soğuk suskunluk ii ♫ ♪

Bu bölümü yazarken canım çıktı diyebilirim, hastayım yani öyle istediğim kadar güzel olmadı sanırım ama umarım beğenirsiniz. Bu bölüm bir nevi geçiş bölümü gibi bir şey. Ayrıca yazarken en çok zorlandığım kısımlar Neva'nın piyano başında geçirdiği zaman olduğu için her bölüme ekleyemiyorum onları, kusura bakmayın. Her neyse, beğenmeniz dileğiyle! Yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar! :')

Bölüm parçaları:

1. 2cellos - Hurt
2. Breaking Benjamin - Give Me A Sign

On İkinci Bölüm ♫ ♪

Her ateşi söndürebilecek bir hava boşluğunda yanmıştım, şimdi ise aniden sönmüştüm. Küllerim rüzgarlarıma yenik düşüp her bir yana savrulurken soğuğu hissettim. Ense kökümden başlayarak belime kadar inen ağrı daha önce hissettiklerimi unutturacak kadar yoğundu. Sesler kulağıma çok uzaktan geliyordu. Sanki tüm bedenim suyun altındaydı. Can çekişen duygularım ve hayatta kalmak için çırpınan beynim her zaman birbirine ters düşerken bu kez aynı cümleyi haykırıyorlardı: İmdat! Ancak fazla acı yutmuştum, ciğerlerim ise huzursuz kalmıştı.

Ona bakmaya devam ettim. Gözlerimde biriken yaşlar görüşümün netliğini engelleyen çerçevelerden farksızken inatla onu görmeye çalışıyordum.

"Yasemin... İyi misin hayatım," dedi adam. Eli annemin kolunu sararken bir an olsun ona kaydı gözlerim.

Annemin başını olumlu anlamda salladığını gördüm göz ucuyla. "Evet, iyiyim. Tanıdık birini gördüğümü sandım," diyerek adama döndü ve gülümsedi.

Adam annemin kolunda duran elini beline doğru kaydırırıken önüme döndüm. Gözlerimdeki, serbest kalmak için çırpınan yaşlar beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Savaş'la göz göze gelince artık tutmakta zorlandığım bir damla yaş yuvarlanarak yanağımdan aşağı süzüldü. Başımı öne eğerek yüzümü saklamaya çalıştım. "Gidelim mi," diye sordum çatlayan sesimle.

"Neva, iyi misin?" Başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. "Savaş, gidelim."

Hiçbir şey söylemeden durduk bir müddet, sonra ayağa kalktı. Ben de onu takip ederek ayağa kalktığımda elini bana doğru uzattı. Bana doğru uzanan parmaklarında takılı kalsam da bunu garipsemeyerek elimi avucunun içine doğru kaydırdım ve parmaklarıma dolanan parmaklarının beni kendine doğru çekmesine izin verdim. Kasaya doğru ilerlerken sırtımda hissettiğim bakışların kime ait olduğunu tahmin etmek hiç zor değildi. Savaş hesabı öderken sessizliğimi bozmadım. Normal bir zamanda olsak bu konu hakkında Savaş'la kavga edebilirdim ancak şu an ne kavga edecek gücüm vardı ne de normal bir zamandaydık.

Dışarı çıktığımızda havanın biraz daha soğuduğunu fark ettim. Ceketimin yakalarını birleştirerek yanımdan yürüyen Savaş'ı takip etmeye başladım. İkimiz de tek kelime etmiyor, sessizliği en küçük noktasına kadar kabulleniyorduk. Soğuk hava sanki davet edilmiş gibi içimi ürpertip titrememe sebep oldu. Şu an her şey o kadar yoğundu ki, bir bataklıkta boğazıma kadar battığımı hissediyordum. Ancak yarım eli de aramıyordum. Bana uzanan herkesi dibe çekecektim, benim kendime yardım edecek mecalim yoktu bir de başkalarının yaşam mücadelelerini omuzlarımda sorumluluk olarak taşıyamazdım.

Bir kez tökezleyince düşmek kaçılmaz bir zirve olurdu, bense zirveye adım adım yaklaşıyordum. Düşüşüm sonum olacaktı.

Derin bir nefes aldım ve içme parçalanan can kırıklarımı kucakladım. Hepsi daha da derine batarken boğazımda biriken cümleler bağlanıp bir düğümcük halini almaya başladılar. Tuttuğum nefesi bırakırken ağlamamak için dişlerimi birbirine bastırdım. Fiziksel acıyı çok fazla hissetmiyordum ancak yıkımlarımın müptelası olmuştum. Öyle ki artık acı, bendim. O ne kadar ise ben de o kadardım, o ne ise ben de o idim. Her darbede biraz daha acı olmuştum. Gece olup siyaha bürünmüştüm. Benim gecelerim ise birer katillerdi, içimdeki iyilikleri öldüren. Fakat ben, her seferinde mutluluğu isteyecek kadar arsızdım.

"İstersen seni evine bırakayım?" Savaş'ın sesi düşüncelerimi dağıtırken söylediğini anlamaya çalıştım. "Neva?" Durduğunda başımı sallayarak onayladım.

