yalnızlığın esi ♫ ♪
Bölüm Parçaları:
1. Daughter - Doing The Right Thing
2. Damien Rice - It Takes A Lot To know A Man (tercihen Cantus Domus'la birlikte olanı dinlemelisiniz.)
Otuz İkinci Bölüm ♫ ♪
Yakın zamanda furya halini almıştı Alacakranlık serisi, özellikle de genç kızlar için, serinin ikinci kitabında Bella odasında bir koltukta güzel manzaralı olan pencereden dışarı doğru bakacağı şekilde oturuyor ve aylar geçiyordu. İnsan düşünceleriyle meşgul, yüreğinde bir şeylerin acısını taşıyor ve kendini insanlardan soyutluyor olsa bile yakını gibi duranlara gülümsemeye çalışıyor iken aylar zor da olsa geçebiliyordu. Aylar sahiden geçiyordu, odamın dışarıya bakan manzarası sadece asfaltı görüyor ve penceremin önüne koyabileceğim bir tekli koltuğum yok olsa da geçiyordu. Şubat bitmiş, mart geçmiş, nisan yağmurlarla gitmiş, mayıs yağmurları devam ettirip sıcakları getirmiş ve öylece gitmek üzereydi. Hayatım biraz daha normalleşip düzelmeye başlamıştı bu süreçte ancak canımı yakan şey Buğra tarafından terk edilişim değil, o terk edilişten sonra çektiğim kahreden yoğun acının yavaş yavaş geçip hayatımdaki çoğu şeyin düzelmesi olmuştu. Duygularımı kabul etmiştim, annemin aşk olarak tanımladığı kadarıyla değil belki ama ona karşı derin duygular beslediğimi biliyordum; o kadar yoğun sevdiğin birinin senin hayatından kendi isteğiyle çıkmasının ardından rayların yerine oturması gerçekten can yakıcı bir şey değil miydi? Oysa insanoğlunun en büyük emellerinden birisiydi yolunda olmayan ne varsa düzeltmek, bir düzene sokmak; bununla birlikte acı çekiyor olmak tam olarak neye dâhildi?
Buğra'nın hayatımdan çıktığı günü hiç unutmayacaktım, unutmam mümkün de olamazdı gerçi; o gün çocukluğumda bile sarıldığımda hemen geri çekilen anneme ilk kez sarılmıştım ve o, bana en son ne zaman yaptığını hatırlamadığım şekerli yoğurttan yapmıştı. Kendime hazırladığım mutluluk ödülüm gerçek bir hediyeye dönmüştü o an benim için.
Annemle, daha önce onlarca kez kavgalarımıza şahit olan mutfaktaki sandalyelerde oturmuş, birlikte bir şeyler yemiştik; daha doğrusu ben yerken o beni izlemeyi tercih etmişti. Çok fazla bir muhabbetimiz olmamıştı, birbirimize güzel ya da kötü oldukça kötü geçen günlerimizden elbette ki bahsetmemiştik ancak konuştuğumuz her şeyin altında buruk, eskinin kırgınlığını taşıyan bir tebessüm vardı. O benden kesinlikle daha güzel gülüyordu, mağrurdu. O günü sabahın erken saatlerine devrederek birlikte geçirmiş ve sonrasında hayatımda bir ilki gerçekleştirerek annemle günlük bir program yapmıştık: Doktora gidecektik.
O haftayı kendime toparlanma tatili olarak ayarlamış, bir hafta geç açılan okuluma minnet ederek sadece dinlenmiştim. Son bir yıl içerisinde uyuduğum en verimli uykular o dört güne ait olmuştu. Kendimden beklenmeyecek kadar iyi beslenmiştim üstelik. Bu ev tatili son zamanlarda yaptığım en iyi şey ve aldığım en mantıklı karar olmuştu.
Hayatıma unutulmayacak bir şeyi daha eklemiştim. Üzerine çentik atmaktan elimde ufacık kalan çıraya yeni bir çentik daha ekledim. Unutulmayacaklar listem epey kabarıktı.
İlk kemoterapimi okullar açıldığı gün, okula gidemeden evde fenalaştığım için görmüştüm. Gözlerimi minik bir odada açtığımda canımın acısıyla tüm kemiklerimin neredeyse kırılıyormuş gibi acıdığını hissetmiştim. Yanımda sadece annem ve Eslem vardı. Eslem'i görünce o halsizlikle nasıl başardığımı bilmiyorum ama ortalığı ayağa kaldırmış ve ne yapıp edip odadan çıkmasını sağlamıştım. Annemin anlattığına göre beni okulda göremeyince endişelenmişti Eslem ve hastaneye gelmek istemişti, annem de bunda bir sakınca görmemişti.
O gün için kendimden utanıyordum ancak sonradan bu asabiyetimin kemoterapiden kaynaklandığını öğrenmiştim. Daha sonraki kemoterapilerimde gittikçe yorgun ve mutsuz olmaya başlamıştım. Kemiklerime kadar ulaşan kanserin de yorgunluğu bu yoğun tedavilere eklenince okulu biraz aksatmıştım. Doktorum genel olarak evde ve hastanede olmamı uygun görüyordu ki hastanede olduğum zamanlarda yanında test kitaplarını getiren Eslem, dilci de olsa TM'den de hazırlandığı için bana ders anlatıyordu.
Bu şekilde YGS'ye girmiş, kendimden beklemediğim bir performans sergileyerek geometriden sekiz; matematikten on altı net çıkarmıştım. Sonucumla çok ilgilenmesem de herkes neredeyse hiç çalışmamış olmama rağmen yüz elli bine girmeme şaşırmıştı. Çok mükemmel bir sonuç çıkardığım söylenemezdi ama kesinlikle iyi de sayılmazdım.
Savaş beni aramıyor, ben mesaj atmadan benimle konuşmuyordu. Birkaç kez buluşmuş, onu görmeye gittiğim birkaç seferde de aynı esmer kızla konuşurken görmüştüm. Bu, kalbimi gerçekten kıran şeylerden biri olmuştu babamdan sonra. Aklını kaybeden yanım tüm bu olanlardan beni sorumlu tutuyordu. Ona göre başıma gelen her şeyi hak etmiştim.
Boy aynamın karşısında yere oturarak tarağımı elime aldım ve korka korka saçlarımı taramaya başladım. Saçlarım dökülüyordu ancak kestirmek istemiyordum. Kendime dair sevdiğim tek şey saçlarımdı, onları kazıtmak asla kabul edeceğim bir ihtimal değildi. Taraktan kayarak dizlerime düşen saçları taraktakilerle birlikte toplayıp derin bir nefes almıştım. Sanki tüm hayatım, hatalarım ve umutlarım bu saç tellerinde asılı kalmış gibi hissizleşmiştim. Bir avuç saç öylece can vermişti ellerimde.
Buruk bir gülümsemeyle kalkarak yerden çantamı aldım ve elimdeki saç yumağını odamdaki çöp kutusuna atarak ondan kurtuldum. Kot ceketimi koluma asarak odadan çıktım. Evde yalnızdım, annem sabah erkenden gelecek olan kargoyu karşılamak için çıkmıştı. Aradan geçen, annemle daha da yakınlaştığımız, onca zaman arasında kendi işinden kazandığı parayla bizi epey idare edecek bir araba almıştı annem. Bir butik işlettiğini öğrenmiştim, hatta bununla da kalmamış: Savaş'la kafade otururken annemi gördüğüm adamın aslında dükkânın esas sahibi olduğunu da biliyordum artık. Butiği oldukça güzeldi, iyi bir moda anlayışı vardı annemin. YGS'den sonra derslerim daha da sıkılaşmış olsa da bu sınava sadece elimde bir derece olsun diye girdiğim için sınıf arkadaşlarımdan daha rahattım ve bu sayede de okul çıkışlarında İlge Hoca'nın yanında kalmadıkça annemin Nişantaşı'ndaki butiğine gidiyordum.
Evden çıktığımda üstümdeki ağırlığı da atabilmiştim. Doğruca otobüs duraklarına ilerleyip çok da beklemeden okulun oradan geçen otobüse bindim. İçerisi tıklım tıklımdı, neredeyse balık istifi gibi dizilmişti insanlar. Bu rahatsız edici ortamda kendime zor da olsa bir yer buldum ve sırtımı otobüs camına yaslayarak rahat bir nefes alabilmek için başımı hafifçe yukarı kaldırdım. Bu kadar kalabalık ve dar alanlarda nefes alabilmek gerçekten zordu; özellikle bazı insanlar temizlik, duş almak, parfüm ve roll-on kavramlarıyla hâlâ tanışmamışken. Yüzümü hemen çaprazımda kalan açık cama doğru çevirdim.
"İyice Arabistan'a çevirdiler ülkeyi," diye bir serzeniş duyduğumda ne zaman kapadığımı bilmediğim gözlerim açılmıştı. Hemen arkamda oturan kadına, sesin sahibine döndüm. "Her yerde başı kapalı, sanki kapıyor da ne oluyor?"
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı, sonrasında yavaş yavaş çatıldı. "Pardon," diye mırıldandım duyduklarımdan emin olmak isteyerek. "Sizi rahatız mı ettiler?"
"Görüntüleri yeterince rahatsız edici," diye konuştu tükürür gibi.
"Hanımefendi yaptığınız terbiyesizliğin farkında mısınız?"
Gerçekten öfkelenmiştim. Birbirini yiyip bitiremeyen kin dolu insanlar türemişti etrafta. Sürekli didişiyor ve etrafa kirli bir öfke saçıyordu. İnsanlar çok kirliydi.
Bana diklenerek ne terbiyesizlik yaptığını sorunca dayanamayıp ona döndüm. "Şu kadınların bilmeden sizin gibi biriyle aynı otobüse binmekten başka hiçbir suçu yok. Nasıl siz üzerinizdeki kıyafetle, yüzünüzdeki makyajla, tırnaklarınızdaki ojeyle rahatça bu ülkede yaşamayı ve diğer haklarınızı kullanmayı istiyorsanız, bekliyorsanız sizinle aynı görüşe, inanca, ideolojiye sahip olmayan diğerleri de bunu hak ediyor." Durup derin bir nefes aldım hiddetimi dindirmek isteyerek. Ancak içimdeki öfke susmuyordu: "Ve sırf başkaları size uyum sağlamıyor diye onları bu şekilde rahatsız edemezsiniz. Bu ülkenin, bu ülkedeki insanların yıllar önceden kalmış ve bu yüzyılda hâlâ saçma bir şekilde gündeme getirilen bu konu üstünde kavga etmesi ne acı ya, aklım almıyor!"
Koskoca otobüste konuşan tek kişi bendim ve bu utanç vericiydi. İçerideki sayıca fazla olan hiçbir tesettürlü kadın konuşmamış, başını önüne eğip susmuştu Bu beni daha da sinirlendirirken düğmeye basıp durakta otobüsten indim ve geri kalan yolu kafamı dağıtmak için yürüdüm.
