Son Nota ♪ (Part II)

Aklımdaki final kelimesi kelimesine sizin önünüzde; sanırım zihnimi size açmış oldum. Biraz uykusuz, çokça yorgunum.

NOT: Psikolojik ögeler içeren bir bölümdür, daha önceki bölümlerde olanlardan daha fazla. Okurken şikayet edecek olan varsa öncelikle bunları göz önünde bulundursun. NOTA zaten bir kızın psikolojik olarak ve bedenen nasıl çöktüğünü anlatan bir kitaptır.

NOT 2: Bayramdan sonra -belki bayramda da olabilir- yan kitapları yayınlamaya başlayacağım, duyuruyu yine burada paylaşacağım. Yan kitaplardan biri Savaş'ı, diğeri de Yasemin'i konu alıyor. Buğra için başka planlarım var. Yan kitaplar için takipte kalmanızı tavsiye ederim.

Sizden sadece hislerinizi istiyorum, bir iki satır bile olsa bölümü okurken neler hissettiğinizi bırakın yorumlara. Yazarken türlü türlü hislere bürünüp yazdım, sizden de sadece hislerinizi gizlememeniz. İyi okumalar dilerim, yorum bırakmayı unutmayın. ^^ (Nefesimi tuttum, yorumlarınızı bekliyorum. Onları merak ettiğimi unutmayın, hislerinizden ilham alıyorum.)

Bölüm Parçaları:

1. Vadim Kiselev - Conversation (Bu öneri için @Siyahlarvadisi'ne çok teşekkür ediyorum, NOTA için çok güzel bir öneri oldu.)
2. Versa - We Are Not What We Say We Are
3. Cem Adiran - Bir Sebep Göster Dayanmaya
4. Açık Seçik Aşk Bandosu - Ölüm (Piyano versiyonu)
5. Cem Adrian - Seni Kaybettim
6. Cem Adrian - Beni Böyle Bırakma

Bölümde geçen şarkılar:
*Cem Adrian-Sana Bu Şarkıyı Bilmediğin Bir Yerden Yazıyorum
*Carlos Cipa-Lie With Me(Neva'nın bestesi)
*Mozart-Lacrimosa
(İkisini aynı anda dinleyebiliyorsanız öyle dinlemenizi tavsiye ederim, Lacrimosa'yı yeniden başa sarmanız gerekecek süreden dolayı.)

Gözlerim açılıp kapanıyor, kulaklarıma birer uğultu halinde sesler doluyor. Nefes alıyorum. Ağır gelen göz kapaklarım örtülürken hissettiğim sarsılmayla başım yana doğru düştü. Neden sarsılıyorum?

"Neva, beni duyabiliyor musun?"

Diğer seslere göre daha rahat ayırt edebildiğim bu sesin sahibi... Çıkartamıyorum, buğuların altında boğulan zihnim o kişiyi tanımlayamıyor.

"Ambulans geliyor, aradık."

"Açılın, nefes almakta güçlük çekiyor!"

Ellerimi kulaklarıma kapama isteğime karşın hareket ettirmeye çalıştığımda bütün bedenimi bir titreme sardı, dişlerim birbirini kıracak kadar sert çarpıyor birbirine.

"Kriz geçiriyor, kriz geçiriyor!"

Sonra onu hissediyorum, annemin ılık tenini. Bir elimi tutup gerdanına koyuyor, elimi bırakmıyor.
"Annem, buradayım."

Konuşmak istiyorum ama ne dudaklarımı aralayabiliyorum ne de buna mecalim var. Nefes almak bile zor o an, ciğerlerimde koca bir kütle.

Öl Neva, öl! Ölmen gerek, ölmelisin Neva; öl!

"Daha değil, bu kadar erken değil," diye haykırıyor bir ses, dudaklarıma tuzlu bir damla gözyaşı dökülüyor ama bu annem değil. "Bu kadar erken değil, lütfen ölme!" Daha fazla acıyan genç bir erkek... O erkeğin yüzü beliriyor gözlerimin önünde: Köşeli bir çenesi, bronzlaşmış gibi yanık teni, kemikli yüz hatları var. Gözleri, içine ormanların gece manzarasını doldurmuşçasına yeşil; kızıl-kahve saçları dalga dalga bu genç adamın, her şeyi yerli yerinde görüyorum zihnimde ama ismi yok. Bir de dudaklarıma iz mahiyetinde bıraktığı bir damla gözyaşı...

Birileri daha bir şeyler söylüyor ve bedenim sımsıcak bir başka beden tarafından kucaklanıp kaldırılıyor, tuhaftır ki başım savrulmuyor. Sonradan hissettiğim annemin elleri tutuyor çünkü başımı ancak yine de sarsılma hissi devam ediyor ta ki az önce olduğum yere göre daha yumuşak zeminli bir şeyin üzerine bırakılana kadar.

"Ben annesiyim," diyor annem, bir kadın ona bir şeyler sorunca bana epey uzun gelen bir sessizliğin içine düşüyoruz. "Kanser."

Ve sessizlik devam ediyor.

Aslında edemiyor, bir çarpma sesinin ardından kulakları sağır eden bir siren sesi duyuluyor; yeni bir sarsılma daha ama bu kez daha şiddetli... Kolumda hissettiğim ve damarlarımı yakıp geçen sızıyla güçlükle de olsa gözlerimi aralayıp baktığımda ambulansta olduğumu görüyorum net olmayan görüşümle. Bir el gözümün önünde hafifçe sallanıyor ve sarı yelekli bir kadın dolduruyor bu kez görüş alanımı: "Beni görebiliyor musun?"

Konuşamıyorum.

"Beni duyabiliyor musun?"

Haziran'ın beşi Neva, baban seni bekliyor.

Babam gelmedi, beni almaya niye gelmedi? Bu sorunun bir cevabı yok. Tarafından terk edildiğim adam beni almaya gelmezdi, isteseydi en başta gitmezdi.
Gözlerim yeniden kapanmak üzereyken önce annemi ve arkasında durup ona sarılan halimi görüyorum, bana gülümsüyor. Dudakları konuşmak için kıvrıldığında kulaklarıma tiz bir ses çalınıyor. Üşüyorum, ciğerlerimde bir yanma hissi. Sanki alev alev yanan bir evde yangınların ortasındaymışım, boğuluyormuşum gibi.

Sanki yok oluyormuşum gibi.

5 Haziran, günün devamı.

Ambulans hastane bahçesinde durup sedyede yatan Neva araçtan indirilmek üzere aracın kapıları açılacakken durmuştu kalbi. Onu oradan almak için gelen doktor ambulansın içine girip kalp masajı yapmaya başladığında Yasemin eliyle ağzını kapamış, hıçkırarak ağlıyordu. Ölümün ağır kokusu daha henüz havaya yayılmamış, bu kızın bedeni ölüm tarafından kabul edilmemişti; doktor ve hemşirelerin uğraşlarıyla hayata yeniden döndürülen kızın nabzı düşük olsa da yeniden nefes alabiliyordu. Sadece beş dakika ölü kalmıştı, o beş dakika bile yetmişti onun ayakucunda oturan Yasemin için. Biliyordu ki kızını kaybetmeye hazır değildi.

Sedyeyle birlikte araçtan indirilir indirilmez hastanenin yoğun bakım katına kaldırılarak gerekli tüm işlemler yapılmaya başlanmış, öncesinde ise hastalığının ne kadar ileri boyutta olduğuna dair annesinden gerekli bilgi alınmıştı. Yasemin arkasını döndüğünde ise karşılaşmayı beklediğinden daha fazlasını görmüştü, koskoca bir hastane koridoru Neva'nın arkadaşı olduğunu bilmediği insanlarla doluydu. Kiminin beti benzi atmış korkudan, kimi ağlıyor, bir iki kişi ise öfkeyle bakıyordu kadına. Sebebini biliyordu Yasemin, adım adım geri çekilirken o öfkenin en büyük timsali olan Buğra Aslan öne atılarak kadını kolundan tuttu sıkıca: "Ne kanserinden bahsediyorsun sen!"

Yasemin ellerini Buğra'nın kollarına koyup onu iterek uzaklaştırdı kendisinden, canı yanmıştı ama umurunda değildi. "Ne duyduysan o!"

Buğra ellerini saçlarından geçirip öfkeyle saçlarını geriye tararken etrafta saldırıp parçalayacak bir şeyler arıyor, bulamadığı için yeniden karşısındaki kadına sarıyordu: "Sen ne biçim bir annesin ya, nasıl bir annesin sen! Bunca zamandır bilip nasıl sakladın, kızını nasıl hastaneye götürmedin!" Yasemin tam konuşacağı zaman daha da büyük bir öfkeyle karşılıyor onu: "Ama yok," diyor o harfini uzatarak, "Senin tek derdin miras ve para, başka hiçbir şey umurunda değil!"

"Bak çocuk, susuyorum susuyorum ama bir yere kadar!"

Buğra'nın derin kahkahası etten duvarları aşıp hastanenin duvarlarına çarparak yankılandığında Yasemin arkasını dönüp yoğun bakım kapısına doğru ilerlemek üzereydi ki Buğra onu kolundan sıkıca tutup kendine çevirmişti. "Senden bir açıklama bekliyorum, ne kanseri?"

"Akciğer." Konuşan Semih olmuştu. "Akciğer kanseriydi."

Buğra'nın birkaç adım arkasında duran Savaş Semih'e döndüğünde aklına düşen Neva'nın sözleriyle ona beslediği öfke perçinlendi, Semih'in şu an burada dövüp hastane yataklarından birisine mahkum etmek isteyecek kadar büyüdü öfkesi. "Sen nereden biliyorsun," diye çıkıştı kendini tutamadan.

Kızıl saçlarını tepesinde toplamış, üzerinde gayet günlük kıyafetleriyle içeriye onlardan sonra girmiş olan Ayça sevgilisinin elini sıkıca tutuyor, karşısındaki sarışın çocuğa bakıyordu küçümserce. "Senin haberin yok mu?"

"Yok," dedi Eslem, yanından geçerken Ayça'nın omzuna vurmuş ve Buğra'nın kolunu tutarak Yasemin'i ondan kurtarmıştı. "Neva öğrenmelerini istemediği sürece kimsenin haberi olmadı, senin de olmamıştı Ayça."

Buğra ve Savaş öylece birbirlerine bakarken Eslem, kardeşi Semih'in yüzünde daha farklı bir ifadeyi yakalamıştı ve içinden bir ses bu daha fazlası oluğunu söylüyordu. Minik elinin altında kalan, alev almışcasına yanan kolu bırakarak hastanenin lobisine doğru ilerlemeye başladı Eslem; daha ne kadarını kaldırabileceğini bilmiyordu, dayanacak gücü olmadığına emindi sadece.

Neva istemediği sürece... Neva neden istememiş olabilirdi, düşünüyordu Savaş. Aklına gelen ihtimaller kanını dondurup ürpertiyordu tüylerini. Sahiden ona acıyacağını düşünmüş olabilir miydi, ona acıdığı için onun yanında olacağını mı sanmıştı nefes alır gibi kokusunu soluduğu ve o olmazsa kör kalacağını sandığı Güneş'i? Öyle düşünmüştü. Tüm gerçeklik bir tokat gibi yüzüne çarptığında irkilerek gözlerini kaçırdı karşısında dikilen Buğra'nın gözlerinden. Savaş nasıl yalnız bırakabilmişti Neva'yı?

Yere çöküp oturmuştu Yasemin, elbisesinin açıkta bıraktığı bacaklarını kıvırmıştı altına doğru ve sırtını yasladığı kolondan destek alarak buğulu camların içerisini göstermediği yoğun bakımı izliyordu sanki Neva'yı görebilirmiş gibi. Hemşireler içeri girip çıkıyor, bilgi veremeyeceklerini anlatmaya çalışıyordu Buğra ve Savaş'a. Aklına gelen yanlış düşünceye güldü Yasemin, ölen eşine benzeyen Savaş ve hayatını birleştirdiğinde rahat edeceği adama, kendi babasına benzeyen Buğra... O kadar fazla kendi hayatından bir sahne gibiydi ki bu, tabii o hiç böylesine değerli olmamıştı kimseler için.
Bacaklarına bırakılan ceketle irkildiğinde gözlerini, yanında duran Yıldıray'a kaldırdı. "Neden buradasın?"

"Neva'yı dinlemeye gelmiştim."

Gayet yeterli bulmuştu Yasemin o an bu açıklamayı, üstüne soru sormamış ve içine düştüğü sessizliği dinlemeye başlamıştı. Korkuyordu, iliklerini düğüm düğüm yapan bir endişeyi barındırıyordu ruhunun en derinliklerinde. İşin tuhaf yanı, bu duyguların hiçbirine alışık değildi kadın, küçüklüğünde bile belli bir süre hissetmişti korkunun en çirkin yüzünü.

Zaman geçtikçe koridordaki insan sayısında bir azalma oluyordu ancak yine de orada kalan kişi sayısı epey fazlaydı. Buğra sırtını yoğun bakım kapısının karşısında kalan duvara yalamış, ayakta duruyor; Savaş hissettiği karman çormanlığın içinde boğulmuş olmasına rağmen yoğun bakım kapısının yanındaki duvarın dibine oturmuştu. Yasemin yoğun bakımdan çıkacak bir doktoru bekliyor gibi tetikte duruyor; Yıldıray, Yasemin'in hemen yanında ayakta; Eslem, kardeşinden gelecek haberi hastanenin kantininde bekliyorken Kelebek korku içinde merdivenlerde oturuyordu. Ayça daha fazla nefes alamayacağını hissederek koridorda volta atan Semih'i bırakıp bahçede kalan kantine indiğinde Eslem'i gördü, güçlükle yutkundu hissettiği vicdan azabını bastıramadan.

"Mutlu musun?" Eslem'in kısa sorusu aslında her şeyi anlatacak kadar netti, gözlerini masada birleştirdiği ellerinin arasındaki telefondan kaldırıp karşısında duran kızıl saçlı kıza baktı öfkenin gezindiği parlak bakışlarıyla. "Onu ilk bırakan sendin Ayça, sonra herkesi ona karşı doldurdun. Zaten Neva kendini herkesten üstün sanıyordu, tek yapabildiği alt tarafı piyano çalmaktı, ne yani bu grubu toplamakta ön ayak oldu diye bize liderlik taslayabilecek kadar iyi biri miydi!"

Ayça olduğu yerde irkilirken gözlerini yere, ayaklarının ucuna eğdi sanki bundan kaçabilirmiş gibi. Buradan gitmek istiyordu ama adımları hiçbir şekilde ilerlemiyordu o an, sanki buz kesmişti tüm bedeni.

"Her şeyi bize kızdığı bir anda söylediği için acındırıyor olmuştu kendini, değil mi Ayça? Semih'in akalına nasıl girdiğini merak ediyorum ben daha çok." Sonra oturduğu yerden kalktı Eslem e içeriye girmek için Ayça'nın yanına ilerledi, tam yanında durdu. "Artık çok geç oldu ayça, bence eve gitmelisin."

