun parmakları bu kez gitar telleri yerine saçlarımda dolanmaya başladı. Eğer imkanı olsaydı saçlarımdan bile melodiler yükselteceğine, yeni şarkılar çalacağına emindim onun. Sıcak nefesi gibiydi ellerinin dokunuşu, sıcak huzur bırakıyordu gerisinde. Bana tanıdıktı, heyecan asgari seviyedeydi, güvenliydi ve sanım en önemlisi de beni iyi etmek istiyor gibiydi. "Yanındayım Sarı," dedi sakin bir ses tonuyla. "Geç kaldığım için özür dilerim."

Elinin biri omuzlarımı sararken beni kendisinden biraz uzaklaştırarak eğildi, diğer kolunu diz kapağımın ardına kaydırdı. Kucağındaydım, ikinci kez. Fakat itiraz da edemedim, başımı omzuna yaslayıp kapadım yorgun gözlerimi. İri yarı durmayan, hatta çelimsiz görünen bu çocuğun beni hiç zorlanmadan taşımasına şahit oldum. Çünkü boş değildi onun ruhu, gücü kalbinin kocamanlığından geliyordu. Adımlarının ritmiyle sarılıyordum, şikayetçi değildim de zaten; bunun uykumu getirdiğini bile söyleyebilirdim. Kokusunun sakinleştirici etkisine sığındım daha çok. "Teşekkür ederim."

Odaya girdiğimizde bir iç çekiş sesi duydum, açmadım gözlerimi. Serin, biraz daha sert bir yüzeye değdiğinde sırtım; dudaklarımdan hoşnutsuz bir homurtu döküldü ve ellerimin arasındaki her neyse ona sıkıca sarıldım. Saçlarımın tepesinde hissettiğim baskı, nefes alıp veriş sesi... Kirpiklerim titreyerek açıldığında gözlerimin önündeki yeşil-ela ala gözleri görüp gülümsedim. "Savaş," diye mırıldandım pürüzlü sesimle.

Son duyduğum cümle: "Kapa gözlerini Sarı, ben yanındayım." olmuştu, bunu ise kolumda hissettiğim bir sızı takip etmişti. Gerisi karanlık bir boşluk...

-o-


Neva uyuduğunda derin bir nefes aldı Savaş, kızın gözlerinin altındaki mor halkalara bakıyordu endişeli gözlerle. Yasemin Hanım, hemen geleceğini söyleyerek çıkmıştı hastaneden ve aradan bir saat geçmesine rağmen gelmemişti. Sıkıntıyla nefesini bıraktı, yüzünü sıvazladı sonrasında. Ellerini yüzünden indirip dizlerine bıraktığında gözleri yeniden hasta yatağında yatan sarışın kızı buldu: Küçük bir kız çocuğu gibi kıvrılmış, huzursuz yüzüyle uykunun kollarındaydı. Bu haliyle bile o kadar güzeldi ki... İki yanağındaki gamzeleri belirginleşti gülümsemesiyle, oturduğu yerden kalkarak hayatına bir anda girip onu tam anlamıyla mutlu eden bu ruhu çocuk kızın yüzüne doğru eğildi; minicik bir buse bıraktı beyaz tenli yanağına. Derin bir nefesi içine çekip Sarı'sının mis kokusunu doldurdu ciğerlerine. "Seni bir kez daha kurtarmıştım Neva," diye mırıldandı fısıltıdan ibaret sesiyle. "Şimdi de kurtaracağım kabuslarından."

"Konuşalım mı?"

Kaşları çatılırken geri çekildi Savaş ve ona bu soruyu soran Buğra'ya baktı kıstığı gözleriyle. Karşısındaki genç ciddiydi, güldü. "Konuşmayı bilir miydin sen?" Gözleri yeniden Neva'nın yüzüne düştü genç adamın, kulağına eğildi bir kez daha: "Hemen geleceğim, Sarı." Doğrulduğunda birkaç adımla yetişmişti Buğra'ya, kapıdan çıkıp hızlıca indiler merdivenlerden.

"Nereden öğrendin," diye sormuştu Buğra bahçeye indiklerinde. "Yasemin mi söyledi?"

Savaş'ın kaşları, Buğra kendinden yaş olarak epey büyük biri için bu kadar basit ve tükürürce hitap ettiği için çatılmıştı. İlk başlarda onu düzeltmek istediyse de sonrasında boş verip sorusunu yanıtladı: "Şu kıvırcık çocuk, ismini hatırlamıyorum." Cebinden sigara paketini çıkarıp içinden bir dal sigara alıp dudaklarının arasına sıkıştırdı ve cebindeki çakmağı aramaya başladı. Onu şaşırtan şey ise Buğra'nın çoktan çakmağını çıkarıp sigarasının ucunu alevlemesiydi, ardından kendi dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yaktı. Savaş, hâlâ çatılı kaşları ve şaşkın bakışları eşliğinde sigarasından derin bir nefesi doldurdu ciğerlerine. "Sigara içtiğini düşünmemiştim."

