sancının ilk notası ♫ ♪

Öncelikle hepinize merhaba! İki ay boyunca hiçbir şekilde size bu bölümü okuma fırsatı vermediğim için hepinizden özür diliyorum. Her şey üst üste geldi ve gerçekten bir süre yazmakta sıkıntı çektim, hatta hiç yazamadım. Bu süreçte desteklerinizi eksik etmediğiniz için çok teşekkürler.

Elektrik kesintisi yüzünden yazdığım bölüm silinmişti ve ben de elimdekilerle bu bölümü yeniden toparlamak zorunda kaldım. Sizlere kesin tarih verdiğimde başıma hep bir şey geldi ve kendimi ciddi anlamda lanetlenmiş gibi hissediyorum. Bir ara yazmayı bırakmayı bile düşündüğüm oldu ancak çoğu arkadaşımın da dediği gibi NOTA finali hak ediyor. O yüzden henüz böyle bir işe kalkışmayacağım.

Umarım bu bölüm hepinizin hoşuna gider. Benim için yorumlarınız çok önemli. Lütfen, kısa bile olsa görüşlerinizi benimle paylaşır mısınız? :')

Yeni kapağımız için Ezgi Akkaya'ya ve 15,3K için sizlere kucak dolusu sevgilerle çok çok teşekkür ederim. :')

NOT: Bölüm yaklaşık 15K kelime, bu yüzden yavaş yavaş okumanızı tavsiye ederim.

Keyifli okumalar! ^^

Bölüm Parçaları:
1. Daughter - Youth
2. Pinhani - Sevmekten Usanmam
3. Cœur de Pirate - Oublie-Moi (Live Session)
4. The Pretty Reckless - Under The Water

On Altıncı Bölüm ♫ ♪

Güzel, altın sarısı kumları olan bir sahilde masumluğu simgeleyen beyaz renkli bir elbiseyle duruyordum. Ancak elbisem kirlenmiş ve yıpranmıştı. Kumların el verdiğince yürüyerek soğuk suya adım attım ve bir adım daha, bir adım daha... Su artık belime kadar çıktığında bedenime nüfuz eden soğuğu umursamadan devam ettim yürümeye. Su yükseldikçe içimdeki boşluk artıyordu. Yine de aldırmıyordum.

İşte böyleydi hayatım. Derinliğini bilmediğim soğuk bir deniz, bastığımda ayaklarımı yakan sıcaklıkta altın sarısı kumlar ve artık temizliği muallakta sallanan beyaz bir elbise...

Bir sonu olmalıydı. Yaşadıklarımın, hissettiklerimin, hissedemediklerimin... Hatta görüp anlayamadıklarımın, anlamayı reddettiğim her şeyin bir sonu olmalıydı. Artık yorulmuştum. İçimde oluşan muamma denizinde yüzmekten, batmamak için çabalamaktan. Ya kendimi bu denize bırakacaktım ya da bir şekilde bu denizden çıkacaktım.

Derin bir nefes alarak kendimi yataktan kalkmaya zorladım. Bedenim her ne kadar dinlenmiş olsa da zihnimin yorgunluğu kendimi bir külçe gibi hissetmeme sebep oluyordu. Soğuk parkede çıplak ayaklarla yürürken soğuğun bir sarmaşık gibi bedenime dolanıp içime işlemesine izin verdim.

Buğra'yı en son bir hafta önce görmüştüm. Koskoca yedi gün... Dans etmek istemişti, yağan sonbahar yağmurunun altında dans edecektik. Bunu kabul etmeyip onunla görüşmek istemediğimi söylemek tahmin ettiğimden daha da zor olmuştu. Gözlerindeki hayal kırıklığı tıpkı annesinin eviden çıkmadan önce son kez söylediği sözler gibi içime batmıştı. Eve girip kapıyı ardımdan kapadıktan sonra Buğra'ya da gelebileceği açık kapı bırakmamıştım. O gece son gördüğüm şey gözlerindeki hayal kırıklığıydı ve üstünde yedi koca gün geçip gitmişti. Bu zaman diliminde, ne Buğra'dan bir haber alabilmiştim ne de Savaş'la ikimizin yeni başlayan sınavları yüzünden görüşebilmiştik. Ancak bu bir haftanın yoğun sessizliğinden yararlanıp düşünmeye oldukça iyi bir fırsat elde etmiştim.