Sessizlik attığımız her adımda biraz daha yükselmişti. İçten içe çığlıklar atsam da bu anı bozmak istemiyordum. Savaş'ın dudakları önce aralandı sonra konuşmaktan vazgeçip beni sessizliğin serin kollarına bıraktı.

Üşüdüğümü hissettim, donuyordum. Gerçekler birer buz kütlesi olup içimin yangınlarını söndürürken kanranlığıma yenik düşen ruhumu izliyordum uzaktan. Kendi siyahlarında boğulmuş bir beyazdım ben. Hala yüzeye çıkmak için çırpınıyordum, fakat artık umudum kalmamıştı. Yaşamak değil nefes almak bile yük dibiydi artık. Yine de her şeye rağmen derin bir nefes daha alıp daralan ciğerlerimi ödüllendirdim. O sırada gözlerimin önünde kırgın bir çehre belirdi. Dargın bakan yeşil gözler... Sahi, babam nasıl sevmişti o kadını, ne olduğunu bile bile neden onu yanında tutmuştu?

Artık durduğumuzda kendi düşüncelerimi bir rafa kaldırdım ve rafı kapadım. Onları kilitlemeyi öyle çok isterdim ki...

"Neva..." Gözlerimi Savaş'ın gözlerine sabitledim ve devam etmesini bekledim. "Kendini başkaları için üzme. Karşındaki her kim olursa olsun eğer seni üzüyorlarsa bırak kaybeden onlar olsunlar." Yutkunup bana doğru birkaç adım attı. "Zaten seni üzüyorlarsa seni hak etmiyorlar demektir, onlar istiyor diye değişmeye çalışma. Çünkü sen, sen olduğun için güzelsin. Sen hatalarınla özelsin, Sarı." Yüzüme düşen hırçın bir tutamı kulağımın arkasındaki yerine gönderdi.

Başımı sallayıp onu onayladım. Ben hatalarımla bendim, başkaları için değişmemeliydim.

"İyi geceler, Sarı."

"İyi geceler, Savaş. Teşekkür ederim." Babama bu kadar çok benzediğin için...

Kaçıncı Nescafe'yi içtiğim konusunda hiçbir fikrim yoktu ancak bardağım dibini buldukça sıcak sıvının yerini bir yenisi alıyordu. Kafeinin damarlarımdan aktığını bile hissedebilecek durumdaydım. Gözlerim yorgunluktan ağrıyordu, uyumamak için direniyordum. Uyumamalıydım.

Sabah ezanı okunalı neredeyse yarım saat oluyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi ovuşturdum. Kaç saattir ayakta olduğumu dahi bilmiyordum. İçtiğim Necafe'ler sayesinde aldığım nefeslerde bile kafeinin o iç yakan kokusunu duyumsar olmuştum. Tam istediğim gibi uykum dağılmıştı. Tabii daha fazla dayanabileceğimi sanmıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı bile. Yeniden derin bir nefes alıp sessizliği bozdum.

O sırada kapı açıldı. Önce anahtarın çıkardığı metalik ses, sonra bir hıçkırık ve bunu takiben gelen yalpalama sesi, hemen ardından ise kapanan kapı... Ayakkabılarını çıkardığını düşündüğüm süre sonunda savsak adımların parke üzerinde çıkardığı bozuk ritmli sesi dinledim bir süre.

Kendimi koltuktan kalkmaya zorladım. Özellikle sessiz olmasına özen gösterdiğim yavaş adımlarla oturma odasını geçtim. Kapının hemen altında, koridora çıkan yerde durdum. İnce koridoru annemin ayak sesleri ve sarhoş iniltileri sarmıştı.

Lambayı açtığımda ince ve sessiz bir çığlık yankılandı önce, sonra tıkırtılar aldı yerini ve her şey normale dönmeye başladığında odağını kaybetmiş kehribar rengi gözlerin hedefi haline gelmiştim. Dudaklarından bir kıkırtı döküldü. "Neva?"

Hiçbir şey söylemeden ona bakmayı sürdürdüm. Dudaklarındaki kırmızı ruj dağılmış ve göz makyajı akmıştı. Yanakları rimelden ve göz kaleminden dolayı siyahın tonlarına boyanırken saçlarındaki dağınıklık göz ardı edilemeyecek cinstendi. Elbisesine dikkatlice bakıldığında ters giyildiği anlaşılıyordu.

"Uyuman gerekmiyor mu senin," dediğinde sesi bir önceki sefere göre daha kararlıydı ve titrememişti.

Sustum. Kendi içimde kusarken susmayı tercih ettim. Kelimeler bir ağız dolu cam gibi dizilirken boğazıma her yutkunuşumda kendimi kanattım ama yine de sustum.

"Yine mi sessizlik oyununu oynuyorsun?"

Dudaklarım samimiyetten uzak, alayla yukarı doğru keskin kıvrımlarını takınırken gözlerimden hiçbir ifadenin okunmaması için çabaladım. Yüzüme yerleştirdiğim soğuk maskenin keskin hatları vardı; duygusuzluk gibi.

"Neredeydin," diye sordum en nihayetinde bakışlarından rahatsız olarak.

