"sen ölme neva" ♫ ♪

Uykusuzluktan geberiyorum... Merhaba canlar, ben kayıp! Upuzuuun, bayağı uzun bir bölümle geldim ve sizden istediğim tek şey hisleriniz, uzun bir aradan sonra Neva'nın sizin hislerinize, duygularınıza ihtiyacı var. Hepinize keyifli okumalar diliyorum, lütfen yorumlarınızı benden esirgemeyin!

Öpüyorum yüreklerinizden, okuyan gözlerinizi saran kirpiklerinizden...
-Ben kaçtım!-

Bölüm Parçaları:

1. Daughter - Smoke
2. Cem Adrian - Bana Ne Yaptın
3. Kat Frankie - People

*T E Morris-I am Gone I am Gone I am Gone öneridir, ilk şarkıdan sonra ya da önce dinlemenizi tavsiye ederim.

Otuz Birinci Bölüm ♫ ♪

Yorgundum. Yaşımın gençliğine, hayatımın doludizgin geçebilecek olmasına ve eğer istersem her renkten güzelliği kucaklayabilecek olmama rağmen yorgundum. Sadece bedenim yorgun olsaydı şayet, yatar dinlenirdim ancak bu öylesine dolu dolu bir yorgunluktu ki dinlenmeme bile imkân vermiyordu. Hislerimin yalnızca bununla kalmadığının da farkındaydım üstelik, üzerimde bir ölümün ve ölünün yükümlülüğü var gibiydi. Nefes aldıkça can yakan türden bir histi bu, nefes aldırmaması da ayrı bir durumdu elbette.

Bir elim Buğra'nın yanağında, diğeriyse saçlarındaydı. Yanaklarından süzülen yaşların kurumaya yüz tutan izlerine dokunmadan okşuyordum tenini, saçları parmaklarımın arasında dalgalanarak yine kendilerine göre bir yol buluyordu avuçlarımda. Buğra Aslan o an küçük bir çocuktu, dizimde yatıyordu. Anne deyip bağrında uyuyamadığı kadına olan özleminin acısıyla kıvranır bir haldeydi, acısı parmak uçlarıma bulaşarak tenimde dalga dalga yayılıyor ve parmak uçlarımdaki kesiklerden içeri sızıp damarlarıma, kanıma karışıyordu. Acım bulanıyordu onunkisine, sevişiyorlardı ama bu o kadar müstehcen bir olay değildi, zevk için değildi. Bana, benim hislerimi yerle bir edecek bir şeyler lazımdı; ona ise acılarını hafifletmese bile uyuşturacak biri. Ve işte tam da bu zamanda biz yan yanaydık: "yan yana" kelimesinin bitişik yazılmasını gerektirecek kadar bir arada ve birdik. Halbuki kulaklarımda kendi sesimin keskinliğini kuşanan sözlerim çınlıyordu, içimde var olup ruhumu sömüren ben susmuş o sesi dinliyordu: "Umarım sen de bir şeylerini kaybedersin ve durumumuz eşitlenmiş olur, Buğra."

Bir yanım, acımasızca beni sorumlu tutuyordu bu ölümden. Yıllardır ettiğim duaların karşılığını bulamasına isyan niteliğindeydi bu. Dizlerimde yatan çocuk, onun yüreğine çöreklenen acı, yitip giden gencecik bir kadın, bir anne... Belki eksik ve asla tam olamayacak olmasına rağmen evladını seven bir anne.

"Ona hiç doya doya sarılamamıştım," dedi bedeninin sıcaklığına karşın bir o kadar buz gibi çıkan bir ses tonuyla. Saçlarını sevmeye ara vermeyen parmaklarım kimi zaman yanağına kayıp sakal izlerine dokunarak yine saçlarına yükseliyordu. Onu sessizce dinlemeye devam ediyor, hiçbir şekilde ona müdahale etmiyordum. Sessizliğiyse çok uzun sürmeyip yine acısını gizlediği sesiyle son buldu: "İkisi de Boşnak. Evlendiklerinde babam yirmi yedi yaşındaymış ama annem on sekiz yaşında bile değilmiş tam. Ailesi istedi diye evlenmiş, evlenmek zorunda kalmış. Çok uzun bir süre de çocukları olmamış, çocuk olmayınca da babam annemi ayrı bir eve çıkarmış."

Kaşlarım çatılırken aralanan dudaklarımdan ıslık gibi bir nefes süzüldü, bir kadına bu kadar acı çektirmek niyeydi?

"Bana hamile kaldığı öğrenilmiş sonra, yine aynı eve çıkmışlar." Sonra güldü, nefesi pantolonumun kalın kumaşından geçerek tenime işliyordu; bu heyecanlandırmaktan öte gerilmeme, daha çok üzülmeme sebep oluyordu. O ve onun hisleri hastalık gibiydi benim için, öldüren, kolay bulaşan bir hastalık. "Zor bir hamilelikten sonra ben doğmuşum, daha o gün; babamın anneme ne olduğunu anlatmadan imzalattığı boşanma kâğıtlarıyla beni alıp gitmiş babam. Annemin okuma yazması yokmuş ki, cahilmiş."

Nefesimin boğazıma düğümlenerek kesildiğini hissederken annesinden koparılan minik çocuğa mı, yoksa çocuğunun yüzünü bile göremeyen anneye mi daha çok üzülmem gerektiğine karar veremiyordum. Bu nasıl bir zalimlikti böyle, nasıl dip kuyu; koyu bir hinlikti!

"Sekiz yaşıma kadar hiç görmedim annemi, babam otorite ve disiplin delisi bir adam. Yiyeceğim şeylere o karar verir, oyuncaklarımı o seçer, uyku saatlerimi o düzenler, bir aktiviteye katılacaksam bunu ancak kendisi isteyebilirdi. Hiç normal çocuklar gibi oyuncaklarım olmadı, bana sürekli puzzle alırdı babam. Her seferinde biraz daha büyüğünü. Bir bakıcım vardı ama ben evin yemekçisini çok severdim, Hafize Anne. Çok güzel yemek yapardı, babamın evde olmadığı ve bakıcımın görmediği zamanlar bana patates kızartıp hızlı hızlı yedirirdi. Ben hiç ninni dinlemedim Neva, hiç masal bilmem." Dizime düşen bir damla yaşın sesini duyduğuma yemin edebilirdim. Parmaklarım saçlarının arasında dondu kaldı, tıpkı gerilip neredeyse putlaşan bedenim gibi. Bir acı kalbimi yerinden söküp alarak elleri arasında sıkıyordu, burnumu çekip yanaklarımdan dökülmek üzere olan yaşları sildim bir elimin tersiyle ancak o kanayan sesiyle devam etti anlatmaya: "Bazen..."

Kelimeleri yetmedi, sustu. Saçlarındaki parmaklarım yanağına kayarak burnunun kalın kemerine ulaştı ve burada biriken yaşların ince yolunu sildi parmak uçlarım, öne doğru eğilip kokusunu içime çekerek öptüm saçlarını. Bir damla yaşım saçlarının arasında kaybolduğunda onun yerine de ağlamayı istemiştim, onun için.

Boğazını temizleyip bekledi bir süre, "Sekiz yaşındaydım onunla tanıştığımda, onu hiç sevmemiştim ama o beni çok sevmişti," diye devam etmişti eski ruhsuzluğunu kazanan sesiyle. "Koskoca sekiz yıl Neva, eğitimini almış; birçok kimseden daha donanımlı biri haline gelmiş. Hemşirelik diploması vardı ama kendisine bir dükkân açıp orada Boşnak yemekleri yapardı. Ona ilk kez on üçümdeyken anne dedim, babamla sürekli savaş verirdi benim için; normal bir çocuk gibi yetişmemi isterdi bir robot olmamdansa, hep kavga ederlerdi. Ah, tabi... Yeniden evlenmişlerdi."

"Yeniden evlenmişlerdi," diye tekrarladım onu soru yüklü sesimle konuşarak. "Neden?"

"Başka bir şartla babam beni, ona göstermeyecekmiş." Kaşlarının çatıldığını görürken hafifçe gülümsemiştim buruk bir tebessümle, kaşlarının arasında oluşan o öfke çizgisini düzelttim başparmağımın ucuyla.

"Lisenin ilk yılı çok iyiydi benim için, hevesliydim zaten ama babamın istediği başarıyı yakalayamadığım için sene sonu töreninde herkesin içinde beni aşağılamıştı." Bir eli yanağında durduğunda bu kez kaş çatma sırası bendeydi, kendini anlattıklarına epey kaptırmış görünüyordu ki bunun sonradan meydana gelen bir refleks olduğuna adım kadar emindim. Aklıma düşen ihtimaller kanımı dahi donduracak bir kuvvetteydi, düşünmek istemiyordum.

Bir kez daha boğazını temizlediğinde eğilip dudaklarımı onun şakağına yaslamıştım, öfkesinden ya da hüznünden dolayı şakaklarındaki damarlar kanla dolup şişmişti; uzaktan bakıldığında ürkütücüydü fakat biliyordum, hissediyordum bedeninin bir duman gibi acı saçtığını. Ürkütücü kelimesi tam da zamanın şu sıralarında onun için kullanacağım son kelime bile olamayacak kadar vasat kalıyordu diğerlerinin yanında.
Yüzüne düşen saçlarımı çekmek için uzandığımda elimi tutarak dudaklarına indirdi, avuç içime doğru bir öpücük bırakıp çekmemişti dudaklarını. Ağır bir nefes alarak gözlerimi kapadım, saçlarım onun yüzünü ötüyordu. "Daha fazla anlatmana gerek yok," diye mırıldandım zoraki, buruk bir tebessümle konuşurken. Kokusu tam da o anda ciğerlerimden içeri sızarak zaten alaşağı olmuş bütün duvarlarımın üzerinde tepinmişti. "Yanmasın canın daha fazla."