Genç kızın adımları merdivenleri aşıp hastane koridoruna ulaştığında Semih hızlı adımlarla koşarak aşağı iniyordu, öfkeyle kardeşine bakmayı da ihmal etmemişti. Paramparça hissediyordu Eslem, sadece bir kızın ölüm eşiğinde dans ediyor olması herkesi böyle parçalayıp dört bir yana savurması nasıl mümkün olabiliyordu ki? Buna akıl sır erdiremiyordu, hayatı boyunca erdirebileceğini de sanmıyordu.

O sırada yoğun bakımda Neva'nın başında duran doktorlardan birisi çıkmıştı dışarıya, Yasemin'in oturduğu yerden kalkmasına bile kalmadan Buğra uzun adımlarla doktorun yanına gidip beklenti dol gözlerle doktora bakmıştı: "Nasıl, doktor?"

Yasemin Yıldıray'ın elinden destek alarak doktora doğru ilerlerken ağzındaki maskeyi indiren kadın yavaş adımlarla kendisine yaklaşan Yasemin'in yanına gitti etrafını saran çocukları geçerek, "Ciğerlerindeki tümörlerden bazıları patlamış, aşırı stres altında mıydı?" Soruya karşılık hiç durmadan ve düşünmeden onaylamıştı onu Yasemin, sessizce bekliyordu devamını: "Kanama bu patlama yüzden gerçekleşmiş, şimdi kontrol altına alındı ama henüz gözetim altında tutmamız gerek."

7 Haziran, gün bitmeden.

"Kanser neredeyse tüm bedenini sarmış," dedi elindeki sonuçları bilmem kaçıncı kez inceleyen kadın doktor, "Zaten akciğerinde bu kadar büyük bir hücre varken biz ameliyat önermiyoruz ancak hasta henüz tam olarak gücünü toplayıp uyanmadan da onu bırakamayız."

Tam olarak iki gün olmak üzereydi ve Neva hâlâ uyanmamıştı, bu Yasemin'i korkutuyordu. Aslında onu daha çok korkutan şey Yıldıray'ın Neva hakkında zırvaladığı birkaç psikolojik bilgiden ibaretti.

"Yere düştüğü sırada kendisiyle boğuşmuş," dedi doktor, çatık kaşlarıyla durumu çözmek istediğini belli eden bir ifade yerleşmişti yüzüne. "Doğru mu?"

Yasemin cesaret bulup konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki bir hemşire neredeyse koşarak yanlarına ulaşmıştı, nefes nefese ve heyecanlıydı: "Hocam, hasta uyandı."
Bu cümle iki kadının da hevesle, hissettikleri heyecanla Neva'nın kaldığı odaya koşmasına yetip artmıştı. İçeriye ilk giren kişi doktor olmuştu, gözlerini açan hastasına gerekli ilk müdahaleleri yapıp yanındaki hemşireye birkaç bir şey söyledikten sonra onu annesiyle yalnız bırakmak için çıktı odadan. Ürkek, çekingen adımlarla yatağın başına gelene kadar annesini izledi yattığı yerden; gözlerindeki ifade tuhaftı Yasemin için ve kızının dudaklarındaki gülüşü daha önce hiç görmemişti. Uzanıp onun soğuk elini kendi ılık avucuna alarak tuttuğunda beklediği şey elinin boşta kalmasına sebep olacak bir hareketti, eline sarılan kemikli parmaklar değil. O an bütün bunları görüyor olsa da onun yaşıyor olmasının verdiği mutlulukla eğilip kızının sarı saçlarının tepesinde toplandığı başını öptü gözlerini kapayıp birer damla yaşın gözlerinden firar etmesine izin vererek, "Günaydın uykucu..."

Tatlı bir gülüş sesi kapladı odayı, çok yüksek değildi ama Yasemin'in içini eritecek kadar güçlüydü. "Uyumuyordum anne," dedi Neva. "Birazcık saklambaç oynuyordum sadece. İyi saklandım ama değil mi?"

"Çok..."

Gülümseyerek gözlerini kapadığında sarışın kız daha fazla konuşmalarına müsaade vermeyen iki meraklı genç girmişti içeriye, onu öyle gözleri kapalı gördüklerinde ikisini de bir huzursuzluk sarmış ancak Buğra, Yasemin'le el ele tutuşuyor olmalarına daha fazla takıldığı için kadını odadan çıkarmamak için zorlamıştı kendisini. Onları birbirlerine bu kadar yakın görmek canını sıkıyordu genç adamın, annesinin tüm yaptıklarına rağmen onun yanında durup elini hayata tutunurmuşçasına sımsıkı tutması sinirini bozuyordu. Belki de kendisi bu kadar merhametli olup annesiyle iyi vakit geçiremedi diyeydi bu öfke, belki de komple kızın annesiyle arasındaki ilişkiyeydi beslediği kin.

"Neva," diye öne atılan, onu gözleri açık şekilde gören ilk kişi Savaş olmuştu fakat yatağın diğer başında durup Neva'nın elini tuttuğunda kızın kendisine anlamsız bakan bakışları, gözlerindeki bomboşluk kanını dondurmuştu Savaş'ın. "Neva, iyi misin?"

Sarışın kızın kaşları çatıldı, elini karşısındaki çocuğun elinden çekip sıkıca tuttu hastane nevresimini. Beynine giren sızı gözlerine kadar vuruyordu ama bu, yine de kendisine yaklaşan bir diğer çocuğu dikkatle incelemesine engel olmuyordu. Kahve-kızıl saçları darmadağınık olan çocuğun yüzünde endişe dışında başka duygular da vardı, tanıdıktı ama okunmuyordu hiçbirisi. "Bizi korkuttun..."

Dudaklarını ıslatıp dikkatle kendisini izleyen annesine baktı yorgun gözlerle, "Bunlar kim anne?"

Hayret ve korkuyla konuşan kişi yeniden Savaş olmuştu: "Neva, sen iyi misin?"

Kaşları çatıldı genç kızın, çok büyük bir acı çekiyormuş gibi yüzü buruştuğunda ardına kadar açık olan pencereden serin bir esinti doldurdu odayı ıslık çalarak. "Neva değil," dedi kız güçlükle mırıldanıp dişleri arasından, "Neva öldü."

Yeniden Diriliş

Ciğerlerim yanıyordu, sanki koskoca bir ormandı ve alev almıştı. Acı hissi akarak boğazıma ulaşıyor, oradan beynime sıçrıyordu tüm uzuvlarımı da sararak. Annemin tutuğum eli ılıklığını yitirmişti sanki bir anda, üşümüştü; terliydi. Gözlerimi ona çevirdiğimde soğuk bir rüzgâr daha eserek yüzümü okşadığında laçkaya dönene zihnimde birçok harf bir araya toplanıp yeni bir kargaşa ortamı oluşturmuştu; korkutmuyordu ama iyi hissettirdiğini de söyleyemezdim bu hissin. Kimdi bu iki çocuk? Benim yaşımda görünüyorlardı, beni tanıyorlardı.

Hayır, tanıdıkları ben değildim; Neva'ydı.

Ben, Meva. Neva'nın bedeninde sıkışıp kalmış Kabil'im. Onun ruhunun kanını kendi parmaklarıma bulayarak ait olduğum yeri kazanmıştım, artık sadece zihindeki ses ya da öylece beliren isimsiz ikinci benlik değilim. Artık özgürüm, teoride bir katil olsam bile.

"Kızım," diyen annemin sesi içimdeki soğuk vadilerde sıcak meltemler estirirken kelimenin etkisiyle sarhoş olmuş gibi ona döndüm gülümseyerek. "Annecim, ölmedin ki..." Sesi ağlamaklı, gözleri dolu doluydu. "Neva'm, ölmedin ki..."

Boğazıma yerleşen yumru gözlerimin dolmasına sebep olacak kadar yakmıştı canımı, derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım ve öylece bekledim orada. Odada yalnız kalana kadar açmamıştım gözlerimi, kapının kapanma sesini duyduğumda hissettiğim tüm fiziki acılara rağmen yatağımda doğrulup koluma takılı olan serumu durdurarak çıkardım; benim iyileşmeye ihtiyacım yoktu. İstediğim tek şey annem tarafından yalnız bırakılmamaktı, beni mutlu edecek tek şey annemin sevgisiydi.

Kapının ardından gelen konuşma seslerini, uzun boylu olan çocuğun kızgın bir boğa gibi bağırmalarını duyuyordum ancak umurumda değildi. Pencereye yaklaştım her an düşecekmişim gibi hissettiren savsak adımlarla, camı komple açıp dirseklerimi mermere yaslayarak dışarısını izlemeye başladım. Hastane bahçesinde, karşı kaldırımda yürüyen ve aslında dünyanın her tarafındaki insanların hiçbirisi zihinlerinde tek başına değildi. Bilinç bile kendi içinde üçe ayrılıyordu Freud'a göre, insan kendi zihninde nasıl yalnız olabilirdi ki? Neva, olamamıştı. Kendi korkuları, istekleri, acıya olan bencilliği onu yiyip bitirirken ruhumu üflemişti kendi zihnine; parmakları piyano tuşlarında dolaştıkça ve tüm nefretini akıtıp notalarla havaya karıştırdıktan sonra kendi içine soludukça güçlenmiştim.
O, Kara Toprak'ın nefesiydi ama ben Lacrimosa'nın sesiydim.

Dudaklarımda zafer dolu bir gülümseme belirirken gözlerimi kapayıp başımı hafifçe geriye yaslayıp derin bir nefes aldım, o kaybetmişti ve ben kazanmak için adım adım çıkıyordum merdivenleri nefesimin boğazımda tıkanıp basıncın derimi parçalayacak kadar artacağı zirveye doğru.

Kapı açılıp içeri biri girdiğinde nefesimi seslice bırakıp arkamı döndüm, içeri giren başka bir doktordu. Kahverengi saçları omuzlarının üstünde kısacık kesilmiş, yuvarlak yüzlü bir kadındı ve yaka kartından okuduğum kadarıyla bir psikologtu. Gülerek başımı hafifçe iki yana salladım, beni incelemeleri için onlara izin vereceğimi mi düşünüyordu hepsi sahiden? Kadının gözlerine yerleşen maskeli ifadedeki çatlakları görüyordum, o çatlaklardan sızan merak duygusu tüm tenime çarpıyordu odanın içinde esen rüzgârlarla birlikte. Daha geniş gülümsedim, belki delilikti ama kimin umurundaydı ki?

"Neva'ydı değil mi," diye sordu doktor elindeki kâğıtlara göz atarken. "Neva Karaer?"

Gözlerine boş boş baktığım birkaç uzun saniyenin ardından ellerimi saçlarımın arasına kaydırıp aslında daha çok başıma destek verirken avazım çıktığı kadar çığlık attım. Neva'ya olan tüm nefretimi ve bu nefretin sebep olduğu yanma hissini kusarcasına haykırdım orada. Parmaklarım saçlarımı kavradı, canım daha çok yanana dek sıktı saç diplerimi. Bayılacak dahi olsam canım acısın istiyordum, fiziksel acı büyüdükçe onlarca zahmete girip savaşarak kazandığım aklı yitirmezdim. Ne zaman bulanıklaştığını bilmediğim görüşüm odaya giren iki kişiyi seçtiğinde çığlıklarım daha da kuvvetlenip boğazımı yırtacak seviyeye ulaşmıştı, nefesin yetmediği ciğerlerim infilak etmek üzere alam veriyordu üstelik.

Kollarımı tutan insanları hissettiğimde kendime acımadan daha kuvvetli bir çığlık kopardım, birçok insanın varlığını hissediyordum etrafımda; birçok insan sanki odaya dolup deliliğimi izlemek için hevesle bekliyordu. Onlara daha büyük bir şölen sunmak için elimdekinin en iyisini oynamak üzere kendimi zorladığımda kolumda hissettiğim sızı ciğerlerimdekini köşede bırakacak bir yanma hissiyle damarlarımı kavurup bedenime bırakılmıştı. Sanki felç geçiriyormuşum gibi tüm bedenim kaskatı kesilirken güçsüz iniltiler dışında başka hiçbir şey çıkmıyordu dudaklarımdan, her şey yerini karanlığa bıraktığında iniltilerim de güçsüz nefes alış verişlere değiş tokuş etmişti yerini.

Sırtımın sert ve bir yüzeye çarptığını hissettiğimde irkilerek açtım gözlerimi, gözlerime karanlıktan başka hiçbir şey dolmadı. Korkuyla hareketlendim doğrulmak için. oysa olduğum yere zamkla yapıştırılmıştan farksızdım. Dudaklarımı ıslatıp güçlükle yutkunduğumda duyduğum seslerle birlikte hissettiğim korkuyla daha dikkatli bakındım birilerini görebilmek için.

Neden korkuyorsun?

Gözlerimden yaşlar süzülürken ellerimi gözlerime kapamak istedim ancak ellerim, onları hareket ettiremeyeceğim kadar ağırlaşmıştı sanki bir anda.

Seni bağlıyorlar, götürmek için.

Başımı delicesine bir hırsla iki yana salladım inkâr ederek, annem izin vermezdi beni götürmelerine; o izin vermezdi!

Gülüş sesi karanlık odayı kapladığında dudaklarımdan bir hıçkırık koptu, bedenim sarsılarak ağlamaya başladım. Ondan kurtulmam gerektiğini biliyordum, buradan çıkmalıydım ancak nasıl yapacaktım ki? Daha buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorken...

Beni sen öldürdün. Bu nasıl bir duyguydu Meva?
Kıkırdadı, öfkeliydi.
Kendine böyle seslendiğini duydum. Beni neden öldürdün?

Sesi zihnimde yankılandığında bedenim acıyla iki büklüm oldu, hareket edemiyordum. Hesap soran sesi öldürüp en derinlerime gömdüğüm vicdan azabımın cesedini toprağının altından kavramıştı, sanki ona can üflercesine rüzgârlar esiyordu bedenimde. Yanaklarımı ıslatan yaşlar sanki daha tenime değer değmez bir buz kalıbına dönüp etimi yırtarak düşüyordu göğsüme, düştükleri yede bıraktıkları hissiyat ağırdı fazlaca. Onun omuzlarındaki yükler birer kaya olup göğüs kafesimi doldurmuş gibiydi, nefes aldırmıyordu.

Beni neden öldürdün?

Yavaş yavaş duyduğum sesler silikleşirken bedenimi fırtına öncesinde sağır edecek kadar derin olan sessizlik sarıp sarmalayarak hiç de dingin olmayan ancak bomboş bir karanlığa bıraktı. Huzursuz eden bir karanlıktı bu, oysa ben bu karanlıktan doğmuştım. Şakağımdan aşağı bir damla terin yuvarlandığını hissettiğimde ince bir nefes süzülmüştü dudaklarımın arasından. Sanırım, her şey bitmişti.

Kulaklarımda son bir fısıltı: Beni neden öldürdün Meva, diye soruyordu; ben sana zarar vermedim.

15.51

Gergince oturuyordu doktorun karşısındaki tekli koltukta Yasemin, bunu en son tekrarladığında Yıldıray ona artık doktorluk yapmak istemediğini söylemiş, kendisine hislerini açmıştı. O zamanlar durum epey farklıydı, sebepleri epey farklıydı şimdikinden fakat yine de o gerginliği üstünden atamıyordu. Yorunluğun sarı bir leke gibi tenine yayıldığı yüzünü, göz altlarına doğru morlaşıp bir çukur olup yüzünde mimlendiği gözlerini doktora kaldırdı. Elleri bacaklarının üstünde birbirine bağlıydı, korkuyordu. Kızı odasında elleri bağlı bir şekilde yatıyorken kendisinin burada bir psikiyatrla görüşmesi korkutuyordu onu.