Kahkahası ince koridorda çınlarken sesindeki alay elle tutulacak kadar somuttu. "Anne olan benim. Karıştırıyorsun," diye geveledi kelimeleri ağzında.

"Hayvanlar bile yavrularına daha iyi annelik yapıyor anne," diyerek özellikle son kelimeyi vurguladım.

Gülümsemesi yüzünde solarken söylediklerimden pişman olmamıştım. Yanımdan geçip odasına giderken koridorda yalnız kaldım. İçimdeki hissizlik içten içe beni tedirgin etse de kendimi sakinleştirmeyi denedim. Ne kadar başarılı olduğum ise tam bir muammaydı.

Banyodan içeri girerek sıcak suyu açtım ve üzerimdekileri çıkarıp kendimi sıcak suyun rahatlatan etkisine bıraktım. Suyun sıcaklığı gittikçe artarken sırtımın yanmaya başladığını hissettim ancak aldırmadım. Acı bu dünyada bir insanın sahip olduğunda bir daha vazgeçemeyeceği bir duyguydu ve acı insanı güçlendirirdi.

Buhardan nefes alamayacak dereceye gelince duştan çıktım. Vücuduma havlumu sarıp odama geçtiğimde omuzlarımdan yükselen buhar içimde yatan, bastırılmış olan kötü kızı ayaklandırdı. Onun tatmin olmuş gülümseyişi gözlerim önünde belirirken kendime zarar verdiğim için yakınan Neva'yı duymuyordum bile.

Dolabımın kapaklarını açıp siyah kot pantolonumu ve siyah ince bluzumu alıp yatağın üzerine bıraktım. Saçlarımın uçlarındaki sular omuzlarıma veya parkeye damlıyordu. Bundan rahatsız olarak saçlarımı sol omzumun üzerinde topladım ve suyunu havluya sildim. Çekmeceden aldığım iç çamaşırlarımı üzerime geçirdikten sonra hiç de acele etmeyerek yatağımın üzerine bıraktığım kıyafetlerimi giydim. Sıcak suyun etkisi şimdiden geçmeye başlamış ve ellerim soğumuştu. Bluzumun kollarını avuç içime kadar çekerken komodine doğru ilerledim. Saçlarımı kurutmazsam hasta olacaktım ve bu da şu an için uğraşmak isteyeceğim türden bir sorun değildi. Çekmeceden saç kurutma makinemi çıkartıp en yüksek derecede çalıştırarak saçlarımı kurutmaya başladım. Uzun uğraşların sonunca hâlâ biraz nemli kalmış olmasına rağmen sıkılarak saç kurutma makinesini fişten çıkartıp çekmecedeki yerine geri gönderdim.

Aynanın karşısına geçtiğimde gözlerimi kapayıp yeniden aksime bakmak zorunda kalmıştım. Gözlerimin altındaki torbalar uykusuz olduklarını haykırırcasına şişmiş ve o da yetmiyormuş gibi çürüğü andıran bir morlukla tam karşımda duruyordu.

Gözlerim yeşil ve kehribar tonlarının birleşiminden oluşuyordu, sağlıklıyken. Ancak şimdi cam kadar saydamlaşmıştı. Zaten beyaz tenli bir insandım, tabii son zamanlarda iyice porseleni andıran bir benze sahip olmuştum. Aynadan uzaklaşarak daha fazla bu görüntüyle karşı karşıya kalmaktan kurtardım kendimi.

Banyodan aldığım kapatıcıyı ayna yardımı olmadan göz altlarıma sürdüm. Odamdan çantamı ve cep telefonumu alarak hızlı adımlarla ince koridoru geçtim. Portmantodan aldığım ceketimi üzerime geçirirken evde daha fazla vakit geçirmek istemediğimden kendimi dışarı attım. Sonbaharın tatlı serinliği yerini gittikçe keskinleşen kış soğuklarına bırakmıştı. Havada dolaşan gri bulutların yanı sıra tüm beyazlığıyla insanın içini açan bulutlar da gökyüzündeki yerlerini almışlardı. Tam bir yağmur havası vardı, kasvetli ve bunaltıcı. Adımlarımı hızlandırarak okula doğru yürümeye başladım. Aradaki uzun mesafe insanı yorsa da düşüncelerini ve kendisini dinlemesi için harika bir zaman boşluğu oluşturuyordu, tabii düşünceleri sevimli olan insanlar için.

İçimde bastırdığım öfke bana itaat ettiği için biraz rahattım. Eğer bugün biri çıkıp üzerime gelmezse her şey iyi olabilirdi.

Okul bahçesinden içeri girdiğimde bahçe neredeyse boştu. Telefonumu çıkarıp saate baktım, zilin çalmasına hemen hemen on dakika kalmıştı. Adımlarımı yavaşlatırken sınıfa doğru yöneldim. Sınıfa ulaştığımda hiç vakit kaybetmeden içeri girmiştim. Sırama doğru ilerlerken artık duymaya alıştığım Ali'nin sesi duyuldu.

"Neva?" Yerimde durup ona döndüm, "Kızım bu halin ne," derken gizleyemediği şaşkınlığı beni güldürmüştü.