Okula girmemle okuldan çıkmam neredeyse bir oldu. Eslem koluma girip beni çekiştirirken başka bir şansım da kalmamıştı zaten. Bana söylediği tek şey "Mezuniyet elbisesi bakacağız," olmuştu ama başka bir şeyler sakladığını, en azından saklamaya çalıştığını anlamıştım. Yine de üstüne gitmemiştim onu rahat bırakmak isteyerek. Annemin yanına gittiğimizde zaten tüm gerginliği uçup gitmiş, yeni gelen elbiselere dalıp gitmişti. Annem ve Eslem benim için şimdiden bir mezuniyet elbisesi ayırmıştı bile. Bu konuda onunla epey bir anlaşmazlık yaşasak da sonuç olarak elbise savaşını hiçbirimiz kazanamamış, ortak bir kararda buluşmak zorunda kalmıştık. Siyah, mini ve sade bir elbise her zaman şık olmanın yoluymuş; annemden tüyolar da almıştım şıklık hakkında.
"Hadi kuaföre gidelim," dedi annem kahve fincanını masasına bırakırken. "Bugün yeterince çalıştım, hem stres atarız?"
Elimi saçlarıma attım tereddütle, saçlarımı belki biraz kestirsem...
Avuç içimde kalan saçlara baktım sessizce, gülümsedim. "Galiba vedalaşma zamanım da geldi."
İkisi de bana bakmak yerine gözlerini kaçırmış, gözleri dolan Eslem hemen bir bahane uydurup kaçmıştı. Saçları elimde topak haline getirip yeniden çöpe attım. Sandalyeden ceketimi alıp giydim sonrasında, annemle ikimiz de sessizdik. Ağzının içinde etrafı topladığını belirten bir şeyler geveleyip kalkmıştı o da. Sıkılarak ayna karşısına geçtim. Üzerimdeki, bana bol gelen ama sırf bu sebeple severek aldığım kot ceketimin kollarını ayarlayıp aynadaki aksimi inceledim alıcı gözlerle: Yüzümdeki fondöten ten rengimin solukluğunu saklıyor olsa da gözlerimdeki hastalıklı bakış için yapabileceğim hiçbir şey yoktu, son zamanlarda onları iyice bir ölü balığa benzetiyordum. Belime kadar uzanan saçlarım sahipleri kadar kırıklarla dolu olduğu için tüm benlikleriyle cansız gözüküyorlardı; iyi bir bakıma ihtiyaçları olduğu yadsınamaz bir gerçekti keza. Bunların haricinde zayıflamıştım fakat ödemden dolayı ne kadar zayıfladığım belli olmuyordu. Bu, benim için iyi bir şey sayılırken siyah kotuma geçirdiğim kemeri son kez düzeltip anne ve babamın Amerika'ya yaptıkları bir seyahatten sonra annemin oradan aldığı tek şey olan HardRock Cafe tişörtü bir türlü kendime yakıştıramamıştım. Normalde ayna karşısında bu kadar fazla vakit harcayan biri değildim ben, giyeceklerimi o an içinde kararlaştırıp daha çok eline ilk geçeni giyenlerdendim fakat bugün nedensizce güzel olmak, güzel hissetmek istiyordum. Yüzüme büyük bir özenle sürdüğüm, yakın zamanda kendime hediye olarak aldığım, fondöten bile güzel olma isteğimin kanıtıydı.
"Bu tişört sana çok yakıştı," diye mırıldandı kollarını göğsü üzerinde kavuştururken. "Gerçi seni çok rock dinlerken duymadım, hayal bile edemiyorum bunu..." Yüzüne yayılan gülümseme onu yaşından daha genç ve güzel gösteriyordu.
Omuzlarımı hafifçe kaldırdım yukarı doğru, gözlerimi ondan kaçırarak kendimde sabitlediğimde annem çoktan yaslandığı kapı pervazından uzaklaşıp yanıma gelmeye başlamıştı. "Öncelikle," dedi son harfi kısık bir sesle uzatarak, "Bu kadar bol bir ceketin içine sana bol gelen tişört giymen, bunu pantolonunun dışında bırakman tüm güzelliği öldürmüş." Elleri işini bilirce öne uzanıp tişörtün eteklerini tutarak belimde kendine göre uygun gelen seviyede kıvırdı ve önde kalan fazlalık kısmı kıvırarak tişörtün içine gizledi. Böylelikle hafif göbeği açık bir model olmuştu tişört ve dediği gibi, daha güzel de duruyordu.
Memnuniyetle gülümserken ona teşekkür edip cep telefonumu kotumun arka cebine sıkıştırdım, birkaç kâğıt parayı ceketimin cebine attıktan sonra tamamen hazırdım. Zaten annem de hazır olduğu için çok geçmeden ayakkabılarımızı giyip evden çıkmıştık. Onu sürekli topuklularla görmemden sonra oldukça rahat görünen babetlerden yana kullandığı tercihi beni hem şaşırtmış hem de mutlu etmişti doğrusu.
Kemerimizi taktığımızda annem arabayı çalıştırarak kendi gittiği kuaföre doğru sürmeye başladı, radyoda kısık sesle daha önce dinlemediğim bir şeyler çalıyordu ve ben camdan dışarıyı izliyordum sessiz sessiz, hava oldukça güzeldi: Sıcak fakat her an yağmur yağacakmış gibi. Camı sonuna dek açıp kolumu, dirseğim kapıya gelecek şekilde ayarlayarak başımı bırakmıştım koluma. Açık saçlarım oluşan rüzgâr etkisiyle savrularak uçuşuyordu çoğunlukla dışarı doğru. Gözlerimi kapayıp uyuşuk bir tebessümle gülümsedim bu güzel hisse, belime kadar uzanan saçlarımın özgür oldukları son andı bu.
"Değişiklik iyi gelecektir," demişti annem, hatta bu değişiklik mevzusuna odamdan başlayarak öncelikle duvarlarımın soluk rengini değiştirmiştik: İki duvarını açık bir menekşe mavisine boyatmış, diğer iki duvarı da limoni adı verilen bir kahve tonuna... O çok sevdiğim rengini yitirip benim odam olmaktan çıkmış gibiydi ama içindeki piyanoyla birlikte daha nefes alınır bir hale geldiği yadsınamaz da bir gerçekti. Doktoruma göre bu nefes aldıran değişiklikler hem psikolojim için hem de beni ümitsizliğe sürükleyen kanserim için iyi gelecekti ki öyle de oluyordu zaten.
Çok geçmeden durduğumuzda gözlerimi refleks olarak açıp etrafımıza bakınmıştım, bir kuaförün önünde olduğumuzu görünce kemerimi açıp gülümsedim anneme. "Teşekkür ederim beni getirdiğin için."
Bir şey demedi ama yüzündeki gülümseme benim için gayet de yeterli bir cevaptı. İkimiz de arabadan çıkıp kuaföre girdiğimizde rutin selamlaşmayı yapmıştık, annem arkadaşıyla muhabbet ederken beni tanıtmıştı isminin Zeliş olduğunu öğrendiğim kadına. Kuaför sandalyesine oturmuş bekliyor, beklerken aynada kendimi izliyordum. Bu zamana kadar saçlarımı ne kadar kısa kestireceğime karar vermemiştim ancak şimdi karar vermek için doğru zamandaydım. Yanımdaki sandalyede oturan annem de merakla bakıyordu bana, saçlarımı en son ne zaman epey kısa görmüştü?
"Çene hizamda kalacakları şekilde kesilmelerini istiyorum."
Annemin güzel yüz hatlarına yerleşen şaşkınlıkla bunun doğru bir karar olmadığını anlasam da aldırmadım, Zeliş de tereddütle bana bakıyordu. İlk konuşan annem oldu: "Emin misin tatlım?"
Öncesinde başımı sallayarak onayladım kararımı. "Bir de sol tarafımda kalacak bir perçem istiyorum."
Sessizlik öylece uzayıp giderken bir müddet sonra annem yine kararıma karşı çıkmayıp arkasına yaslanmış, makası eline alan arkadaşını sessiz sessiz izlemeye başlamıştı. Bense saçlarım kesilirken gözlerimi hiç açmamıştım, onları görürsem yere düşerken attıkları korku dolu çığlıkları duyabilirmişim gibi hissediyordum. Belki de bu yüzdendir ki, öylece kapalı gözlerle bekledim son ana kadar. Dakikalar güç de olsa akıp gidiyordu zamandan, bana söylenen talimatlara uyarak başımın duruş şeklini değiştirerek kolaylık sağlıyordum Zeliş'e. Omuzlarımdan düşen her bir tutam bana hafiflik hissi veriyordu bunların haricinde, sevgilisi tarafından terk edilince saçlarını kestiren o kadınlardan değildim ama yüklerinden hafifleyebilmek için kestirenlerdendim sanırım saçlarımı. Kimse dokunmasın diye değildi, omuzlarıma astıklarıma ayak bağı olup canımı yakmasınlar diyeydi. Hangisi daha bencilceydi?
"Kendine bakabilirsin..." Derin bir nefes sesini duymuştum bu cümlenin hemen ardından. Eğik duran başımı kaldırıp çenemi dikleştirerek baktım kendime: Saçlarım istediğim uzunlukta bırakılmıştı, tam çene hizamda bitiyordu. Gülümserken eline fönü alan Zeliş'e baktım aynadan bu kez. "Dalgalı yapabilir misiniz, maşalı gibi?"
Bir süre de bunun için tüm sessizliğimizi koruyarak sonucu beklemiş, nihayetinde iyi bir şeylerle karşılaşmıştık. Üstümdeki kıyafetlerle uyumlu bir saç modeli gibi gözükmüyor olsa da ben bu yeni hallerini beğenmiştim, annemin tüm endişesine rağmen. Sandalyeye oturmadan hemen önce çıkarıp anneme verdiğim ceketimi yeniden giydiğimde ellerim refleks olarak saçlarıma uzansa da yaptığım hayata dudağımın kenarıyla gülüp başımı iki yana sallamıştım, buna da alışacaktım elbet zamanla.
Annem ücret işini hallettikten sonra arabaya geçip yeniden yola koyulduk, ne yapacağımıza karar veremediğimiz için eve gidiyorduk. Camdan dışarı bakıyorken radyoda çalan şarkıya gülümsedim. "Bir de sen çok değiştin. Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi, söylenenler hiç söylenmemiş gibi..."
Ciğerlerime yetmeyeceğini bildiğim derin bir nefesi soluduğumda annemin bakışları kaçamak da olsa bana dokunmuştu, sormak istediği soruyu zihnimin içinde işitiyor gibiydim ama sormasını istiyordum; benimle konuşmasını istiyordum sadece. "Nasılsın," diye sorabilecek kadar cesur olmasını. Manga'nın şarkısında bahsettiğinin aksine bu, cevabı olmayan bir soru değildi; her ne kadar bir yalanla geçiştiriliyor olsa da.