"Eski doktorunun aldığı notlara ve yaptığı testlere göre mani tespiti konulmuş Neva'ya," dedi Göksel hanım elindeki kalemi parmaklarında çevirirken, "İleri depresyon hastası olabileceğini eklemiş Yıldıray Bey bir notunda. Tam teşhis konulamamasının sebebi hastanın kendisini kapaması ve tedaviyi reddetmesiymiş. Doğru mu?"

Dudaklarını ıslatıp başını hafifçe öne eğerek onayladı doktoru, derin bir nefesi solumuştu hemen ardından. "Neva kolay biri değildir."

"Henüz reşit değilmiş, tedavi olup olmaması annesi olarak sizi doğrudan alakadar eden bir mevzu." Kaşları çatılan kadının bakışlarından hızlıca öfke parıltıları geçip gitmiş, sesi sonlara doğru bir perde yükselmişti.

"Normal bir anne-kız ilişkimiz yoktu, onu zorlarsam geri tepeceğini biliyordum," dedi Yasemin yargılanıyor oluşunun getirdiği kızgınlıkla. İnsanlar için başkalarını suçlamanın her zaman daha kolay olacağını biliyordu ancak bunu hiçbir zaman hazmedememişti. "Babası öldükten sonra, ergenliğe girdiğinde benim kendi hayatımda aldığım kararları onaylamadı ve bu sebeple aramız eskisinden daha çok açıldı."

"Madem bakamayacaktınız, anneannesine veya babaannesine bıraksaydınız o zaman çocuğunuzu. En azından daha iyi koşullarda yetişmez miydi?"

İç çekerek oturduğu yerde sırtını dikleştirdiğinde ellerini de yumruk yapmıştı kucağında. "Ben hem öksüz hem de yetim biriyim Göksel Hanım, yetimhanede büyüdüm. Gerçek bir yuvanın sıcak bir yetimhaneden daha iyi olduğunu emin olun kendim tecrübe ettim. Ailevi ilişkilerimizin bozuk olması Neva'nın annesi olduğum gerçeğini değiştirmez ve kızımı, benden daha iyi bakamayacağını bildiğim kimselere emanet edemezdim, bilmem anlatabiliyor muyum?"

Kısa bir sessizlik kapladı iki kadının arasını, gerginlik dolu bir sessizlikti bu. Göksel Hanım söylediklerinin altında yatan ön yargıdan ve profesyonelliğini bozup tamamen kişisel öfkesinden dolayı utanıyor, Yasemin biraz daha sert konuşup kadının kalbini kırmak istiyordu. Bir sürenin sonrasında ilk toparlanan kişi Göksel Hanım olmuş ancak kadının sözleri kara bir leke olup kine dönerek düşmüştü Yasemin'in kalbine, zihnine. Böyle şeyler yaşamaya uzun bir zamanın ardından alışmış olmasına rağmen bu tutumdan hoşlandığı anlamına gelmiyordu aradan geçen zaman zarfının uzunluğu veya alışmış olduğu. Hak edip etmediğini ise hiçbir zaman, hiçbir suretle karar verememişti zaten.

"Kızınız size kendisinin öldüğünü ve arkadaşlarını tanımadığını söylemiş, doğru mu?" Sorusu Yasemin'i de kendine getirmişti. "Doğru," diye onayladı ruhsuz bir sesle konuşarak, "Buğra ve Savaş'ı tanımadığını, kendisinin öldüğünü söyledi."

"Anlıyorum," diye mırıldandı kadın çok kısık bir sesle konuşarak, derin bir nefesi bırakıp biraz daha elindeki kâğıtlara göz gezdirdi, bir de önünde bir ses kaydı duruyordu. "Bunu dinlesek sizin için sorun olur mu?"

Yasemin başını iki yana salladığında Göksel Hanım kaydı başlattı ve birlikte dinlemeye başladılar. Neva'nın hapşırmasıyla başlamıştı kayıt, sonra gereksiz bir iki şey... Dışarıda yaşadığı ikinci krizini anlatır gibi olmuş, sonra aklına ne geldiyse kısa bir duraklamanın ardından konuşmak istemediğini söylemişti. Yıldıray, eğer kendisine yardım etmezse ona yardım edemeyeceğine dair birçok şey söylenirken Neva'dan hiçbir dönüt alamadığı için kızgın bir şekilde ona sesini yükselttiğinde bu kez Neva, kimsenin ondan beklemediği bir davranış sergileyip karşısındaki adamı küçümser gibi konuşmuştu dişleri arasından. Göksel Hanım çatık kaşlarla dinlemeye devam ederken Yasemin gülüyordu, ta ki Neva'nın "Dinlememi gerektiren şeyler söylemiyorsun. Söylesene annemle nasıl tanıştınız," diye sorduğu ana kadar.

Göksel Hanım kaydır durdurup kirpiklerinin altından Yasemin'e baktı şaşkınlıkla. "Doktor Yıldıray Bey'le bir ahbaplığınız mı var Yasemin Hanım?"

Yasemin rahatsız bir nefes alıp doktoru onayladığında Göksel Hanım başını iki yana sallayarak bunu not adlı ve kaydı devam ettirdi. Bu sorunun ardından kısa bir duraksama yaşamışlar ve sonrasında Neva ima dolu cümlelerle Yıldıray'ı biraz daha zorlamıştı. Araya giren yeni bir sessizlik gerilim doluydu, bunu olduğu yerden bile hissediyordu Göksel Hanım.
"Zihnimin içinde sürekli bir ses duyuyorum. Bana sürekli ne kadar basit biri olduğumu söylüyor, babamı esas öldürenin ben olduğumu. Bazen onu hemen yanımda görüyorum."

"Bunları biliyor muydunuz," diye sordu Göksel Hanım dehşetle karşısındaki kadına dönerken, kaydı yeniden durdurmuştu.

Yasemin'in ise pek bir farkı yoktu doktordan, belli etmiyordu ancak korkmuştu. "Hayır, haberim yoktu. Yıldıray bana bunlardan bahsetmemişti hiç, daha basit şeyler söylemişti."

Bir süre toparlanmak için kendilerine zaman tanıdıktan sonra son notlarını da alıp kaydı yeniden devam ettirdi. Neva'nın gülmeye benzeyen nefes sesi duyuldu önce, sonra konuştu yeniden genç kız: "Bir çocuk geçiyor önümden koşarak, omuzlarına kadar uzanan sarı sapsarı saçları oluyor. sonra annesi o kız çocuğunun saçlarını keserce kırıyor kalbini, inan bana, saçları kesilse daha az acırdı canı."

İçinde olduğu şok halinden henüz çıkamamışken üstüne bir yenisi daha eklenmişti dibe batması için, Yasemin gerçekten korkuyordu. Çocukken, dayısıyla geçirdiği ilk gecesinde hissettiği korku tüm bunların yanında minicik kalmıştı. Kızı neler söylüyordu böyle; o, tüm bunları nasıl bilmiyordu!

"Okula gelirsek, Eslem'i gördüm. Bu çok ürkütücü, doktor. Olmayan şeyleri görmeye başladıysam bunu durduramayacağımı biliyorum."

Sonra Yıldıray'ın hevesli sesi duyuldu: "Hayır, tedaviye başlayabiliriz."

"Tedaviyi tamamlayacak kadar yaşamayacağım."

Neva biliyordu bunca zamandır tedaviye ihtiyacı olduğunu, hiçbir şey belli etmemişti tüm bu zamanda fakat Yasemin'i en çok öfkelendiren Yıldıray'ın her şeyi saklaması olmuştu, bu psikolojik rahatsızlığını yenerse belki kanser tedavisini de kabul edecekti Neva! Aslında, Yasemin sadece kendini avuttuğunun bilincindeydi içten içe. Sadece, başkalarını suçlamak her zaman için daha kolay olmuştu işte.

"Başımı yararsak sen de duyar mısın çığlıkları?"

Ve bu cümle bardağı taşıran son damla, ses kaydının sonu olmuştu.

Göksel Hanım elindeki ses kaydını bırakıp Yasemin'e döndü doğrudan. "Biraz bana ilişkilerinizden ve ailemizden bahseder misiniz Yasemin Hanım? Bu noktada buna çok ihtiyacım olacak da."

Yasemin derin bir nefesi içinde tutup kendisini cesaretlendirdi elinden geldiğince, anlatmaya başladı sonrasında ailesini; Yıldıray'ı, Hakan'ı. İki kadın konuşurken dışarıda Savaş bekliyordu. Yasemin'le konuşup işin aslını öğrenmek istiyordu, Neva'nın böyle kötü bir şaka yapıyor olma ihtimali yoktu ve eğer bu bir şakaysa neden odada öyle çığlık atmıştı ki? Aklına gelen ihtimallerin hepsini savuşturup boşalan bir sandalyeye oturarak beklemeye devam etti, Neva iyi olacaktı. İyi olmak zorundaydı. Başını çevirip omzunun üstünden baktığında Semih'i görmüştü: Duvara sırtını yaslamış, elleri ceplerinde durup yere bakıyordu.

"Her şeyi bilirken nasıl bırakabildin Neva'yı öylece," diye sordu kollarını göğsünde bağlamışken Savaş, içini bir öfke kaplamıştı ancak kavga etmemesi gerektiğini de biliyordu. "Hadi madem bıraktın, şimdi hangi yüzle buraya gelip üzgün numarası yapabiliyorsun?"

Semih böyle bir tepki beklemediği için şaşkınca bakmıştı Savaş'a, sonra cümlelerin doğruluğundan olsa gerek içini kaplayan öfkeyle ileri atıldı sağ elinin işaret parmağını tehdit eder gibi sallarken. "Sözlerine dikkat et!"

"Etmezse ne yapacaskın, sevgiline mi şikayet edeceksin?"

Bu kez konuşan Buğra olmuştu, Neva'nın uyutulduğu odadan geliyordu eğer gerekli olursa psikiyatrla görüşmek için. Çocukluğundan üzerine yapışan hayalet kadar sessiz hareket etme işinde ustalaşmış, konuşmanın en başından beri iki genci dinlemişti orada olduğunu kimseye hissettirmeden.

Semih irkilerek arkasına döndüğünde gördüğü kızgın suretli Buğra yutkunmasına sebep olmuştu, sinirinin sadece kendisine yönelik olmadığını bilse de bu kadar fazlasına maruz kalmak istemiyordu. Bir de başında Savaş denilen şu çocuk varken üstelik, ikisi birden baş edebileceğinden fazlasıydı Semih için.

"Yoksa gidip ablanın dizinde mi ağlarsın?" Buğra'nın acımasız sesi ve en az sesi kadar acımazsız olan sözleri bir kırbaç gibi çocuğun boğazına şaklamış, onu sararak sıkmıştı. "Belki de içeri girip Yasemin Abla'cığının yanında durmalı ve her şeyi bizden önce öğrenip Neva'yı yine bırakıp gitmelisin."

Semih ellerini yumruk yaptığında Savaş belli belirsiz gülmüştü Buğra'nın bu tavırlarına. "Hayır," dedi onun bu acımasız oyununa dahil olarak. "Önce Neva'ya her zaman arkadaş olacaklarının güvencesini verip onun güvenini kazanması gerek, ondan sonra gitmeli."

"Bu dediğin imkansız bak," dedi Buğra ruhsuz bir sesle gülerken. "Neva kimseye ikinci kez güvenmez, değil mi Semih? Sen de biliyor olmalısın."

Semih derin bir nefes alıp iyi günle dileyerek terk etti orayı, durmadı daha fazla. Haklılardı, nasıl duracaktı ki. Buğra onun canını yaktı diye Buğra'ya kin bilenmişken, şimdi kendi yaptığı Buğra'nın yaptıklarından ne derece farklı ya da masum kalmıştı? Sessizce uzaklaştı hastaneden, kalbi duyumsadığı vicdan azabıyla sıkışıyordu ve aklında kendisini suçlayan sesler susmak bilmiyordu bir türlü. Böyle olacağını bilemezdi, biliyor olması neyi değiştirecekti ya da ne anlamı kalacaktı o zaman Neva'nın yanında duruyor olmasının ki? Cevabın koskoca bir hiçten ibaret olduğunu biliyordu Semih, hatta en iyi bildiği nadir şeylerden birisi buydu sadece. Neva'yı babası, annesi, grup, Savaş ya da Buğra değil; en çok kendisi yalnız bırakmıştı.

Gözlerinden akan yaşları sağ koluna sildiğinde bir hıçkırık koptu dudaklarından, Neva'ya bir şey olursa nasıl başa çıkacaktı?

Semih'in gitmesinin ardından Yasemin de odadan çıkmak üzere ayaklanmıştı birçok şeyi tüm gerçekliğiyle hiç tanımadığı bir kadına anlatmışken. "Neden bu kadar çektiniz kendinizi kızınızdan, bunu hâlâ anlamıyorum," demişti doktor kapıya henüz ulaşmışken Yasemin. Gülümseyip omzu üstünden kadına baktı tüm yerle bir olmuş haline rağmen. "Elimde olsa tüm on beş yaş altı çocukları bir yere toplayıp onları öldürürüm doktor, daha fazla yaşayıp sonradan hayal kırıklığına uğramasınlar veya başka eller, düşünceler tarafından kirletilemsinler diye." Kadının son derece net tavrı doktoru ürkütürken o, sözlerine devam etmişti: "Belki bilirsiniz Che Guevara'nın meşhur dizelerini: Aynı evde yaşamamalı cellatlar ve çocuklar/Ya ölmeli cellatlar ya da hiç yaşamamalı çocuklar, der o dizelerde."

"Ama çocuklar bir umuttur," diye itiraz etti kadın bu sözlere, inanmak istemiyordu bütün bunlara. "Yaşamak bir umuttur, her yeni gün bir umuttur!" Bağırmıyordu ama kuvvetle savunuyordu kendi düşüncelerini.

Yasemin derin bir nefes alarak kapı kolunu sıkıca kavradı açmak için, gözlerini bir süre kapayıp kendine düşüncelerini toparlayacak kadar zaman tanıdı. "Ben yaşadığımız dünya için ilerisini göremiyorum doktor, o kadar karanlık," dedikten sonra iyi günler dileyip çıkmıştı odadan orada daha fazla durmak istemeyerek.

Hemen sonrasında, birkaç dakikanın ardından içeriye Savaş çağrılmıştı; Buğra buna biraz da olsa içerlemişti ancak dert etmiyor gibi görünüyordu dışarıdan bakıldığında. Yasemin darmadağınık bir haldeydi, kadının bu görüntüsü Buğra'yı tedirgin ediyordu. İçeride her ne konuştularsa yıllardır ifadesi sarsılmayan kadın şimdi gözlerinin önünde bembeyaz kesilmiş bir tenle oturup duvarı izliyordu öylece. "İyi misin," diye sordu Buğra dayanamayıp.

Yasemin başını iki yana hafifçe sallayarak ona döndü ve güçlükle yutkundum. "Yıldıray benden saklamış Neva'nın nesi olduğunu," dedi fısıldayarak, sesi bir avuç talaş yutmuşçasına kırık çıkıyordu. "Belki bilseydim bunların önüne geçebilirdim."