Birbirimize kapanıp kalmıştık öylece, omuzlarım onun heybetli cüssesini saklayamıyordu tamamen fakat sanki bu olan kadarı onun için yeterli gibi duruyordu yüzündeki ifadeye bakılınca. Huzur, o an ikimiz için de en uzak kelimelerden biriydi. Sessizliğimizin birbirine anlattıkları belki de şu zamana dek iki insanın konuşup anlayabileceğinden fazlasıydı, buna birçok konuda olduğumdan daha da fazla emindim üstelik.

Gözlerini açıp bedenini bana doğru çevirdiğinde olduğum yerden kıpırdamadan pür dikkat izledim onu, acının aralarına perçinlendiği yeşil gözlerinde yorgunluk epey ön plandaydı. İnsanın hissettikleri göz rengine yansır mıydı, yansırsa nasıl yansırdı hiç bilmiyordum ancak olduğundan daha açık bir yeşile bürünmüştü gözleri. Aralık dudaklarından süzülen nefesi ateş gibiydi, teni bu kez ondan hiç beklemediğim kadar ve birkaç dakika öncesine göre soğuktu. Üşüyor muydu? Elim telaşla alnına uzanıp ateşini ölçmek için tenine dokunduğunda ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum, onu tüm gerçekliğiyle çözebildiğim söylenemezdi.

Sessizliğimiz bir sarmaşık gibi örmüş, bütünleşmişti birbirimizin önüne koyduğumuz duvarların üzerinde yine birbirleriyle. Gözleri açıktı ama beni görmüyordu; hangi acısının, anısının içinde kaybolduğunu merak ediyordum içten içe. Sormaya cesaret edebildiğim ise pek söylenemezdi. Nitekim sessizliği bozan ilk kişi de kendisi olmuştu: "Yeni yeni alıştığın, sevdiğin birini kaybetmek çok saçma."

Elimde olmadan gülmüştüm bu düşüncesine, arkama yaslanarak kapadım gözlerimi ve derin bir nefes aldım ciğerlerimi rahatlatmak için. "O zaman da çok sevip alıştığın birini kaybedeceksin, yine saçma gelmeyecek mi?"

Gülüş sesi doldurdu aramızda santimlerin oluşturduğu mesafeyi, gözleri kapandı ve derin bir nefesi doldurdu ciğerlerine. Göğsü bu hareketiyle şişerken tıkandığını hissediyordum o nefeslerin boğazında, ona da havadaki oksijen yetersiz geliyor olabilir miydi? Parmaklarım uzanıp boynuna yerleştiğinde boynunun yanındaki dövmesini okşadım varla yol arası usul dokunuşlarla, alnımı alnına yaslayarak kapadım gözlerimi, benim nefeslerimi almasına bile izin verirdim o an; tıkanmasın boğazına hayat. Yaşamanın en kötü ve zor anları bunlardı benim için, ihtiyacım olan nefes boğazımdan geçmezdi. Yaşayabiliyor oluşumun ölümlü dakikaları...
"Sen ölme Neva, bu kadar erken değil."

İçimde bir yerleri hâlâ sızlatabilen o kesif acıyı dindiremeyeceğimin bilinciyle kapalı olan gözlerimi biraz daha sıktım, dilimin ucuna kadar yükselen kelimelerin her biri boğazımdan yukarı kesikler açarak çıkıyordu ve sanki tam da dilimin ucunda bir engel varmış gibi orada tıkanıp tıkılıyorlardı yeniden boğazımda. Onun da tüm bunları fark ettiğini biliyor, hissediyordum ama ya benden duysaydı bütün gerçekliğiyle onlar için korkunç sayılabilecek sona ne denli yakın olduğumu, o zaman ne yapardı? Bunu düşünmek istemeyişimle titredi bedenim, bana biraz daha sıkı sardı kollarını. Yüzümü hafifçe çevirip şakağına görmediği takdirde gerçekliğinden şüphe edeceği kadar yumuşak bir öpücük bıraktım, sonrasında kollarından sıyrılıp doğruldum. Sırtım koltuğa yaslı bir şekilde oturuyordum yeniden, Buğra dizlerimdeydi ve kapalıydı gözleri.

Başını dizimden kaldırmadan koltukta, daha rahat edeceğim bir pozisyona gelene dek kaydığımda başımı da koltuğun sırtlığına yaslayabilmiştim. Gözlerim kapanırken aldığım nefes daha rahat ulaşmıştı bu kez ciğerlerime, burukça gülümseyip parmaklarımı gür saçlarının arasına kaydırarak saçlarını okşamıştım usulca. "Bundan yıllar, yıllar önce Dünya adı verilen gezegende çok daha fazla yıldız görülebiliyorken bir zaman sonrasında sadece daha güçlü olanlar kalabilmiş gökyüzünde," diye fısıldadım sessizce, saçlarıyla oynadığım andan itibaren daha bir düzeme binmişti nefesleri. "Onlardan birisiymiş Çoban Yıldızı."

Gülümsediğini işittiğimde parmaklarım saçlarında daha da bir özenle dolaşmaya başlamıştı, kendime engel olmadan ben de gülüyordum üstelik. "Bu Çoban Yıldızı çok uzun bir zaman sonrasında, yine bir gece göğü aydınlatırken çayırda dolaşan bir çoban görmüş. Yorgun bir çobanmış, ailesinin geçimini sağlamakla yükümlüymüş ama en sevdiği şey, içten içe, tembellik yapmakmış..."

Homurdanmıştı, gözlerimi açıp onu izledim kirpiklerimin altından: Etli dudakları uykuya hazır bir şekilde aralık duruyor, nefesi bir ıslık gibi dökülüyordu dudaklarından. Gözlerinin altına düşen karartılar yorgunluğun parmak izleriydi ve normalde de içe çökük olan yanakları zayıfladığını haykırırcasına daha da gömülmüştü derinlere doğru. Çirkin değildi, yorgundu sadece; kemikli yüzü artık güçlü maskesini taşıyamadığından onlarca kez yer düşürmüş, o maskeyi tekrar yüzüne yerleştirdiğinde o kırıklardan ve çatlaklardan sızmıştı yorgunluğu, üzüntüsü. Dışarıdan bakıldığında bir işe yaramaz sert bir kaya gibiydi Buğra fakat kırıldığında içindeki o parlak mücevherleri görebilirdik, yine de her şeye rağmen kırılmamasını tercih ederdim.

"Ben tembellik yapmayı sevmem ki!"

Bir çocuk gibi şikâyet etmesi beni gülümsetmişti, saçlarındaki elimi yanağına düşürüp usulca okşadım kirli sakalının gölgelendirdiği yanağını. "Belki de senden bahsetmiyorumdur?"

Kaşları güzel yüzünde çatılıp gözlerinin rengini gizlemişti, kızmaya çalışır gibi bakıyordu bana. O an, her şeyi bir kenara bırakırsak, kucağımda uzanan bu adamla birlikte mutlu olabileceğime emindim ama bugün 14 Şubat'tı, kırmızı rengini aşktan değil; bu adamın acısından alıyordu benim için. Mutluluk için fazla kanlı bir tablo değil miydi? Bu kadar bencil olmamalıydım...

Elini yanağındaki elime bırakıp yüzünü hafifçe çevirerek avuç içimi öptüğünde içine düştüğüm düşünce denizinden çabucak sıyrılmıştım, merakla ne yapacağını izlerken öylece tuttu yüzünü avuç içimde. Kocaman bir adamdı o, sevgisi avuç içimdeydi; minik kesiklerle, kusurlarla dolu olmasına rağmen ezbere bildiğim tek yerdi.

"Benden bahsediyorsun, yoksa neden bana anlatasın ki?" Sesi tenimde yankılanıp boğulduğunda kelimelerinin her biri zor anlaşılır hale geliyordu, konuşmaya devam etti: "Sen benim ışığımsın, seni öyle parlak bir tek ben görebilirim; ilk bakışta en iyi ben tanıyabilirim."

Söyleyecek bir söz bulamadığımda susmuştum, onunsa gözleri kısılmıştı susuşumu yanlış yorumladığından belki. Yanağını severek parmaklarımı yeniden saçlarına kaydırdım, usulca tutamlarını okşamaya devam ettim saçlarının dalgasına dikkat ediyorken. "Çoban tembellik yaparken çayırda, elinde bir kaval... Yıldız'ın daha önce hiç duymadığı şeyleri çalıp şarkılar söylemeye başlamış. Bir gün, iki gün, üç gün... Derken günler böyle geçmiş. Hatta bazen çoban dert yanarmış Yıldız'a, ona kendi sorunlarını anlatıp dururmuş. Gerçi bizim Yıldız da boş durmayıp ona anlatıyormuş tüm derdini ama maalesef ki çoban bunu duymuyormuş...

"Günler böyle devam etmiş, her gün Yıldız biraz daha fazla şey öğrenmiş çoban hakkında; çoban her gün başka şarkılar çalmış o çayırda ve artık öyle bir gün gelmiş ki kapkara bir sis kaplamış gökyüzünü, değil Çoban Yıldızı, o koca Ay bile ışığını düşüremiyormuş yeryüzüne. Ne çobanın şarkısı ulaşmış Yıldız'a ne de Yıldız parlamış." Nefeslenmek için durduğumda düzene binen nefeslerini işitince gözlerimi açarak ona indirdim ve kapalı gözlerini fark edince gülümsedim elimde olmadan, uyuduğunu umut ediyordum. Rahat bir nefes alıp parmaklarımı saçlarına kaydırarak kapadım gözlerimi, devam ettim mırıltıdan öteye geçmeyen bir ses tonuyla: "Çok hastalanmış Yıldız, ışığı sönecek kadar hasta olmuş ve bunu görüp üzülen Ay onun yeryüzüne inmesine izin vermiş.

"Çoban kızı ilk gördüğünde onun güzelliğinden o kadar çok etkilenmiş ki konuşamamış, iki kelimeyi bir araya getirememiş bile! Bir anda tüm derdini tasasını unutup gitmiş kızın yanına, oturup ona saatlerce kaval çalarak türküler söylemiş ve gizemli, sessiz kızımız da onu dinlemiş hiçbir şey demeden, sadece gülümseyerek. Saat geceyi geçip kendini güne devrederken Yıldız kendinde bir tuhaflık olduğunu hissediyormuş, çobanın şarkısını bitirmesini bile beklemeden koşup uzaklaşmış oradan çünkü yok oluyormuş bedeni günle birlikte."