Hiçbir şey söylemedi Buğra, bunun yerine sigarasını içmekle meşgul oldu. "Semih," dedi sonrasında, dudaklarını araladığında nefesindeki zehirle birlikte çıkan dumana aldırmadan, "Sır saklayamaz, dengesizleşiyor." Kaşları çatılırken Semih'in son hallerini düşündü, bir nefes daha çekti sigarasından. "Bir şeyler biliyor."

"Burada, benim dışımda herkes bir şeyler biliyor," diye sitem etti Savaş. "Bir düşüş için bu kadar uzun süre hastanede tutulmaz kimse. Ayrıca," derken Buğra'ya çevirdi öfkeli bakışlarını, "Psikiyatri katında ne işi vardı?"

Başını iki yana salladı Buğra ve elindeki sigarayı yere atıp botunun ucuyla ezdi. O da, diğerlerinin bildiği kadarını biliyordu. En azından öyle olduğunu sanıyordu. "Düşerken başını sivri bir yere vurmuş. Dikiş atıldı başına," dedi olayları sırasına göre anlatmaya başlamışken, "İlk başta nörolog falan diye oyaladılar. Saçmalığa bakar mısın?" Gülüyordu tüm sinir bozukluğuyla, elinde olsa bahçedeki bankları bile yerinden sökerdi ama bunların yanında sakin kalması gerektiğini de biliyordu genç adam.

"Ölür müsün, öldürür müsün hesabı," diye sordu Savaş, onun da dudakları alaylı bir tebessümle kıvrılmıştı.

"Öldürülecek adam çok, öleceklerin kuyruğu uzun."

Sonra ikisi de sustu, konuşacak bir şey kalmamıştı da zaten. Bir sigara daha yakıp sessizce zehirlediler kendilerinden öte bu tatsız anı. İki arkadaşın muhabbet edebileceği kadar birbirlerine uzak, iki düşmandan birinin diğerini öldürebileceği kadar da uzaktılar. Oysa ikisi de iki yabancıyı oynamayı seçti, sessiz kaldılar ve sigara içtiler. İzmaritler birer birer düştü yere, birer birer ezildi iki farklı ayakkabı tarafından. Hava biraz daha soğudu bunun haricinde, aralığın karları düşüyordu gökyüzünden ince ince. Kar demek ölüm demekti, kar; ölümün çığlını bile yutacak kudrete sahipti. Ancak iki genç de buna aldırmadı.

"Neva'yı buradan çıkaracağım," dedi Savaş sessizliği bozarak, "Burası ona iyi gelmemiş. Bunu nasıl göremiyorlar?"

Buğra umursamazca güldü ve ellerini pantolonunun cebine sokup başını iki yana salladı, "Uzun bir süre dışarıda tutmana izin vermeyeceklerdir, nasıl bir rahatsızlığı olduğunu bilmiyoruz bile."

"Neden onunla bu kadar ilgileniyorsun?"

Yeni bir sessizlik daha doldururken boş bahçeyi Savaş göz ucuyla yanındaki genci inceledi: Kendisinden birkaç santim daha uzundu Buğra, büyük ihtimalle aynı yaştaydılar bunun haricinde. Üstünde klasik kesim bir deri ceket, altında eskitilmiş kot ve kendisinin ancak vitrinde görüp almaya yeltenmeyeceği pahada botları vardı. Ceketinin içine ince olduğu belli olan bir kazak giymişti. Üşümüyor mu, diye düşünmeden edemiyordu insan; Savaş da bunu düşündü o anda. Bilmiyordu, Buğra'nın içi de, zihni de yangın yeriydi. Sorduğu sorunun cevabı ise yine bu gençte gizliydi. Sonra daha fazla dayanamadı Savaş, başka bir soru daha sormadan hastaneye doğru ilerlemeye başladı kendinden emin adımlarla. Ucunda ne olursa olsun Neva'yı bu hastaneden çıkarıp birkaç saatliğine bile olsun onun rahat bir nefes almasını, sıradan kavramına uygun bir zaman diliminde yaşamasını istiyordu. Kaldı ki Yasemin Hanım görüşmelerini bile istemezse Neva'dan ayrılıp onu bırakamayacak kadar bağlanmıştı genç kıza, bunun düşüncesi dahi komik; imkansız geliyordu Savaş için.

Neva'nın kaldığı odaya girdiğinde Yasemin Hanım'ın hâlâ gelmediğini görüp rahat bir nefes aldı, yatağın yanında bıraktığı sandalyeye oturup genç kızın yüzüne düşen saçları okşayarak geriye doğru itti. Bekledi sessizce, aklında Neva'dan haber alamadığı her saniye boyu hissettiği endişe vardı; onu ne kadar özlediğinin bilincindeydi genç adam, özlem ve endişesinin bu kadar kuvvetli olabileceğini tahmin etmiyordu yalnızca.

-o-


Gözlerimi derin bir iç çekişle açtığımda onun hâlâ karşımda olduğunu gördüm: Sarı saçları birkaç tutam halinde yüzüne düşmüş, burnundaki gri metal halka ışıkta parlıyordu. O an gözüme yorgun ve biraz da olsa yaşlı gözüktü Savaş. Uzanıp saçlarını yüzünden çekmek istediysem de yapamadım, yerimde kıpırdandım huzursuzca. Savaş'ın gözleri anında yüzüme kayarken ona gülümsedim, o ise omuzlarının hareketinden anladığım kadarıyla nefesini verdi. Gözlerimle hareketlerini takip etmeme sebep olacak bir hızla ayağa kalkıp kapıya gitti, kaşlarımı çatarak seslendim ona: "Savaş?"