"Saçlarını bu kadar kısa kestirebileceğini düşünmemiştim," demekle yetinmişti sormak yerine.
Hafif bir tebessümle ona bakarak omuzlarımı kendime doğru kaldırdım. Ben de düşünmemiştim ama bu doğru gibi gelmişti o an. "Pişman değilim."
Annemin derin iç çekişi gülümsetmişti, bazen her şeye rağmen bana tahammülü kalmıyordu ve ben bunu iliklerime kadar hissediyorum en ufak bakışından bile anlayabiliyorken. Her şey yolundaymış gibi devam ediyordum sonrasında, anlamamış gibi ya da anlaşılmıyormuş gibi. Başarılı olmadığım da söylenemezdi gerçi ama annemin de beni anladığından emindim tüm bunların ötesinde. İşte tam da o zamanlarda zihnimin içinde konaklayan, boş bulunduğum anlarda olduğu yerden taşıp karşımda duran ben; burun kıvırarak bana bakıyordu. Anneni mutlu edemiyorsun, değil mi Neva? Senin tek sorunun mutluluğu hak etmiyor olman.
Bununla yaşamak zordu. Aslında zor olan ne olduğunu, nereden geldiğini bilmediğim sorunlarla mücadele etmek için o sorunların tam ortasına bırakılmış olmamdı. Düşüncelerimin bu yönde ilerleyişine de alayla bakıyordu o Neva, beni öldürüp yerime geçmek istediğini biliyordum fakat onun bilmediği şey ise bu yaşamda işlerin hiç de öyle ilerlemediğiydi.
"Zeliş'le konuştum, kuaförde kesilen saçlarından postiş yapacak. Belki kısa hallerinden sıkılırsın..."
Başımı sallayarak onayladım annemi ona minnetle bakarken. "Peki, kemoterapi konusunda emin misin Neva," diye sordu bu kez temkinle, "İstersen hemen şimdi bile gidebiliriz, biliyorsun."
Biliyordum ancak hissettiğimden daha fazla acıyı kaldıramazdım. Kaldı ki iyi sonuçlanmayacağını hissettiğim bir şey için kendi canımı göz göre göre yakmam canice olmaz mıydı? Henüz o kadar mazoşist bir insan değildim, sanırım.
"5 Haziran'dan sonra ilk işimiz kemoterapiye devam etmek olsun ama şimdi değil, anne." Fısıltım sonlara doğru kaybolarak karışmıştı havaya, annem beni duymuştu. Sessizlik aramızda uzayıp giderken bir sürenin ardından zaten okulun önüne gelmiştik. Elimle saçlarımı karıştırdım, kabarık durmalarını istemek değildi ama görüntümden emin olamamaktı bu, çekinerek anneme baktığında gülerek beni izlediğini görmüştüm. "Güzel görünüyorsun," diye mırıldandı cesaretlendirircesine.
Ona teşekkür edeceğim sırada çay bahçesinin orada olduğumuzu fark edince durmasını istedim. "Birine bakıp geleceğim," diyebildim arabadan inerken. Annemin meraklı gözlerle beni izlediğini hissediyordum ancak aldırmadan kaldırıma çıkıp çay bahçesine doğru ilerledim. İçimde, göğüs kafesimi sıkan bir korku vardı. Derin bir nefes alıp onu dağıtmaya çalıştım ve bahçe kapısına uzandım açmak için. Gözlerim her yerde o tanıdık simayı arıyordu ya da simaları.
Sonra onları gördüm. Karşılıklı oturmuşlardı. Savaş gitarını çalıyor ve kız da onu hevesle dinliyordu.
"Hoş geldiniz efendim, içeride boş yerimiz var."
İrkilerek sese döndüm ancak fark edilme korkusuyla apar topar oradan uzaklaşarak yeniden arabaya bindim. Artık nasıl bir haldeysem, yüzümdeki ifade nasılsa annem hiçbir şey sormamış; hatta tek bir kelime dâhi etmemişti. Sessiz bir yol arkadaşı olarak eve geldik.
-o-
Hayatındaki her şeyi bir şekilde azaltan ya da azaltmak zorunda bırakılan biriydim. Rutinlerim bile azalmış, sıradanlığı bile heyecanlı hâle getirecek kadar sıradan bir hayatım olmuştu. Uyanıp kahvaltı yapıyor, günümün çoğunu kendimi yormayacak şeyler yaparak geçiriyordum. Sağlık durumumdan İlge Hoca'nın da haberi olduğu için piyano çalışmalarım bile saat olarak azaltılmıştı.
Yataktan kalkıp banyoya geçerken mutfaktan yükselen ses gülümsememe sebep oldu. Annem bana kahvaltı hazırlıyordu. Hemen banyodaki işlerimi halledip mutfağa geçtim. Hastalığın bana öğrettiği yegâne şeylerden birisi, sevdiklerimle geçireceğim kısıtlı zamanın ne kadar değerli olduğuydu. Hemen annemin yanağından tatlı bir buse koparıp sandalyeme oturdum. "Günaydın," diye mırıldandım neşeyle.
Annem bana gülümseyerek karşılık verdikten sonra tabağımı bizzat doldurup karşıma oturdu. "O tabak bitecek," dedi elinde tuttuğu çatalı kaldırırken. Bir an ne yaptığını, ne söylediğini fark ettiğinde içimi sımsıcacık eden kahkahasıyla gülmeye başladı. Kendime engel olmadan onun bu neşesine eşlik ettim.
Şen şakrak ve muhabbetle kahvaltı ettikten sonra ona masayı toplama, bulaşıkları kaldırma konusunda yardım ettim. Annemin en sevmediği bulaşıkların durulanmasıydı. Bu sebeple ben durularken o da bütün her şeyi makineye yerleştiriyordu. Bulaşıkları yıkamaya da yanaşmıyor, makineyi boşuna almadığını ileri sürerek bana da engel oluyordu. Böyle bazı tuhaflıkları vardı annemin ama ona alışmıştım.
Hazırlanıp birlikte evden çıkmıştık. Arabaya bindiğimizde radyoya uzanmasından içine kapandığını anlamıştım. Bazı şeyleri hiç konuşmazdık annemle. Mesela onun geçmişini, babamla yaşadıklarını, Yıldıray'ı... Sadece birbirimize odaklanmış ve birbirimizi kucaklamıştık. Belki bana acıdığı için benim yanımda duruyordu, bunu bilemezdim ama yine de yanımda olduğunu hissetmek bana iyi geliyordu. Her ne olursa olsun onun elini tutmaya ihtiyacım vardı.
Annem arabayı okulun onunda durdurduğunda dalıp gittiğim yerden gözlerimi çekip anneme güzel olduğunu umduğum bir tebessüm hediye edip arabadan indim, güvenlik görevlisine selam verip bahçeden içeri girdim. Bu okul her şeyin başlama sebebiydi. Lise birde kazandığım yarışmanın sonrasında, yeni okul yılının ilk gününde kendimi burada bulmuştum. Son sınıf öğrencilerine kıyafet zorunluluğu yokken buradaki ilk iki yılımda giydiğim okul üniformalarım ise hâlâ daha dolabımdaki yerlerindeydi, oysa şimdi kimin ne giydiğine karışmıyorlardı ki buradaki kim alt sınıflardan birileri olsa bile. Okulun pantolonunu giymek istediğimde annem tarafımdan yüzüme fırlatılan eteği hatırlıyordum. "Korkma," demişti öfkeyle, "Kimse senin çırpı bacaklarını yemeyecek." O zaman da bu sözden sonra anneme öfkelenmiş ve okula ilk yıl pantolonla gitmiştim. Şimdi bu anıya hafif bir tebessümle gülümseyebiliyordum, zamanla bütün acılar geçip tazeliğini yitirdiğinde insan gülümseyebiliyordu küçük bir tebessüm de olsa dudaklarındaki. Büyüyordu o zaman, geçmiş önemini veya anlamını yitirmiyordu ama bir şekilde geçiyordu.
"Neva!"
Eslem'in sesi düşüncelerimden sıyrılmamı sağlarken gülümseyerek bana doğru koşan kıvırcık kıza baktım. Bana göre epey minyon sayılırdı Eslem, Semih ona göre fazla uzundu ki Eslem bu durumu bir kere anlatırken bütün vitaminin Semih'e gittiğini söylemişti. Yanıma gelip kolunu koluma geçirdiğinde gözlerindeki şaşkınlık büyüyüp kocaman oldu. "Amanın!"
Hoşuma giden tepkisi kıkırdama sebebim olurken onu dikkatle izledim: Kolumdaki elini çekerek ellerini dudaklarına kapadı, biraz daha zorlasa beti benzi bile beyazlayacaktı ama esmer teni için kimyasal kullanılmadığı sürece bu epey de bir zordu doğrusu. Gülümserken arabadaki gibi saçlarımı karıştırdım ve ona baktım merakla. "Yakışmamış mı yoksa?"
Başını hırsla iki yana salladı ve ellerini dudaklarından çekip kocaman bir sırıtışla bana bakarken o da saçlarımı karıştırdı. "Şaka mısın kızım, afet gibi olmuşsun! Marilyn Monroe da kimmiş be! VS mübarek!" Art arda sıraladığı beğeni dol cümleler beklediğim bir şey değildi tabii, tatlı bir utangaçlık hissetmiştim. Eslem'in bir elini tutup onu peşimden koşturarak hızlı adımlarla okula doğru ilerlemeye başladım. "Herkesin içinde söyleme böyle şeyleri bak, bir duyan olacak!"
Kıkırtılarımız eşliğinde birbirimizin elini sıkıca tutarak okula koşuyorduk. Etrafımızdakilerin bize bakıp gülmesi ikimizin de umurunda değildi, hissettiğimiz çocuksu mutluluğu karalamalarına neden izin verecektik ki?
Eslem... Belki de son bir yıl içerisinde tanıdığım ve canımı en çok yakar hale gelen insanlardan sadece bir tanesiydi ancak bildiğim tek şey kimsenin canımı Semih kadar yakamayacağıydı. O gün, yani birçok şeyimi kaybettiğime inanıp annemi bir parça da olsa kazanabildiğim gün, Semih'i aramıştım. Hayır, ulaşamadığım Semih'i aramıştım. O günden sonra kendi ellerimle, kalbime sıkı sıkı düğümlediğim bağları koparmak zorunda kalacağımdan haberim yoktu. Bir arkadaşımı; en kolay kabullenip çekinmeden yanında uyuduğum, korkularımı açtığım bir arkadaşımı kaybetmiştim. Yine Eslem'in anlattığına göre Semih ve Ayça sevgili olmuştu, nihayetinde ben de kapı dışında kalan kişi olarak yerimde duruyordum.