Gözlerimi açarak bulunduğumuz odanın içinde gezdirdim: Her şey yerli yerinde duruyordu, önümüzdeki büyük televizyon ünitesi fotoğraflarla doldurulmuştu on yıllık hatıralarla. Kameraya bakmayan Buğra Aslan, somurtan minik Buğra, annesi ona sarıldığında hafifçe tebessüm eden Buğra, annesini korumacı bir tavırla saran Buğra... Bahar Abla oğluna fazlasıyla âşık bir anne gibi duruyordu. Oğlu için hayta yeniden başlayarak ayakları üzerinde durabilen bir kadındı ve benim gözümde en iyi anne sayılabilecek isimdi.

"Günler bu gizli buluşmalarla devam ediyormuş, ne zaman akşam çöküp hava kararsa Yıldız o çayırda beliriyormuş. Hiç konuşmuyor, çobanı dinliyor, zaman zaman birbirlerine sarılmadan ama sarılmak ister gibi yaklaşıyorlarmış. Çoban elbette ki sorular soruyormuş Yıldıza. Kimmiş o, yaşı kaçmış, adı neymiş, nereden gelmiş, gece dışarı çıkması tehlikeli değil miymiş... En nihayetinde onun konuşamadığını idrak ettiğinde Yıldız'ı böyle kabullenmiş.

"Daha sonra çoban gelememeye başlamış, bir gün var; bir gün yokmuş. Geldiğinde geç gelip erken gidiyormuş. Bu durum o kadar çok üzüyormuş ki Yıldız'ı, daha çok hasta olmuş Yıldız. Hastalandıkça sesi gelmiş yerine. Ay, ağlayıp zehrini dökebilsin diye ona vermiş sesini ama bilmezmiş ki Yıldız ağlamayı, bu yüzden içine akıtmış hep yaşlarını," dedim sessizce mırıldanarak. Gözlerimi rahatsız eden yaşları yok sayıp dinlendim birkaç dakika, sonrasında devam ettim konuşmaya: "Ona verilen sesle çobanın şarkılarını söylemeye başlamış Yıldız, çoban geldiğinde susup o yokken şarkı söyler olmuş. Onun sesini duyan çoban daha da bir aşık olmuş Yıldız'a ve bir gece onu gizli gizli dinledikten sonra yanına gitmiş konuşmak için.

"Çoban yaklaştıkça Yıldız'a, acıyla kanamış Yıldız; yine yok olmaya başlamış ve son nefesini de ona sarılan sevgilisinin kollarında vermiş gülümseyerek. Ölmüş çobanın Yıldız'ı, ölüyormuş Çoban Yıldızı."

Üzerime çöken ağırlıkla sessizleştim, can yaktığını bildiğim birçok şeyle karşılaşmıştım fakat sanırım en zorlarından birisiydi bu; kendi ölümünü bilip ölmeni istemeyen birilerine bunun haberini vermek. Nefesim de heveslerim gibi kursağımdaki düğümlerden birine takılıp orada yer edinirken gözlerimi yeniden kapayarak dizimde yatan genç adamın saçlarını okşamaya devam etmiştim. Ölümüm geldiği hızla terk ediyordu zihnimi ama bu kez başka bir soru onun yerini doldurarak aklımı kurcalamaya başlıyordu: Birbirimize yaklaşabilmemiz için acı mı çekmemiz gerekiyordu hep? Kendi içimde asla cevabını bulamayan soruların yanındaki yerini aldı bu soru da, diğerleri gibi bir askıyı omuzlarına giyinip havada asılı kaldı.

Gözlerimi açmadan derin bir nefes alarak sessizliğe karışan nefeslerini dinledim Buğra'nın, babamın ninnisinden sonra beni o kadar kolay yatıştıran tek şey olduğunu fark ettiğimde dudaklarım tembel bir tebessümle kıvrılmıştı yukarı doğru. Onun sesi olmak isterdim, bir iki dizeyi söyleyebilmek için veyahut direnebilmek için birçok şeye. Aslında, bunlardan da öte onun kalbinin sesi olmak isterdim; her an kuvvetle atabilmek varken ucunda.

Buğra Aslan olmak isterdin, diye fısıldadı zihnimde cılız, ağlamaklı bir ses: Sevebilmek için kendini.

Belki de haklıydı; sevebilmek için kendimi, tüm acılarımla ve tüm acılarıyla, Buğra Aslan olmak isterdim.

Acıya da direnebilmek için.

Buruk bir tebessümle bıraktım kendimi beni selamlayan uykunun kollarına yorgunca, gözlerim akıtamadığım yaşların sızısıyla kaynarken bu çok kolay olmamıştı benim için ama en iyi kaçış yoluydu o anda. Kesinlikle yorgunluğumun çaresi değildi, her tarafı kırık; su geçiren, en minik bir rüzgâr da bile titreyen tahta bir kulübeydi.
Kulaklarımı annemin sesi doldurdu o an, onun tatlı sesi bir ninni gibi fısıldıyordu bana Çoban Yıldızı'nı. "Şimdi ölmeni istemem, bir kalbi sarmadan..."

*

Gözlerimden çekilen uykuya rağmen hâlâ kapalıydı göz kapaklarım. Artık dizlerimdeki başın ağırlığını hissetmiyordum ve üzerimde bir örtünün ince serinliği vardı. Ayaklarımı hafifçe oynattığımda koltukta uzanıyor olduğumu anlamam da uzun sürmemişti, nefesimi sıkıntıyla bırakıp yüzümü ovduğumda yavaş da olsa nihayetinde aralayabilmiştim gözlerimi: Dizimde uyuduğu koltukta bir başımaydım. İnce battaniyeyi üzerimden kaldırıp koltuktan destek alarak doğrulduğumda evin içindeki sesleri dinlemeye odaklanmıştım. Kendi sesim dışında hiçbir sesi duymadığımı, duyamayacağımı fark ettiğim an kaburgalarım kırılır gibi bir acı sarmıştı göğüs kafesimi. Uyuşuk bir yavaşlıkla koltuktan kalkıp bir süre öylece bekledim dengemi kaybetmekten korkarak, daha sonra neyin nerede ve neresi olduğunu bilmediğim bu yabancı evde gezinmeye başladım banyoyu bulabilme umuduyla.

Bacaklarımdaki kaslar seğirirken merdiven korkuluklarından destek alarak adımlamaya başladım önümdeki basamakları. Bu evin bir ruhu vardı, hâlâ daha buradaydı ve içeriye dağıtıyordu tüm enerjisini. Fakat nasıl hissettirdiğini henüz anlayabilmiş değildim.
Adımlarım basamakların tepesinde son bulduğunda omzumun üstünden kısaca baktım arkama, geride bıraktıklarını bilmeliydi insan; şu iki ayda ancak bunu öğrenebilmiştim. Tuttuğum nefesimi bırakarak elimi korkuluktan çekip hızını zihnimde ölçemediğim adımlarla önümdeki ince koridorda ilerlemeye başladım. Daha o zaman Buğra'nın kokusunu duyumsamıştım, evden çıkalı çok olmamıştı tahminime göre. Takip ettiğim şeyi, hangi doğrultuda gittiğimi bilmeden sadece iç sesimin yönlendirmesiyle yürüyordum duvarlarda monte edilmiş kapılardan birine doğru.

Gözlerim, tam karşımda kapısı ardına kadar açık olan odaya odaklanmıştı; vişneçürüğü tonlarındaki duvarın üzerinde birçok tablo birbiriyle neredeyse bitişik şekilde dizilmişti ve kimi yatayken kimi dikey tablolardı. Simetri hastalarını çıldırtacak kadar düzensiz bir düzendi bu görüntü. Ayaklarım odaya doğru çekilirken tabloların tam ortasındaki büyük tabağı kestirmiştim gözüme: Tabağın ortası ekru tonlarındaydı çerçevesindeki füme rengine tezat oluşturarak, ne tam siyah ne de tam beyazdı ikisi de; fazlaca ortada kalmış. Tabağın ortasındaki figür, kanatları morun tatlı ve göz yormayan tonlarını kanatlarına kuşanmış bir kelebeği andırıyordu. Dikey olarak yerleştirilen tablonun bir tanesinin sadece kül grisi rengine sahip olmasını anlamlandırmaya çalışırken onun, aslında sadece bir ayna olduğunu odaya iyice yaklaşıp aksimin aynaya yansımasıyla anlamıştım.

Aynadaki aksim ürkütüyordu, gözlerimi ondan kaçırabildiğimde kapı girişinde durduğum odayı gözlemlemeye devam edebilmiştim: Buram buram Bahar Abla kokan bir odaydı burası. İki duvarı vişneçürüğü, diğer ikisi kül grisi olan odada mobilya olarak ahşap kullanılmıştı, büyükçe bir pencere vardı fakat çiçekler pencerenin önünde değil boy uzunluklarına göre yerde sıralanmıştı. Bir sehpanın üzerinde bozuk bir düzenle yerleştirilmiş kitaplara kaydı bakışlarım, alelade saydığımda ona yakınlardı yuvarlak ve uzun sehpanın üzerinde. Kararsız adımlarla içeriye ilerleyip iki sütun halinde dizilen kitaplardan en üstte olanına baktım dikkatlice Prof. Dr. Üstün Dökmen'in Eşitler Evi isimli kitabıydı. Diğer kitapları da üstünkörü incelemiştim, onlarda birer kişisel gelişim kitabıydı ve çoğu iletişim kurmak, başarı üzerine yazılmış kitaplardı. Küçük Prens'in bunların arasındaki yerini merak ederek kitabı diğerlerinin arasından çekince, daha kapağını açmadan kitabın içinden bir not düştü.

Yere eğilip notu almak için uzandım kâğıdı kırıştırmamak için özen gösterirken, epey güzel, italik ve özenli bir el yazısıyla yazılmıştı bu not: "Yağız'ın okuduğu ilk kitap."