"Ne varmış halimde?" Sorarken sesime sahte bir dargınlık yerleştirmiştim.

Ali'nin hemen yanında beliren Öykü Ali'ye fırsat vermeden konuşmaya başladı: "Makyaj yapmakta hiç usta değilsin. Hadi gel benimle," diyerek kolumu tuttu ve beni sınıfın dışına doğru çekmeye başladı.

Öykü, sınıftaki diğer burslu öğrenciydi. Sayısal yerine eşit ağırlık seçmişti ve okuldaki en iyi eşit ağırlık öğrencisiydi. Dışarıdan bakıldığında ne kadar çalışkan olduğunu belli eden kahverengi gözleri sıcak çikolataya meydan okurcasına insanı içine çekiyordu. Hafif kızıla dönük koyu kestane tonlarında saçlarını omzunun hemen üzerinden örerdi hep, ancak her gün farklı bir örgü modeliyle okula gelirdi.

Lavaboya girdiğimizde elinde olduğunu fark etmediğim minik el çantasını lavabonun üzerine bıraktı ve fermuarını açıp içini kurcalamaya başladı. En nihayetinde aradığı şeyi bulduğunu belli eden gülümsemesiyle bana döndü ve siyah çerçeveli gözlükleri üzerinden bana baktı.

"Yüzünü yıka güzelce," diye talimat verdiğinde onu dinleyerek suyu açtım ve gözlerimin altındaki kapatıcının çıktığına emin olana kadar yüzümü yıkadım. İşim bittiği an bana bir peçete uzattığında hiçbir şey demeden elindeki peçeteyi aldım ve yüzümdeki ıslaklığı kuruladım. "Bana dön," diye mırıldandığında yine sessizce onu dinledim.

İnce ve küçük parmakları çenemi kavrayıp yüzümü kendine doğru eğerken elinde cam bir şişe duruyordu. Şişenin kapağını açıp parmağına açık ten rengi sıvıyı sıktı. Önce parmaklarını birbirine sürtüp fondöteni parmaklarına dağıttı ve sonrasında hemen gözümün altına dairesel hareketlerle fondöteni yedirerek işini tamamladı. "Hıh, tamam! İşte oldu,"diyerek ellerini birbirine vurdu.

Gülümseyerek aynaya döndüğümde cidden iyi bir iş çıkardığını gördüm. "Teşekkür ederim."

"Ne demek... Ders notlarım tam, biliyorsun. Yani ihtiyacın olursa." Başımı sallayarak ona döndüm: "İhtiyacım olursa ilk sana geleceğim."

Yüzündeki gülümseme genişlerken zil çalmıştı. Bıkkın bir şekilde tuttuğum nefesimi üfledim. Şu an ders dinlemeyecek kadar yorgun ve uykuluydum. "Ders ne," diye sordum Öykü'ye lavabodan çıkarken.

"Edebiyat, yeni hoca gelecek. Hani rehberlik dersinde girmişti dersimize," derken sınıfın önüne gelmiştik bile.

Hiçbir şey söylemeden sessizce sınıfa girdik ve öğretmeni bekledik. Çok geçmeden yeni öğretmenimiz Ali Bey sınıfa gelmişti. Yüzünde samimi bir tebessüm vardı, ya işini seviyordu ya da işini ciddiye alıyordu.

"Günaydın arkadaşlar," dedi çantasını öğretmen masasına bırakarak. "Evet, nasılsınız bakalım?" Sınıftan memnuniyetsiz bir homurtu yükseldiğinde gülmeden edemedim. "Sağ olun... Ben de iyiyim," diye devam etti ve çantasından ders kitabını çıkararak içini karıştırmaya başladı. İşte dersle alakamın kesildiği noktadaydık. Başımı sırama koyduğum kollarımın üzerine kaparken göz kapaklarımın yavaşça örtülmesine izin verdim. Uyuyamasam bile gözlerimi dinlendirmem gerekiyordu.

Dersler tüm hızıyla devam ederken bir an olsun sıramdan kalkıp dışarı çıkmamıştım. Öğle arasına girdiğimizi belli eden zil tüm okulda yankılandı. Yavaşça sıramdan kalkıp sınıftan çıktım ve yavaş adımlarla merdivenleri inmeye başladım.

İçime yerleşen huzursuzluk beni tedirgin ediyordu ve genellikle tedirgin olduğum zamanlarda karşımdaki insanları çok çabuk kırabiliyordum. Derin bir nefes alıp içimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalıştım.

Kantine doğru döndüğümde birinin koluma girmesiyle korkuyla iç çektim. Başımı sağa çevirip koluma giren kişiye baktığımda korkum yerini önce şaşkınlığa sonra da boşluğa bıraktı.

"Korkuttun," dedim Beliz'e bakarak.

"Üzgünüm, daldığını fark etmemiştim."

Başımı iki yana salladım. "Neyse, önemli değil. Bir sorun yok ya?"