Birkaç dakika cevap vermese de geri dönüp yanıma geldiğinde eliyle kalkmamı işaret etti. "Birkaç saatliğine seni buradan kaçırıyorum," dedi sır verir gibi fısıldayarak, dolaba gidip kapaklarını açtı ve beni olduğunu görünce anladığım bir pantolonu yatağın üstüne koydu. "Bunu burada buldum, giy hadi." Bir şey dememe fırsat bırakmadan odanın içindeki lavaboya girdi. Bir süre arkasından bakakalmıştım, ne oluyordu?

Derin bir nefes alıp oturduğum yerde doğruldum, pantolonu alarak aheste hareketlerle eşofmanımı çıkardım. Şimdiden canımın acısı gözlerimin dolmasına sebep olmuştu, çığlık atmamak için tuttum yine de kendimi. Ayağa kalkıp pantolonun kemer kısmını kavrayarak yukarı çekiştirdim birkaç sefer. En nihayetinde, çabalarım karşılıksız kalmayarak giymiştim pantolonumu. Gözlerim lavabonun kapısındaydı, boğazımı temizledim: "Giyindim ben." Ve Savaş gülümseyerek çıktı.

Yanıma geldiğinde gülümsüyordu, yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına itip yanağımı okşadı baş parmağıyla. "Hadi," dedi gözlerime bakarak, "Çıkalım o zaman."

Uzattığı elini tutmadan hemen önce duvarın hemen önündeki askılıktan montumu alarak giydim üstüme ve elini tutup biraz hızlandırdığım adımlarımla ona yetiştim. "Nasıl çıkacağız buradan zeka küpü," diye sordum sol elimle aynı koluna tutunarak, "Hemşireler çevirmesin?"

Kapüşonumu başıma geçirirken güldü, "Dedektif Gadget yanındayken hiçbir şeyden korkma lokumum." Sonra söylediğine kendisi yüzünü buruşturdu. Gülmeye başladım, daha çok sarıldım koluna: "Geldiğin için teşekkür ederim, Savaş."

Dışarı çıkmayı başardığımızda heyecandan nefes nefese kalmıştım, üç kez yakalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve her seferinde ucuz atlatmıştık. Ancak, nihayetinde dışarıda ve özgürdük! Gülerek Savaş'ın koşarken beni çekiştirmesine izin verdim, ciğerlerim ise daha fazla buna dayanamayacakmış gibiydi. "Dur! Lütfen," diye bağırdım kahkahalarımın arasında, "Daha fazla koşamayacağım."

Savaş durduğunda benim de adımlarım yavaşlamıştı. "Delisin," diye mırıldandım nefes nefese, "Ama bu mükemmeldi!"

Gülerken kolunu omuzlarıma sardı ve beni kendine çekip şakağıma yasladı dudaklarını. Sağ kolum refleks olarak beline dolanırken sol elimi karnının üstüne bıraktım yarım bir sarılmayla. Omuzlarımdaki eli biraz daha sıkılaştırdı tutuşunu. Dışarıdan gören birisi, büyük ihtimalle bir yaşlı, bizi ayıplayacaktı ama şu an bu ikimizinde umurunda değildi; ona sarılmaya devam ettim. O ise diğer elindeki telefonuyla bir numarayı tuşlayıp telefonunu kulağına götürdü, bekledi. "Hastanenin arkasındaki sokaktayız," dedi telefon açılınca. "Elini çabuk tut, hadi."

Bir parça merakla kaşlarımı çatarak kaldırdım başımı, "Gizemli konuşmalar?" Göz kırparken çarpık bir gülüşle sırıttı sol yanağındaki gamzesini tüm ihtişamıyla gözler önüne sererek. "Benim sokaktaki kötü çocuklardan neyim eksik?"

Kahkaha atarken ondan biraz uzaklaşıp sağ elimi dudaklarıma kapadım ve başımı iki yana salladım. "Eksiğin yok, fazlan var!" diye şakıdım kahkahalarımdan fırsat bulup, "Hem de her iki yanağında da!"

Savaş homurdanarak göz devirdi. "Kesip atacağım yakında onları zaten," dedi ağzının içinde geveleyerek. Bu hali daha çok gülmeme sebep olurken karşı kaldırımın önünde duran arabadan korna sesi yükseldi. Dikkatim arabaya yöneldiğinde Savaş saçlarımı karıştırdı ve burnumu iki parmağının arasına sıkıştırdı. "Şimdi uslu olup büyük sözü dinle, küçük kız."

"Ya, Savaş," diye sitem ettim elinden kurtularak. Beni takip edense bilerek inceltilmiş bir erkek sesi oldu: "Ama, Savaş..." Sesin sahibine çevirdim bakışlarımı: Uzun boylu, kumral çocuğu hatırlıyordum! Doruk'tu bu, fotoğrafçı çocuk... Benimle sürekli dalga geçip bana kafa tutan. Gülerken Savaş'ın koluna tutundum yeniden, bedenimi yarım yamalak Savaş'ın arkasına sakladım.