Gözlerimin önünde sallanan elle irkilip Eslem' baktığımda bana gülümsüyordu. Yolumuzun büyük bir çoğunluğunda onun narin, minik bedeni beni sürüklemek zorunda kalmıştı. "Yarışmaya neyle katılacaksın? İlge Hoca ser verip sır vermiyor!"
Serzenişi gülümsetmişti, omuzlarımı hafifçe kaldırdım ve çok amaçlı salonun büyük kapısını açıp içeri süzülürken Eslem'i de peşimde sürükledim. "Dinlemek ister misin?" Soruma başını hevesle sallayarak onaylamıştı beni. "Keşke ses kategorisi de olsaydı da sen de katılsaydın Eslem..."
Piyano koltuğunun bir kısmına o oturdu ve tuş kapağını kaldırıp uzun bir zaman sonrasında ezberime hapsettiğim notaları buldum kâğıttan. Gülümseyerek Eslem'e baktığımda onun da beni izlediğini fark etmiştim, yüzünde mutlu görünen bir ifade vardı ve bu zihnimde eski bir anıyı canlandırarak beni ürkütüyordu. "Sürpriz olsun şimdilik, sana başka bir şey çalacağım," diye mırıldandım önüme dönerken. "Ve sen de bana eşlik edeceksin..."
İtiraz edecek gibi olduysa da onu dinlemeyeceğimi belirterek sağ elimi tuşların üzerine bırakırken bir taraftan da hatırlamaya çalışıyordum notaları. Zihnime düşen nota dizekleri yavaş yavaş dolmaya başlayınca gülümsemiştim. Sakince bastım sıralı notalara tuşların üzerinde, dudaklarım hafifçe kıvrılıp notaları mırıldanıyordu şarkı gibi okurken. Giriş kısmını olabildiğince uzattım kendime göre araya bir şeyler katarak, değiştirerek parçanın bu kısmını. Eslem'in sözlere gireceği yer geldiğinde omzumun üzerinden ona bakmıştım tebessümle.
"I wanna take you somewhere so you know I care
But it's so cold and I don't know where
I brougth you daffodils in a pretty string
But they won't flower like they last spring
And I wanna kiss you, make you feel alright
I'm just so tired to share my nigths
I wanna cry and I wanna love
But all my tears have been used up"
Şarkının orijinaline göre daha yavaş bir ritimle gidiyorduk ancak böylesi daha güzel gelmişti bana. Gülümseyerek Eslem'e baktığımda sırtını piyanoya doğru dönmüş, gözlerini kapayarak nakaratın geleceği yeri bekliyordu.
"And if somebody hurts you, I wanna figth
But my hands been broken, one too many times
So I'll use my voice, I'll be so fucking rude
Words they always win, but I know I'll lose
And I'd sing a song, that'd be just ours
But I sang 'em all to another heart
And I wanna cry I wanna learn to love
But all my tears have been used up"
Sesi, sebebini bilmediğim bir şeyden dolayı titreyen Eslem derin bir nefes aldığında gözlerimi kapayıp işaret parmağımın hemen altında kalan notaya uzun uzun basılı tuttum parmağımı; o nefesini bırakana dek bu nota ancak sonlanmıştı. Hafifçe gülümserken bu kez daha hızlı bir ritimle çalmaya başladım Eslem'in de bana yetişeceğini bilerek.
"On another love, another love
All my tears have been used up
On another love, another love
All my tears have been used...
up"
Bir iç çekiş sesi işittiğimde ellerim donup kalmıştı tuşlarda, gözlerimi hafif bir korkuyla aralayıp Eslem'e baktım. Ağlıyordu. Dudaklarımı hafifçe ıslatıp bir kolumu onun omuzlarına atıp onu kendime çekerek sardım. Şimdi başı omzuma geliyordu, onu saklayacak kadar uzun değildi saçlarım ama ona destek olabilecek kadar güçlüydüm. Bir elim kıvırcık saçlarına gittiğinde usulca okşadım tutamlarını. Semih'in yanımda olmadığı sonraki günlerde çirkinleşip Eslem'i kabaca yanımdan kovmuş olsam da o inatla bana sarılarak ağlamamı dindirmeye çalışmış, ben sakinleşene kadar beklemişti başımda. Şimdi rolleri değiştirmiş olabilirdik, eğer birisine iyi geleceksem kendimi geri çekmezdim.
"Biz küçükken abimizi kaybettik Semih'le," dedi nefesleri arasında, "Küçükken dediğime bakma, liseye başladığımız yıldı. Çok kavga ederdi annemle, abim de biz görmeyelim diye bizi hep parka götürür; bizimle ilgilenirdi. Annemden, babamdan bile çok severdim onu."
Hafif bir tebessümle gülümseyip içindeki zehri akıtan Eslem'in yanaklarını sildim yavaşça. Çok ağlamıyordu ama nefes nefeseydi, gözleri dolu doluydu. Üzgün bir Eslem'e alışık değildim, onu çoğunlukla mutlu görmek hoşuma gidiyordu üstelik. Gülümsemek herkese yakışırdı elbette ama Eslem için bu artık nefes almak gibi olmuştu, ona fazlaca doğal duruyordu. Şimdi bu kızın böyle içli içli ağlaması üzmüştü beni, canının acısıyla kol kola giren can acım bir yol edinip yoldaşlık ediyordu birbirlerine.
"Kavgaları çoğunlukla abim yüzündenmiş, çok haylazdı abim. Eğlence severdi ama bilirdi nasıl eğlenileceğini. Hani sen Semih'in kaldığı garajda kaldın ya, orası abimindi önceden. Tabii Semih zamanla oraya kendi eşyalarını da taşıdı ama temeli hiç bozmadı." Elinin tersiyle yanaklarını iyice kurulayıp başını hafifçe geriye yatırarak bana baktı dikkatle. "Benim babam hafif kumral-sarı biri, biz anne tarafına çekmişiz Semih'le ama abim amcama daha çok benziyordu. Bir gün bu kavgalara dayanamayıp çıktı evden, sonra dokuzuncu sınıfın başlarındayken gece haberlerinde öğrendik: Üzerinden kimliği çıkan yirmi dört yaşındaki Serkan Kayhan'ın cansız bedeni İstanbul Boğazı'ndan çıkarıldı. Kayhan'ın alkollü motor kullandığı düşünülüyor."
Boğazım düğümlenirken güçlükle yutkunup gözlerimi kapadım. Düşünülüyor... Böylesine berbat bir kelimeye daha rastlamamıştım.
"Kaza olduğu ileri sürüldü, biz gittiğimizde ailesi olarak öğrendik ki alkollü değilmiş. Öylece sürmüş motoru. Hatta görüntüleri vardı, izleyemedim. İntiharı alkollü araç dürmek olarak lanse ettiler, annemle babam böyle istedi diye ve zaten çok geçmeden olay kapandı," derken hafifçe doğrulmuş bana bakıyordu, yorgunluğunu hissediyordum. "O günden sonra annemler birbirlerini, biz de annemleri suçladık hep. Semih'le birbirimize sahiptik ama artık onunla da çok iyi değiliz."
Ve Semih, sadece benim canımı yakmıyordu.
Sessizce başımı önüme eğip piyano tuşlarını örttüm ve yerimden kalkarak elimi uzattım Eslem'e. "Biraz hava alalım ister misin?"
"Biraz yalnız kalsam daha iyi olacak," dedi burnunu çekip buruk bir tebessümle gülümsediğinde, sonrasında elimden destek alarak kalktı oturduğu yerden; yavaş adımlarla uzaklaştı daha iyi hissettireceğini düşündüğü yalnızlığa doğru ilerleyerek. Yalnızlık daha mı iyi hissettirirdi her zaman?
Orada öylece oturup bir süre daha düşünmüştüm birçok şeyi. Aile olmak bunlardan biriydi, aile olabilmenin zorlukları dönüp dolaşıyordu zihnimde. Aralarını iyi tutabilmek için çocuk yapan insanlar, evliliklerini kurtarmak için çocuğa başvuranlar... Çocukları evden gittiğinde ve yaşları artık bir çocuk için neye sığınıyorlardı? Elbette boşanmak da kolay değildi, üstelik aile bir de çocuk sahibiyse bu daha da zorlaşıyordu fakat eğer o çocuk doğru yetiştirilir, bu konuda bilinçlendirilirse daha az olmaz mıydı sorunlar?
Derin bir nefes alıp boynumu ovarak Eslem'in açık bıraktığı kapıya doğru ilerlemeye başladım, İlge Hoca'yı görsem daha iyi olacaktı sanırım.
Kapıyı arımdan kapayıp ellerimi kot ceketimin ceplerine saklayarak öğrencilerle dolu olan koridorlarda ilerleyip tanıdığım hocalara hafif bir baş selamı vererek devam ediyordum yoluma. Çoğu kalabalığın ilerlediği yönün aksindeydim, serseri bir tebessüm dudaklarıma yerleştiğinde başımı hafifçe öne eğip tebessümün büyümesine izin verdim çekinmeden. Kalabalığın tersi istikametindeydim, belki de bu "Ben bir başkaldıranım," demenin en kolay yoluydu.
İlge Hoca'nın kapısını çalıp kapıyı açarak başımı uzattım aralıktan: "Hocam, müsait misiniz?"
"Ah, gelsene Neva..." Önündeki kâğıtları toparlayıp gülümseyerek bana boş tekli koltuğu işaret etti, "Ben de nöbetçiye seni aratacaktım konuşmak için."
İçeriye girip kapıyı ardımdan kapadıktan sonra rahat adımlarla İmge Hoca'nın gösterdiği, masasının önündeki tekli koltuğa oturdum. Ciddiyetle beni izleyen İlge Hoca'nın kaşları saçlarımdaki değişikliği fark ettiğinde şaşkınlıkla yukarı doğru meyillenmişti. Çocukluğumdan beri hiç bu kadar kısa olmayan saçlarıma benim de alışmam zor olacaktı fakat bu şaşkınlık tepkisi hoşuma gitmiyor değildi. İlge Hoca boğazını temizleyerek önüme birkaç kâğıt bıraktı, "Ben hâlâ daha seçtiğin ilk parçadan emin değilim, bana çok zor gibi geliyor onu öyle çalmak. Mozart baksak, Beethoven? Klasiklerden gidelim diyorum."
Başımı iki yana sallayıp kâğıtları İlge Hoca'nın önüne doğru sürükledim, "Hayır hocam, bunu çalmak istiyorum sadece. Hem, zaten Chopin çalacağım ilk periyotta."
"Neva bu istediğin sana saydığım kişilerin parçalarından bile zor!" Bağırmamıştı ama isyan ediyordu İlge Hoca, benim için korktuğunu biliyordum.
Yeniden inatla başımı iki yana salladım, derin bir nefes alıp açıklamak istedim ona kendimi. "Herkes klasiklerden gidecek, belki Türk Marşı'nı bile çalanlar çıkacak. Önemli olan çaldığımla aralarından sıyrılabilmem değil mi hocam?"