"Aslında müzik odasında toplandık, seni bekliyoruz. Erkekler de yemekleri alıp gelecek," derken beni kantinin aksi yönünde çekmeye başlamıştı. Ayaklarım ona itaat ederken sessizliğimi korumuştum. En nihayetinde ikinci kata çıkmış ve müzik odasına gelmiştik. Beliz, Eslem, Ayça ve diğer kızların yanına otururken karşılarında durdum.

"Neyin var," dedi adının Merve olduğunu hatırladığım kız.

Cevap vermek yerine omuz silktim. Bunları konuşacak durumda hissetmiyordum kendimi açıkçası, hatta bunları kimseyle konuşabileceğimi sanmıyordum. Zaten her şeye tanık olan Savaş diken üzerinde olmama yeten bir sebepti.

"Bize anlatabilirsin Neva," diye devam ettirdi Beliz.

Boş gözlerle hepsini izlerken susmaya devam ettim. Nereye kadar dayanabileceğimi bilmiyordum ancak içimdeki öfke patlamak üzere olan bir volkandan farksızdı.

"Biz arkadaşız," dedi Ayça kızıl saçlarını omuzu üzerine alırken.

"Her zaman yanında olacağız, Neva, anlat bize." Ve son noktayı Eslem koymuştu.

Derin bir nefes alarak gözlerimi yumdum. Gözlerimi açıp yeniden onlara baktığımda bana beklentiyle bakıyorlardı. "Her zaman yanımda mısınız?" Dudaklarımdan isterik bir kahkaha döküldü, "Herkes benimle alay ederken neredeydiniz? Siz de onların yanında durup bana gülmüyor muydunuz?"

Susmak istiyordum, susup hiç konuşmamak. Kendi kabuğuma çekilip sessiz cumhuriyetimde hüküm sürmek... Ancak geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim artık.

"Her zaman mı yanımdasınız! Önce bana şu ağzınızdan düşmeyen arkadaşlık ve her zaman kelimelerin sözlük anlamını açıklamanız gerek! Çünkü eminim ki bunu çok yanlış algılamışsınız!"

Eslem dudaklarını aralamıştı, konuşmak için değil şaşkınlıktan olduğu bariz bir şekilde ortadaydı. Ayça burnundan soluyarak ayağa kalktığında onun konuşmasına fırsat vermedim. "Sadece müzik yarışması için buradayız. Ne daha fazlası ne de daha azı. Alacağımızı alırız ve sonra herkes kendi yoluna gider. Kimsenin her zaman yanımda olmasını istemiyorum. Arkadaş değiliz, unutmayın. Sadece çıkarlarımız için bir aradayız," dedikten sonra arkamı döndüm.

Karşımda gördüğüm manzara bir an duraksamama sebep olsa da şaşkınlığımı üzerimden çabuk atıp hızla ilerledim. Erkeklerin arasından geçerken kimse bir şey söylememiş, bir harekette bulunmamıştı. Bundan cesaret alarak kapıyı arkamdan örttüm.

Kollarımı göğsümün üzerinde bağlarken söylediğim sözler için kendime pişman olma hakkı tanımıyordum. Çok sert çıkmış olabilirdim, haklı olduğum noktalar vardı.

"Neva!" Semih'in sesi tüm koridorda yükselmişti, aldırmadan adımlarımı hızlandırdım. Ancak onun uzun bacakları bana bir şans bırakmıyordu. Önüme geçtiğinde boş gözlerle ona baktım.

"Nereye gittiğini sanıyorsun? Önce bizi topla sonra tüm öfkeni kus ve arkana bile bakmadan git. Yok öyle bir hakkın," derken ilk kez Semi'i bu kadar ciddi görüyordum.

"Semih çekil önümden," dedim dişlerim arasından.

Beni duymazdan gelirken bana doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi daha aza indirdi. "Bak sarışın, bazı şeyleri görmen gerek, birilerinin gözüne sokmasını bekleme. Burada sana sen olduğun için değer veriliyor, çünkü kimsenin geçmişi parlak değil, kimse mükemmel bir aileye sahip değil. Biz sana iyi bir piyanist olduğun için hayranız zaten, neden kendini lekelemekten vazgeçmiyorsun?"

Cevap vermeyerek ona bakmaya devam ettiğimde derin bir nefes alarak konuşmaya devam etti: "Eğer dün müdürün odasına girdiysem bu sana değer verdiğim içindir. Görmüyorsun, belki farkında değilsin ama benim de bir erkeklik gururum var. Ayrıca koca Aslan konusunda Eslem kadar heyecanlı değilim. Öyle herkes için kendimi de riske atmam küçük kız," diyerek gülümsedi.

"Semih..."

"Şimdi ben içeri giriyorum ve herkesi hizaya çekiyorum. Sen de gidip kafanı dinliyorsun. Eğer gruptan biri sana karşı mesafeli davranacak olursa onu da gruptan atarım, bu kadar basit," dedikten sonra burnumu sıktı ve beni koridorda yalnız bırakarak müzik odasına doğru ilerledi.