Dudaklarım buruk bir tebessümün eşliğinde hafifçe kıvrıldı belli belirsiz, notu ilk sayfadaki yerine iliştirip kitabı yerine koymaktansa diğer kitapların üstüne bırakarak arkamı döndüm ve daha fazla kurcalamamak için kapıya yöneldim büyük bir savaşta fazlaca darbe almış gibi titreyen bacaklarımla. Gözlerimin önünü kaplayan duman genzimi yakıyordu, bu dumanın nereden çıktığını bilmiyordum. Bir elimi burnumla ağzımın arasına kapayarak kendimi korumaya çalıştım yakıcı histen, gözlerim sulanıyordu. Hızlı adımlarla bu dumandan kurtulmak isteyerek koridorda ilerlediğimde daha da yoğunlaşan durumdan önümü bile zor görüyordum fakat ileride birinin baktığını hissediyordum: Karanlık bir siluetin.

Hissettiğim korku bacaklarımın oldukları yerde donmasına sebep olsa da ve duman görüşümü iyice kaplasa da o siluete bakmaya devam ediyordum. Öylece duruyor, hareket etmiyordu. Güçlükle elimi ağzımdan çekerek sordum: "Kim var orada?"
Ses yoktu, siluet kıpırdamadan duruyordu.

Korkumdan sıyrılamıyorken bunu bir fırsata dönüştürerek kaçarcasına başka bir yere doğru yöneldim. Bana yakın duran bir kapının önünde durduğumda kulağıma çalınan müziğin ürkütücü tınısına kapılmıştım, ahşap ve aralık olan kapıyı hafifçe ittiğimde sanki bu anı bekliyor gibi açılmıştı geriye doğru. Soluk ve füme renkli bir odanın tam karşısındaydım, duvarlar yeni boyanmışçasına temiz duruyordu. Duvarlarda resim çerçeveleri yoktu, hatta odanın içi yatak, giysi dolanı, bir tekli koltuk, yatak başında duran üç çekmeceli bir komodin dışında boş bile sayılırdı. Müziğin nereden geldiğini anlamak için dikkat kesildiğimde yatağın üzerindeki eski Walkman'i seçmişti gözlerim. Hemen o an aslında kapıyı çekip gitmem gerektiğini biliyordum fakat ayaklarım bildiklerime ters düşüp kendi doğruları peşinde ilerleyerek ne pahasına olursa olsun o odaya girmeyi tercih etmişti.

Hayattaki tüm her şeyden daha fazla Buğra Aslan olan nadir yerlerden birindeydim. İçine kasvetin hâkim olduğu bu ortalama oda lüks kokmuyordu, beklediğimin kesinlikle epey aksiydi üstelik. Yatağına doğru ilerlediğimde Walkman'inin hemen yanındaki fotoğrafı, fotoğrafları fark etmiştim. Bir yıldır gülüşünü unuttuğum adamın annesine bakarken gülmesi, tek başına olduğunda utangaçlığını gizlediği o sıkılgan ifadesi, Bahar Abla'nın objektife değil de kamerayı kendisine doğrultan oğluna hayranlık dolu gözlerle bakması... Sadece bir fotoğraf karesinde yanlarında Onur Bey de vardı, yüzü gülmüyordu yaşına rağmen genç görünen adamın ve onun yanındayken Bahar Abla'nın bile yüzü gülmüyordu. Aklıma düşen bencil düşünceler bir bıçak gibi kesiyordu yüreğimi: Benim annemle ya da babamla böyle fotoğraflarım yoktu, çocukluk fotoğraflarımda hep tektim.

Bedenimi sarıp sarmalayan bencillikle sessizce uzaklaştım yataktan, müzik hâlâ devam ediyordu bu sırada ancak kulaklarım bu kez onu duymak yerine sessizliği kanıksamış bir şekilde yok sayıyordu. Anneme olan muhtaçlığım binlerce yaraydı içimde, geçmiyordu. Yine de, bunlara rağmen bilip canımı yakan başka bir şey vardı ki o da annemin bu ailenin dağılma sebeplerinden biri oluşuydu. Onur Aslan istediği kadar kötü biri olabilirdi, istediği kadar oğlunu robotlaştırmış; karısına hayatı ziyan etmiş olabilirdi ama annemin bir kadını öylesine acıtmaya hakkı yoktu. Elimde tuttuğum fotoğrafları yatağın üzerine koyarken odaya girdiğimde kurtulduğumu düşündüğüm duman yeniden olduğum yeri doldurmaya başlamıştı. Korkunun yeniden yer edindiği bakışlarımı odanın içinde dolaştırdım nefesimi tutarak, bu kez yerde ayaklarının üzerinde oturan kumral bir kadın duruyordu gözlerimin önünde; elleri saçlarının arasında ve çığlık atıyordu. Kulaklarımdaki çınlamaya aldırmadan tuttuğum nefesimi bırakıp odadan can havliyle çıktım. Ciğerlerime doldurduğum yeni nefes oldukları yere yetmezken bu evde durmamın bir işe yaramayacağını bilerek indim merdivenleri kaçıp kurtulmak istercesine bir hızla, portmantodan ceketimi alıp doğru düzgün üzerime bile giymeden çektim kapıyı ardımdan. O zaman anladım ki birçok insanın hatalarının bedelini sadece başkaları ödüyordu; belki kendi canlarıyla, belki tüm hayatlarıyla. Bir şekilde, o kişiyle sadece bir bağlantın olduğu için sadece sen suçlu oluveriyordun; bir şekilde tüm bedel senin omuzlarına çöküveriyordu ve çöküveriyordun derinliğinden bile bihaber olduğun okyanusun en ama en derinlerine, kumun bile altına.

Adımlarım hızlıydı, bir boşlukta yürümeye çalışıyor gibi boşuna hissettiriyordu yine de. Çarptığım her beden bir adım geriye gitmeme sebep oluyordu, ilerlediğimi düşündükçe bir çentik yiyordum kurtulma hırsımın üzerine; birilerinin desteğini arıyordum yakınlarımda. Babamın beni cesaretlendiren sesini, elimden tutup beni kaldıran Savaş'ı, yanımdan hiç ayrılmayacağına emin olduğum arkadaşımı... Susması için birçok şeyi feda edebileceğim, canımı yakan Buğra'yı, hırsımı kamçılayan beni... Annemi. İnsan en çok birine ihtiyaç duyduğu zamanlarda yalnızlığı iliklerine kadar hissediyordu ve yalnızlık ancak o zaman gerçekten acıtıyordu. Gelmeyecekleri gerçeğini kabullendiğimde üzerimdeki baskı hafifleyip nefes almama engel olamayacaktı artık.

Karşıdan karşıya sağ salim geçebilmiştim neyse ki, ceketime sıkıca sarılarak soğuktan kendimi korumaya çalışırken açıkta kalan bacaklarım yedikleri rüzgâr darbeleriyle yanıyordu; insanlardan daha uzakta olan duvar kenarından yürüyordum. Sanki onlara uzak olursam her şey çözülecekmiş gibi...

Zihnim çok başka bir yönde çalışıyordu adımlarımı attığım saniyelerde, bütün düşüncelerinden arınmışçasına boştu fakat bu boşluk öyle alelade bir boşluk hissi değildi, tıka basa dolmuş ve artık taşmıştı. Bu iyiye mi işaretti, hiçbir fikrim yoktu bu konu hakkında. Yine tek bildiğim, o boşluğun kesinlikle iyi hissettirmediğiydi. Zihnimde savaşacak, karşı koyacak kimsem yoktu.
Tam da bu boşluğa alışır gibi olmuşken annemin görüntüsü belirdi o zifir kokulu siyah perdenin önünde. Omuzlarından aşağı sallanan saçları her zamanki gibi bakımlı, parlak görünüyordu. Zihnim bir sahne oluşturmaya çalışıyordu, annemin olduğu ve Onur Aslan'la tanıştığı sahneyi. Sahi, nasıl tanışmıştılar; neredeydiler, orada ne konuşmuştular?.. Her sorunun bir kapı olduğunu ele alırsak, cevaplar da o kapıların ardındaysa eğer; matruşka bebeklerini andıran bir düzene sahipti kapıların hepsi, bir zincir gibi birbiri ardındaydılar ve her birinin cevabı kendinden öncekiyle bağlantılıydı. Oysa kapkaranlıktı zihnim, ilk kapıyı bile bulamayacağım kadar karanlık...

Etrafımdaki insanların hepsi aslında aynı hastalıkla savaşıyordu, kalabalıklar arasında yalnızlığı hissetme hastalığı... Bunu çoğu zaman kabul etmeseler de yalnızlığın en hissedilir olduğu dakikalarda iliklerine kadar işleyen bu his nihayetinde içten içe tüketiyordu onları. Ben tükendiğimi hissediyordum ve her ne kadar bu hastalığı kabullensen de sonuç değişmiyordu. Dokunduğu herkesi bir şekilde tüketiyordu yalnızlık; önce teninin canlılığı sönüyor, gözlerdeki yaşam sevincinin parıltıları siliniyor ve yorgun düşürüyordu.

Bir umut elim, cebimdeki telefona kayarak Semih'in numarasını tuşladı. İlk çalışta meşgule düşen aramayı kalbimdeki minik bir sızıyla kabullenmiştim, birkaç adım sonrasında onu yeniden aradığımda bu kez numaraya ulaşamıyor olduğumu söyledi telesekreter. Telefonu cebimdeki yerine göndermeden hemen önce ekrandaki tarihe bakmıştım ve saate bakmıştım, artık 15 Şubat'taydık ki bugün bile bitmekteydi; en azından yedi sekiz saat içinde bitecekti. Omuzlarımı düşürürken ceketimin kapüşonunu başıma çekip ellerimi ceplerime yerleştirdim, son bir yüzsüzlüğe izin vererek çay bahçesine doğru ilerledim. Savaş'la konuşmak için değildi bu, sadece onu görebilmek içindi; sadece her zaman yanımda olacağını söyleyen o kişiyi biraz daha görebilmek içindi.