İlge Hoca bir süre sessizce bu dediğimi düşünürken bana hak verdiğini belli eden bir ifade yerleşmişti yüzüne ama endişesi çizgi çizgi gölgeliyordu o rahat ifadesini. "Nasıl çaldığını duymadan içim rahat etmeyecek," diye mırıldandı hissettiği tereddüdü gizlemeden fakat buna karşı çıkarca başımı iki yana sallayarak reddetmiştim söylediklerini: "Herkes için sürpriz olsun istiyorum."
Derin bir nefes, iç çekiş sesinin ardından İlge Hoca'nın yüzünde tanıdığı olduğum bir gülümseme yeşermişti, ben de onunla birlikte gülümseyip rahat bir nefes bıraktım. Konuşmamızın bittiğini hissediyordum, bu yüzden daha fazla oturmayıp kalkmak için hamle yaptığımda İlge Hoca beni durdurmuştu. Masasının üzerinde küçük bir kutu duruyordu, hediye olduğu belli olacak şekilde paketlenmişti üstelik. Düşündüm... Bugün günlerden neydi?
"Doğum günün kutlu olsun, Neva. Nice mutlu, piyanonun başında geçirdiğin yıllar görelim."
Kaşlarım çatılırken dudaklarım, bir şey söylemek ister gibi aralanmış ancak o aralıktan çaresiz bir nefes süzülmüştü. Takvim arıyordum. Bugün 25 Mayıs mıydı? Gözlerim İllge Hoca'nın masasında duran masa takvimine takıldığında orada aradığım sayıyı görmüştüm. 25 Mayıs 2013, saat 14.42. Resmi olarak on sekiz yaşına girdim ve bunu, resmi belgelerde okuduğum doğum saatinden tamı tamına sekiz küsur saat sonra fark etmiştim. Nefeslerime nüfuz eden kırgınlıkla bezenmiş hafif bir tebessümü yerleştirdim dudaklarıma, masanın üzerindeki süet kutuyu elime alarak açtım ve dikkatle baktım içindekine. Ucunda Sol Anahtarı olan bir bileklikti, o kadar zarif duruyordu ki elime alsam kırılacak diye korkardım.
"Ben bunu kabul edemem," diye mırıldandım sessizce, kutuyu kapayıp ileri süreceğim sırada İlge Hoca'nın parmakları kapanmıştı parmaklarıma. Gözlerime ciddiyetle baktı: "Bunu sana hediye etmek istiyorum, hediyeler geri çevrilmez hem..."
Mahcup bir şekilde gülümsüyorken bu kez kutuyu alıp yeniden açtım, bilekliği bileğime taktım gözlerimin dolmaması için epey bir çaba harcayarak. Gülümseyerek gözlerimi İlge Hoca'ya kaldırdığımda onun da beni ilgiyle izlediğini fark etmiştim. Bu biraz utanmama sebep olmuştu, boğazımı temizleyerek boş kutuyu kot ceketimin iç cebine atarak oturduğum sandalyeden kalktım. "Teşekkür ederim hocam," diye mırıldanmıştım gözlerim desenlerini çözemedim tabanda dolaşırken. "Hatırladığınız için."
İlge Hoca bir şeyler mırıldanırken kulaklarım onun söylediklerini işitemeyecek kadar doluydu, sessiz adımlarla odadan ve hatta okuldan çıktım içeri girdiğim gibi. Yol üzerinden geçen bir taksiyi durdurup koltuğa yerleştiğimde sadece sahile gitmek istediğimi söylemiştim. Gözlerimin önünden tüm gerçeklik silinip bana eski bir anıyı canlandırıyordu: Annem yatağında uyuyor ve rüyasında gördüğü babama beni istemediğini söylüyordu. Onu duyduğumda hissettiğim çaresizlik aynı yoğunluğuyla doldurmuştu ciğerlerimi. Beni dünyaya tüm kanımla doğuran kadın o günü hatırlamamış mıydı? Başımı cama yaslayarak dalgınca izlemeye devam ettim gözlerimin önünden silik birer siluet olarak akan insanları. Zaten kim biliyordu ki doğum günüm olduğunu?
Savaş biliyor, diyordu zihnim tüm gerçekliği bir tokat gibi tek seferde yüzüme çarparak. Buğra biliyor. Arkadaşların bilmiyor ama o ikisi biliyor.
Sahile geldiğimizde hareketsiz bacaklarım yüzünden bir süre daha taksi koltuğunda oturmak zorunda kalmıştım, taksiden indiğimde ve araç uzaklaştığında kaldırım kenarında öylece durup kendi etrafımda hafifçe dönerek nerede olduğuma, olduğum yerde neler olduğuna baktım. Manzarası denizi gören bir kafeye doğru ilerlemeye başladım yarı bilinçsizce. Kafenin önüne konulan minik tahta tabelada menüde neler olduğu değil de "En güzel içki kitap kokusunda içilen içkidir." yazısı karşılıyordu bizi.
Aklıma gelen fikir hafif bir tebessümle gülmemi sağlamıştı, hiç düşünmeden karşıya geçip kafeye doğru ilerlemeye devam etmiştim. Doğum günümü kimsenin kutlamasına ihtiyacım yoktu ki, ben olduğum sürece bir başkasının bana iyi ki olduğumu söylemesine ihtiyacım yoktu. Vardım, öyleyse iyi ki vardım.
İçeriye girdiğimde kapının açılmasıyla öten çan sesi minik tebessümümü alıp büyütmüştü dudaklarımda, burnuma buram buram dolan kahve kokusunun farklı aromaları iştah kabartıcı gelmişti o an. İçeriyi incelediğimde memnuniyetim iyice büyümüştü: Ahşap duvarlar doğrudan çatıyla birleşiyor, çatıdan birbirinden farklı birçok avize sarkıyordu aşağıya doğru. Genelde eski model tekli koltukların kullanıldığı iç dizaynda birbirinden farklı kumaş renkleri ve desenleriyle ortama ayrı bir renk katılmıştı. Duvarların hepsi yarısından itibaren geniş kitaplıklarla doluydu ve diğer yarıları ise tablolarla zenginleştirilmişti. İçeriye doğru birkaç adım daha atıp tüm kafenin ortasına kurulan servis bölümüne doğru ilerleyerek kendime sütlü bir Türk kahvesiyle brovni kek söylemiştim, kasanın önündeki sıraya geçip tepsimi bekledim. Rica ettiğim şekilde fincana koyulan kahvemin yanına çikolata, istediğim kek ve bir de siparişin bana ait olduğunu belirten, üzerinde NK. yazan bir kağıdın olduğu tepsiyi alıp ücreti ödemiştim.
Gözüme kestirdiğim mor renkli tekli koltuğa yerleşerek tepsiyi orta sehpaya bıraktım. Sehpanın üzerinde birkaç tane kalem vardı ve sehpa bu kalemlerle yazılmış sözlerle, şekillerle doluydu. Yine masaya bırakılmış ince kitabı elime aldığımda bunun Cahit Sıtkı'nın Otuz Beş Yaş isimli şiir kitabı olduğunu görmüştüm. Gülümseyerek sayfaları rastgele dolaşmaya başladım ancak gözlerim, üzerine yıldız çizilmiş bir şiirde durdu ancak okuyamadım şiiri; sanki o şiir bir başkasının mahremiymiş de ben onu izinsizce izliyormuşum gibi hissetmiştim. Bunun yerine kahveden bir yudum içip elimdeki kitabı kapayarak bıraktım masaya ve koltukta arkama yaslandım sessizce, Marmara parlıyordu güneşin altında. Hafif bir tebessümle gülümsediğimde derince bir nefesi doldurmuştum ciğerlerime. Güneşin ışıkları oyunbaz bir edayla oynaşıyordu köpük köpük dalgalanan denizde, muazzam bir tabloydu işini bilir bir ressam için fakat ben manzarayı izleyerek öldüren, ölümsüzleştirenlerdendim. Benim için manzarayı değerli kılan izlediğim anda gizli olan hisler, hissettiklerimdi. Tıpkı şimdi, denizin işveli kadınının can çekişerek öleceği zamana kadar denizle dolu dolu sevişmesini izliyor oluşum gibi: Burada acılarımdan biraz da olsa hafiflemiştim, arkada kısık sesle çalan jazz parçası hafif hafif ruhumu okşayarak kulaklarıma doluyor ve koruyordu zihnimi olası kötü anılara karşı. Gözlerimi kapayıp kendimi bir şekilde serbest bıraktım müziğin ruhuna kapılarak, doğum günümse bunu kutlamalıydım. Tek başıma olmam neyi değiştirirdi ki?
Uzun saatler birbirini peşi sıra kovalayarak ilerlediğinde kahvemi bitirmiş ve bir de üzerine şekersiz bir Türk kahvesi içmiş ama kekime asla dokunmamıştım, onu paketlettiğimdeyse ikinci kahvemi de bitirmek üzere olduğumu fark etmiştim. Burada, bu nezih ortama sahip kafede insanlar sohbet edip kitap okuyor; kimse kimsenin gürültüsüne karışmıyor ama bununla birlikte herkes bir başkasını rahatsız etmeyecek kadar gürültü yapıyordu. Müzikler, şarkılar bile onları dinlemek isteyenin duyup anlayabileceği yükseklikteydi. Yanlışlıkla kulak misafiri olduğum muhabbetlerden bir tanesinin bile boş bir muhabbet olduğunu duymamıştım; ya kitaplar gibi müziklerden, doğrusu komple sanattan bahsediyorlar ya da gündemde yer edinmiş olayları tartışıyorlardı.
Bir müddet sonra kulağıma çalınan piyano sesini dinlemek için ufuk manzarasını pür dikkat gözlerimi kapayıp derin bir nefes almıştım, Moonlight Sonata kafenin içinde usul usul dans ederek çalıyordu o an. Değil sadece kulaklarımın, ruhumun pası dahi silinivermişti ilk notanın bir melodide can bulup insan bedenlerinde yankılandığı anda. Beynimin hükmü kopup ipler ruhumun eline geçtiğinde bir anda, istemsizce hareketlenen parmaklarım sehpanın üzerindeki kaleme uzanıp onu kavradı bir kuş tüyünü tutar gibi.
ben bir kız çocuğuyum
yalnız ama
tamamen yapayalnız
kalamayan
hayata dair
bir şeyler için umudum
var avuçlarımda
soluğu tükenmiş
ama ölememiş hâlâ
ben bir kız çocuğuyum yalnız
yalnız ve çok kalabalık aslında
ellerimde umut var benim
notaların can bulduğu her anda
siyah ve beyaz tuşlarda
Dizeler öylece kendiliğinden dökülmüştü parmaklarımdan kaleme, kalemden ahşap sehpaya. Alnımda boncuk boncuk biriken terler nedendi, bilmiyordum ancak yazdığım mısraları okudukça bir ürperti yokluyordu bedenimi. Kalemi bırakıp elimin tersiyle alnımdaki terleri silerken birden bir şeyler rahatsız etti beni yazdığım bu karalamadan, bıraktığım kalemi elime yeniden alarak son mısranın altına; sağ tarafta kalacak şekilde bir kısa çizgi çizip NK. harflerini dizdim. Zaten bana ait olan bir şeyleri sahiplendim. Sehpanın üzerindeki paketi alıp kalmadan hemen önce son bir kez daha okumuştum çekingen gözlerle kendi yazdıklarımı, umudum kalmış mıydı sahi biraz daha?