Doruk yanımıza yaklaştığında elindeki araba anahtarını Savaş'a doğru attı yüzünde koca bir gülümsemeyle, "Pederden habersiz aldım bak, dikkatli ol," dedi işaret parmağını kaldırıp sallayarak. Savaş anahtarı tutmuş, sırıtarak arkadaşına bakıyordu. Başını ağır bir sallamayla onayladı ve elimi sıkıca kavrayıp karşı caddeye yürümeye başladı. "Bir iki saate getiririm zaten, burada buluşuruz."

"Bu denyoya iyi bak yenge, senin yanındayken sapıtıyor."

Gözlerim kocaman açılmıştı şaşkınlıktan, "Ne?" diyebildim aklım karışmış, heyecan bütünüyle kanımda doşalmışken. "Ya!"

Savaş çoktan elimi tutuyor oluşunun avantajını kullanarak beni arabaya doğru çekiştirmeye başladı. Yanaklarımın ısınmaya başladığını hissediyordum ve bunun heyecandan değil de soğuktan dolayı olmasını umuyordum, sanırım başka şansım da yoktu. Arabaya binince arka koltuktaki gitar dikkatimi çekti, gülümsedim. Savaş da sürücü koltuğundaki yerini alınca doğrudan kemeri takıp ona doğru döndüm sol bacağımı diğerinin altına kıvırarak, "Nereye gidiyoruz, gitar ne için," diye sordum doğrudan.

Gülerek başını hafifçe yana eğdi ancak bana bakmadı, arabayı çalıştırdı. "Sürpriz," dedi eğlendiği her halinden belli olan sesiyle, onunla birlikte ben de gülüp başımı cama çevirdim. Böyle bir şeydi Savaş'ın yanında olmak. Bir şeyler tanıdıktı, hissettiğim duygulara yabancı değildim, ruhumun deli dalgalarının durulduğunu hissediyor ve o dinginliği adeta tadıyordum. O güldüğünde, gamzelerini gördüğümde ben de gülüyordum. Sanki bir saat kadar önce o aynalı odada aklını kaybeden biri gibi davranan, bir psikiyatr ile konuşan, zihni kendisine düşman olan ben değildim. Akciğerlerimde yaramaz bir canavar yoktu sanki, midem rahatsız değildi. Ona karşı ölçülmesi imkansız bir minnet besliyordum içimde ve bu beni iyileştiriyordu.

Sessiz süren yolculuğumuzun tamamında bize Yüksek Sadakat'in şarkıları eşlik etmiş, Savaş da bazen Kenan Vural için vokallik yapmıştı. Parmaklarım ise uslu durmayarak bu mükemmel ses şöleninde hareketli bir dansa tutulmuştu dizlerimin üstünde. Araba durduğunda Savaş uzanarak radyodaki flahbelleği çıkardı ve kontaktaki anahtarı çekti. "İşte geldik," diye mırıldandı kemerini açarken, bana göz kırparak ve gitarı alarak arabadan indiğinde ben de onu takip edip arabadan çıktım. Sessiz, meraklı gözlerle inceledim etrafı: Eskidiği her halinden belli olan bir binanın önündeydik. Rüzgâr estiğinde yıkılacak gibi duran yapı bir parça da olsa ürkütüyordu, buraya neden gelmiştik ki?

"Hadi," dedi Savaş dikkatimi yeniden kendisinde toplayarak, uzattığı elini tuttum ve beni yönlendirmesine izin verdim.

Sakin, birbirine karışmayan adımlarla yürüdüm Savaş'ın ardından. O ise arada bir omzunun üstünden bana bakıyor gülümsüyordu. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim parıltılar geziniyordu, bakışlarındaki mana bile değişmişti ve ne olduğunu bilmemek gergin hissetmem için oldukça geçerli bir sebepti. "Sürprizlerle aram çok da iyi değilmiş," diye homurdandım yeniden koluna tutunmuşken. Savaş beni önüne doğru çekerek elini belime yerleştirdi.

"Çok özel bir yere geldik."

Merdivenlerin yüksek basamakları benim için tam bir işkenceydi, Savaş için bu işkenceye katlanmıştım tabii. Bir elim Savaş'ın, bana göre, büyük olan elinde; diğer elim merdivenlerin korkuluğundaydı. Benden bir basamak geride olan Savaş, benimle arada sırada dalga geçiyor, kulağıma "Tosbağa," diye mırıldanıyordu. Sinirlenmek şöyle bir kenarda dursun, ona ve söylediği her şeye gülüyordum. Toz kokusuna aldırmadan derin bir nefesi doldurdum ciğerlerime. "E, nereye geldin, Sarı," derken özellikle son kısmı vurgulamış, sesimi aynı düzeyde tutmaya çalışmıştım.