Tutunacak birilerini arıyorsun ama kırılacaksın, diye uyarıyordu beni zihnim kendini koruma altına almak ister gibi. Bunu biliyor ve ötesinde kabulleniyordum, kimse kırılmadan iyileşemezdi ki. Kırılmadan öğrenemezdin, kanamadan akmazdı irin, bir yara dağlanmadan yok olmazdı. Ve hatta, düşe kalka yaşadığımız bu hayatta birilerini kaybetmeden, geride bırakmadan büyüyemiyorduk. Kayıplarımız, feda ettiklerimiz, geride bıraktıklarımız veya yaralarımız boyumuzu aşıyordu ama bu her zaman için kötü bir şey değildi çünkü kopan kıyamet bile olsa kendimizi koruma altına alıp sığınabileceğimiz bir alana ihtiyacımız oluyordu. Lanet ettiğimiz, kahrettiğimiz her şey işte tam da o zaman bizi koruyabiliyordu.

Ciğerlerime güç bela yeten nefesimle yetinerek kirli kaldırımlarda ilerlemeye devam ediyordum. Artık ayaklarımdan öte yol da nereye gideceğimi bilir gibi şekilleniyordu ayaklarımın altında. O an yeni bir farkındalığın içine düşüp kaybolmuştum: Ben ne annemin ne de babamın kızıydım. Beni bu kaldırımlar büyütmüştü. Babasız kaldığım günleri kucaklamış, annem yokken sarmıştı beni; dedemi kaybettiğinde yalnızlığıma ortak olmuş, tüm sevinçlerimi ve acılarımı içmişti. Marmara kadar tehlikeli ancak ondan daha çirkindi. Ben İstanbul kaldırımlarının ezberlediği kızdım.

Çay bahçesine yaklaştıkça bir ağırlık çöküyordu üzerime zaten var olanı katlayarak. Bahçe girişinde durdu adımlarım, ne bir adım ileri gidebildim ne de uzaklaşabildim oradan. Gözlerim aradığı sarı saçlı çocuğa takıldığında onu sandalyesinde görmüştü, yanında esmer bir kız. Birbirlerine gülümsüyor olmalarının canımı böylesine acıtmaması gerekiyordu, kızın yüzünde gördüğüm o ifadeye sıkılmamalıydım; hissettiğim bu boşluk baştan aşağı saçmalık doluydu.
Kapıya uzanan elim olduğu yerde donup kalmıştı, kalbime çöreklenen ve daha önce böylesine tatmadığım kırgınlık hissi sızlatıyordu, montumun üzerine damlayan yaşı fark ettiğimde yerini bir yenisi almıştı üstelik. Bir çift ala gözlerle kesiştiğinde bakışlarım telaşla oradan uzaklaşmak için geri çıkmıştım. Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapıp kaçmaya başladım, ciğerlerime yetmeyen nefeslerimi göz ardı ederek koşuyordum tüm gücümle.

Savaş'ın da canı beni her görüşünde böyle yanıyor muydu?

Onu anlamak için daha önce hiç uğraşmadığımı fark etmiştim, hiçbir zorunluluğu yokken yanımda olup benim hayatımda bana ayak uydurmaya çalışmıştı ve ben yanımda olmasından başka hiçbir şeye sahip olmadığım halde bunu ondan hep beklemiştim. Bencilceydi, onun yerinde olsam kabul etmeyeceğim bir şeydi ki şimdi bu yaptıklarımın altında ezildiğimi hissediyordum. Birinin kıymetini o kişi yanımızdayken anlayamayan varlıklardık maalesef, önce yanımızdakini kaybetmeliydik ki aslında bizim için ne kadar değerli olduğunu görebilmeliydik. Şu an tam olarak kendimi bu durumda bulmuştum, daha ötesinde değil.
Savaş'ı kaybetmiş miydim sahiden?

Tek yapabildiğim şeyi yaparak koşmaya devam ettim elimden geldiği kadar hızlıca, nefeslerim ciğerlerime düştükleri anda canımı yakıyordu. Nasıl idare edebileceğim konusunda bir fikrim yoktu, mutlu olmayı hak etmiyor muydum?

Koşarken havanın soğuğuna rağmen kalabalık olan İstanbul sokakları insanlarına çarpıyordum, sert rüzgâr bedenimi her bir adımımda biraz geri itiyor ve üzerimde büyük bir baskı uyguluyordu. Engel olamadığım çarpışmalar yaşanıyordu o anlarda, çarptığım için özür dilediğim veya arada kaynadığı için özür dileyemediğim herkesin bakışlarını, ilk aldığımda soğuğu bile geçirmediği halde zamanla yıpranan; sıcak tutmayan montumun sırtında hissediyordum. O bakışlar suçlayıcıydı, yaptığım şeyi tasvip etmiyordu. Zihnimdeki boşluğa fısıldayan ses tasvip etmedikleri şeyin bir korkak gibi yüzleşmeyi tercih etmeyip kaçıyor oluşum olduğunu bağırsa da ayaklarıma uzanan hayali ellerin de üstüne basarak kaçmaya devam ettim. Geçmişimden, bugünümden ve var olacak geleceğimden kaçmaya devam ettim nefes alamamayı umursamayarak.

Derim cayır cayır yanıyordu, kot pantolon ne kadar tehlikeli olabilirse o kadar tehlikeliydi bacaklarım için. Bacaklarım maruz kaldıkları soğuk yüzünden acıyorken hemen hemen aynı durum ciğerlerim için de geçerli sayılırdı; soluk borumdan ve dudaklarımın arasından ciğerlerime düşen nefeslerim soğuk hava etkisi görerek canımı yakıyordu. Acı güçlendirir, acı seni sen yapar, diyen tarafımı tokatlayarak susturmuştum. Bunu zihnimin içinde oluşturduğum o dünyada gerçekten yapmıştım.

Postalların sert tabanları parmaklarıma batıyordu, sızlayan ayaklarım bedenimi taşıyamayıp yere bırakacak gibi olduğunda savsaklaşan adımlarımla görmediğim birilerini üzerine doğru savrulur gibi olmuştum; çarptığım beden benim için duracak nokta gibiydi, düşmemem için beni tutup ayaklarımın üzerinde dik durabildiğim ana kadar bırakmadı. Dudaklarımda minnettar bir tebessüm belirirken gözlerimi beni tutan adamın yüzünde gezdirmiştim: Orta yaşlı, kırmızı burunlu bir adamdı. Yüzündeki gülümseme bir tanıdığı hatırlatıyordu fakat bu duygudan çok çabuk sıyrılarak uzaklaştım adamdan. Gerçekçi duymayan bir teşekkür dudaklarımdan döküldü ama o adamın yüzündeki tebessümün silinmesi için yeterli olmamıştı bunların hiçbirisi, gözlerime bakıp gülümsemeye devam ediyordu öylece.

Bundan rahatsız hissederek gözlerimi kaldırım taşlarına eğdim, "İyi akşamlar," diye mırıldanıp koşmadan ancak yine de hızlı adımlarla yürümeye devam ettim kaldığım yerden.

İstanbul kaybolmak için büyük, asla bulunamamak için küçük bir yerdi. Bir canının ucuza mâl olduğu, hayatın ise pahalıya patladığı bir şehirdi. Zaman burada hiç durmadan akıyordu ve akarken beraberinde birçok şeyi seline katarak yok ediyordu. Duyguları, kimi zaman mutluluk ve hüzünleri... İnsan bedeni ruhunu yitirmiş boş bir kabuk olana dek bırakmıyordu İstanbul, koca şehri saran gri betonlar ve ruhsuz insanların hıncını alır gibi kirletip grileştirdiği gökyüzüne benzetene kadar bırakmıyordu. Hayat temelleri para üzerine kurulu olanlardan olmamıştım hayatım boyunca; kaldırımın tepesinde, insanların arasında yürürken sorguladığım şey hayatımdı, kararlarım, tercihlerim.
Adımlarım anbean yavaşlarken, bu sefer insanlar yanımdan geçerken bana çarpmaya başlamıştı. Sorgulamak... En minik ayrıntısına, en karanlık sularına dek derinlere inmek. Dip sarhoşluğuna tutuluyordu insan, o karanlık ve derin sularda yirmi beş metreden sonrası tehlikeliydi; alkol almış gibi sarhoş hissettiriyor, sanrı görmeye sebep oluyordu. Dip çekerdi, her seferinde biraz daha batardın fakat güzel gelirdi, alıştıkça daha çok isterdin. Dünya üzerinde en kolay bağımlılık yapan uyuşturucu şüphesiz ki o sorgulama anında çekilen acıydı. Hain bir acıydı bir o kadar, sinsi. Yalnızlık anlarını kollayarak insanın daha zayıf bulunduğu zamanlarda onu daha da derinlere inmesi için çekerdi kendisine, boğana dek çekerdi.

Bu sarhoşluğun hangi evresinde olduğumu, kaçıncı yirmi beş metreyi bitirdiğimi hiçbir zaman hesap etmemiştim; bundan sonrası için de hesaplayacağımı sanmıyordum fakat sorgulamaya asla ara vermeyecektim. Arkadaşlıklarımı, arkadaşlarımın yaptıklarını, annem ve onun yaptıklarını... Sorguladıklarıma birer cevap bulduğum sürece düştüğüm dip önemli değildi benim için, oradan çıkabilecek gücü her halükârda toparlayıp er ya da geç, bir şekilde bulurdum oradan çıkmanın yolunu.

Buğraların evinde olanları düşünüyordum, karanlık silueti ve Bahar Abla'yı. O siluetin bir yüzü olmamasına rağmen beni izlediğini hissetmiştim ama ya Bahar Abla nedendi? Şu zamana kadar gördüklerimin en azından bir anlamı vardı, şimdikilerin anlamı neydi öyleyse; neden onları görmüştüm? Düşünmekten ağrılar giren beynimi bir süreliğine dinlendirme kararı alıp onu soğuğun kollarına bıraktım, soğuk iyiydi; uyuşturup acı hissettirmez, düşüncelerin önüne set çekerdi.