Bir başka iz daha bırakmadan çıktım o kafeden, boşluk hissinin yarattığı savsaklık kavuruyordu ciğerlerimi ve kavruluyordum kendimi yakarak başımdan aşağı döktüğüm korların, küllerin altında. Adımlarım boşlukta ilerlemeye çalışıyormuşum gibi savruktu, kaldırımdaki taşlara takıldığımda gözlerimin önünde belirecek tek manzara yere yapışan ayak izleri olacaktı; güç alırcasına sıkı sıkı kavradım elimdeki paketi ve ilerlemeye devam ettim buraya yakın gözüken, daha önce hiç gitmediğim iskeleye doğru. Yerleri değişiyor, üzerinden geçen insanlar değişiyor ama bir insana kattığı yalnızlık duygusu değişmiyordu iskelelerin. Özgürlük ayaklarının ucundaydı, tehlikeliydi ve bir o kadar da cezbediciydi bir iskelenin sonundayken, güç veriyor olmasına iyiydi de ya o ağızda nahoş tat bırakan yalnızlık hissi ne olacaktı? Kabullenmiştim, bilmediğim sorunların sonuçlarını kucaklamıştım iskelenin ucuna oturduğumda; bağdaş kurup paketimi kucağıma bıraktıktan sonra ellerimi gerimde kalacakları şekilde yıpranmaya başlayan tahtalara yaslayıp kapadım gözlerimi, deniz rüzgârına karşı içim yanarak oturuyordum orada.
İki ay içerisinde kutladığım ikinci yalnız doğum günüydü bu, zihnimde büyük bir yankı uyandıran gerçekliğe hafif bir tebessümle gülümsemiştim kucağımdaki paket birden ağır gelmeye başlamış olsa da. Buğra Aslan yoktu. Onu en son görüşüm o iskeleye uzanıyordu, arkasına bakmadan gittiği ve neden olarak sadece gitmesinin gerekli olduğunu ileri sürdüğü o gün; 15 Şubat'tı. Tam bir ay geçmişti o günün üstünde, 15 Mart'tı, Buğra'nın doğum gününü o yokken kutlamıştım. Şimdi gidemediğim iskelede, elimde bir marketten aldığım bir brovni kek, sadece bir mum ve bir çakmakla birlikte.
Yaktığım mumu üflememiş, rüzgârdan da korumamıştım ancak oturduğum banka mumdan damlatıp onu oraya sabitlemiştim, bir süre sonrasında kendiliğinden sönmüştü ve keki de onun yanına bırakıp gitmiş, çakmağı yol üzerindeki büyük çok kutularına atmıştım. Dokunmamış, aslında dokunamamıştım.
Gözlerimi açıp kucağımdaki pakete baktığımda biraz da olsa var olan iştahımın aklımdaki anıyla silinip gittiğini hissediyordum, yine de keki paketten çıkararak kâğıdından tutup büyükçe bir ısırık aldım gözüme bol çikolatalı görünen kısmından. Hafif bir gülümsemeye izin verdim dudaklarımda, kimseye aldırmadan bir çocuk edasıyla kekimi yemeye devam ettim. İnsanların sıcak havayı görüp doldurduğu sokaklardan birinde, denize karşı çikolatalı brovnisini yiyen ve kaybolmuş bir kızdım o an, elinden tutabileceğim ailem yoktu; onları kaybetmiştim. Bunu biliyor olmanın getirdiği tuhaf umarsızlıkla değişti yüzümdeki çocuksu gülümseme, eskiden olsa yakınırdım belki "Bir piyanistin ve bir hayat kadınının kızı," diye fakat şimdi ben bir lekeydim tıpkı diğerleri gibi, zamanı geldiğinde kendi kirini kendi elleriyle temizleyerek gidecek biriydim.
Ve artık alenen reşit sayılacak biri...
İçi artık boşalan paketi avucumun içinde buruşturarak kalktım oturduğum yerden ve elimdekini de tıpkı çakmağa yaptığım gibi bir çöp tenekesinin derinliklerine yollayıp ellerimi ceplerime soktum fakat bir iki adımdan öteye gidememiştim yürüdüğüm yolda. Okuldan çıktığımda akşamüstü saatlerinin hafif serinliği havayı sarmıştı bile ve şimdi güneş ayaklarımın ucunda, gözlerimin önünde batıyordu ciğerlerimdeki yangınlara katılarak. Bu gün batımlarına sığdırdığım çok şey vardı benim, güneşin denizle dansına hayranlığım öyle basit bir beğeni değildi. Marmara'nın da yeri bambaşkaydı içimde, zihnimdeki derin sulardı hatta ve bir de içimde büyüttüğüm minik, yüzme bilmeyen denizcinin yegâne yuvasıydı. Onca şehirden sadece İstanbul'un annesi...
"Seni bulmak eskisine göre daha da zorlaşmaya başladı, Sarı."
Sesin sahibini tanıyor olmama rağmen beklemediğim bir anda onun sesini duymak irkilmeme sebep olmuştu. Korktuğumu o da fark etmiş olacak ki ona baktığımda gülümsediğini gördüm, epey uzun bir aradan sonra gamzelerini gösterecek gerçek bir gülümsemeydi dudaklarındaki. Derin bir nefes alıp gülümsemesine eşlik ettim hafif bir tebessümle, omuz silktim tasasızca. "Kaybolmak gerek bazen öyle," diye mırıldandım onu gülümseyerek izliyorken. "Ama hep buralardaydım."
Gülümsemesi hafifçe küçülüp varla yok arası bir hâl alsa da gülümsemeye devam ediyordum, o ise beni inceliyordu. Zihninin içinden ne geçiyordu, bilmek istiyordum. Düşüncelerini duyabilseydim sanırım birçok şey farklı olurdu. Ellerini ceplerine soktuğunda dikkatim dağılınca üzerindekileri inceledim sessizce: Üzerinde siyah kısa kollu bir gömlek vardı ki epey bol gözüküyordu, gömleğinin içine giydiği gri tişörtü ve altındaki siyah kotuyla tipik bir Savaş'tı, sadece sarı saçları biraz daha uzundu ilk tanıştığımız ana kıyasla. Gümüş, ince halka küpesi kulağında; bir iki yüzüğü parmaklarındaydı. Artık yürürken elimi tutmuyor, bana elini uzatmıyordu Savaş. Hatta onu bıraktığım günün sonrasında, bir araya geldiğimiz ilk zamanlarda eğer iskeleye oturmuşsam oradan kalkmam için bile elini uzatmamıştı. Karşımdaki Savaş, dış görünüş olarak hâlâ ilk gördüğüm Savaş olsa da kendisi öyle değildi; benim kırdığım çocuktu.
Sessizce aynı yolu yürümeye başladığımızda bazen kollarımız birbirine çarpıyordu, dönüp ikimiz de birbirimize bakmama konusunda inatçıydık her ne olursa olsun. Gerçi hâlâ zihnim karanlık, kalın bir sisin altında kaldığında yüzü ve kendisi bir an babam gibi görünüyordu bana; bu beni ürkütüyordu. Belki de, sırf bu yüzden birbirimize dokunmuyor olmamız daha sağlıklı olanıydı yine her ikimiz için de.
Geldiğim yönde birlikte ilerliyorduk sessizliği hiç bozmadan, epey de bir yol kat etmiştik birlikte. Bir süre sonra dikkatimi çeken boş bir çocuk parkına doğru yöneldiğimde Savaş şaşırmıştı ancak yine de bana ayak uydurarak peşimden gelmeye de devam etmişti. İkili salıncaklardan birisine oturup sırtımı zincirlere doğru yasladım ve elimle diğer salıncağı işaret ettim oturması için. İkiletmedi, oturdu ve sessiz gözlerle beni izlemeye başladı. Yakınımda olmasına rağmen alışamadığım kadar uzaktı bana, bu beni engel olamadığım bir şekilde ürkütüyordu üstelik. Güçsüzce yutkunup derin bir nefes alarak gözlerimi ondan kaçırdım ve Savaş'ı biraz bile olsa kazanabilme umuduyla kendimi cesaretlendirdim.
"Bu ayın otuzunda mezuniyet partisi gibi bir şey yapacaklarmış," dedim kucağımda birleştirdiğim ellerime bakarken, sonrasında kaçamak bir bakışla gözlerimi ona kaldırdım. "Benimle gelmeni isterim, yani senin için de uygunsa tabii?"
Beni bir süre inceleyip büyük ihtimalle söylediklerimi değerlendirdikten sonra gülümsedi dudağının kenarıyla. "Bu bir çıkma teklifi mi, Sarı?" Sesinde sezdiğim hafif alay kanımın donmasına sebep olurken kurduğu cümle onunla paylaştığım birkaç eski anıyı zihnimin önüne sererek gülümsememi sağlamıştı. "Eğer kabul edersen, öyle diyebiliriz."
Başını hafifçe salladı onaylar gibi, "O gün gelsin bir, bakarız." Yeniden buz kesti Savaş ve sessizleşti.
Yerimde huzursuzca kıpırdanıp derin bir nefes aldım, gözlerimi ondan çekerken dudaklarımı ıslattım cesaretim kırılıp etrafa, dört bir yana pervasızca saçıldığında. Minik taşlarla dolu kumu ayakkabımın ucuyla eşeleyip sessizliği hazmetmeye çalıştım bir süre. "5 Haziran'da müzik yarışmam var. Peki, onda beni izlemeye gelecek misin?"
"Geleceğim," dedi gözlerini bana çevirdiğini hissettiğimde, "Seni dinlemeyi seviyorum."
"Sadece bunun için mi?" Kaşlarım hafifçe çatılırken cümlesi tarafından gafil avlanıp ona döndüm yeniden, zayıflayan beyaz tenli yüzüne baktım. "Sadece müziğimi dinlemeyi sevdiğin için?"