Buğra güldü, ruhsuz ve tek nefeslik bir gülüştü bu. birçok şeyin öfkesini taşıyordu, birçok şeye tepki mahiyetindeydi. "Bilseydim her şeyi," dedi üstüne basa basa konuşurken, "Bu kız şu an o odada yatmıyor olurdu ve onu bir daha asla görmemen için elimden gelen her şeyi yapardım, inan bana bunu başarırdım da." Sesindeki kendinden eminlik kadının buğulu gözleriyle genç adama dönmesine sebep olmuştu, aleve verilmiş ormanlardı Buğra'nın gözlerinde gördüğü şey; ne bir fazla ne de bir eksik.

Aklından geçenleri sözlere dökmedi Yasemin ama Buğra'nın bu kararlı halini onaylamıştı. Eğer bilselerdi her şeyi o zaman Neva'yı kendisinden uzak tutması için ona izin verirdi, kızını kolundan tutup hastaneye götürecek tek kişinin de bu delikanlı olduğunu biliyordu çünkü. Derin bir nefes alıp oturduğu yerden kalktı sessizce, tek istediği Yıldıray'ı bulup ona kızmaktı kendisinden sakladıkları için. Sonra işlemleri de tamamlayıp kızını da alıp gidecekti bu hastaneden, Neva'nın en büyük ihtiyacının rahat etmesini sağlayacak bir yer olduğuna emindi. Zihnini meşgul eden düşüncelerle birlikte hastane bahçesine doğru ilerlemeye başladı, dudaklarında boş ama güzel, hafif delivari bir gülümseyiş vardı. Bir parça kin doluydu bu gülümseyiş, tehlike kokuyordu buram buram. Bir kez daha bir erkeğin kendi güvenini hak etmediğine yakından tanık oluşunun sızlatan acısı öfkeye karışarak çağlıyordu kanında, bunu ona yapan her kim olursa olsun ödetmesini de iyi bilirdi Yasemin ve öyle de yapacaktı zaten.

Bahçedeki kafeteryada çay içerken gördüğü Yıldıray'ın yanına gidip elindeki karton bardağı aldı adamdan, masaya bıraktı ve elini kaldırıp ona caddeyi gösterdi işaret parmağıyla. "Senin nasıl bir kansız olduğunu bilseydim seni asla hayatıma almazdım," dedi gülüşü kadar boş bir ses tonuyla konuşurken. "Evimin içine kadar girdin, kızımı tanıyıp manipüle ettin ve şimdi de buraya eserini mi görmeye geldin?" Sesi gittikçe yükselirken rezil olmak umurunda değildi, sadece onun canını yakmak istiyordu.

Yıldıray endişe dolu gözlerle karşısındaki kadına bakarken yutkundu. Bütün saklı olan şeylerin gün yüzüne çıkmış olmasının verdiği rahatsızlık yükseliyordu ensesinden yukarı doğru tırmanarak, beyni kavruluyordu sanki. "Bunu daha sessiz bir yerde konuşalım mı canım," diye sordu o da oturduğu sandalyeden kalkmışken.

"Konuşmak mı?" Yasemin'in kahkahası kafeteryayı doldururken bütün gözler artık onlara dönmüş, onları izliyordu. "Sen ne konuşmasından bahsediyosun! Benim kızım orada senin yüzünden yatıyor Yıldıray, benden gizlediklerin yüzünden yatıyor!"

Öfkelendiğini hisseden adam karşısında kendisine öfke saçan kadının kollarını kavrayarak onu sarstı kendisine gelmesi için fakat Yasemin öylesine nefret doluydu ki pençe gibi kollarını saran ellerin hakimiyetinden kurtulması çok kısa sürmüştü. Yıldıray'ı omuzlarından iterek kendinden uzaklaştırdığında Neva'nın ona söylediği sözleri sarf etti zerre acıma duygusu barındırmazken içinde: "Şimdi gözümde daha fazla bir hiç konumuna gelmeden buradan gitmen senin için de doktor unvanın için de sağlıklı olacak."

Yüzünü sıvazlayan Yıldıray, kadının son sözlerinden sonra diyecek bir şey bulamayıp onu onayladı ve sessiz adımlarla, üzerinde topladığı kötücül bakışlara aldırmamaya çalışarak uzaklaştı oradan. Yasemin ise hiç umursamadan Yıldıray'ın boşalttığı sandalyeye oturup onun çayını yudumlamaya başladı her ne kadar çay seven biri olmasa da.

O sırada hastanenin içinde Savaş psikiyatrın yanındaydı, Buğra Neva'nın odasında. Odanın içindeki tekli koltuğa rahat bir duruşla oturmuş, başını koltuğun sırtılığına yaslayarak tavanı izliyordu. Saat dördü epey geçmişti ve psikiyatr da gidecekti, bu da o kadınla yarın görüşeceği anlamına geliyordu. Bunun getirdiği rahatlıkla gözlerini kapayınca aklına kaç saattir uyumadığı sorusu düştü, uykusuzluğa alışık biriydi ancak kendini son iki günde hiç yıpranmadığı kadar yıpranmış hissediyordu.

Yatakta yatan genç kızın derin bir nefes aldığını işittiğinde gözlerini açıp doğrularak ona döndü Buğra, gözlerinin hâlâ kapalı olduğunu görünce onu dikkatle izlemeye başladı: Beyaz teni ölgün gözüküyordu, gözlerinin altını yuva edinmiş mor halkaların olmadığını çok nadir görmüştü kızda. Lise ikideyken, Neva'yla yakınlaştıkları ilk zamanlar bu mor halkalar yüzünden sürekli kendisiyle dalga geçer ve Buğra'nın neredeyse takıntı haline getirdiği koruma içgüdüsüne atıfta bulunurdu.

"Bir gün polisler beni eroinman sanıp yoldan çevirecek Buğra." Sonra gülüyordu hemen ardından sarı saçlarıyla gülüşünü gizlemeye çalışırken. "Polisler eroinmanları yoldan çeviriyor mu ki," diye sorarken sesinde saf bir merak oluyordu ve Buğra, birkaç saniye içinde bu merakın nasıl büsbütün sesine veya yüzüne hâkim olduğunu düşünüyordu o an.

"Ben yanındayken sana kimse bir şey yapamaz," derken kızın sarı saçlarını yüzünden çekip ona gülümsüyordu. "Sen bile."

Eski günlerin hatırlattığı güzel hislerle gülümserken gözlerini yere eğmişti genç adam, dirsekleri dizlerine yaslı bir şekilde bedenini de yere doğru eğmişti hafif kambur bir duruşla. Gözleri, dudaklarındaki küçük ama sahici tebessümle kısılmıştı o an; çok uzun bir süredir böylesine gerçek gülmüyordu Buğra ve yine gerçekten güldüğü en son an yine bu kızın yanında olmuştu. Bir eliyle saçlarını geriye doğru tararken derin bir nefes alıp daha da derinlere doğru daldı zihninde, eskiden çok güzel şeyler yaşamışlardı.

Neva'yı okuldaki zorbaların elinden ilk kurtardığı zamanı hatırlıyordu, onun için kavga etmiş ve bir daha kimsenin Neva'ya sataşmamasını sağlamıştı. Okulda kendinden zayıf, güçsüz gördüğü birilerini ezen kim varsa karşısında dururdu Buğra ama Neva farklıydı. Onun koyu sarı saçları beline kadar uzanırken, rüzgâr estikçe belli belirsiz savrulurken kızın etrafında; minicik bir tebessümü bile ışık ışık yayılırken nasıl farklı olmasındı?

İlk başlarda kendisine bu hisler yüzünden kızmıştı Buğra, annesinin başına gelenler de aşk yüzündendi ya zaten. Zaman geçtikçe bu duyguları içinde yaşatmayı öğrenmiş, her geçen gün bu kızın kalbinde taşıdığı öze biraz daha hayran kalmıştı. Parmaklarından dökülenler sadece birer notadan ibaret değildi Buğra için, yaşam gibiydi. Hüznü, inişleri çıkışları, kimi zaman neşeli olduğu anlarıyla yaşamdı büsbütün. O tanıştıkları ilk yılın sonunda gidip boynunun sol tarafına bir sol anahtarı dövmesi yaptırmıştı hiç düşünmeden. Kendisi için her şeyin başlangıcı olan kıza, bu dövmenin tek manası buydu: Neva.

Dudaklarındaki gülümseme daha da büyürken derin bir nefes alıp gözlerini kapadı. Bu kez iyi olanların yanında bir de kendisine küfür etme sebebi olan anılar düşmeye başlamıştı zihnine. Neva'yı herkesin içinde rezil ettiği ilk günü anımsıyordu, on birinci sınıftalardı ve kız, yılın başından beri ona öylesine samimi davranıyordu ki! Yalan söylüyor, kendisini kandırıyor sanmıştı Buğra; bu kadar derinden bağlandığı biri tarafından aldatılma korkusu sarmıştı kalbini. Aldatılmak bedenen ve sadece yatakta gerçekleşen bir mevzu değildi sonuçta, var olan gerçekleri gizleyip her şey yolundaymış gibi davranmak da aldatmaya girerdi. En azından kendi böyle düşünüyordu, zaten en büyük aptallığı Neva'nın kendisini aldatabileceğine inanmasıyla başlıyordu.
O gün, onun sınıfına girip herkesin içinde annesinin ne hal yediğini bağıra bağıra söylediği gün, Neva okuldan kaçmış akşam karanlığı neredeyse çökmek üzereyken Buğraların evine gelmişti. Buğra'ya olan nefreti yine onun kollarında kusup ona sarılarak ağlamıştı sakinleşeceği zamana kadar. Kızın, kendi eli yanında minik kalan ellerinden göğsüne inen yorgun yumruklar yıllardır maçlarda yediklerinden daha ağır gelmişti Buğra'ya. Hıçkırıklarının altında kalbi sıkışıyordu Buğra'nın, acı bu kadar somut olmamalıydı ona göre. Bu kadar acının altında kızın ezileceğini biliyordu ve bilmesi hiçbir şeyi değiştirmemiş, dahası Buğra'yı durdurmamıştı.

Güçlükle bir nefes alıp iki eliyle yüzünü sıvazladığında kesif bir acının boğazında biriktiğini hissetmişti. Gerçeklerin şimdiki hali çok daha fazla can yakıcı gelmişti Buğra için. Çoğunlukla her gün bir önceki güne göre daha yorgun hissederdi Neva, bunu söylerdi. Onun sınıfına girdiğinde başını sıraya koyup uyumuş bir şekilde bulurdu kızı, yemeklerle de arası pek yoktu. Bazen elinde bir paket tahıllı bisküvi görürdü, yanında mutlaka çikolatalı sütüyle birlikte; bazen ise çift kaşarlı ve salçalı tost alırdı. Dışarıda da hiç buluşmamışlardı ki, kızın yeme alışkanlığına hiç şahit olamamıştı. Belki, diye geçirdi içinden, o zamandan beri vardı bu kanser onda. Eğer öyleyse, gözünün önündeki gerçekleri göremeyecek kadar aptal olan tek kişi de kendisi oluyordu.

Koltukta rahat oturamazken ayağa kalkıp omzunu pencere pervazına yasladı ve camdan dışarısını izlemeye başladı. Neva gibi düşünmeye çalışıyordu, bu yaptığı empati kurmaktan çok fazlasıydı buğra için; Neva olmayı deniyordu tam da o sırada. Camdan dışarısını izlediğinde Neva ne düşünüyordu, ne görüyordu ya da? İnsanları beyninde nasıl konumlandırdığını merak ediyordu mesela, renkler zihninde sahiden sadece bir renk miydi? Eğer bir nota olma imkânı olsaydı hangisi olmak isterdi? Sorular çok fazlaydı ancak birçoğu cevapsız kalıyordu Buğra'nın zihninde.

Yataktan gelen hışırtıları duyduğunda içine daldığı düşüncelerden de sıyrılmıştı, yine de arkasını dönmeden dışarıyı izlemeye devam ediyordu Buğra. Neva'nın uyandığını hissediyor olsa da o konuşana kadar ona bakmamaya karar vermişti.

"Annem burada değil mi?"

Beklediği soru ya da tepki bu değildi genç adamın, iç çekerek omzu üstünden onu inceledi önce ve sonrasında tamamen Neva'ya doğru dönüp yanına yaklaşarak yakınlardaki sandalyeyi çekip oturdu. "Annen aşağıda," dedi sorgular bir ses tonu hâkimken konuşmasına. "Madem bizi tanımıyorsun, Neva da değilsin... Yasemin'e neden anne diye hitap ediyorsun?"

Kaşları kalkan genç kızın dudakları bir gülümseyişle kıvrılmıştı, bu çocuk her kimse epey zekiydi anlaşılan. "Gözünden kaçmamış," dedi takdir eder gibi söylemişken bunu. "Siz Neva'nın anılarısınız, ben Neva değilim. Görmediniz mi, o öldü."

"Sen kimsin o zaman," diye sordu bu kez daha açık bir cümle kurarak. "Neva değilsen neden onun gibi görünüyorsun?"

Sağ elinin iki parmağını şakaklarına yaslayıp karşısındaki gencin gözlerinin en içine baktı, bir an konuşmayı unuttu hatta; öylece dalıp gitti fakat bir boğaz temizleme sesi onu kendine getirmişti. "Ben Meva," dedi daha geniş bir gülümsemeyle bakarken ona, "Neva'nın zihniydim." Elini indirip tokalaşmak ister gibi uzatmıştı ileri doğru, "Neva yaşamayı reddedecek kadar güçsüzdü ama ben yaşamayı istiyorum."

Buğra, Neva'nın bedenine ancak Meva'ya bakarken onun dediklerini düşünüyordu; bir kaşı bu düşünme eylemini belli edercesine yukarı doğru kıvrılmıştı. Nefesini bırakıp kendisine doğru uzatılan elle tokalaştı ve elini çok tutmadan uzaklaştı ondan. "Onun krizlerinin, bayılmalarının ve kâbuslarının sebebi sendin?"

Gözlerini kaçıran Meva boğazını temizleyip hafifçe öne doğru eğildi, Buğra'ya bakmıyordu; odağı tamamen yatağın üstünde kavuşturduğu ellerindeydi. "Kısmen," diye mırıldandı kimse duysun istemiyorken. "Sır saklayabilir misin?" Buğra başını sallayarak onu onayladığında devam etti, "Bir de Çocuk var ama benden ve insanlardan korkuyor, saklanıyor bu yüzden hep. Sanırım şimdi onu bulmayayım diye Neva saklıyor."

Dudakları şaşkınca aralanan Buğra, duyduklarını hazmetmek için susmuştu, konuşmak istiyordu fakat sanki kelimeleri dilini yutmuştu. Meva ondan uzaklaşıp bir çocuk kadar mutlu kıkırtılarla gülmeye başladığında dahi kendisine gelememişti, aklını mı kaçırıyordu yoksa?

"İlk kez dışarı çıkıyorum, biliyor musun," derken bir ellerini tutmadığı kalmıştı. "Bu çok heyecan verici."