Elimi bırakıp önüme geçti yavaş adımlarla, yüzünü bana dönüp iki gruba ayrılmış; renkleri ağarmış eski koltukların arasında geri geri yürümeye başladı kollarını iki yana açarak. Hemen arkasında yerden yarım metre kadar yüksek bir ahşap platform vardı. Bir tiyatro salonunda olmamız kuvvetle muhtemeldi.

"İyi bak, Sarı," dedi gülümserken. Önüne dönüp büyük birkaç adımda sahnenin önünde bitmiş, eliyle platformdan destek alarak yukarı itmişti bedenini. Yeniden bana döndüğünde yüzündeki gülümseyişin küçülüp buruk bir tebessüm halini aldığını gördüm. "Burası Hakan Karaer'in ilk konserini verdiği sahne."

Şaşkınlık, heyecan, mutluluk, hüzün, merak... Bir insan aynı anda kaç duyguyu barındırabilirdi ruhunda, bilmiyordum. Ama emin olduğum bir şey vardıysa eğer, o da şu anda milyonlarca, hatta ve hatta katrilyonlarca duyguyu birden hissediyor oluşumdu. Bunun tarifi mümkün olmadığı gibi, mantıklı bir açıklaması da yoktu. Ellerimi göğsümün üstünde bağlayıp kalp atışlarımı, kalbim avuçlarımdaymış gibi duyumsuyordum. Dolmaya başlayan gözlerimin görüşünün bulanıklaşmasına rağmen etrafımda bir tur dönerek salonu inceledim: Tavandan kocaman bir avizenin sarkması yetmiyormuş gibi tavanın kenarlarına ince bir sıra halinde minik lambalar monte edilmişti, bunun yanı sıra da tavanın boyası dökülmeye başlamıştı. Bej renginde olduğunu tahmin ettiğim duvarlar, ilk konserini veren Hakan Karaer'in zamanındayken oldukça şaşalı bir görüntüye sahip olsa gerekti, duvarlarda meşalelikler vardı içleri boş olsa da. Temizlendiği düşünülse bile siyah kumaşa sahip yüksek koltuklar ortamın asilliğine gölge düşürüyordu, buraya daha zarif bir şeyler tercih edilmeliydi.

"On sekiz yaşındaymış, Hakan Karaer," diyerek beni içine düştüğüm alemden çekip çıkardı Savaş. "Tam durduğum yerde siyah ve büyük bir piyanonun önünde, siyah ve jilet gibi bir takımla durarak Mozart'ın Türk Marşı'yla açılışı yapmış. "

Ona yaklaştığım için elini bana uzattığında elini tuttum ve beni yukarı çekmesine izin verdim. Bir anda, tahmin ediyorum ki, tüm gücüyle beni yukarı çekince nefesimi tutmama sebep olacak bir şekilde beni yanına çekerek elini belime sardı, böyle durunca aramızda asgari sayılacak bir mesafe dahi kalmıyordu. Bakışlarımı, ısınmaya başlayan yanaklarımla ondan kaçırdım.

"Sonra bunu Beethoven'dan Für Elise takip etmiş, ardından Vivaldi'nin Dört Mevsim'i gelmiş," derken nefesi saçlarıma çarpıyor, zaten yerle bir olan dikkatimi hepten dağıtıyordu. "Kapanışı ise kendi bestelediği bir parçayla yapmış ve sanıyorum ki sen bunu biliyorsun."

Gülümseyerek yanağımı omzuna yasladım ve kapadım gözlerimi. "Bana her gece piyano çalar, beni öyle uyuturdu."

Saçlarımın üstünde hissettiğim baskıyla birlikte tuttuğumu fark etmediğim nefesimi de bırakarak biraz daha gevşedim kolları arasında, bu an mükemmele en yakın olanıydı. Babamın ilk konserini verdiği yerde, bana "Kimde huzuru bulduysan ona git," diye tembihlediği genç adamlaydı. Öyle ya da böyle, bir şekilde huzurun sıcacık kollarını üşüyen bedenime sardığını hissediyordum. Derin bir nefesi içime çekip uyuşuk bir gülümsemeyle tebessüm ettim ve "Sonra," dedim Savaş'ın sesindeki o muazzam ahenkten bir şeyleri, babamı dinlemek içimi; adını bilmediğim duygularla doldururken.

"Sonra, Viyana'daki Akademie der Bildenden Künste Wien adı verilen Güzel Sanatlar Akademisi babanı kendi bünyelerinde okuyup çalışan bir piyanist olmak için Viyana'ya davet etmiş," diyerek benim de bildiğim ve herkesin eski dergilerden, gazetelerden ulaşabileceği bilgileri bana anlatmaya devam etti. "Ancak daha on sekizinde olan Karaer, gönlünü güzel bir kızcağıza kaptırdığı için Türkiye'de kalmak istediğini; oraya şartların da elverişli olduğu bir zamanda konser verip, gezip görmek için gelebileceğini söylemiş."