Şaşkınlık... Neydi bu? Benim arkadaşlarım mı vardı, gerçekten? Beni düşünen ve önemseyen insanları ne zaman tehlikeli sularıma dahil eder olmuştum? Benim kitabımda, bu bencillikten başka bir şey değildi. Sevdiklerini harcıyordun öncelikle, insan kendinden başkasını bu kadar kolay tüketebilir miydi? Başımı iki yana sallayarak yürümeye devam ettim. Bugün ne kadar çabuk biterse o kadar rahat edecektim, aksi taktirde az önceki patlama devede kulak kalacaktı ve ben müdürün odasına gitmeye hiç meraklı değildim.

Öğleden sonraki dersler uyuduğum için oldukça hızlı geçmişti. Ayrıca bugün okulda Buğra olmadığı için ve Çisem denilen o kızı da görmediğim için başka hiçbir sorun yaşamamıştım. Öğle arasından sonraki teneffüste kızlar yanıma gelip üzerimdeki kara bulutları dağıtmışlardı. Hatta bir teneffüs Ali'yle gülüşürken Semih bizi suç üstü(!) yakalamış ve diğer iki teneffüs boyunca bana surat asmıştı. Öykü bizi -en çok da Ali'yi- biraz uzaktan islese de yaptığımız şakalara katılmış, bizimle birlikte gülmüştü. Onu Ali'ye kaçamak birkaç bakış atarken yakalamıştım ve içten içe aklıma gelen planlar beni mutlu etmiyor değildi. Son dersin bitmesine birkaç dakika vardı. Cebimdeki telefonum titremesi ürkmeme sebep olmuştu ancak hocaya aldırmadan elimi cebime atıp telefonu çıkardım ve sıranın altından gelen mesaja baktım.

"Birazdan çıkacağını biliyorum, okul girişinin önündeyim Sarı, evine kadar yanında yürümek istedim."

Savaş'ın attığı mesaj anlam veremediğim huzurun içime yayılmasına sebep olurken birden dün olanlar huzurumun ortasına pimi çekilmiş bir el bombası gibi düşmüştü. Yüzüm yavaş yava ısınmaya başlıyordu ve kulaklarımda uğuldayan çıkış zili paniklememe sebep olmuştu.

Gözlerimi sıkıca yumdum ve derin bir nefes almaya çalıştım ancak göğüs kafesim ciğerlerimi sıkıyordu. Kendimi sıradan kalkmaya zorladım ve ürkek adımlarla bahçeye indim. Okuldaki öğrencilerin çoğu dağılmıştı bile. Ne kadar zaman geçirmiştim, beş veya on dakika? Hiçbir fikrim yoktu ancak Savaş'ın gitmiş olmasını umuyordum. Başımı öne eğerek yüzümü saklamaya çalıştım.

"Sarı!" Savaş'ın sesi en ücra hücrelerime kadar işlerken buhar olup havaya karışmak istedim ancak bunun imkansız olduğu gerçeği evrenin benimle oyun oynadığının en güzel kanıtıydı. Bana doğru yaklaştığını yerdeki gölgesinden anlıyordum ve attığı her adımda kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Yanaklarım çoktan kıpkırmızı olmuşlardı bile.

"Yüzüme bak Neva," diye fısıldadı Savaş ancak ona bakmamak konusunda kararlıydım, en azından doğrudan. İnce, uzun parmakları çenemi kavrarken yüzümü kendine doğru kaldırdı. "Bana bakmanı istiyorum, sen utanılacak bir şey yapmadın ki." Yeşil gözleri anlamlandıramadığım nazarlarla parlarken ne demem gerektiğini kestiremiyordum.

Derin bir nefes aldım ve en nihayetinde sesimi saklandığı kuytu, karanlık boşluktan tutup çıkardım, "Ben batıyorum Savaş, seni de yanımda çekerim. Zaten yeterince çamura bulandım, sana haksızlık etmek istemiyorum."

Dudakları daha önce hiç kimsede görmediğim şefkatle yukarı doğru kıvrıldı, "Seni hayatta tutacağım."

Ona güvenebilirdim, farklıydı, farklı olduğunu biliyordum. Bana babamı andırıyordu. Saçları, yüz hatları, benimle konuşurken sesine yerleşen tını ve en çok da gözleri... Sanki benim için gönderilmiş bir işaret gibiydi, kendi mücadelemde güçlü durmam için gönderilmiş bir işaret...

Duvarlarım etrafımı çeviriyordu ve nefesim daralmaya başlamıştı, o sırada gökyüzümde bir yıldız parlamıştı. Onun sözlerini duydum; "Seni hayatta tutacağım."

Sahi ne kadar başarılı olabilirdi bunda? Kimse bunu göze almazken, neden uğraşıyordu.

"Hadi, Sarı, eve gitmen gerek." Bir şey söylememe müsaade etmeden ince, uzun parmakları elimi kavradı ve beni de peşinde sürüklemeye başladı.

Evin önünde durduğumuzda Savaş'ın gözlerinde mutlu olduğunu belli eden bir parıltı vardı. "Bugün çay bahçesine gitmeyeceğim, izinliyim," dedi gülümserken.