10 Haziran günü.
Kabulleniş.

Doktorun odasında oturmuş dakikalardır kadını izliyordum, ağzından dökülecek kelimeler bende merak uyandırıyordu. Aslında, onun söyleyeceklerinden daha çok o beni merak ediyordu ki gözlerindeki bakışı sırf bu yüzden hiç sevmemiştim. Yerimde iyice kurulurken nefesimi bıraktım bıkkınlıkla, beni incelemeyi ne zaman sonlandıracaktı acaba?

"Doktor," dedim dayanamayarak, irkildiğinde gözlerimi devirmiştim. "Artık başlasanız da gitsem diyorum?"

Kadın başını iki yana sallayıp derin bir nefes aldı elindeki kalemi parmaklarında çevirirken, gözleri kâğıdın üstünde geziniyordu. "Neva olmadığını söylemiştin, ben şu an kiminle konuşuyorum peki," diye sordu düz bir sesle konuşurken. Burun kemerindeki gözlük hafifçe aşağı kaydığında gözlüğünün üzerinden bana bakmıştı, sesini koruyabilmişti ancak gözlerindeki ifade olduğu gibi ortadaydı: Merakını gizleyemiyordu ki bu beni mutlu etmişti. Demek ki Buğra onunla konuştuğunda ona benim kim olduğumu söylememiş, sırrımı saklamıştı.

Oturduğum yerden kalkıp sessiz adımlarla odanın tek camına doğru ilerledim, sakindim. Tam iki gündür onun hayaletiyle konuşmuyordum, büyük ihtimalle verilen ilaçlar sayesinde de iyi uyku çekiyordum. Kollarımı göğsümde bağlayıp omzumu pencere pervazına yaslayarak ağır aksak bir tebessümle gülümsedim, dışarıdaki insanlar birer karınca gibi gözüküyordu ve her insanın zihninin içinde de bir karınca küçüklüğünde onlarca ya da yüzlerce düşünce dolaşıyordu. Benim gibiler gizli gizli adımlıyordu o kaldırımları veya temeli sağlamlaştırılmış bir yıkımın en tepesinde, o yıkımın gerçekleşeceği anı bekliyordu. Cesaret... Tek eksiğimiz buydu. Bense yaşamaya layık ve cesurdum, Neva öyle değildi. Korkuyordu, yüzleşmeyi bile ölmeye yaklaştıkça istemeye başlamıştı. Hayatta kalabilecek kadar nefret dolu değildi kimseye, acı çekmeye bu kadar aç olmamalıydı bir insan.

"Konuşmayı pek sevmiyorsun," diye mırıldandı Göksel Hanım iç çekerken, daha geniş bir tebessümle sırıtıp camdaki aksime baktım. Neva'dan katbekat daha canlı görünüyordum, daha dinç. "Neva da konuşmayı sevmezmiş, psikiyatrının notlarında böyle yazıyor."

Beni konuşturma çabasına göz devirip gözlerimi cama yansıyan görüntüsüne çevirdim. "Meva," dedim homurdanır gibi çıkan bir sesle konuşarak. "Ben, Meva."

"Kimsin peki, neden buraya geldin?"

Omuz silkip doktora döndüğümde sırtımı cama yaslamıştım, kollarımı göğsümden indirmeyip onu incelemeye devam ettim: Fazla gençti, büyük ihtimalle nişanlı ya da sözlüydü. Öğrenmeye aç birine benziyordu, hayatında benim gibi biriyle karşılaşmış mıydı hiç?

"Kabil de kıskanmamış mıydı Habil'i?" Sorum onu büsbütün şaşırtmışken kalemini bırakıp arkasına yaslanmıştı. "Güzel kardeşle Habil evlenecek diye onu öldüren Kabil değil miydi? Neva'nın yaşamak istemediği hayat için Tanrı'ya yalvaran insanlar kış soğuğunda sokakta uyuyor. Biliyor musunuz, çok bencildi Neva. Acı onu hep güçlendirecek sanırdı, acı bir iksir değil ve kimseye güç vermez onunla başa çıkmayı öğrenemedikten, yüzleşemedikten sonra."

"Neva bunları yapamıyor muydu sence," diye sorarken gözlerimle temas kurmaya çalışıyordu. "Yapamayan bir için bence gayet iyi idare edebilmiş. Her neyse, sen kimi kıskandın peki Meva ve bu isim... Onu sana Neva mı verdi?"

Başımı iki yana sallayıp gözlerimi kaçırdım, "Neva bana ikinci benlik diyordu, beni bile adamakıllı kabullenememiş biri nasıl gayet iyi idare etmiş olabilir?" Derin bir nefesi içimde tutup gözlerimi kapadım hafif bir tebessümle, "Neva'nın zihni ona göre bir cennetti, iyi olan şeyleri saklayıp büyüttüğü yer. Sonra zihnine ben düştüm, rahme düşen bir bebek gibi ama Neva iyi beslenmedi, cennetine kötü şeyleri sokmaya başladı."

"Yani sen onun cennetini cehenneme mi çevirdin?" Tek kaşı kalkmış, omuzlarıyla masasına eğilmişti; meraklı görüntüsünü maskelemiyordu artık. "Yanlış anlamadıysam."

"Hayır," dedim inatla. "O bunu tercih etti, orası benim için hâlâ cennet."
Camın önünden uzaklaşıp aksi adımlarla yürümeye başladım kapıya doğru, beni bu kadar hor görüp küçümsemesi sinirimi bozmuştu. Ben hayatta kalmayı başarandım, niye sadece buna odaklanıp beni takdir falan etmiyordu ki?

"Neva'nın bencil olduğunu söylüyorsun, düşünüyorsun ama anladığım kadarıyla ondan aşağı kalır bir yanın yok Meva ve ayrıca, seansa daha bitmedi." Tok sesi, gizli emirler dolu cümlesi yerimde durma sebebim olurken Neva'nın sesini duyuyordum yine; durduğum için bana gülüyor, eğer kendi olsa durmayacağını söylüyordu. Kulaklarımı kanatana kadar kendime vurmak istediysem de yapmadım, son sözlerini söylemesi için bir fırsat tanıdım doktora. "Olduğun yerde tek misin?"

Ona gülümseyip kapı kolunu kavradım ve gözlerinin içine bakarak açtım kapıyı, "Haberiniz yok mu sizin doktor, duymadınız mı yoksa?" Eğleniyordum, bunu gizlemiyordum da zaten. Gözlerim de sesim kadar eğlendiğimi belli ediyordu. "Neva öldü, ben hayatta kaldım."
Kapıyı arkamdan kapama gayretinde bile bulunmadan çıktım odadan dışarı. Göksel Hanım arkamdan tedaviye dair bir şeyler zırvalıyordu, bense ondan ve zihnimdeki seslerden kurtulmak için hızlı adımlarla ilerliyordum koridorda odama doğru. Anneme ihtiyacım vardı, o sarılsa geçecekti hepsi.

Arkamdan gelen, bana yetişmeye çalışan adım seslerini işittiğimde koşmaya başladım koridorda; kimseye aldırmadan, nereye gittiğimi bilmeden koşuyordum sadece. Beni tutan hiçbir şey yoktu, kaçabilirdim. Biraz daha bacaklarıma yüklenip insanları iterek aralarından geçtim, az kalmıştı merdivenlere ve sonrası özgürlüğüme daha yakındı. Merdivenlere ulaştığımda karnıma sarılan bir kol tarafından durdurulmasaydım başaracaktım, emindim. Öfkeyle bu kollardan kurtulmaya çalıştığımda beni daha sıkı sarmıştı, kim olduğunu görmek için başımı kaldırıp baktığımda sarışın çocukla karşılaşmıştım. "Bırak beni," dedim onu itmeye çalışarak.

"Yeter artık Neva," derken o da öfkesini gizlememişti. "Beni anlıyor musun? Bu kadar saçmaladığın yeter."

Nefes nefese kalmış iki hemşire yanımıza geldiğinde beni onlara teslim etmişti bu çocuk, ondan nefret ediyordum. Ondaki bir şeyler, gözlerinde gördüklerim beni rahatsız ediyordu ve bunun en büyük sebebi Neva'ydı. Neden Buğra gibi biri varken her şeyin en iyisini bildiğini sanan bu çocuğu yanında tutuyordu ki?
Hemşireler beni odama getirene kadar onlara eşlik edip başlarında beklemişti kaçmaya çalışmamı engellemek için, birkaç kaçma girişimim daha başarısızlıkla sonuçlandığında kendimi bırakmıştım hırpalanmamak için. Odaya girdiğimizde ismini öğrenme gereği duymadığım sarışın çocuk kapı girişinde duruyordu, çatılı kaşlar ve kısılmış gözlerle ona bakıyordum sanki tüm öfkemi böyle kusabilirmişim gibi. Onun yüzünde, gözlerinde benimkilerin tam aksine üzgün bir ifade vardı. Gözlerimi bu manzaradan kaçırdım daha fazla bakmak istemeyerek.

Hemşirelerden biri beni bırakıp bir elinde iğne, diğer elinde haplarla yanıma geldi. "Artık tedaviye başlıyorsun küçük yaramaz, bu kadar şımarıklık yeter," dedi kinaye dolu bir sesle. Sarışından kaçırdığım gözlerimi bu kez karşımdaki kadına sabitledim hiç konuşmadan, bakışlarıma kısa bir süreliğine karşılık verse de hapları diğerinin eline tutuşturup kolumu sıyırdığı gibi bir lastiği bağladı açıkta kalan etime. "Uğraştırma beni de yumruğunu sık."

Göz devirip yumruğumu sıktığımda çok geçmeden belirlediği damara iğneyi soktu, içindeki ilacı hiç acımadan tek seferde enjekte etti kanıma. Damarlarımın yandığını hissederken gözlerimi kapamıştım. "Bana ne veriyorsunuz," diye fısıldadım boğuk çıkan sesimle. "Çok yakıyor."

Birbirleriyle gülüştüklerini hayal meyal duyuyordum, kapadığım gözlerimi açamıyordum.
"Senin gibi yaramazlara ancak sakinleştirici veriyoruz," dediğini işittim beni tutan hemşirenin, sonrasında yatağa taşınıp yatırılmış ve ilaçları içmek için zorlanmıştım.

Gözlerimden akan yaşlar dudaklarımdan dökülen kahkahalarda boğuldu, ben boğuldum kendi nefeslerimde. Canım paramparça yanıyordu o an. Hayır, hayır! Ağlamamalıydım. Kınadığım şeyi yapmamalıydım.

Olmuyordu.

Nefes alırken sanki bir parça kanlı et koptu ciğerlerimden ve boğazımdan bunun çığlığı yükselti hırıltılı nefeslerle birlikte. Belim bir yay gibi gerildiğinde ellerim, onları hareket ettirmeyeyim diye yine kayışlarla sımsıkı bağlanmıştı. Karanlıkta kalmak istemiyordum, Neva'yı duymak istemiyordum. Ciğerlerimdeki yanma hissinin arttığı bir anda canhıraş bir çığlıkla haykırdım. Kurtulmam gerekiyordu!

Onun sesini duyuyordum, piyano çalıyordu zihnimde. Kendi bestesini çalıyordu onu gömdüğüm topraktan çıkardığı elleriyle. Başımı sol tarafa yatırıp yatağa bastırdım yastık çoktan başımın altından çekilmişken. Bir öğürtü yükseldi boğazıma safrayla birlikte. Hayır, hayır! O ölmüştü. Onu öldürmüştüm.

"Durdurun!"

Ellerimi kulaklarıma kapamak için sertçe çektiğimde birer damla yaş daha düştü yanaklarımdan yuvarlanarak. Buradan kurtulmak istiyordum.

"Durdurun onu, yalvarırım durdurun!"

Bir hıçkırıkla birlikte gerçekten ağlamaya başladım, gözlerim bu ıslaklığı fırsat bilip açıldığında annemi gördüm. Bir elini ağzına kapamış saf korkunun ışığını söndürdüğü kehribar gözleriyle bana bakıyordu, yanakları kızarmış ve teni sararmıştı. Sarışın çocuk anneme destek oluyordu düşmesini engellemek için ama bana bakmıyordu, gözleri yaşlarla parlıyordu.

Anneme uzanmak için ellerimi hareket ettirdiğimde kayışlar varlıklarını hatırlatırcasına bileklerimi sıktı, hıçkırdım. "Anne!"

Annem hıçkırdı, yanaklarını sildi. Gözlerini kaçırdı.

"Anne benim," dedim gözyaşlarımın arasından, haykırırcasına fısıldadım. "Kızın."
Anne benim, kızın. Hiçbir zaman kızın olamayan kızın, en çok senin parçan.

Annem bir kez daha hıçkırdı, benim hıçkırıklarım dindi. Annemin yaşları sicim sicim birbirini kovalarken kurudu yanaklarım. Sıcak nefeslerim dudaklarımı ısıtıyordu, annem yanıma gelmiyordu. Bu çok can yakıcı bir manzaraydı, ben de can yakan bir manzara mıydım?

"Anne..." Sesim yok olur gibi hıçkarken hıçkırmamak için kanamasına aldırmadan ısırdım alt dudağımı. "Kızınım ben, Meva."

Annem daha çok ağladı, sarsıldı omuzları ağlarken. "Sus," dedi elleriyle yüzünü kapayarak. "Sus n'olursun sus!" Bağırmıyordu ama gücü olsa sanki, yapardı bunu hiç düşünmeden. "Daha fazla konuşma."

Sustum, yapabileceğim en iyi şeyi yapıp sustum sadece. Gözlerimi kapayıp bekledim, sesler geliyordu; ağlama sesleri, kapı kapanma sesi ve konuşanlar. Karanlık her yerimi sarmışken bir el hissettim başımın tepesinde, saçlarımı okşar gibi duruyordu.

Onun sevgisini istiyorsun, dedi Neva üzgün gözlerle beni izlerken. Elleriyle yanaklarımdaki yaşları sildi. Sadece onun için mi beni öldürdün Meva, anneme sarıldım diye mi?

Yüzümü ellerinden kurtarıp ona baktım öfkeyle, konuşmadan önüme döndüm tüm bunlara rağmen ve susmaya devam ettim. Annem konuşmamı istememişti, konuşmamalıydım bu yüzden.

Tıpkı çocukluğumdaki gibi, dedi bu kez. Onun arkasına saklanmış, korku dolu gözlerle beni izleyen küçük kızı gördüm. Minicikti ama gözleri kocamandı, cam gibi berraktı. Ona ceza verildiğinde susan çocuktu o, babasını kaybettiği yaşta kalmıştı. Ellerimi ona uzattım sarılmak isterken, kaçtı benden. Neva'ya daha çok sığınıp saklandı onun arkasında iyice. Öfken ve hırsın on korkutuyor Meva, bu kadarı zararlı hepimiz için.

Başımı iki yana sallayıp onu ittim, ayağa kalkmıştım bu karanlıkta. Işığın vurduğu tek yer olan piyanonun yanına giderek tuşları tek tek sökmek için zorladım. Tırnaklarımdan bazısı ucundan, bazısı diplerinden kırılırken bu kez hissettiğim fiziki acıyla çığlık atmaya başlamıştım. "Annem beni seviyor!" Yere bir tane tuş düşüyordu ardından, "Seni değil, beni seviyor!
Tuşlardan biriymiş gibi dizlerimin üstüne kendimi bıraktığımda ellerim kan içindeydi, canım artık yanmıyordu çünkü uyuşmuştum. Her yanım uyumuştu, uyuşmuşluk rahatsız ediciydi tüm bunlara karşın.