Dudaklarımdan yükselen kıkırtıyla uzaklaştım Savaş'tan. O sırada şımarık bir tutam saç kulağım arkasındaki yerini beğenmeyerek yüzüme düştü. Tüm nefesimi saça üfleyip yüzümden çekilmesini sağladım gülmeye devam ederken, Savaş da beni izleyip gülüyordu. Uzanıp bir tutam saçı aldı parmakları arasına, ucuna dek kaydırdı parmaklarını ve eski yerine sıkıştırdı. "Babam, 'En güzel fedakârlık, sevdiğin insan için kendinden feda ettiğin zaman olur,' derdi." Dudaklarındaki gülümseme minik bir tebessüm halini almış, parmakları ise saçlarımdan yanağıma kaymıştı. "Babanı da, babamı da çok iyi anlıyorum."

Ne söyleyeceğimi bilemediğimden yere indirdim bakışlarımı, dudaklarımda engel olamadığım bir gülümsemeyle derin bir nefes aldım. Çeneme kayan parmakları yüzümü yukarı kaldırdığında az önce aldığım nefesi tuttum ciğerlerimde, gözleri doğrudan gözlerime bakıyordu. Aslında, sadece bakmakla kalmıyor; ruhumu görüyordu o gözler. Çoğu zaman Savaş'ın bana karşı nasıl bu kadar anlayışlı ve hatta sabırlı olabildiğini merak ediyordum. "Annesinin vazolarını durmadan kıran bir çocuk gibiyim," dedim kısık çıkan sesimle.

O, beni duymuştu. Gülümsedi.

"Seviyorum."

Tek bir kelime; binlerce anlam, binlerce duygu, kanı istila eden adrenalin. Seviyordu, neden? Düşünmedim, düşünmeden kabulledim bu kez. Gerçi, yüzü bana bu kadar yakın duruyorken düşünmek hemen hemen imkansızlaşıyordu. Dudaklarının yumuşak baskısını yanağımda hissedince gözlerimi kapadım, tuttum nefesimi. Ellerim, var edebileğime inandığım mesafeyi korumak isterce Savaş'ın omuzlarına yakın bir yerde duruyordu; göğsünün üstünde ve omuzlarına yakın. Zihnim bu yakınlıkta bir rahatsızlık aramaya çalışıyordu, bulamıyordu. Buğra'ylayken sürekli diken üstünde ve gergin olan bedenim gevşemişti. Bu karşılaştırmanın aslında ne kadar sakıncalı olduğunun farkındaydım fakat yine de o ikisini yan yana getirip onlarla hissettiğim duyguları karşılaştırmaktan geri alamıyordum kendimi.

Alnını alnıma yasladığında kulağıma, içine çektiği derin nefesin sesi doldu ve dudaklarıma, onun dudaklarından bir ıslık gibi süzülen nefesi vurdu. Tam şu anda, kalbim az önceki sakinliğini bir kenara itip heyecanla atmaya başladı, yanaklarımda hissediyordum damarlarımda devinen kanın sıcaklığını.

"Çok," dedi Savaş. Seviyordu, çok seviyordu.

Gözlerimi açmak yerine başımı omzuna yasladım alnım boynuna yaslı kalacak şekilde, omuzlarında duran ellerimi kollarına indirdim sağlam olmayan ama destek alan bir tutuşla. Onun kolları ise belimdeydi, beni sarıp tutuyordu. Koruyordu belki de, düşmeme izin vermiyordu. Benim aradığım yardım eliydi Savaş ve ben çoğu kez o eli itmiş olmama rağmen şimdi tüm yüzsüzlüğümle parmaklarımı parmaklarına kenetlemiştim. Derin bir nefes alıp ferah kokusuna sakladım bütün huzurumu, ona; benim de sevdiğimi, çok sevdiğimi söylemek istemedim o an. Hissetirebilir miydim? Bundan da emin değildim.

Belimdeki elleri gevşediğinde biraz da olsa geri çekilip gülümseyerek ona baktım, sağ elini yeniden yanağıma kaydırıp tenimi okşadı usul usul. "Sana bir şarkı çalıp söylemek istiyorum, yeniden," derken gülümsüyordu. Başımı sallayarak onu onayladım, belimdeki sol elini tuttum geri çekilirken. Arkamı döndüğüm an gördüğüm gitar, onu ne ara oraya koyduğunu düşünememe sebep olmuştu. Dikkatim çok çabuk dağılıyordu anlaşılan.

Sahnenin en ucuna dek gidip durduğumuzda oturmam için elimi bıraktı, bu sırada gitarını alıp akorduna baktı birkaç dakika kadar. Sonrasında hemen yanıma oturdu ve gitarını kucağına yerleştirdi. Sol bacağımı kendime doğru çekip kollarımı bacağımın etrafına sararak çenemi dizime yasladım, onu izlemeye başladım. Sarı saçları, yüzünü öne doğru eğdiği için yüzüne düşüyor; beyaz tenine gölge bırakıyordu. Uzun kirpikleri gürdü, ışık vurduğunda altın gibi parlıyordu. Güzel çocuktu Savaş, dünya gibiydi gözleri. İnce, uzun parmakları tellerin üstünde gezinirken nefesimi tutarak gülümsedim, gitardan yükselen ezgi kulaklarımdaki çığlıkları silip süpürmüştü.