Savaş hiçbir şey söylemeyip susmayı seçtiğinde ensemden yukarı tırmanana yanma hissini yok saymaya çalışmıştım, boşa bir çaba olduğu su götürmez gerçekti ancak yine de deniyordum. Sessizliği acı veren biriydi Savaş ve ben bunu daha önce fark etmiş olsam da şimdi daha da iyi farkına varmıştım. Derin bir nefesi bırakıp başımı sallayarak onayladım onu sessizce, "Müziğim için yanımda olan birkaç kişiyi tanıyorum ama hepsi teker teker gitti." Sesimdeki neydi bilmiyordum ama cümlelerimdeki çaresizliğin bir yansıması gibiydi, bu onun dikkatini çekmiş olacak ki bana daha da bir dikkatle bakmıştı gözlerini kısarak. "Birisi bana nefeslerimizin bile bize ait olmadığı halde müziğe nasıl onun gördüğü kadar ait olduğumu sormuştu, bu hayatım boyunca aldığım en güzel iltifattı ve gitti sonrasında. Semih vardı bir de," dedim sessizce konuşurken, sesim de kirpiklerim de titremiyordu; aksine bomboş hissediyordum.
"Biliyor musun Savaş, herkes bana teker teker arkasını dönerken Semih vardı ama sonra aramalarıma bile cevap vermemeye başladı." Buruk bir gülümseme dudaklarımdaki yerini alırken başımı ardımdaki zincire yaslayıp kararmaya yüz tutan gökyüzüne baktım. "Beni gördüğünde yolunu bile değiştiriyor."
"Ama annenle aranı düzelttiğini söyledin?"
Koca bir yumru boğazıma yerleştiğinde gözlerimi Savaş'a eğdim, gerçekten hatırlamıyor muydu? Ben onun doğum gününün 18 Haziran'da olduğunu hatırlıyordum; doğum günlerimizi birbirimize söylediğimiz günü, o gün neler yaptığımızı dahi hatırlıyordum.
"Saçlarımı kestirdiğimi fark etmedin," dedim sessizce, konuyu saptırmış gibi gözüksem de bu cümlenin altında yatan kırgınlık sadece saçlarımın kesildiğini fark etmemesinden kaynaklanmıyordu. Fark etmiyor muydu yoksa fark etmeyi mi reddediyordu?
Kaşlarını çatma sırası ondaydı şimdi, sırtı dikleşip gözleri biraz daha kısıldığında dikkatle baktı saçlarıma ve o zaman anladı, bir şaşkınlık hissi yayıldı yüz hatlarının her bir köşesine. "Fark etmemiştim..." Tuhaf bir sessizlikle mırıldandığı sözler umuduma balta vurdu o an. "Ama sana yakışmış." Gülümsediğinde, hatta gamzeleri bile yanaklarında belirdiğinde güzel gelmemişti Savaş gözüme. Sanki ellerinde, boğazını sıktığı umudum can çekişiyor gibi acı verici bir görüntüydü bu gülümsemesi.
"Hadi, itiraf oyunu oynayalım." Gözlerimi ondan çekip yeniden gökyüzüne odaklandım ağlamamak için. Ani değişimlerime ayak uydurmakta zorlandığını biliyordum, ben de kendime ayak uyduramıyordum doğrusu. "Ben küçükken evimizde bir televizyon yoktu, liseye geçeceğim yaz almıştı annem." Tepkisini fark ettiğimde güldüm istemsizce, "Babam televizyonlardan nefret edermiş, biz de hiç ihtiyaç duymamıştık almaya."
Gülümsediğini duyduğumda gülümseyerek kapadım gözlerimi ve derin bir nefes alıp onu bekledim sessiz sessiz. "Çizgi roman okumayı çok severdim, bana kimse zorla da olsa kitap okutamazdı. Okumayı da çok geç öğrendim zaten ben."
Aklımda canlanan hayale güldüm başımı hafifçe sağ omzuma eğerek, gözlerimi açıp Savaş'ı izledim saklama gereği duymadan. "Bebekliğime ait birkaç fotoğrafım var, gözlerim çoğu bebekteki gibi lacivertmiş ama bir yaşıma gelene kadar değişmiş," dedim bu bir itiraf sayılmasa bile, Savaş'ı konuşturmak istiyordum sadece.
"Birkaç fotoğraf," dedi düşünceli bir şekilde, "Çok mu az?"
Başımı sallayarak onayladım onu, aklıma büyük bir saman kâğıdı zarfının içindeki fotoğraflarım geldi. "Ortaokula geçene kadar toplasan beş on tane falan ancak çıkar." Şaşkınlığını hissettiğimde sessizce devam ettim, utancımdan yerdeki kumları eşelemeye başlamıştım yeniden. "Babam çok çekmiş fotoğrafımı ama annem onları hep atmış," diye mırıldandım boğazımı temizleyerek. "Birkaç tane var işte, onlar da bana yetiyor zaten." İşte bu bir itiraftı.
"İlk kez kavgaya girdiğimde sekizinci sınıftaydım, dayak yemiştim." Güldüm hafif bir kıkırtıyla, haşarı çocuk Savaş, asi... "Bir kız içindi, çocukça bir şey." Sesi gittikçe kaybolurken boğazıma oturan yumru bir an nefes aldırmamıştı bana, gözlerimi yere doğru eğdiği yüzünde dolaştırdım. "Benim için de kavga ettin," dedim sessizce. "O da çocukça mıydı?"
Konuşmadan önce konuşmak için aralanan dudakları birkaç uzun saniye boyunca öyle kaldı, bir nefes süzüldü dudaklarından ama konuşamadı. Belki bunu nereden bildiğimi düşünüyor olabilirdi ama sanırım aklına bir ihtimal geldiğinde şaşkınlığın gölgelediği yüzünü kaldırıp çenesini dikleştirerek gözlerime baktı ondan beklemediğim bir öfkeyle. "Öyleydi."
Hayatımda kendimi değersiz hissettiğim birçok anı biriktirmiş, hepsini bir balonun ucuna bağlayıp gökyüzüne bırakmıştım ancak o anılar o kadar fazlaydı ki balonun uçup bulutlara ulaşmasına engel olacak kadar ağır gelmişlerdi. O balon şimdi ayak ucumdaydı ve elimdeki iğneyle onu patlatmıştım. Balona hava niyetine üflediğim tüm hayal kırıklıklarım saçılmıştı etrafıma, yine de böylesine değersiz hissetmemiştim daha önceki seferlerde. Gözlerimi kapayıp hafifçe gülümsediğimde kalbime sızdığını hissettiğim sızı bir parça daha canımı yakmaya başlamıştı, Savaş için çocukça bir şey olduğumu bilmiyordum; daha öncesinde bana böyle davranmamıştı hiç ve ben buna alışık değildim.
"Seni bir kızla gördüm birkaç kez," dedim bu kez, bana doğrulttuğu bilenmiş bıçaklara karşı bir savunma kalkanı gibi kullandım cümlelerimi. "Buluşmak için sözleştiğimizde ama yanına gelmediğim zamanlar." Birkaç kez Savaş'a attığım mesajlar sonrasında onunla buluşmamıştım. Ne zaman çay bahçesinin önüne gitmiş olsam onu yanında bir kızla görüyordum, onu ilk kez yan yana gördüğüm kızdı bu ve sanırım, beş altı kez daha tekrarlanmıştı. Artık canımı acıtmıyordu fakat aklıma bir soru işareti düşürüyordu.
"Güzel, esmerce bir kızdı. Yanına gelip konuşmanızı bölmek istemedim." Bu kez gözlerini kaçırma sırasını Savaş devralmıştı, işte o zaman daha önce hiç acıtmadığı kadar da acıtmıştı beni. Boğazımı temizleyerek devam ettim: "Bana karşı hep sabırlı olduğunu biliyorum, bunun için de sana gerçekten borçlu hissediyorum," dediğimde konuşacak gibi olmuştu ama elimi kaldırarak onu durdurdum. "Minnet ya da vefa borcu. Dinlemek zorunda değildin, yanımda olma mecburiyetin yoktu ama bir şekilde hep yanımdaydın, seni itsem bile."
"Neva..."
Havada asılı kalan elimi öne doğru uzatıp ona yaklaşarak iki parmağımı şakağına yasladım, "Burada biliyorsun ki, ben iyi değilim. Eğer bunun için yanımdaysan, iyi olmadığımı bildiğin ve gördüğün için, lütfen beni bırak." Elimi kalbine indirip avuç içimi yasladım, kumaşa işleyen sıcak gövdesine. "Ama eğer burada hissettiklerin, en azından hâlâ arkadaş kalabilirsek, ağır basıyorsa Savaş; sana kapım hep açık. Biliyorum; ben senin canını acıttım, seni kırdım hem de defalarca kez, elimin tersiyle ittim belki de. Sırf bunlar yüzünden gelmek istemezsen de anlarım."
Elimi kalbinin üzerinden çekiyorken ince parmakları elimi kavradı, beni itecek diye korkuyordum fakat o elimi sıkıca tutmuştu. Dolan gözlerimi kapayıp yüzümü hafifçe eğdim yere doğru, onu görmemek için. "Sen beni aldatmadın ama çok kırdın."
Başımı sallayarak onu onayladığımda ellerimizi birbirinden ayırmadan dizine bıraktı, o kıza dair hiçbir açıklama yapmamıştı ve ben de bir açıklama beklemiyordum. Bir açıklamayı hak etmiyordum dahası, onu defalarca kez kırmışken... Nasıl hak edebilirdim ki?
"Buğra'yı kıskanıyorum."
Ani itirafı karşısında şaşkınca ona dönmüştüm düşüncelerimden sıyrılarak. Savaş, Buğra'yı neden kıskanıyordu ki?
"Seni benden daha iyi tanıyor, senin hakkında daha çok şey biliyor." Başımı iki yana salladım buruk bir tebessümle, parmaklarıma kenetlediği parmaklarını hafifçe sıkarak ona güç vermek istedim. "Bilmiyor, senden çok daha azını biliyor."
İkimiz de uzunca bir süre sessiz kalmıştık salıncaklarda otururken, ellerimizi bırakmamış ve öylece gökyüzünü, kimi zamansa birbirimizi izlemiştik. Kalbimde kırıldığını hissettiğim birçok şey tane tane batıyordu etime ona bakarken ancak yine de bugünün doğum günüm olduğunu itiraf etmemiştim ona. Dilimin ucuna kadar gelmişti hastalığım, yanımda oluş sebebine bir başkasını mecburiyet olarak omuzlarına yüklememek için yine susmuştum.
Tam ismiyle Ömer Savaş Yiğit ya da Yılmaz, hayatıma girdiği andan beri onu ne kadar engellemiş, kendimden uzaklaştırmış olsam da kırılan kayığımdan boyladığım Marmara'da ellerimden tutup beni suyun üzerinde tutuyordu. Birbirine sıkı sıkı sarılan parmaklarımız bazen yorgunluktan, bazen suyun ıslaklığından dolayı birbirinden kayıp kurtuluyordu ama o yine elimi yakalayan taraf oluyordu.
Sessizce sandalyeden kalkarak elini bırakmadan ilerlemeye başladım parkın çıkışına doğru. Beni zorlamadan o da ayağa kalkmış, benimle ilerliyordu. "Bir dövme yaptırmak istiyorum," dedim oyunu başka bir boyuta taşıyarak, gözlerimi Savaş'a kaldırdım bu seferki şaşkınlığının güzel ifadesini izleyebilmek için.