Acı iyi geliyor, değil mi?

Konuşmadan başımı sallayarak onayladım onu, acının iyi geldiğini öğrendiğim zamandayım. Acı; hayatta tutuyor, hayatta olduğunu anlamanı sağlıyordu.

Annem seni sevmezse ölecek misin, Meva?

Bunu soran küçük kız, küçücük kız. Gözlerindeki yaşlar yüreğime serpiliyor fakat iyi gelmiyor. Hepsi bir tutam hüznün matemi gibi, üzüyor. Gözlerimi ondan kaçırıp yere eğdiğimde onu da onaylamış oluyorum.

Ben de annem sevmediği için öldüm Meva, annem sevmeyince çok acıttı.

"Gidin," diye bağırıyorum aslında daha fazlasını söylemek isterken, "Def olun, gidin!"

Sonrası zifir, böylesi daha rahat.

Hayatta kalmak için bir sebebim olmadığını fark ediyorum. Bundan sonrası zifir değil, kuyu. İçi ölüm dolu.

"Anne," diye bağırmak istiyorum, "Sev beni, ben ölmek istemiyorum!"

-o-

Gözlerimi açtığımda başka bir odada olduğumu fark ettim, daha küçük ve eski bir odaydı. Demir parmaklıklarla korunan cam bu odayı yeterince havalandıracak kadar büyüktü. Yatağın karşısındaki kapıya baktığımda nerede olduğumu anlamam da uzun sürmemişti. Daha önceki yatışında üst katlardan Neva'nın duyduğu seslerin sahiplerine yuva olan odalardan birisiydi kaldığım. Güldüm ağır bir gülüşle, benden korkup beni buraya hapsetmek isteyecekleri kadar deli bir görüntü sergilemiştim demek ki dün. Sahi, dün müydü?

Dudaklarımı ıslatıp ellerimi oynattığımda kayış bilekliklerden de kurtulduğumu fark etmiştim, farkındalığın getirdiği acıyla bileklerimi ovup yüzümü buruşturdum. Daha sonrasında dengeme güvenebileceğimi umduğum bir anda yatakta doğrulup yavaş hareketlerle ayağa kalarak kendime süre tanıdım biraz da olsa daha iyi hissedebilmek için. Destek alabileceğim hiçbir şey olmamasının bilinciyle ilerledim kapıya doğru. Kapıyı açtığımda karşıma çıkan manzara beklediğimle aynı değildi.

Demir parmaklıklardan bir kapı daha... Kaşlarım çatılırken etrafa bakındım, bir hemşire ya da güvenlik görevlisi görebilme umuduyla. Bu umudum da boş çıkmıştı ki bununla birlikte gelen boşluk hissiyle kapının önüne, yere oturarak demir parmaklıklara yasladım sırtımı. Hastanenin koridoruna hâkim olan serin hava sırtıma vuruyordu. Gülerken başımı da demirliklere yaslayıp ayaklarımı uzattım ileri doğru, aklıma gelen şeylerle daha da çok büyümüştü gülüşüm. İşte şimdi dışarıda bakıldığında bir deliyi andırıyordum.

Gözlerimi kapadığımda zihnime düşen ilk görüntü korkuyla beni izleyen anneminki olmuştu, derince bir nefes alıp ezberime sızan yüzünü tekrar tekrar inceledim kapalı gözlerimin ardında: Çok zayıflamıştı sadece birkaç gün içinde, yüzündeki yorgunluk öylesine bir yorgunlukla kıyaslanmayacak kadar hastalıklı görünüyordu. Bünye direncinin zayıfladığına emindim. Zaten çoğu zaman ağlarken görüyordum onu ki sadece bu bile yakın zamanda hasta olması için geçerli bir sebepti. Annemi çok üzmüş, yormuştum ve eğer hastalanırsa kendimi asla affetmeyeceğimi biliyordum.
Yine de tüm bunlara rağmen burada olmama nasıl göz yumabilmişlerdi? Beni buraya getirdiklerinde kimsenin sesi çıkmamış mıydı sahiden? O sarışın çocuk sesini çıkarmazdı, buna emindim ama ya Buğra?

Onun elini tutup onunla tokalaştığımda hissetmiştim Neva'nın kalp atışlarını, tuhaftı bu. Sanki acı çekiyor gibi bir heyecandı hissettirdiği, tıpkı ellerimizi ayırdığımızda kalbimi saran boşluk hissi gibi. Neva'nın çok derinlerde, olduğu yerden daha derin duygular beslediği kişiydi Buğra. Belki o sarışın çocukla henüz içinde sadece ikimizin bulunduğu bir diyalog olmadığı için onu hatırlayamıyordum, belki de Buğra kadar derin bir yer edinememişti Neva'nın hayatında. Buna gülerken kapalı gözlerimi açıp içi boş odayı doldurdum parmak uçlarımla hayali şekiller çizerek: Ayaklarımın ucunda bir deniz vardı mesela, mermerin değil de kumların üstünde oturuyordum. Hava sıcaktı, gökte kuşlar uçuyor ve mis gibi iyot kokuyordu etrafım. Havanın sıcaklığı hoşuma gitmediği için biraz serin rüzgârlar üfledim hayalime, böylesi daha iyiydi.

Kulaklarıma çalınan şarkıya mırıltılarla eşlik etmeye başladığımda gözlerimi kapamıştım, Anathema'nın The Air şarkısıydı bu. Elektrogitar ve baterinin daha ağır bastığı bir parçaydı. Dudaklarım iki yana kıvrılırken kısık bir sesle mırıldandım bir süre şarkıyı, bağıracak gücüm yoktu şimdi için.

You know how it feels but... is it all in your mind?
And all that I know is I love you
Yes I love you

Sonra sesimin koridorlarda yankılanmasını umursamadan bağırmaya başladım, bağırmadığın sürece seni kimsenin duymayacağını biliyordum. Sesini kimseye duyuramazdın, kimse seni önemsemezdi. İnsanlar basitti, ölüyorsan eğer hayatta ve iyi olduğunu söylememeliydin.

And it feels like we're already flying
But the air is too thin and we're dying

You're just a whisper away

"Neva?"

Şarkım henüz bitmemişken irkilerek beceriksizce yerimden kalktığımda annemi duvarın önünde gördüm, bana uzak duruyordu ve yine bana bu isimle seslenmişti. Buruk bir tebessümle parmaklarımı demir korkuluklara sararak alnımı yasladım buraya, derin bir nefes alıp kapadım gözlerimi. "Hoş geldin, anne..."

"Seni çıkarmaya geldim kızım," dedi bana doğru çekingen olduğunu hissettiğim adımlarla yaklaşırken, titreyen ellerini ellerimin üstüne koyup alınlarımızı birleştirdi. "Doktorlarınla konuştum, seni Burgazada'ya götüreceğim."

Gözlerimi açıp onun zayıflamış yüzünü izledim, korktuğunu biliyordum. Kendimi zorlasam korkusunun kokusunu alacağım kadar fazlaydı bu korku. Kendi kızından korkuyordu, bu acımasız değil miydi? Acımasız ve gülünç, trajik.

"Ne kadardır uyuyorum?"

"İki gün."

"Neden beni götüreceksin?"

Gözlerini kaçırdığında gülmüştüm, bize yakın olan hemşireler konuşmamızın bittiğini anlayıp yanımıza doğru ilerlemeye başlayınca refleks olarak bir iki adım geri çekilmiştim. Bedenimde sızlayan kemiklerim kendilerini şimdi hatırlatmak ister gibi ciğerlerime batıyordu, can yakıcı bir ıstıraptan başka bir şey değildi bu. Sanki insanın tüm kaburgaları teker teker kırılıyor da etine saplanıyor gibiydi. Gözlerim acının etkisiyle kapanırken güçlükle sağladığım dengem de beni yarı yolda bırakarak bedenimi savurdu yere doğru. Başımı çarpmamak için kollarımla korudum ancak bu kez sırtım üstlenmişti çarpmanın nefes kesen darbesini. Kaburgalarım sahiden de kırılıyor gibi oldu orada, sesim çıkmadı acıdan.
Aslında o an, gerçek acının insanın nefesini kestiğini anlamıştım; benim için bir ilkti.

Gerisini hayal meyal hatırlıyorum, bedenim panikten kilitlenmiş ve hareketsiz kalmıştı. İki kadın beni taşırken zorlandıkları için başka bir görevli gelmişti, daha yumuşak yüzeyli bir zemine bırakıldığımı hissetmiştim. Uğultu halinde gelen sesler ve gerisi mutlak sessizlik.

24 Temmuz 2013
Nefesler eksilir.

Burgazada'dan dönmüşümüzün üstünden beş gün geçmişti, annemin oynadığı oyuna daha ne kadar katlanacağımı bilmiyordum ve bir ses de buna kanaat getirmiş olsa gerek, kulağıma sürekli bir tarihi mırıldanıyordu: İki gün sonrasını. 25 Temmuz; Neva'nın doğumundan iki, ölümünden bir ay yirmi gün sonrası. Sadece bu tarih vardı zihnimde yankılanan, bir de sadece Neva'nın görebileceğini sandığım kâbuslarım. Artık onları sahiplenebiliyordum, Neva'nın daha önce defalarca kez yatıp acılar içinde kıvrandığı yatağı sahiplenebilmiş olmam gibi. Bir tek piyanosunu sahiplenemiyordum, ona hiç dokunmamıştım ancak bu odada kalmaya başladığım günden beri Neva susmuyordu. Onu gömüyordum, gömdüğüm yerden çıkıp piyanosunda kendi bestesini çalıyordu. O zamanlar için hislerimi tasvir edebilecek tek benzetme kabirde azap gören bir günahkâr benzetmesi olurdu hiç şüphesiz. Devasa boyutlarda bir yılan gibi boynuma dolanıp baştan sonra binlerce kez öldürmeden katlediyordu beni. Canımın acısı büyüktü, sessizdim bu yüzden.

Hastaneden çıkacağımız gün Buğra annemle kavga etmiş, öyle söylemişti bana. Hastaneden gitmemi istemiyordu o, aslında istiyordu ama bu gidiş annemle olmamalıydı, onunla da gidebilirdim. Bana bu teklifle geldiğinde kucak dolusu kahkahayla gülmüştüm ona, gözlerim bu kahkahalar yüzünden yaşarıp karnım ağrılar bile girmişti. O bana şaşkın şaşkın bakmış, sonra onunla eğlendiğimi anlayınca sıkılmış bir ifade takınmıştı yüzünde. Oysa gizleyemiyordu kıvrılmak için titreyen dudak kenarlarını, sahte kızgınlığı bunu daha eğlenceli kılıyordu üstelik.

"Gelmiyor musun yani benimle," diye kızmıştı sonra bana. Ona tatlı bir tebessümle gülümseyip omuz silktikten sonra özür dilemek için yanağını öptüğümde karnıma kramp girmişti aniden, Neva'nın homurtularını işitiyor olsam da biraz da inadına gitmek için uzun tutmuştum öpücüğümü. Sonrasında sahiden üzgün bir sesle "Gelemem," demiştim ona.

Eğer bu dünyaya sadece annemi sevmek, annem tarafından sevilmek için gelmiş olmasaydım hiç düşünmeden yapacağım şey olurdu Buğra'nın teklifini kabul etmek. Çocuksu bir hevesle onun götüreceği yere kadar onunla gidebilmeyi isterdim. Neva'nın hiç yaşatamadığı aşkına beslediğim minnettendi belki Buğra'ya olan sevgimin her an büyüyor olması. Şikâyetçi değildim, kırgınlığını görüyordum gözlerinden. Sanki hep yarım kalmış biriydi Buğra, ellerinden tutsaydım bırakmak istemeyeceğim kadar yarım.

"Gelemem ama sen de gitme," diye eklemiştim sonra gözlerindeki anlık kırgınlığın yaşattığı telaşla, yanağını okşamıştım çekinerek. Konuşacağı sırada dikkatimi boynunun sol tarafında kalan sol anahtarı çekince duraklamıştım, fark etmişti gerildiğimi ve o da konuşmamıştı. Ben de soramamıştım ona aklımdan geçip dilime dökülmeyenleri.

Ve anlıyordum ki, Neva'nın zihni de sırf bu söyleyemedikleri yüzünden bir gömü olmuştu. İçi kurumuş katran dolu bir gömü, satıldığında zenginlik etmeyecek türden. Neden onun cennet bildiği zihnine bir ateş düştüğünü de öğrenmiştim bu sayede. İnsan sustukça, susmayı öğrenip kabullendikçe boğazındaki düğüm büyüyor; nefes almasını engelliyor ve sonunda da insanın hayatına son veriyordu. Bu katil düğüme sebep olan şey suskunluktu.

O günden sonra Buğra gitmemişti, birçok kez gelmişti üstelik. Savaş da gelmişti. Evet, onunla tanışmıştık. Onu sevmiyordum, Neva için sadece bir ikinci benlikken bile sevmiyordum ve iyi bir insan olması bu sevmeme durumunu değiştirmiyordu. Onun hakkında bildiğim şeylerden biri, Neva'yı benim öldürdüğümü hissediyor olmasıydı. Bazen öylece dalıp gidiyordu bana bakarken, kendine geldiğinde yanımda fazla duramayıp gidiyordu. Gitmeden önceki son bakışları zavallı bir insana acırmış gibi oluyordu, ellerimde kan görmek istiyor ama kanı gördüğü an bana saldıracakmış gibi.

Annemle olan ilişkim, açıklamaktan en çok zorlanacağım buydu galiba. Bir okyanusa tüpsüz dalmak gibiydi; basınç arttıkça etlerin yırtılırmış gibi hissedermişsin, kulaklarını bir uğultu kaplarmış ve dibe sarhoş olduysan ölümün en karanlık mavi kollarına kendini bırakmış olurmuşsun. Annemle ilişkim tam olarak böyleydi. Annem okyanusun derinliklerindeki en karanlık mavi noktaydı, ben de bu okyanusa tüpsüz atlayacak tek deliydim.

Burgazada benim için güzel bir deneyim olmuştu Marmara açısından, beyaz tenimi bir parça olsun kırmızılaştırmıştım. Tabii orada annemin bana sürekli Neva demesini bir yerden sonra duymazdan gelmek zorunda kalmıştım. Birkaç sefer onu düzeltip ismimin Meva olduğunu söylemiş olsam da o da beni duymazdan gelip yüzüme gülümserken üstüne basa basa "Neva," diye seslenmeye devam etmişti.

Kulaklığı ve cep telefonunu alıp cüzdanında ne kadar parası varsa pantolonun cebine sıkıştırarak çıkmıştım evden. Yolda yürümeye başlar başlamaz kulaklarıma kulaklığı takıp Cem Adrian'ın Sana Bunları Hiç Bilmediğin Bir Yerden Yazıyorum albümündeki aynı isimli ilk şarkısını açmıştım, bu şarkıyı ilk kez dinlediğimde uzun bir süre boş gözlerle bakmıştım karşımdaki duvara. Şarkılar değişmişti, onlar da çalıp bitmişti ancak hiçbirisini duymamıştım. Kulaklara fısıldanan hem bir ilahi hem de bir ağıt gibiydi, hafif bir tebessümle gülümsetirken içime içime ağlatmıştı beni oracıkta.
"Hadi del, hadi deş, hadi del, hadi deş, hadi öldür! Kanat şiirleri sessizliğinle."