Adımlarım tüm sakinliklerini giyinerek havaya yaraşır bir serinlikte ilerleyip oturduğum yerin yakınlarında sayılan sahile varmıştı. Sahil kenarında yürürken bir parka denk gelmiştim, İstanbul'un kumu yetmez sahillerinden biriydi ve parkın içinde, sahilin denize bakan kısmında sadece üç tane salıncak vardı, üçü de tekerleklerden yapılma. Denizden esen rüzgâra aldırış etmeden ortadaki salıncağa oturup denizin geniz yakan kokusunu soludum uzun uzun, nefes borumda oluşan her acı kesikte düşüncelerim soğuğun bile engelleyemediği bir hızla çağlayarak akıyordu zihnimden gözlerime birer damla yaş olup ancak; o yaşlarından gözlerimden akabildiği söylenemezdi. Bulanıklaşan, üzerine tül bir perde inen görüşümle izliyordum sokak ışıklandırmasının altında parlayan Marmara'yı. Bütün bu güzelliğe rağmen kulaklarım arsızca arkamdan geçip giden insanların seslerini ayırt ederek tüm gerçeklikleriyle süzüyordu zihnimin ağlarına doğru. Babasına, üşüdüğünü söyleyen bir kız çocuğunu duymuştum. Ben de üşüyordum, hayatımda ilk kez bu kadar derinden hissediyordum bu soğuğu üstelik.

Dudağımın üzerindeki çukurda biriktiğini hissettiğim sıcak kan aniden ürpermeme sebep olurken o an bu kanın bile beni boğabileceğini fark ettim, elimin tersiyle dağıttım can alıcı kızıllığı tenimde. Beyaz tenimde savrulan renk doğal görünmekten öte tiksinç duruyor olmalıydı, normalliğin zilyon kilometre uzağındaydım. Oysa ellerimi uzatsam o normalliğe tutunacakmış hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi.

Bir kez daha, montumun kolundan çıkardığım kazağımla silip kopararak aldım kanın kızıllığını tenimden. Üzerimin kirlenmiş olmasına aldırış etmiyordum, benim için en büyük kiri zihnim taşıyorken üzerimin kirlenmiş olması mühim değildi. Eşyalardaki kirler temizlenir, temizlenemiyorsa o eşya yenisiyle değiştirilebilirdi ancak ne zihin ne de ruh bir eşya değildi, yenisiyle değişmeden o kirle yaşamaya mecbur bırakılandı.

Telefonuma bir mesaj bildiriminin titreşimi düşünce kana bulanmış elimi telefonun olduğu taraftan uzakta tutarak diğer elimle aldım onu cebimden, ekranı açıp mesajın kimden geldiğine baktım. Annem nerede olduğumu merak ettiğini belirten bir mesaj yollamıştı. Bildirim sekmesini temizledikten sonra bir kez daha aradım Semih'i. Son bir umut, umutlarımı yaşatabilmem için son şansımdı bu. Telefon çaldı, çaldı, çaldı... Araya telesekreterin uğursuzluk kokan sesi girerek aradığım aboneye şu an ulaşılamadığını söylediğinde telefonu kökten kapayarak cebimdeki yerine göndermiştim.

Aradığım hiç kimseye ulaşılamıyordu. Arkadaşlarımı neden birer birer kaybediyordum ben? Daha doğrusu, arkadaşlarımı kaybetmeme sebep olacak kadar fazla ne yapmıştım da onlar yanımda değildi?

Daha fazla o salıncakta oturamadım yalnızlığımla, sessizce kalkıp etrafıma bakındıktan sonra sürekli gittiğim iskeleye doğru ilerlemeye başladım buraya birkaç dakika uzak olsa ve akşam saatlerinin serinliği iyice çökse de havaya. Kumların içinden çıkıp kaldırıma geçerken birkaç martı uzaklaşarak çekilmişti ayaklarımın altına girmekten, uçup denizin üstünden; benimle birlikte devam ettiler iskelenin olduğu istikamette. İnsan gürültülerini onların sesleri bastırıyordu ve aklıma Teoman'ın Gemiler yorumu dolup kulaklarıma fısıldanıyordu o an "Bir an için çıksan hayatımdan... Haykırsam maziden, uzaklardan..."

Kollarımı göğsümde bağlayarak derin bir nefes aldığımda, bir süre epey yürümüştüm Teoman'ın eşliğinde. Şarkıları değişti, bazen Yalnız Kalpler Sütununu dinledim ondan, bazen Aşk Kırıntıları, İstanbul'da Sonbahar... Bir tek Çoban Yıldızı'nı çalmıyordu zihnim bana, ona gücü yetmiyor olacak ki yeltenmiyordu bile. Hissettiğim yalnız olmama hissiyle başımı omzumun üzerinden sol yanıma çevirdim, üzerinde güzelce bir elbise vardı annemin; her zamanki gibi hoş görünüyordu fakat teni o kadar da sağlıklı değildi, rimelleri yanaklarına akmıştı. Onu daha önce hiç görmediğim bir haldeydi, yorgun bir görüntü vardı ve düşmüştü her zaman dik tuttuğu omuzları. Kollarımızın göğsümüz üzerinde konumlanma şeklinin aynı olduğunu gördüğümde gülümsemiştim elimde olmadan: Ne kadar ona benziyorsun, diye fısıldıyordu zihnim dünyanın en güzel iltifatı buymuş gibi. Onun kızı olduğun nasıl da belli aslında.

Dudaklarım yavaşça ayrıldığında bir nefes ıslık gibi çıktı dudaklarımdan, hafif bir tebessümle gülümseyip sadece dudaklarımı oynatarak fısıldadım zihnime düşen satırları:
"Martılar çığlık çığlığa
Diyor ki, dön sarıl ona
Kır artık zincirlerini,
bu kalp aşksız kir pas tutar
Çok geç olmadan dön bu yollardan"

İskeleye yaklaşmışken şarkının o an için edindiği anlamla devam ettim sözleri mırıldanmaya, kimseyi umursamadan:
"Gözlerim boş bakıyor ufukta bir şeye,
Mutluluk veda ediyor ılık nefesiyle...

Bu sabah sanki bütün cevaplar kanat açmış göğe...
Bir bulut saklıyor sanki akacak yaşları uykusuz gözlerimden"

Zihnimde bütün şarkılar birbirine karışarak bir uğultu oluştururken Martılar 'ı dinliyordum kendimce, iskeleye doğru bakan bir banka oturduğumda bile Teoman'la olan düetime devam ediyordum Marmara'yı izleyerek. Kendi içimde sessizdim o an, şarkılarımı saymazsak yok gibiydim. Güneş nasıl yansıyorsa denizin üzerinde ve yerini aya devrettiğinde bile sanki ay, gökte değil de denizdeymiş gibi yükseliyorsa tüm beyazlığıyla; Marmara'nın bir yansıması gibi sessizdim. Herhangi bir ses için çok fazlaydı Marmara, onca anlam yüklediğim bu küçük fakat cüssesinden büyük kirleri taşıyan deniz. Sessizliği ürkütücüydü, dalgaları hırçın ve boğucuydu. Boğuyordu beni, iyi de geliyordu her şeyin ötesinde. Marmara... Ben o denizdeki dalgalardan birinin, hatta kıyıya vurup ölmüş dalgalardan birinin köpüğüydüm. Çoktan sönmüş, anlamını yitirmiş, avazı çıkmış ama oraya daha önce vurup bir siz bırakmış, küçük de olsa kumu aşındırmış, bir kayanın delinmesine bir ihtimal sebep olmuştum. Parmak izlerim vardı burada, bu iskele benim nefes borumdu. Marmara, ilhamım belki de. Yalnızlığını içtiğim, yalnızlığımı kustuğum; öfkesine teslim olup sesiyle yatıştığım...

Birçok kez geride bırakıldığım yerdeydim; Gün'ün gittiği, sevgi bildiğim çoğu şeyin bittiği o noktadaydım. Acı artık öldürmüyordu, sakat bırakıyordu. Güneş az ileride batmaya yüz tutarken ve halinin son evrelerinin adım adım geçen ay gökte belirirken tüm hissizliğimle oturuyordum nefes borum bildiğim o iskeleye karşı bir bankta. Işık ışık parlayarak sönüyordu gün ufukta, koyu maviler kırmızıyı boğarak morlaştırıyor; güneş, ardında pembemsi bir umut ışığı bırakıyordu. Gecenin o doygun mavisi ise bitiyordu gri yağmur bulutlarının başladığı yerde. Terk edilişimi içiyordu bu kez Marmara, beni teselli etmiyordu. O kadar boştu ki bir zamanlar düşüncelerimin dolup taştığı zihnimin içi... Marmara gibi zihnim de beni ürkütüyordu. Sanki tüm duygularım bir iskemleye çıkıp zihnimin içinde kendini asmış gibiydi.
Yavaş yavaş turuncuya boyanıyordu önümde hayâsızca secde eder gibi kapanan Marmara, ona bu kadar sessiz olmak yakışmıyordu.

Dakikalar katlederken birbirini tıpkı eli kanlı birer katil gibi, havanın soğuğundan nasibini alan bedenim tepki göstermeye başlamıştı; titriyordum. Çenem yerinde sabit durmuyor, dişlerim hafif hafif birbirine çarpıyordu ve bacaklarımı sıkıyordum daha fazla sarsılmamaları için. Üzerimdeki montum artık beni ısıtma işini bir kenara bırakıp kendi derdine düşmüştü. Rüzgâr estiği yerden dalgaların yeni çağlayan seslerini vuruyordu kayalara, iskelenin kuru ayaklarına. İskelenin bunca yıllık geçmişi vardı bu denizle, hâlâ sağlam kalmayı başarabilmişti. Peki ya ben de onun gibi başarabilecek miydim ayakta kalabilmeyi, her şeye ve herkese rağmen çenem dik olmasa bile eğilmeden, omuzlarım düşmeden yürüyebilecek miydim sonuna doğru kendi yolumda? Dakikalar gibi bu sorular da beni katlediyordu hıncahınç bir öfkeyle. Sorularım neden bana düşman kesilmiş olabilirdi ki?