"Bence dinlenmelisin Savaş, bir yandan okul bir yandan iş... Yoruluyor olmalısın." Savaş'ın gözlerindeki parıltı şimdi gülümsemesine yansımıştı, "Dinleniyorum zaten Sarı, eğer müsait olursan haberim olsun. Bir şeyler yaparız," dedi ve göz kırptı.

"Sonra görüşürüz," dedikten sonra alt dudağımı dişlerim arasına aldım ve gülümsememi bastırmaya çalıştım.

Başını iki yana sallarken artık dişleri gözüküyordu. "Hadi, içeri gir artık."

Gözlerimi devirdim ve arkamı dönerek kapıyı açtım. Bu sırada sırtımda onun bakışlarının ağırlığını hissediyordum. Kapıyı yavaşça arkamdan kaparken tutmuş olduğum nefesimi verdim ancak yüzümdeki gülümseyiş bir an olsun solmamıştı.

-

Savaş'la dışarıda buluşmak için anlaşmıştık. Akşam soğuğu İstanbul'un üzerine çöktüğü için üzerimdeki ince bluzu değiştirip daha kalın bir şeyler giymiştim. Hep salık bıraktığım saçlarımı bu kez basit bir şekilde örüp sol omuzum üzerine bırakmıştım. Aynadaki görüntümden memnundum, sadece fondöteni yenilediğimde hiçbir sorun kalmayacaktı. Cep telefonumu pantolonumun cebine soktuktan sonra banyoya girdim ve çekmeceleri karıştırarak fondöteni aramaya başladım.

Tam fondöteni bulmuş ve lavabo tezgahının üzerine koymuştum ki cebimdeki telefon korkmama sebep olacak şekilde titreyerek çalmaya başladı. Dudaklarımdan minik bir küfür kaçarken telefonu parmaklarımın arasına almıştım bile. Ekrandaki yabancı numaraya şaşkın gözlerle bakarken ister istemez endişelenmiştim ve tereddütle aramayı cevaplandırdım; "Efendim?"

Ahizenin diğer ucundan belli belirsiz yükselen hışırtı sesi rahatsız olmama neden olmuştu. Hemen ardından tok bir erkek sesi duyuldu; "Neva Karaer'le mi görüşüyorum?"

"Evet." Olabildiğince kısa cevap verirsem belki tehlikeli olabilecek bu konuşmayı hemen sonlandırabilirdim.

"Ben, Merkez Karakolundan Komiser Fırat. Yasemin Ökçün için karakola gelmeniz gerekiyor."

Kalçamı arkamdaki çamaşır makinesine yaslarken uzun ömürlü bir nefes aldım ve bir müddet tutup bıraktım. "Ben reşit değilim." Bunun için ilk kez bu kadar seviniyordum.

"Biliyoruz ancak tek yakını sizsiniz. Prosedür gereği buraya gelmeniz gerek," dedi adam.

Gözlerimi devirdim ve onu onaylayarak telefonu kapadım. Annemin ne halt yediğini merak etmiyordum, onu oradan çıkartmak ya da onun oradan çıkmasını sağlayacak bir şeyler yapmak da istemiyordum! Öfkeyle banyodan çıktım ve odama girip yatağın üzerine bıraktığım ceketi alıp aceleyle üstüme geçirdim. Adımlarım benden bağımsız olarak hızlılardı. İnce koridoru geçmem birkaç saniyeme mal olmuştu. Kapıyı arkamdan sertçe çekerken soğuk hava hiçbir davet beklemeden bütün vücudumu sarmıştı.

Kaldırımda yürürken yol hariç hiçbir şeye bakmıyordum. Aniden yanımda çalan korna sesiyle yerimden sıçramıştım. Tam öfkeyle dönmüştüm bağırmak üzereydim ki yandaki arabanın şoförü yolcu tarafındaki camı aşağı indirip kendini gösterince öfkem yerini şaşkınlığa bıraktı. "Atla, hadi."

Boş gözlerle Buğra'ya bakıyordum, dalga mı geçiyordu? Sabır dilercesine gözlerimi gökyüzüne çevirdim, hemen sonrasında önüme dönüp yürümeye başladım. Açılıp kapanan kapı sesleri birbirini takip etmişti. "Nereye gittiğini ve neden gittiğini biliyorum Neva, hadi, bin şu arabaya da sorun çıkmasın."

Onu duymazdan gelerek yürümeye devam ettiğimde göz ucuyla sinirle gözlerini devirdiğini görmüştüm. "Neva," diye bağırdı. Kollarımı göğsümün üzerinde bağlayarak ona döndüm. En az bakışlarım kadar ifadesiz bir yüzle ona bakıyordum ve bu Buğra'nın en sinir olduğu şeylerden bir tanesiydi.

"Arabaya binecek misin yoksa seni zorlamalı mıyım?"

Öylece durmaya devam ettim yerimde, ancak Buğra da hiçbir yere kıpırdamıyor hatta meydan okuyan gözlerle bana bakıyordu. Neler yapabileceğini düşündüğümde aklıma gelen görüntüler hiç de hoş değildi. Ayaklarımı sürüyerek öndeki yolcu koltuğuna yerleştim ve kapıyı sertçe çekerek kapadım. Buğra'da aynı şekilde yerine oturdu ve arabayı çalıştırdı. Spor araba yolda sessizce kayıp giderken Buğra birkaç kez bana dönüp bakmıştı ancak sessizliği bozmaya yeltenmemişti. Böyle olması daha iyiydi. Yol gittikçe uzuyordu ve tedirginlikten dolayı avuç içlerim soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. Elimi pantolonun kumaşına sildim ve camdan bakmaya devam ettim.