Üşüyor gibi hissederken ellerimi çıplak kollarıma sararak ilerlemeye devam ettim Neva'nın iskelesine doğru. Orada, dalgalar kıyıya he vurduğunda insanı kaçtığı düşünceler davet eden bir şey vardı. Seine Nehri'nin Gizemli Kadını'nı veya Jeff Buckley'i çeken neyse o olmalıydı Marmara'nın gizi. Gerçekten dinleyip bakmadığında göremiyor, duyamıyordun ancak görüp duyduktan sonra her şey için çok geç olabilirdi. Görmesini istediğin birinin hiç görmediği bir yerden düşüyordun, hiç bilmediği bir yere yürüyordun. Aslında dahası, Cem Adrian'ın da söylediği kadarıyla onun hiç bilmediği bir yerde ölüyordun.

İskeleye geldiğimde ayaklarımı uzattım uca oturarak, su ayakkabılarımın burnuna çarpıyordu bazen ama ulaşamıyordu fazlasına. Belki de ulaşsa çekerdi beni içine, gerçek boğulmanın ne demek olduğunu öğretirdi bana fakat yapamıyordu. Gülümserken ellerimi kucağıma bırakıp şarkıyı bir kez daha başa sardım, hemen sonrasında ise dayanamayıp iskeleye uzanmıştım öylece. Sarı saçlarım belki daha önce yüz binlerce kez başka insanların ayaklarının altında ezilen iskelenin tüm kirini süpürüyordu. Umursadığımdan değil de işte, yapılmaması gereken bir şeyleri yapıyor olmak hoşuma gidiyordu. İnsanlar ne der, diye düşünmeden yaşamak... yaşamak kelimesinin bir karşılığıydı.
Akşamüstü vakitlerinin en güzel zamanında, şarkıya arka fon olan dalga sesleri eşliğinde güzel bir andı tam olarak.

Ölmenin güzel olacağı binlerce seçenekten birisi günbatımı vakitlerindeydi. Güneş ufakta kanayarak denize doğru batarken nefesini verecektin, büyük ihtimalle öldüğüne değmeyecekti ve kimse söz etmeyecekti bu güzellikten ama sen güneş batarken batmış olacaktın ufuktaki umutlarınla.

Anneme, ölmek istemediğimi söylediğim an düşmüştü zihnimin içine. "Anneciğim, ben ölmek istemiyorum." Dizine başımı koymuştum ve ilk kez o zaman dokunmuştu bana, saçlarımı okşamıştı. Uzun bir süre ağzını bıçak açmamış, tek bir kelime dâhi etmemişti ama saçlarımı sevmeye devam etmişti. Kirpiklerimin bile titrediğini hatırlıyorum, ağlamak üzereydim. Mutluydum üstelik, kimse beni böyle mutlu edememişti. Annem tarafından sevildiğimi hissediyordum o anın tam ortasında.

"Ölmeyeceksin Neva'm, ben yanındayken değil."

Hüzün, mutluluğuma çelme takıp burkmuştu onun ayaklarını.

O günden sonrasında fazla bir şey konuşmamıştım annemle, konuşamamıştım. Gözlerinin içine baktıkça hıçkırıklar feryat figan kopuyordu içimde. Kendime olan tüm güvenim yerle yeksan olurken ben o enkazın altında kalmıştım. Neva bile sessizdi, daha nadir piyano çalmaya başlamıştı o günden sonra. Sanırım bana saygısından ya da kaybettiklerimin büyüklüklerindendi bu sessizliği.

Güneş batmış, havaya hafif bir rüzgâr hâkim olmuşken yattığım yerden kalkmıştım. Eve gitmek için kaybolmak umuduyla başka yolları denemiş olsam da kaybolmamış, yine aynı sokaklara çıkmıştım. Yol üzerinde dek geldiğim, hâlâ açık olan bir müzik markete girdiğimde içerideki adam anlamadığım bir şekilde bana samimi bir gülüş bahşetmişti; sonradan o da duymak istemediğim ismi telaffuz ettiğinde o samimiyetin neye dayandığına açıklık getirmiş oldum: Sanırım Neva daha önce buradan alışveriş yapmıştı.

Keman görmek istediğimde şaşırsa da birkaç kemanın yanına gitmiştik, özelliklerinden bahsederek bana onları tanıtıyordu ama içlerinden bir tek siyah olanı dikkatimi çekmişti. Onu istediğim zaman bana ilk kez çalıp çalmayacağımı sorarak başka bir tane önermişti, ilkler için daha kolay olacağını umduğu bir taneyi. Yine de o siyah olanda karar kıldığım için zorluğunu umursamadan adamı ikna ettim. Fiyat konusunda da beklemediğim bir indirim yapıp kemanın akordunu hallederek çantasıyla birlikte verdi bana.

"Savaş da ne zamandır gelmiyor buraya abicim. Bir sorun yok ya aranızda," demişti ben tam çıkmak üzereyken.

Zihnime düşen birkaç anı bedenimin kaskatı kesilmesine sebep olurken nefesimi tutup beklemiştim bir süre. Gerçek bildiği yalanlarla ailesini anlatıp annemi küçük düşürmüştü, nasıl bu kadar düşüncesiz olabilmişti?

"Neva?"

Nefesimi bırakıp başımı iki yana salladım sessizce, "İyi akşamlar abi." Sonra sessizce çıktım dükkândan, doğrudan evin yolunu tuttum piyanoyu parçalama isteğiyle yanıp tutuşarak.

Kaldırımda öfkeli bir hızla ilerleyen adımlarım yeri dövüyordu. Kulağımda yine aynı sesi, kendi sesimi işittim. 25 Temmuz...
Elimdeki çantayı az kalsın düşürüyordum irkildiğimde. Tıpkı Neva'nın kulağına 5 Haziran'ı fısıldamam gibiydi bu. Beynim kendini koşulluyordu, beynim ölüm için kendine tarih vermişti. Güldüm hafif sesli bir kıkırtıyla, gözlerim dolmuştu ve önümü bile görmekte zorlanıyordum. Kendi kurtuluşum için silah olarak kullandığım bilgiyi şimdi kendime karşı mı kullanıyordum?

Ötenazi... Ölmeden önce ölme talebi, bireyin kendini koşullayıp öleceği tarihi belirledikten sonra her gün aynı saatte aldığı aynı ilaçlar ve o gün geldiğinde ölmekti. İntiharın tıbbi yardım alınmış haliydi.

Dengemi kaybettiğimi hissederken yanımdaki elektrik direğine yaslanmıştım, yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Üşüdüğümü hissediyordum.

Kendini öldürüyorsun Meva, dedi Neva bir zamanlar ona söylediğim sözleri mırıldanarak. Ama huzura kavuşmayacaksın, benim gibi değil.

Dudaklarımdan bir hıçkırık koparken elimle ağzımı kapayıp omuzlarımın sarsılmasına aldırmadan ağladım. Etrafımdan geçen insanları yok sayıp ağladım hıçkırarak. Uzatılan yardım ellerini itiyordum, ben sadece annemin elini istiyordum!

Koluma dokunan sıcak parmaklarla olduğum yerde korkudan sıçrayarak ısırdım dudağımı daha fazla ağlamamak için. Bulanık görüşümün seçtiği gözlerden sonra hiç düşünmeden başımı göğsüne bırakarak ağlamaya devam ettim. Kollarını etrafıma sarmıştı Buğra, sıcak göğsüne saklamıştı gözyaşlarımı.

Bedenimin kucaklandığını hissettiğimde sımsıkı tutmuştum kemanın çantasını. Araba kapısının açılma sesinin ardından bir koltuğa bırakıldım fakat açamıyordum gözlerimi, titriyordum. Kapı kapandıktan kısa bir süre sonra Buğra da yanıma gelmiş, çalışan arabada dışarıdaki sıcaklığa rağmen klimayı açmıştı. Çenemi kavrayıp yüzümü kendine çevirdi, sıcak nefesi tenimi okşuyordu yaz gecesinde esen meltemler gibi.

"Gözlerini açmanı istiyorum, beni duyuyor musun?"

Başparmağı çenemde oyalanırken güçlükle yutkunup denedim gözlerimi açmayı, canım yansa da bunu başardığımda yeşil gözlerindeki saf üzüntüyü görmüştüm. Yanaklarımı kurulayıp yaşlarımla nemlenen parmaklarını tenimde kaydırarak avucunun içiyle destek verdi başıma. Gözlerimin en içine bakıyordu derinliklerinde kaybolabileceğim gözleriyle. İrademin sarsıldığını hissederken başıma giren ağrı gözlerime siyah lekeler düşürüyordu, Neva gelmek için çırpınıyordu mezarında.

"Lütfen ağlama, bu acı veriyor."

Başımı sallayarak onayladıktan sonra yüzümü elinden kurtarıp yanağımı koltuğa yasladım onu görebileceğim şekilde dönerek. "Beni evime götürebilir misin," diye sordum ağlamaktan kısık çıkan sesimle. "Çok yoruldum bugün."

Hafifçe gülümsemişti havada kalan elini indirdikten sonra. "Size geliyordum zaten."

Sonra ne o konuştu ne de ben konuştum, araba da sessizdi zaten. Yağ gibi akıp gitmişti yolda öylece, kısa zamanda da evimin önünde durmuştuk. Yolda sonradan aklıma geldiğinde taktığım emniyet kemerini açıp keman çantasını da alarak indim arabadan ve anahtarı, Neva'nın her zaman sakladığı yerden çıkarıp açtım kapıyı. Buğra peşim sıra beni takip ediyordu her şeye hazırlıklı gibi duruyorken, onun bu halini görmezden gelip Neva'nın odasına geçerek elimdeki keman çantasını piyanonun üstüne bıraktım.

Ben banyoya geçip elimi yüzümü yıkarken Buğra odada bekliyordu, işlerimi halledip odaya girerek saate baktım; dokuzu geçiyordu. Güçlükle yutkunup odaya girdiğimde onu, odanın içindeki tek koltuğa oturmuş bir şekilde bulmuştum. Neva'nın başucunda duran kitaplardan biri elindeydi, dikkatli baktığımda bu kitabın Küçük Prens olduğunu görmüş ve şaşırmıştım. Bunda Buğra'nın gülümsemesine sebep olacak ne vardı ki?
Geldiğimi fark ettiğinde kitabı kapayıp koltuğun kolçağına koyarak bana döndü, "Ne olduğunu anlatmak ister misin?"

Başımı iki yana sallayıp yatağa uzandım sağ tarafıma yatarak, üstümde hâlâ pantolon ve salaş bir sporcu atleti vardı. Gözlerimi kapamadan onu izlemeye başladım sessiz sessiz: Parmaklarını birbirine kenetlemiş dizlerinden dirsekleriyle destek alırken öne doğru eğilerek beni inceliyordu. Ne yapacağını bilmez bir hali vardı tüm bu temkine rağmen. Gözleri önce piyanoya, sonra da piyanonun üstündeki keman çantasına kayınca onu sanki yeni görüyormuş gibi bir şaşkınlık sarmıştı yüzünü.

"Keman çalabiliyor musun?"

Güldüm sessizce, tek nefesle ölen gülüşlerden birisiydi. "Daha önce hiç denemedim ama sanırım," dedim kurbağa yutmuş gibi çıkan bir sesle. Hafif bir tebessüm dudaklarını yukarı kıvırdığında gözlerimi kapadım sessizce, aslında gözlerim yanmaya başladığı için de yapmıştım bunu. "Uyumak istiyorum Buğra, bana sarılır mısın?"

Önce bir sessizlik hüküm sürdü aramızda, kısa bir süre sonrasında bu sessizliği bir hareketliliğin sesi parçalara ayırdı. Birkaç adım, sonrasında yatağın ağırlıkla yan tarafa doğru çökmesi... Arkamda kalan Buğra'ya doğru dönüp gözlerimi hiç açmadan ona sokuldum, alnımı göğsüne yaslayıp kapadım gözlerimi. Acının en derin olduğu bir anda, acının ne olduğunu ruhumun ölü kısmına öğreten adamın kollarındaydım. Ruhumun diğer kısmı, bu adamın kolları tarafından iyileştirilmeyi isterken ölmek üzereydi. Geç kalınmış teşhisin hastaya yarar sağladığına hiç şahit olmamıştım bunca zamandır.

Gözlerimi kapadım, parmakları kısacık kesilmiş olan saçlarımın uçlarını severken birkaç saatlik derin bir uykuya daldım.

04.40
Son adım

Ağzımdaki kötü tat uykumu bölmüştü, Buğra tarafından hâlâ sıkıca sarmalanıyordum. Derin bir nefes alıp güçlükle geri çekilerek çıktım kollarından, gözlerim saate ve aydınlanmak için tutuşan havaya kaydı. Sessiz adımlarla kapısı açık odamdan çıkıp evi kontrol ettiğimde annemin gelmemiş olduğunu gördüm, sızlan burun kemerimi sıkıp başka şeyler düşünmeden mutfaktaki ilaçlarımı içerek yeniden odama dönmeden önce annemin odasına geçip burada birkaç yeri kurcalayarak bulduğum kalem kâğıtla anneme tek cümlelik bir mektup bıraktım. Orada çok oyalanmayıp odama geçerek Neva'nın hazırladığı vasiyeti tümüyle masasının üstünde görünür bir yere koydum ve kemanı çantasından çıkardım.

Zihnim çok fazla gürültülüydü. Öleceği gün Neva'nın zihni ona sürekli kendi bestesini çalmıştı, zihnim bana sürekli Lacrimosa'yı çalıyordu şimdi. Piyanoydu ancak bu sesin sahibi, sanki uyanmam için beni dürtmüştü. Sol elimle tuttuğum kemanı omzuna yerleştirip çenemi yastığına yasladım ve Neva'nın piyano pufuna oturarak derin bir nefes aldım kararlıca. O an Neva yanımdaydı, pufundaki yerine oturup tuşların kapağını açmış; Lacrimosa'yı çalıyordu bana gülümseyerek. Gözlerimi kapayıp sırtımı onunkine yaslayarak keman yayını tellerin üstünde kaydırmaya başladım.

Bir kadın çığlık attı zihnimde, acı bir çığlıktı. Mezar başında dizlerinin üstüne çökmüştü o kadın, elleri kan ve çamur içindeydi ama yerdeki toprak kuruydu. Kadının ellerindeki çamur kanın toprağı ıslatması yüzünden olmuştu. Gözlerinden akan yaşlar yüzünü yıkarken dudaklarından isterik bir haykırış daha koptu kadının. Ölmüş bir ruha ağıt yakıyordu.
Yay, kemanın telleri üzerinde kayıp iç gıcıklayan sesiyle odayı kaplarken gözlerimden yaşlar döküldü zihnimde ağlayan kadın gibi. Kemanımın tellerinden dökülen kırk notaların hepsi o kadının yüreğinden yükselip dudaklarından kopuyordu. Kadın, kemandı; ellerindeki kan bana aitti ve mezardaki Neva'ydı. Kadın neden annem gibiydi?