Onlarca insan gelip geçti ardımdaki yoldan, Marmara'ya kızgın olmayan birileri ellerine aldıkları taşlarla ondan çıkardı öfkesini, birileri dalgalardan kopan köpüklerin üzerine basıp gitti... Orada görünmezdim. Düşünceler silsilesi akıp gidiyordu zihnimde, birinin ucunu bile yakalayamıyordum ancak gözlerim güneşin bir anını bile kaçırmıyordu. Az ilerimde, tüm ihtişamıyla masum bir kurban gibi kanayarak batıyordu günün son saatleri. Deniz kana bulanıyordu, biricik sevgilisine yanar gibi kızıl dalgalarla yanıyordu. Elimde bir fotoğraf makinesi olsaydı bu görüntüyü sonsuzluğa bir kare olarak bırakmak isterdim yahut bir ressam olsaydım...
Gün artık tamamen silindiğinde gökten, ay yerli yerine oturmuş, karanlığa dönmek üzere olan göğü aydınlatmaya başlamıştı. Yıldızsız bir akşam vaktiydi, hava kapalıydı ve sanırım Çoban Yıldızı sırtını dönmüştü gökyüzüne. Usul, buruk bir tebessüm dudaklarımı kıvırırken gözlerimi bu düşüncemin ağırlığıyla kapamıştım; yıldızlar da ölürdü.

Zaman, insan yalnızken ve özellikle acı çekiyorken kesinlikle hızlı akmıyordu. Sanki o an her şey sana daha fazla acı çektirmek istiyor gibi yavaşlayıp ağırlaşıyordu, o an gerçekten çekinilmez oluyordu. Tam da bu zamanlarda bir düşman misali en yakınımda duran ben, benden daha çok annemin kızı olan yanım öyle bir sinmişti ki zihnimin en derinlerine; onu oradan benim bile çıkaramayacağım hale gelmişti. O, kendi yalnızlığını kuşanıp bana o yalnızlıktan artakalanları bırakıyordu; onun yalnızlığını.

Bir zaman sonra, bulutlar da gökyüzünü sarmaya başlamışken, öncesinde bir gölge düştü üşüyen bedenimin üzerine; sonrasında o gölgenin sahibi hiçbir şey söylemeden yanımdaki boş yere oturdu. Konuşmamıza, onu görmeme gerek yoktu çünkü inatla bana çarpan rüzgâr onun kokusunu taşımıştı burnuma. Sarılıp acısını kendi göğsümde beslediğim genç adam yanı başımda oturuyordu, buram buram kokan gerginliği doluyordu burun deliklerimden içeri ve ben havayı her soluduğumda Marmara'nın iyot kokusundan çok onun gerginliğini hapsediyordum ciğerlerime, korkutuyordu. Ellerim birer şemsiye gibi onu korumak için göğe doğru açılmıştı başının üstünde, ellerim onunkilerinin yanında küçük; ona nazaran güçsüzdü fakat onu korumak istiyorlardı delice, başımızın tepesinde kümelenen kara bulutlardan. Çok çirkin bir acı düşmüştü avuç içime, delip, yakıp geçmişti etimi; şimdi ise onun yüreğindeydi. Bu kadarı fazla değil mi, diye düşünedururken ben; o dik durmaya çalışıyordu tam da karşımda. Gözlerimin gördüğü sekiz yaşındaki haliydi, annesini ilk kez gören minik Buğra Aslan... Zihnim onun düşünceleriyle dolup taşarken kendimi ondan uzakta, ayrı düşünemiyordum.

"Gideceğim."

Sessizliğini koruyan gecenin içine bir bomba gibi düşmüştü ifadesi yitik sesinden cümleler, kendime defalarca sorduğum sorunun cevabı niteliğindeydi bu söz. Kaç kez kırılabilirdi bir insan, defalarca? Bir insan, kırıldığı kadar kırılmaya devam ederdi, biraz daha fazla. Babamın evden çıkmadan önce evde annemle yalnız başıma kaldığımda da mutlu olabileceğime dair beni ikna etmeye çalıştığı o anlar düşüverdi buğusunu kaybetmeyen zihnimin çatlaklarından, o gideceğini söyledikçe ellerini tutup gitmemesi için ağladığımı; hatta yalvardığımı hatırlıyordum. Güçlükle yutkundum, boğazımdaki yumru bu kırıklarımdan oluşuyor olabilir miydi?

Dudaklarım aralandı konuşmam için, sesim kayıptı o anda; yoktu. Başımı iki yana sallamaktan ileri gidememiştim, söyleyebileceğim her şey bu harekete sıkışmış ve beden bulmuştu benim bedenimde. Hayır, diyemedim.

"Gitmek istiyorum, Neva. Yalnız kalmam gerek."

Birer ruhsuz damla kirpiklerimin ucundan dökülüp yanağımda süzülmeye başladığında Buğra'nın yanında tüm duvarlarım, engellerim yıkılarak ona o duvarların arkasındaki kıyameti kopmuş halimi gösterdim; acıyla hıçkırdım. Omuzlarım bu ucu kopuk hıçkırığımı yutamayışımla sarsılmıştı, gözlerimdeki yanma hissinden daha acı verici bir şeyi daha hayal edemediğim bir andaydım tam da şimdi; belki de o yanma hissini bu kadar acı yapan şey buna sebebiyet veren kişiye beslediğim apansız değer ve sevginin büyüklüğünden geçiyordu.
"Gitmeyi bu kadar istiyorsan neden bana söylüyorsun," diye sordum güçsüz bir sesle, rüzgârın sesimi yuttuğu havaya doğru fısıldayarak. "Gitme demem için mi?"

Sessizliği bir damla yaşın gözlerimden taşması için yetip de artmıştı, sessizliği babamın mezarı gibiydi: Altı keskin yalanlarla dolu ve tüm gerçekliğini yitirmeye yüz tutmuş cümleler...

"Gitme Buğra." Sesimin titremesine engel olamamıştım fakat pes edip susmamıştım da: "Yalvarmamı istiyorsan söyle ama gitme, bu kez kal." Sana ihtiyacım var, gitme.

Gözlerini bana eğdiğinde kan çanağına dönen gözlerinin içine baktın ürkerek, annesine karşı kendine sorumlu hissediyordu; evde konuştuklarımız da onu gitmeye itmiş olabilir miydi? Düşündüm... Kısacık bir sürede, belki sadece saniyeler içinde o kadar çok şeyi düşündüm ki zihnim bu düşüncelere yetişemeyip tepki veremezken üzerindeki sessizliğe sıkı sıkı sarılmaya devam etmişti. Hırçın bir dalga sertçe vururken kıyıya köpüklenip ayaklarımın ucuna kadar gelmiş, bununla yetinmeyip ıslatmıştı pantolonumu. Biliyordum, bu hırçın dalga sessizliğime ses olabilecek en güzel gürültüydü.

Buğra susmaya devam etti, arkadaki kafelerden birinden yükselen canlı müzik git gide hırçınlaşan dalgaların sesini alaşağı ederek yükseliyordu keskinliğini rüzgârın sert yüzünden almış sessizliğimizi bölerek; Cem Adrian sorguluyordu. Herkes gider mi?.. Oysa zihnimin içindeki Adrian parçası bağırarak hıncını alıyordu karşımdaki Buğra Aslan'dan: "Bana ne yaptın!"

Oturduğu banktan, hemen yanımdaki yerinden kalktığında gözlerimi sımsıkı kapayarak yaslandım ardıma. Tırnakları itinayla kesilmiş olan parmaklarım avuç içlerimi yarmak ister gibi saplanmıştı etime, acının sadece fiziki temaslardan kaynaklı olduğunu kabullendirmek ister gibiydi ellerim. Ben, yumruk atmayı bilmeyen bir kız olarak ellerimi sımsıkı yumruk yapmayı öğrenmiştim avuçlarımdan kayıp giden onca şeyin ardından; daha fazlasını kaybetmemek için fakat her zaman yine kaybeden olarak. Yüzümdeki tek hatırası arkasından esen rüzgâr olan genç adamın kaybettirdiklerine rağmen, yumruk yumruktu ellerim boğazıma oturan o yumak gibi. Dudaklarım aralandı, ne nefes alabiliyordum ne de ciğerlerimde sıkışan kirli nefesi bırakabiliyordum temizlenmesi için gökyüzüne.
Buğra Aslan gidiyordu.

Tam da o sırada Cem'in şarkısını söyleyen çocuk o kelimeleri fısıldadı kulağıma: Herkes gider mi? Herkes gider mi?
Söyle bana küçük adam, her şey biter mi?

O acınası halime kahkahalarla gülüp ardından bağırmak istedim gitmemesi için hastalığımı, daha da küçülüp dalgalardaki bir köpük olmak ve yok olmak istedim onun yok olmaya ilerlediği gibi. Yok olmalıydım kırıp parçalara ayırdığım piyanonun her bir kıymığı gibi.

Sözler hep yalan! Yeminleri unut!
Bir veda bir sebepsiz tokat gibi çarpıyor yine...

Sadece bir veda mıydı yüzüme tokat gibi çarpan?

Kimse görmüyor mu? Kimse duymuyor mu?
Durup önünde kalbinin, kimse durdurmuyor mu?

Sağ elimin tersini dudaklarıma kapayıp bu kez tuttum hıçkırığımı, yuttum. Kimsenin karşısında, kimseye karşı acılarımı açmamam gerektiğini bana öğreten o değerli insan... onun için ağladığımı görseydi bana kızacağı kadar kızardı kendisine de. Dinelmez ve ağlamaya devam ederdim, şimdi ağlama hakkını vermemiştim kendime. Ağlamak için de onu hak etmek gerektiğine inanıyordum bu vakitten sonra.

Kestim! Akıttım! Damarlarımdaki kanımda akan o kirli siyah yalanları!
Acımıyor bileklerim

Gözlerim açıkta kalan elimin bileğine kaydığında buruk bir tebessümle gülmüştüm, acımaz mıydı sahiden?
Daha ne kadar acıyabilirsin ki, dediğini işittim yalnızlığımdan kana kana beslenen yanımın: Yalnızsın, kime gideceksin? Babana mı gideceksin? Terk edildin, defalarca, hep!