"Battığını hissedebiliyorum," diye söze girdi Buğra.

Ona dönme gereği duymadan konuşmaya başladım: "Pek de şaşırtıcı bir durum olmasa gerek?"

"Öyle." Konuşmanın bittiğini gayet açık bir şekilde belli etmişti.

"Sen de farklı yerde değilsin." Bu sefer yenik düşen ben olmuş ve konuyu açık tutmaya karar vermiştim.

Dudaklarından buruk da olsa alaycı bir gülümseyiş geçmişti. "Senden daha derinlerdeyim Neva. Seni yukarı çekebileceğimden değil, bunu yapamam zaten, ama istersem seni yukarı itebilirim. Belki çıkamazsın ama en azından bataklıktan kurtulma imkanın olur," derken direksiyonu sola kırmıştı.

"Çıkmak için birçok imkana sahipsin Buğra, neden çıkmıyorsun?" Bir anda sorduğum soru Buğra'nın bana olan bakışlarıyla pişman olmama sebep olmuştu.

"Çıkmıyorum, çünkü hak etmediğimi biliyorum." Arabayı durdurdu. "Ama sen bazı şeyleri fazlasıyla hak ediyorsun. Batıyor olabilirsin, senin suçun olmadığı halde bu olabilir, ancak kendini parçalara ayırmaktan vazgeçmelisin." Bana doğru döndü, "Sana, sen bütünken ihtiyacım var Neva. Sakın paramparça olayım deme, sakın."

O susunca arabayı uğursuz bir sessizlik kaplamıştı. Çoktan karakola gelmiştik. Elim kapı koluna gittiğinde dikiz aynasından Buğra'ya baktım, o ise hareketsiz durmaya devam etti. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda soğuk hava yeniden beni selamlamıştı. Kapıyı kapayarak karakolun kapısından içeri girdim. Her yerde fazla gürültü vardı. Çalan telefonlar, konuşan insanlar, ayak sesleri... Kulaklarım şimdiden uğuldamaya başlamıştı.

"Neva Karaer," diye bir kadın sesi duyduğumda sesin sahibine, sağa döndüm.

Tahmin ettiğim gibi üniformalı bir kadın elinde tuttuğu bordo, karton dosyalarla bana bakıyordu. Kadına doğru yürümeye başladığımda eliyle onu takip etmemi işaret etti.

Ofis gibi bir odanın önünde durduk. "Annen içeride. Konuşabilirsiniz," dedikten sonra beni yalnız bırakarak gitti.

Derin bir nefes alarak kapıyı açtım ve titreyen adımlarla içeri girdim. Annem bir sandalyede oturmuş etrafına bakıyordu. Beni görünce yüzüne iğreti bir tebessüm yerleşmişti. Tam karşısındaki sandalyeye oturup basık havaya karışan ağır kadın parfümüyle gerilimi soludum. Annem boğazını temizleyene kadar ona bakmamaya çalışmıştım. "Kızım," dedi sesinden akan sahte sevinçle.

"Ne o, adam mı çok yavaştı yoksa sen mi tatmin olmadın?" Sesim en az onunki kadar samimiyetsizken ben de gülümsüyordum.

"Tamamen yanlış anlaşılma."

İsterik bir şekilde kahkaha atmaya başlamıştım, hayatımda duyacağım en komik espri bile bunu geçemezdi. Gülmekten çeneme ağrı girdiğinde annem bana bir moronmuşum gibi bakıyordu. "Kendine gel artık," derken oldukça ciddiydi.

Boğazımı temizleyerek gelebilecek olan ikinci sinir krizini bastırmaya çalıştım. "Ne istiyorsun?"

"Yıldıray'a git, yanlış anlaşılma olduğunu söyle. O gelip beni alır."

Dudaklarımdan dökülen kıkırdama bana oldukça yabancıydı. Bu ben miydim? Dudaklarımı yalayarak ıslatırken fark ettirmeden avuç içlerimi yeniden pantolonuma silmiştim. "Benim bundan ne gibi bir çıkarım olacak?"

"Neva, Neva, Neva," dedi gözlerini devirerek, "Seni şu an ne olarak görüyorlar anneciğim? Ayrıca eminim ki sana ilgi de çoktur. Burada tutulduğum öğrenilince neler olabilir tahmin edebiliyor musun?"

Gerçekler bir kez daha yüzüme tokat gibi çarparken öfkeyle ayağa kalktım. "Senden nefret ediyorum," diye bağırdım ve hızlı adımlarla odanın içinde ilerlemeye başladım.

Önce kıkırdama sesi duyuldu, sonra annemin şuh sesi kapladı odayı: "Duyguların karşılıksız değil, tatlım!"

---
4040 kelimelik bir bölüm.... Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin! :')

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top