Kalbim sıkışırken alnımdan boncuk boncuk dökülen terler kirpiklerime iniyor, orada yaşlarıma karışıp yanaklarımdan süzülüyordu. Neva bir anda kendi bestesine dönmüşken en baştan başlamıştım Lacrimosa'ya. Zihnimdeki kadın ağıt yakmaya devam ettikçe ölüsüne kemanım susmayacaktı.

Kalbim sıkışıyordu.

Gözlerimi güçlükle araladığımda sese uyanan Buğra'nın beni izlediğini gördüm, gözlerinde tuhaf bir ifade vardı. Ona güçlükle gülümseyip ağırlaşan göz kapaklarımı kapadım.

Ellerim titriyor, notalar birbirine karışıyordu. Terliyordum, hava çok sıcak ve basık gelmeye başlamıştı. Nefeslerim içimi yakarken bir öğürtü yükseldi boğazıma doğru, parmak uçlarımı kesen tellere akan kanlar kemanı tutmamı zorlaştırmıştı.
Nefes alamıyordum.

Kadın gözlerini açıp bana baktı, gözleri kehribar rengindeydi.
Keman kayıp düştü ellerimden, kayıp düştüm yere. Öğürdükçe kan kustum.

Yanar gibi terliyordum, alev alevdi sanki her yer.

"Neva!"

Kulaklarım uğuldarken yeden destek alan elim parke zeminde kaydı, yüzükoyun bıraktım kendimi kanların içine. Sarı saçlarıma kan bulaştı. Okyanusumdaydım. Dip gözlerimi kör edecek kadar yakındı ama mavi değil, kırmızıydı.

"Neva, korkuyorum!"

"Meva," diye fısıldadım acı içinde.

"Ölme lütfen, dayanamam."

Güldüm. Kaburgalarım sızlarken son kez yanımda olan kişiyi görebilmek için açtım gözlerimi, gözleri kızaran Buğra kendini zor tutuyordu titreyen elleri telefonunda bir şeyler kurcalarken. Neva'yı gördüm hemen arkasında, bana doğru eğilerek elini uzattı tutmam için, hiç düşünmeden tuttum onun elini. Dayanacak, dedi gülümseyerek. Kimseye gerek yok Meva, ben yanındayım.

Gözlerimi kapamadan önce kırılan kemanı gördüm, notalarım yarım kalmıştı. Hayatım yarımdı. Annem yoktu, onun da babası gelmemişti.

Nefesimi kesen son bir kalp sıkışmasının ardından yanma hissini takip eden, parmak uçlarımdan başlayan üşüme hissine bıraktım bedenimi. Kalbim sıkışıyor, nefes alamıyorum. Acım artarken gözlerimden bir damla yaş yuvarlanıyor yerdeki kana.

Son nefesim dudaklarımın ucunda, gün doğarken ufukta, gözlerimi kapıyorum karanlığa.

Yağmurlu 25 Temmuz

İnce yağmur damlaları cama vururken yerde, gülümsüyor olmasına rağmen nefes almadan yatan bedene bakıyordu Buğra. Kızın beyaz tenli yanağına kırmızılık bulaşmıştı ama bu kırmızılık utancın, öfkenin, soğuğun getirdiği kırmızılık değildi. Günlerdir bu kızın daha ne kadar solgun görünebileceği sorusuna bir cevap aramıştı ve şimdi, asla sonucuna ulaşamadığı sorunun tek cevabı karşısındaydı. Titreyen elleri öne uzanıp yüzüne düşen saçları çekti kızın gözlerinden, teni soğumamıştı daha.

"Alo, orada mısınız?"

İrkilerek elindeki telefona baktı, boğazını temizledi. "Evet." Dişlerini sıkıp yutkundu güçlükle, kapadı gözlerini. "Evet, buradayım. Vereceğim adrese bir ambulans istiyorum," derken sessizce burnunu çekmiş, sonrasında hoyrat bir öfkeyle silmişti yanaklarını daha akmadan yaşlar çenesinden. "Sevgilim," diye mırıldandı titreyen sesiyle, "Sevgilim öldü."

Neva nefes almıyordu, artık sadece gülümsüyordu. Acıları, o gidince uçup Buğra'nın omuzlarına oturmuş fakat bir de ölümün karanlığını, soğukluğunu almışlardı en tepelerine. Daha yeni bir ölüm yasının soğuğundan çıkan Buğra için bu ölmekten daha beterdi, sevdiği ikinci kadını kurtaramamak.

Ona asırlar kadar uzun gelen, aslında sadece birkaç saniyeden ibaret olan bir zaman zarfının sonunda sevgilisinin ölüsünü izlemeyi sonlandırıp onun yerde duran telefonunu alarak Yasemin'i, ardından Savaş'ı aramıştı. Robot gibiydi, duyguları aynı saniyelerde bir şırıngayla çekilmişti sanki bedeninden. Yaşadığı şok değildi Buğra'nın, henüz şokta olma hakkı tanımıyordu kendisine. Sadece yapılması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapıyordu, sadece; artık bir işe yaramak istiyordu.

Ambulans gelip görevliler yerde, düştüğü şekilde yatan kızı aldığında ve onu kapıdan çıkarıp araca yükleyecekleri sırada gelmişti Savaş. Turuncu renkli naylon örtüyü görünce eliyle ağzını kapamıştı bağırmamak için, henüz acıyı hissedemeden yanaklarından birer damla yaş düştü hızlıca. Gözyaşlarının aksine kendisine eziyet eden bir yavaşlıkta düştü dizlerinin üstüne genç adam. Bağırmak için aralanıyordu dudakları ama hırıltılı nefesler çıkıyordu dudaklarından sadece. Nefes alamıyor gibiydi, boğulsaydı geçer miydi?

Neva'nın cansız bedenini ambulansa yükleyip hastaneye götürmek için görevliler araca geçince Buğra evin kapısının önüne oturmuştu, ellerinin arasında sımsıkı tuttuğu bir kâğıt vardı. Yüzünün rengi solmuştu bir anda, o kâğıtta yazan son cümleyi okuduktan sonra gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştı beyni bedenine söz geçiremiyorken. Çocukluğundan sonra ilk defa orada hıçkıra hıçkıra ağladı, içi sökülürcesine acıdı canı. Bir ruh bu kadar fazla acıyı bırakabilir miydi gerisinde ve giderken kaç canı taşıyabilirdi yanında? Bunların hiçbir cevabı yoktu ancak ne kadar olabilirse o kadar fazlaydı bu iki sorunun cevabı.

Bundan sonrası olabildiğince hızlı gelişmişti. Evine bile girememişti daha Yasemin, ilk soluğu hastanede almış; gerçeği bir kez daha duymuştu doktorlardan. Orada kendisini kaybetmeyi isterdi ya da haberi ilk aldığında. Sadece nefesi kesilmişti, koca koca düğümler dizilmişti boğazına. Son saatlerini kızıyla geçirememişti, son saatlerinde kızını terk etmişti.
Dolan gözlerinden yaşlar bir türlü akmıyordu ama biliyordu, eğer ağlayabilirse iyi hissedecekti. Oysa şu an konuşmak bile zordu onun için. Konuşamıyordu zaten. Dudakları her aralandığında kalbi, güçlü eller tarafından patlatılmak için sıkılıyormuşçasına sıkışıveriyordu. Hayatında birçok kez ölümlere şahit olan kadına neden bu kadar ağır gelmişti her şey, neden kendi ruhu çekilir gibi hissediyordu ayaklarından?

Hastaneden çıkmadan daha önce gerekli olan tüm işlemleri soğukkanlılığın temsili olan Hafsa Hanım halletmişti. Öğle ezanında bütün herkes toplanmış, cenaze için Bülbülderesi Mezarlığı'na gidilmişti. Neva'nın tüm arkadaşları oradaydı, asla arkadaşı olmayan bütün herkes. Ayça bile oradaydı hatta, gözlerinde yaş vardı. Buğra çok gerilerden izliyordu bütün olan bitenleri, Savaş ön sıralardaydı, Yasemin kendi başına ayakta duruyordu. Kimseden destek alıp muhtaç duruma düşmek istemeyen Eslem bir ağaca yaslamıştı sırtını, ayakları onu taşımak için fazla güçsüzdü o an ve abisini yeni kaybetmişçesine yitik hissediyordu kendisini. Semih kimseye bakamıyor, Ali sevgilisi Öykü'ye destek oluyordu; Öykü'nün ise konuşacak yüzü yoktu. İçlerinde en üzgün olan kişilerden biriydi İlge Hanım, avuçlarının içinde yanan; bugüne kadar güç bela hiç sönmeden gelen tek mumu sönmüştü.

Fazla kalabalık bir cenaze olmuştu, gerekli olan her şey yerli yerinde yapılmış ve herkes Hafsa Karaer'in evinde toplanmak için ayrılmıştı cenazeden. Semih, Eslem, Ayça, Öykü, Ali, Savaş, Buğra ve Yasemin hariç herkes gitmişti. Savaş omzu üstünden geriye bakıp gözüne Semih'i kestirdiğinde onu Yasemin durdurdu. "Her ne olursa olsun, Neva kavga etmenizi istemez."

Savaş daha konuşamadan sustu, Semih kardeşini ve sevgilisini alıp gitti. Eslem giderken hıçkırıklarına hâkim olamamıştı. Öykü orada daha fazla duramayacağına kanaat getirdiğinde koşarak uzaklaşmıştı mezarlıktan, arkasından da Ali gitmişti ona bir şey olmasından korkarak. Buğra hâlâ Neva'nın mezarına çok uzaktaydı; Savaş hemen yanında, Yasemin daha da yakınında. Mezarın yanına, toprağa oturdu kadın, başucunda duran tahtadaki yazıyı okşadı eliyle.

Neva Karaer
25.05.1995 - 25.07.2013

On sekiz yıl üç aylık bir ömür, yarım kalan umutlar.

Yanaklarını silip eğilerek kızının tahta üstünde yazan ismini öptü, toprağını sevdi saçlarını okşar gibi. Dayanamadı Savaş, kalbinde küçük kız kardeşinin sızısı varken daha izleyemedi bu manzarayı. Arkasını döndü ve uzaklaştı oradan, bir kuytu köşe bulup haykırışlarını içinde tutmaktan vazgeçeceği ana kadar durmadı.
Oturduğu yerden kalkıp mezarlığın çıkışına doğru dik bir duruşla yürüyen kadın kesinlikle reddetti Buğra'yla göz göze gelmeyi, caddenin karşısındaki arabasına geçip evine sürdü sadece. Ölgün bir yavaşlıkla kullanıyordu arabayı, evine ancak saatler sonra varabilmişti ve aynı ölgün yavaşlıktaki adımlarla girmişti içeri. Burası artık ev gibi kokmuyordu.

Kendi odasına gidecekken kızının odasına giden ayaklarını durdurmamış fakat oda kapısının önünde durup içeri girememişti, yerde hâlâ kan duruyordu. Bir eli boğazına yerleşirken kapıyı kapayıp banyoya girmek üzere eşyalarını almak için odasına girdi, yatağının karşısındaki aynalı gardıroptan eşyalarını alıp odadan çıkmak üzer ruhsuz adımlarla döndü arkasını. O an yatağının üstündeki kâğıdı gördü Yasemin, dudaklarından yükselen hıçkırıkla uzanıp aldı onu titreyen parmaklarının arasına. Kızından kalan belki de tek hatırayı, katlı kâğıdı özenle açıp okudu içinde yazanları.
"Sevgili anneciğim, ben ölüyorum."
Elindeki eşyalar düştü kadının, yatağına oturdu ayakta duramayacağını anlayınca. Ağladı, içi sökülüp orada acıyla birlikte ağlarken uyuyakalıncaya dek ağladı. Dilinde sadece bir cümle vardı: "Gitme Neva, gitme annem."

Hâlâ mezarlıkta olan Buğra en nihayetinde çiseleyen yağmurların altında ilerleyip mezarın başına gitti, mezara doğru eğilip oturdu henüz daha kuru olan toprakların üstüne ve cebinden çıkardığı beyaz gülü mezarlığın üstünde ters çevirip cebinden aldığı çakmakla yaktı. Gülün beyaz yaprakları kırmızıya karışıp, kül olup uçtu. Bu uçuşan gülün külleri değildi, Neva'nın ruhuydu.

"Sana piyano tuşlarını vermek isterdim," dedi buruk bir gülümse eşliğinde konuşurken, "Ama biliyorsun, ben çok bencil bir adamım sevgilim." Sonra sustu, diyecek ne kalıyordu bundan öte? Orada oturdu uzun uzun, kimi zaman yağmuru fırsat bilip ağladı; kimi zaman ise sadece mezarlığı kaplayan toprakları izledi. Gülümseyerek, gün doğarken ölmüştü Neva'sı. Güneş kadar sarı olan saçlarını kendi kanına bularken gök de güneşin kanına bulanmış gibi kırmızılaşıyordu o an.
"Seni hiç unutmayacağım."

Araf, son nota.

Karşısında oturan kıza bakıyordu Neva, onun yaşlı gözlerine ve kanlı ellerine. Artık kendi ellerine de kan bulaşmıştı ama o Meva'ya ayardım etmek istediği için kanı sürmüştü ellerine. İhtiyacı olmayacağını bilse de derin bir nefes alarak çok uzaklardan gelen şelale sesini dinledi gülümseyerek, yine çok uzaklarda kuşlar kendi ezgilerini şakıyordu.

"İkimiz de öldük, niye buradayız," diye sordu Meva ruhunu yitirmiş soğukluktaki sesiyle konuşmuşken, gözlerinin yeşiline bir parça mavi düşürmüştü.

"Sen öldün," dedi Neva gülümserken. "Ben hâlâ yaşamaktayım."

Kaşları çatılan Meva hiddetle soluyarak ona çevirdi gözlerini, öfke saçıyordu yeniden. "Sen ne saçmalıyorsun!"

Mutlulukla gülümseyen Neva gözyaşlarını tutmayı sonlandırıp gözlerini karanlık göğe kaldırdı hiçbir şey göremeyeceğini bilerek. "Sen, annem seni sevmedi diye öldün. Senin için yaşamak annemin sevgisini kazanmaktı ama ben yaşamak için yaşıyordum," diye mırıldandı bir şarkı söylüyormuş gibi. "Ben ancak hiç kimse tarafından hatırlanmadığımda ölmüş olacağım çünkü benim için ölmek, bu demek."

Her birine binlerce kez bastığı piyanosunun sesini dinliyordu Neva, notaları hep yarım kalacak olsa da.

"Ben hep yaşayacağım Meva, notalarım hep bir kalpte. Yarımlar ama hep var olacaklar."

Bir keman kırıldı, bir piyanonun üstüne düştü kül. İki ruh beraberinde onlarca canı sürükledi ama notlar hep eksildi dizelerden.
Notaları hep yarım kalmak için vardı.
Son nota, yarım kaldı.

-MUTLAK SON-


--

Meva hakkındaki düşüncelerinizi merak eden bir İrem bıraktım buraya. Meva size neler hissettirdi, nasıl geldi? Meva hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ve ask.fm zımbırtısına beklerim efenim.
ask.fm: cistiliste

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top