"Bilmediğim şeyleri söyle bana, lütfen..." Buruk bir tebessüm yerleşti dudaklarıma, beni terk etmeyenleri terk ettiğimin farkındalığı oturdu bir yük olarak yüreğime; kendimi bu hale ben sokmuştum ve pek âlâ bilincindeydim bunun.

Ben yanındayım...

Benimle konuşan sesi Teoman'ın Gemiler şarkısı bastırırken uyuşuk bir gülümsemeyle kalktım banktan. Yüreğimdeki o gemiler çoktan kalkıp hiç kimsenin bilmediği ve asla bilemeyeceği o diyarlara doğru harekete geçmişti, hiçbir zaman için aradıkları huzura varamamak üzere. Gözlerimden düşen damla yaşı montumun koluna silerek sessiz adımlarla yürümeye devam ettim: Sokakları aştım, kaldırımları, yalnızlığı, acıyı ve kendim olmayı aştım. Uyuşturucu kullanan birinin dokuz saat sonra aynada gördüğü yansıması gibiydim, kendi dışına çıkmış. Ancak o kadar fazla renk görmüyordum aynadaki yansımamda: Kül grisinden hallice bir ten, soluklaşıp canlılığını kaybeden saçlar, hastalığını taşıyıp ışıltısını kendi söndüren bir çift alaca göz, gözyaşlarımın ıslaklığıyla pembeleşen dudaklarım ve zihnimden çıkan karanlık bir duman, tepeye doğru alev alev yanan bir duman. Aynaya baktığımda güzeldim, ürkütücüydüm ama biliyordum ki aynadaki ben değildim.

Evimin olduğu sokağa girdiğimde telefonumu açmış, saate göz atmıştım; on ikiyi geçiyordu ve bana öğretildiği kadarıyla saatin o anları İstanbul'da, daha doğrusu Türkiye'de yaşayan bir kadın için sokakta tek başına kalmamasını gerektirecek kadar tehlikeliydi. Bunları umursamamıştım, kendime dert edeceğim şeyler bunlar olmamıştı; hatta aklıma bile gelmemişti uğrayabileceğim tecavüz. Aklıma gelmediği için de korkmamıştım kaldırımda yavaş adımlarla yürümekten. Kapıyı, su sayacının olduğu kutunun içinde sakladığım yedek anahtarla açıp içeri girdiğimde bir tek mutfağın lambasının açık olduğunu görmüştüm; ev epey sessizdi ve portmantonun dibinde Yıldıray'ın ayakkabıları vardı. Hissettiğim, hemen o saniyelerde içime dolan kızgınlıkla üzerimi soyunup üşüyen ayaklarıma elime gelen ilk terlikleri geçirerek banyoya geçtim. Birazdan ısınacaktım biliyordum, öfkem beni sıcak tutacaktı.

Üzerimdeki kazağımı ve pantolonumu çıkarıp ellerimi sabunla iyice yıkadıktan sonra odama, çıplaklığımdan utanmayarak girmiş ve üzerime polar eşofman takımlarımı giymiştim. Mutfaktan yükselen tıkırtıları duyunca bir şeyler yemem gerektiğini hissederek odamdan çıktım, saki adımlarla ilerledim evimizin ince koridorunu. Ben mutfağa girerken Yıldıray çıkmak üzereydi, bakışlarının sertliği üzerimde dolaşırken istemsizce gülüp onu aşarak girmiştim mutfak kapısından içeri. Öfkesi bedeninden taşarak sıcak dalgalar halinde bana çarpıyordu, ona ayna tutup onun bana yaklaştığı şekilde adım atmaya karar verdim; bu canımı yakacaktı belki ama kendimi o aynanın sırrı arkasına saklayıp korumayı öğrenecektim zamanla.

Kapı pervazına omzunu yaslamışken mutfak kapısını da kapamıştı, kendime bir bardak su doldurup yiyebileceğim şeyleri zihnimde tartarken söyleyecekleri sesinde can bulup küçük mutfağımızın içini doldurmuştu: "Saatin kaç olduğunun farkında mısın sen?"

"Bundan sana ne," diye sormuştum hiç gocunmadan, cümlesinin arasına karışıp ona konuşma izni vermeden.

Nefesini tutup bırakması onu daha da öfkelendirdiğimi anlatıyordu bana, bunun hoşuma gitmediğini söylersem yalan olurdu. "Ne demek sana ne? Anneni üzüyorsun," dediğinde ona dönmüş ve yüzünü izlemiştim: Çenesini sıkıyordu bağırmamak için büyük ihtimalle.

"Annemden sana ne?" Ruhsuz sesim, bomboş gözlerim rahatsız edicilik boyutuna ulaşmıştı, farkındaydım fakat umurumda değildi. "Nesi oluyorsun, eşi öldükten sonra teselli bulduğu ama başka adamlarla aldattığı bir başka adam? Gerçi buna aldatma denilmez, tahmin ettiğim üzere o seni o kadar da sevmiyor."

Sessizce tepkilerini izledim: Ellerinden biri, gömleğinin kumaşını kavrayarak yumruk olmuştu kolları göğsündeyken. Üzerime çarpıp dalga dalga benden uzaklaşan öfkesini boyutu kocamandı, benimkisiyle boy ölçüşemeyecek kadar küçük olsa da. Dudaklarım arsızca yukarı kıvrıldığında bu kez kendimle iş birliği yapıp onu zihnimden serbest bırakarak bedenimden çağlayarak taşmasını, kancalarını Yıldıray'ın ruhuna geçirerek beni tükettiği gibi bu adamı da tüketmesine izi verdim. "İkimiz de insanları anlıyoruz, sanıyorum. Ben anlamak zorunda bırakıldığım için anlıyorum ama ya sen?"

Sessizliğini korurken elimdeki bardağı tezgâha bırakarak ben de onun gibi kollarımı göğsümde bağladım, kalçamı tezgâha yasladım. İkimizin arasındaki en büyük fark birimizin rahat, diğerimizin öfkeden kurumak üzere olmasıydı. Biraz daha üzerine gitmeyi göze aldım evden bağırıp ortalığı yıkarak çıkabilecek olması ihtimalini hiçe sayıp.
"İnsanları anladığında kendini çok güçlü hissediyorsun, değil mi? O kişi sana muhtaç gibi..."

"Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum," dedi çatılan kaşlarıyla bana bakmaya devam ederek.

Acımasız bir kıkırtı dudaklarımdan dökülürken başımı sağ omzuma doğru eğerek sanki bir değerlendirme yapıyor gibi onu süzmüştüm, sonucu beğenmemiştim. "Anlıyor musun?" Durup bunu düşündüm bu kez ve sonrasında başımı eğerek onayladım onu, "Elbette anlıyorsun... Hatta dur, bence, tahminlerime göre, sen zaten benim aynalarla iyi olmadığımı da biliyordun ama sadece bunun ne kadar yüksek derecede olduğunu anlamak istiyordun."

Bardağımı tezgâhtan yeniden alıp bir yudum daha içtim sudan, başımı iki yana salladım ve konuşmaya devam ettim kısık bir sesle: "Nasıl hissettin Yıldıray, aynaya bakıp kriz geçirdiğimde, o betonda tırnaklarımın kırılmasına sebep olacak şekilde piyano çaldığımda... Mutlu mu oldun?" Gözlerim sadece onun gözlerine kilitlenmişti, kaşlarım çatıktı; sözlerimi sürdürdüm avuçlarıma onun ruhunu aldığımı hissediyorken. "Sevdiğin, belki de aşık olduğun kadının bir zamanlar güvendiği ve hâlâ arkasından ağlayabildiği o adamın kızıyım, nasıl hissettiriyor bu?" Son vuruşumu da yapıp gözümün önünde, gözlerinin bir cam gibi parçalara ayrılıp etrafa saçılmasını izledim: "Bana baktığında bir deli görüyorsun, değil mi Yıldıray? Ben sana baktığımda sadece bir hiç görüyorum, çırpınıp duran ama asla birinin hayatında olduğun şeyden daha da ileri gidemeyen bir hiç."

Elimdeki bardağı da Yıldıray'ı kırdığım gibi kırmayı göze alamayarak bıraktım aldığım yere, yanına gidip kapıyı açarak ona elime dış kapıya doğru uzanan koridoru işaret ettim ve onu konuşturmadım gözlerine tüm öfkemle bakıyorken. "Senin yerin o kapının dışında, burası benim evim; annemle benim evim ve ben seni hayatımda istemiyorum. Şimdi, gözümde daha da hiçleşmeden gitmen senin doktor unvanın için daha sağlıklı olur."

Derin bir nefesi alıp ciğerlerinde tuttuğunda hiçbir şey söylemeden açtığım kapıdan çıkarak koridoru hızlı adımlarla ilerledi; portmantodan ceketini, ayakkabılıktan ayakkabılarını alarak giydi ve çıktı evden, kapıyı çarpmamıştı. O çıktıktan sonra düşen yüzümü toparladım kısa süre içinde, kendimi ödüllendirmem gerektiğini düşünüp bir kâse ve yoğurdu çıkardım. Şekerli yoğurt, müthiş bir ödüldü!
Dudaklarıma takılan şarkıyı özgür bıraktım, içimdeki; haince yollardan oluşan, birini kırmamla sonuçlansa da benimle olan mutluluğu, dudaklarımdaki şarkı gibi özgür bıraktım...

"Yüzme bilmeden, daha
Deniz görmeden
Hiç güneşte yanmadan

Şimdi ölmek istemem
                         bir kalbi sarmadan..."

Annemin sesi benimkine karışana dek onun yanıma geldiğini hissetmemiştim bile. "Şimdi ölmeni istemem, bana hiç sarılmadan..."

Sessizce uzanıp kollarımı annemin narin omuzlarına sardım ve kapadım gözlerimi, yüzüm annemin boynuna doğru eğikti. Kolları belimde kavuştuğunda titrediğini hissediyordum ancak güzel, kendine has kokusunu soluyarak huzuru dolduruyordum ciğerlerime. Annem, benim yeni yuvamdı. Acılarım, gözyaşlarım, hiçbir zaman tamamen benim olamayan...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top