"Hayattan dışarı çıkıp soluklansam diyorsun
Bilmediğin onlarca şeyin peşinden koşuyorsun
Hatır için yaşamaktan fazlasını yapmalısın
Yoksa gece yağınca kapkaranlık kalacaksın"

Son iki dize gözlerimi kapayıp soluklanmamı gerektirecek kadar ağır bir anlama sahipti. Bir an, Savaş'ın her şeyi biliyor olma ihtimali düştü zihnime; hemen ardından bu düşünceden vazgeçtim. Bilseydi bana bu kadar iyi davranmayabilirdi.

"Bu yol nereye gider, bilmem ama yürüyorum işte
Yüzüme buruyor arada fırtınası
Korkuyorum ne var?
Düşe kalka büyüyorum işte
Biraz yaram var ama geçecek bu gidişle"

Şarkı bittiğinde derin bir nefesi bıraktım ve gülümseyerek Savaş'ın gözlerine baktım bir cesaretle, onun gözlerindeki yansımam bana güzel; hatta sevecen gözükmüştü. Ayağa kalkıp bana elini uzatınca hiç düşünmeden tuttum uzattığı eli, beni yukarı çekmesine izin verdim. "Şarkı için teşekkür ederim," diye mırıldandım konuşma yetimi geri kazandığıma emin olduğum bir vakit, "Çok güzeldi."

Klasik Savaş sarılışı olarak nitelendirdiğim sarılma şekliyle, kolunu omuzlarıma dolayarak beni kendine çekti ve sakin adımlarla yürümeye başladı beni de yanında götürürken. "Ne demek, Sarı, senin için her şeye hazırım ben."

Gülerken başımı iki yana sallamıştım inanmazca, "Sanki beni iyi etmek için varmışsın gibi," dedim fısıltıdan öteye geçmeyen sesimle, duymadığını varsaydım. Ancak Savaş yine beni duymuştu. Belki de beni duyduğunda anlayan, bana baktığında ruhumu gören tek insan oydu. Kuvvetle muhtemeldi.

Hastaneye girşimiz, hastaneden çıkışımızdan daha zor ve sancılı bir süreç olmuştu; sonuç ise hüsrandı. Bir hemşire bizi tam da odaya girmek üzereyken yakalayıp özellikle Savaş'ı azarlamıştı, elinde iğne tutuyordu. Anlaşılan o ki sorumluluğunda olduğum doktorlardan bir fırça da kendi yemişti çünkü bana ne kadar bencil, sorumsuz, düşüncesiz olduğuma dair bir konuşma yapmıştı; sanki bilmiyormuşum gibi... Odaya girmiş, yatağa uzanmama bile fırsat vermeden iğneyi koluma yapıvermişti. Kolumda hissettiğim sızıyla yüzümü buruşturdum ve kapadım gözlerimi. "Bu gerekli miydi sahiden," diye homurdandım ağzımın içinde.

"Uyuduğunda daha az uğraştırıyorsun kendinle," dedi sevimsiz hemşire.

Devirdiğim gözlerimi kaldırıp karşımdaki bet suratlı kadına delici olduğunu umduğum bakışlarımla bakmaya başladım, "Siz de daha az konuştuğunuzda daha çekilir oluyorsunuz," dedim çenemi dikleştirirken. Böyle hemşire ve doktorları anlamıyordum, ellerindeki diploma onlara bir başkasını ezme hakkını vermiyordu; asla vermeyecekti. Ama onlar, o diplomayı almak için büyük; bunu anlamak içinse küçük bir beyne sahipti.

Çıkışım üstüne odada fazla kalmadı hemşire, dışarı çıktı. Savaş'ın şaşkın gözlerini üstümde hissederken yatağın üstüne katlı halde bıraktığım eşofman altımı alıp lavaboya girmek için ayağa kalktım. "Savaş, yardım eder misin," diye sordum pürüzlü sesimle kaslarıma bir ağırlık çökmeye başlamıştı, bu vurdukları nasıl bir uyku ilacı ise bünyem buna karşı koyamıyordu ya da bünyem çok fazla zayıfladığı için hemen, her ilaç etki göstermeye başlıyordu.

Lavabodan çıktığımda kanımda dolaşan ilacın etkisiyle ağırlaşan gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Zorlanarak da olsa, utana sıkıla Savaş'tan yardım isteyerek odadaki minik lavaboya girmiş ve yüzümü yıkamıştım. Aynalarla aramda olan o son kavgadan sonra Yıldıray Bey'in özel ricasıyla lavabodaki ayna kaldırılmıştı, kendime zarar vermem istenmiyordu. Lavabodan titreyen bacaklarla çıkarak bir parça daha korkutmuştum Savaş'ı, salak bir çocuk değildi: Gözlerimin altındaki morlukların keşler gibi kullanmak zorunda kaldığım sakinleştirici iğnelerden kaynaklandığını öğrenince haliyle işkillenmişti. Bense, olduğum durumdan biraz daha rahatsız hissederek yatağıma geri dönmüştüm.

"Sana bir masal anlatayım mı Savaş," diye sordum gözlerimi boş tavana dikerken derin bir nefes aldım ciğerlerim yandığı halde. Odadaki sessizlik tuhaf bir gerilim havasına bürünmüştü ki bundan hoşnut kalmayan zihnim söyleyebileceği en berbat şeyi bir konuşma olarak sunmuştu. Ben masal bilmezdim, dinlediğim masallar bundan çok öncesinde kalmış ve çocuk zihnimdeki ölü toprakların altına saklanmıştı. "Çok güzel bir masal değil, mutlu da bitmiyor. Ama, anlatayım mı?"