"Ne dövmesi, piyano?"
Başımı iki yana sallayarak güldüm ona, "Hayır," dedim. "Ne yaptıracağımı bilmiyorum ama piyano istemiyorum."
Elimin üzerinde yumuşak dokunuşlarla dolaşan başparmağı bir parça bile olsa iyi, eskisi gibi hissettiriyordu bana. O da gülümsüyordu, ilk günkü kadar kocaman değildi ama güzel bir gülümsemeydi. "Benim bir dövmem var," dedi sessiz bir sesle konuşarak, olduğu yerde dururken beni de durdurup gömleğinin içinde kalan tişörtü yaka kısmından aşağı çekerek sol köprücük kemiğinin altında kalan virgül şeklindeki küçük dövmesini gösterdi bana. Şaşırmışken, beklediğim kesinlikle bu değildi çünkü, tereddütle uzanıp parmak uçlarımla dokundum dövmesine. "Gitarı çağrıştıracak bir şeyler beklemiştim..."
Hafif bir sesle gülerken başını iki yana salladı ve tişörtünü bıraktığında ben de onu rahatsız etmemek için çekmiştim elimi teninden, diğer ellerimiz ise hâlâ birbirine bağlıydı çok da sıkı olmayan bir tutuşla, tıpkı bizim gibi. "Neden virgül," diye sordum yeniden ilerlemeye başladığımızda. "Özel bir anlamı var mı?"
Başını hafifçe iki yana salladı, "Devam etmek zorunda olduğumu hatırlatıyor, daha söyleyecek çok şarkım var."
Ona kocaman bir tebessümle gülümserken aklıma gelen fikri sadece kendi içime tutmadım: "Beni de dövmeyi yaptırdığın yere götürür müsün, şimdi?"
Bu beklediği soru değildi anlaşılan fakat beni ikiletmeden bildiği bir yolda ilerlemeye başladı, sonradan geç kalabileceğimizi düşünmüş olsa gerek; yol üzerinden çevirdiği taksiye bindik. Sessizlik içinde sürdürdüğümüz yolculukta Savaş hâlâ elimi bırakmamıştı, bunu benim için değil de kendisi için yapmış olmasını istiyordum ve onun hangisini tercih ettiğini bilmediğimden içimde hiç susmayan bir huzursuzluk yok diyemezdim. Taksiden ineceğimiz zamana yakın Savaş, isminin Görkem olduğunu öğrendiğim bir çocukla telefon görüşmesi yaparak yanında birisini olduğunu; dövme için geldiğimizi anlattı kısaca.
Taksiden inmek üzereyken Savaş'ın kabaran erkeklik gururu ücreti bölüşmemize izin vermemişti, takside bir tartışmayı önlemek ve biraz da onun suyuna gitmek için ücreti halletme işini ona bırakmış, taksiden inmiştim. O da yanıma geldiğinde eski bir iş hanının içine doğru yönlendirdi beni. Onun yönlendirmesine ayak uydurarak ilerlediğimiz yolları izledim dikkatle, demir bir kapıyı açarak önden geçmem için bekledi beni. Ona gülümserken elini tutarak ilerledim açtığı kapıdan geçerek, oldukça büyük ve duvarları dövme görselleri, değişik tablolarla dolu bir yere gelmiştik. İçeride oturan birkaç kişi vardı, birisi dövme yaptırıyordu üstelik. Savaş'ın telefonla konuştuğu arkadaş -en azından öyle tahmin ediyordum- yanımıza gelip elini uzattı tokalaşmak için.
"Buranın yolunu unuttun sandım, gelmiyorsun ne zamandır." Savaş'a gülerek sataşırken erkeksi bir tokalaşmayla birbirlerini selamladılar.
"Sen arıyorsun sanki de ben geleceğim," dedi Savaş sırıtırken. "Tanıştırayım, Neva." Eliyle işaret ettiği çocukla tokalaştım başımı hafif bir selamlamayla öne eğerken. "Bu serseri de Görkem oluyor," diye devam ettirdi tanıştırma faslını.
Birkaç soru cevap sonrasında dövmeyi yaptıracak kişinin ben olduğumu kesinleştirdik ve dişçi koltuklarına benzeyen koltuğa yerleştim. Birçok dövme figürü geçiyordu aklımdan, ne yaptıracağım konusunda hâlâ bir fikrim yoktu ama aklımda bir şekil belirmiyor da değildi. Görkem işlerini halledip araç gerecini hazırladıktan sonra yanımıza geldi ve kot ceketimi çıkararak üzerimdeki tişörte baktım. "Dövmeyi sol göğsümün üstünde istiyorum," dedim sessizce, yabancı birisinin önünde olmaktan çok yanımda Savaş'ın olması beni utandırmıştı.
Savaş'a baktığımda onun da pek rahat olmadığını görmüştüm, sessizce gülüp derin bir nefes alarak oturduğum yerde doğruldum ve üzerimdeki tişörtü çıkararak iç çamaşırımla kalmıştım. Bikini giymişsin gibi düşün ve Savaş'a bakma, diye kendimi telkin ediyordum bu sırada. "Bir çember istiyorum, içi boş olacak." Yerime yeniden uzanıp tişörtümü karnıma örttüm, bir elimle yeniden Savaş'ın elini tutarak tavanı izlemeye başladım.
Zihnimde beliren sahneyle derin bir nefes aldığım sırada etimde hissettiğim hafif sızılı bir acıyla gözlerimi kapayıp Savaş'ın elini daha sıkı tuttum, zihnimdeki anıya sıkı sıkı tutundum sonrasında. Edebiyat hocamız Engin Bey'in önümüze koyduğu boş kâğıtlar gelmişti aklıma, bizden o kâğıda bir çember çizmemizi ve içini doldurmamızı istemişti. O zaman o çemberin içine bir sol anahtarı çizip dışına da insanların benim için söylediklerini yazmıştım fakat şimdi o sesleri duymuyordum, çizdiğim çemberin içi ise silikleşmeye başlayan bir sol anahtarıyla doluydu sadece.
İçten içe dudağımı yerken acıyı hissetmemek ya da hissettiğim acıyı göz ardı edebilmek için saçma sapan şeyler düşünüp çoğu zaman kendi düşüncelerime gülmüştüm. En nihayetinde dövme işi bittiğinde Görkem dövmeyi yaptığı yere bir gazlı bez yapıştırmıştı. Savaş'ın da yardımıyla yattığım yerde doğrulup üzerimi giyindim yeniden ve bu kez Savaş' imkân tanımadan kendim hallettim ücret işini.
Dövmeyi yaptırdığımız yerden çıktığımızda saat sekizi bir iki dakika geçiyordu. Evime yakın olan sahile kadar yine bir sessiz taksi yolculuğu yapmıştık Savaş'la birlikte. Neden konuşmadığını anlamıyordum, konuşmasını istiyordum. "Aklından ne geçiyor," diye sordum bu yüzden taksiden indiğimizde, "Benimle konuşmuyorsun."
Yürüdüğümüz yolda durmadan omzunun üzerinden bana baktı bir süre sessize, denizden esen rüzgâr soğuktu ama Savaş kendi bedenini siper eder gibi tutuyordu hemen yanımda, beni koruyordu ancak beni korurken kendini feda ediyordu. Yavaşça ilerlediğimiz sahil kenarına yakın kaldırımda gözlerini benden çevirip deniz tarafında kalan elini cebine sokarak derin bir nefes aldı. "Neden içi boş bir çember?"
"Her şeyin başa döneceğini hatırlatıyor," dedim hiç düşünmeden, ona gülümsedim ve ben de önüme döndüm sessizce. "Bir noktadan başlıyoruz ve aynı noktaya geri döneceğiz, tıpkı her şeyin aynı noktaya geri dönmesi gibi." Aklıma gelen başka bir düşünceyle güldüm, "İlk notanın do olması gibi, başlangıç ve son."
Kaşları çatılırken hafif bir tebessüm yerleşmişti dudaklarına, anlamını bilmediğim cümleleri içeriyordu o gülüş ve bu biraz ürkütüyordu. Sessizliğini yeniden takındığında denizi bırakmıştık arkamızda, sokakların kaldırımları aşındı onunla yürürken kırılan güvenim altında fakat yine de sesleri çıkmamıştı benim gibi. Evimizin olduğu sokağa dönmek üzereyken ona gülümseyip durdum, durdurdum onu da. "Buraya kadar geldin, uzatma daha yolunu," dedim başımı hafifçe öne doğru eğmişken. "Bugün yanımda olduğun için teşekkür ederim."
"İyi geceler, Sarı." Sesindeki yorgunluğun fiziksel olmadığını iliklerime kadar hissetmiş olsam da bana eskisi gibi hitap etmesi gülümsetmişti. Gözlerinin içine uzun uzun baktım o tebessümle, sanki o an onun da dudakları kıvrılmıştı hafifçe. Gülümsemem büyürken yanaklarında az bile olsa kendini belli eden gamzelerini görünce uzanıp sessizce dokundum sol tarafında kalan ve daha derin olan gamzesine parmak uçlarımla dokunurken o an, sadece içimden geldiği için ona doğru uzanarak sağ yanağındaki gamzesine yasladım dudaklarımı yumuşacık bir dokunuşla öper gibi.
Bedeninin gerginliği yavaş yavaş azalıp o gerginlik yerini daha rahat bir duruşa bıraktığında Savaş'tan usulca uzaklaştım, "İyi geceler," diye mırıldandım gülümserken ve bir elini tutup sıktım sanki bu onun yanında olduğumu belirtecekmiş gibi, "Sarı." Ve daha fazla beklemeden ilerledim evimin olduğu sokağa doğru. O an hangimizin diğerini gerisinde bıraktığı belirsizdi, ben onu bırakmadan önce beni bırakmamıştı değil mi?
Kapının önünce durduğumda başı gözüken sokağa omzumun üzerinden baktım beni huzursuz eden merakım yüzünden. Savaş gerçekten gitmişti.
Kapının önündeki su sayaçlarının olduğu kutuyu açarak anahtarı aldım ve kapalı olan ışıklardan annemin evde olmadığını bilerek açtım kapıyı, girişte ayakkabılarımla birlikte ceketimden kurtularak sessiz adımlarla odama ilerledim üzerimi değiştirmek için. Karnım aç hissediyordum fakat kokular burnuma o kadar kötü geliyor, midemi bulandırıyordu. Derince bir nefes alıp daha koridordayken tişörtümü sıyırdım bedenimden dikkatlice, odadan içeriye girdiğim anda pantolonumu da çıkartarak elimdekileri gelişigüzel katlayıp girişe yakın duran sandalyeye koyup kendimi yarı çıplak bir halde sırtüstü bıraktım yatağıma.
Zihnim bile beni terk etmişti bugün. Doğum günümde kendime sarılan bir ben vardım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top