Gülümsedi hafifçe, yanaklarına düşmemişti gamzeleri. Benim acılarımın hayaleti vardı tebessümümde. Acaba, diye düşünmeden edemedim bu sırada: Acaba hissediyor muydu acımı? "Anlat bakalım, Sarı."

Gözlerimi kapadım düşünmeye çalışarak, ne anlatacağını bilemez haldeyken bu epey zor oluyordu doğrusu. Bir şeyler uydurmaya karar verdim. En çok neyi severdim ben piyanomdan başka? Geceyi severdim. Karanlık ya da son zamanların modası olduğu için değil, küçüklüğümden kalma bir hayranlık beslediğim için severdim. "Sana gökyüzüne aşık kızı anlatacağım," dedim titreyen sesimle. Bu çocukluğumdan kalma bir anıydı, ben severdim geceleri gökte parlayan yıldızları; ayın oyunlarını. Babama, yıldızlara çıkacağımı söylemiştim bir keresinde, hayal meyal hatırlıyordum; bana, bunun imkansız olduğunu ve o an gökte parlayan yıldızların aslında bundan -sayısını tam hatırlamıyorum- milyar yıllar önce sönmüş olduğunu söylemişti. Çocuk kalbimin ilk kırıldığı zaman buydu, sanırım. Hayallerimin kırılma seslerini dinlemiş, kendimi yine çocuk hayallerimle avutmuştum. Olsundu, güneş beni ısıtıyordu ya, yetmişti gülümsemem için.

"Bundan ne kadar zaman önce olduğu meçhul, tarrakası meşhur bir şehirde kızın biri yaşarmış. Bu kızı sen hayal et, ben anlatmayacağım," derken gözlerimi açıp ona bakmıştım: Beni izliyordu. "Bu kız sevdalıymış geceye, gökyüzüne. Hatta öyle ki, yaz kış dinlemeden her gece dışarı çıkıp saatlerce izlermiş yıldızları. Her yıldız kaydığında kızın gözlerinden bir damla yaş düşüverirmiş." Uzanıp elimi tuttuğu sırada gülümsemiştim. Parmaklarının sıcaklığı bir tek tenimde değil, aynı zamanda da kalbimdeydi. Bir insan sevilmeyi isterdi velhasıl, güzeldi sevilmek. Oysa arsızlık değil miydi, göz göre göre canımızı hoş tutana değil; yakana koşardı gönül.

"Babası kızına bu sevdadan vazgeçmesini, gökyüzüne asla erişemeyeceğini söylemiş. Çünkü gökyüzü, bizden kilometrelerce uzakta ve yıldızlarsa ışığı uzun yıllar önceden kaybeden galaksilermiş. Bunu duyan kız ağlamış," dedim güç bela yutkunarak. "Gece gündüz bilmeden ağlamış, yine de dinmemiş gözyaşları."

"Sonra," diye sordu Savaş, sesinde bariz bir merak vardı. İstemsizce mutlu olmuştum. Beni can kulağıyla ve hevesle dinleyen biri vardı. Anlattıklarımı sorgulamadan, söylediklerimin üstüne laf katmandan... Sırf ben anlatıyor olduğum için dinliyordu.

"Sonra, gecenin bir vaktinde yine ağlarken o kudretli Ay; dayanamamış kızcağızı öyle görmeye: Bir büyüyü fısıldamış ışığı hare hare dalgalanırken. Kızın sağ gözünden süzülen bir damla yaş inci tanesine dönüp denize kavuşmuş, sol gözünden düşen yaş ise yıldız olup göğe erişmiş. Kız, ebediyen mutlu olmuş."

Bana doğru eğilip kan çanağına dönen gözlerimi örttü eliyle, göz kapaklarım düşüverdi. "Uyu, Sarı," diye fısıldadı Savaş. Yüzümdeki eli çekildiğinde bile gözlerimi açamıyordum, zaten soğukluğunu hemen hemen kaybetmiş uykunun kolları sarınmıştı bedenime. "Uyu ebeden parlayan minik yıldız, ben yanındayım."

Ne kadar zaman geçti, bilmiyordum... Uykum vardı ama uyuyamıyordum. Seslerin hepsi boğuk birer vılzıltı halinde doluyordu kulaklarım, beynimin bu sesleri ayırt etmesi epey zor oluyordu. Ancak her nerede ve ne halde olursa olsun tanıyacağım sesin sahibi dolaştı odada. Annem. Annemin, çocukluğumdan bu yana hiç tutmadığım eli saçlarımın üstündeydi, parmakları saçlarımın arasındaydı. Saç tutamlarımı okşuyordu. "Keşke böyle olmasaydı," diye bir mırıltı tüm o vızıltıların arasından süzülüp olduğu gibi ulaştı kulaklarıma. "Keşke kızım."

Bir damla yaş süzüldü gözlerimden, annem bana ilk defa böyle seslenmişti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top