Başımı iki yana sallayarak banyoya doğru ilerledim. Duş yaparsam belki üzerimdeki yorgunluğu atabilirdim, en azından fiziksel olanı. Suyu ayarladıktan sonra üzerimdekileri yavaş hareketlerle çıkardım ve banyo dolabından havlumu alarak küçük banyonun içindeki havluluğun üzerine bıraktım, sonrasında da hareketlerim kadar yavaş olan adımlarla duşakabinin içine girdim. Su, başımın üstünden akarak bütün bedenimi gevşetiyordu. Sıcaklığı biraz daha arttırıp şampuan kutusuna uzandım. Bütün kemiklerim bu hareketimle sızlayarak canımı bir parça daha yaktığında yüzüm acıyla buruşmuştu, yine de kapanan -aslında hiçbir zaman yerine gelmeyen- iştahım yüzünden zayıflayan kollarımla o şampuan kutusuna uzanmıştım. Bir süre daha sıcak suyla kendime rahatlama hakkı tanıyarak suyun altında oyalandım ve nihayetinde durulanıp duştan çıktım. Aynadaki buharı bornozumun koluyla sildikten sonra ilk gördüğüm manzara donukluğunu koruyan tenimin üzerinde, gözlerimin altında kendilerine yuva edinmiş karartılar olmuştu. Hatırladığım kadarıyla bunun genetik olması pek mümkün değildi, babam ve annem de epey sağlıklı bir tene sahiptiler.

Havlumu vücuduma sararken evden gelen tıkırtıları dinledim. Kapı açılıp kapandı ve sonrasında bir daha bir ses duyulmadı. Gözlerimi devirerek banyodan çıktım ve kendi odama geçtim. İçimde yanıp tutuşan merak duygusu vücudumu, bilhassa ayaklarımı kontrol ediyordu. Pencereye doğru ilerledim ve perdeleri hafifçe aralayarak dışarı baktım: Annem üzerinde ona çok yakışan, olduğundan da genç görünmesini sağlayan, su yeşili bir elbise giymiş ve stiletto tarzındaki ten rengindeki topuklu ayakkabılarıyla sade duran elbisesini desteklemişti.

Eve getirdiği adam, Yıldıray, arabadan çıkıp onun yanına geldi ve bir elini beline yerleştirerek yanağını öptü.

Kanımla birlikte damarlarımda dolanan sinirle pencerenin önünden çekildim. Hiç kimse ya da hiçbir şey onu affetmemi sağlayamayacaktı. Bu zamana kadar onu görmezden gelmeye çalışmış ve bunu bir ölçüde başarmıştım ama artık yaptıklarını kaldıramıyordum. Ne ona olan öfkem susuyordu ne de defalarca kez kırıp ayakları altına paspas yaptığı kalbim acımadan duruyordu.

Hemen kapakları açık olan dolabıma ilerleyip sinirden titreyen ellerimle üzerime v yaka, koyu yeşil bir triko ve altıma da siyah renk bir kot pantolon alıp yatağın üzerine attım. İç çamaşırlarımın olduğu çekmeceye doğru ilerlerken ellerimin titremesi de şiddetlenmişti. Bir şeyleri parçalamak istiyordum! Kesinlikle bir şeyleri, mümkünse anneme ait olanları, parçalayıp sinirimi üzerimden atmalıydım.

Ellerimi yumruk yaparak derin bir iç çektim, nefes boruma dolan soluğum boğazımda tıkanarak düğümleniyordu; kulaklarıma dolan uğultuya aldırmadan gözlerimi sıkıca yumarak içimden saymaya başladım. 1, 2, 3, 4, 5... Hiçbir işe yaradığı yoktu, rahatlamak bir yana sinir uçlarımın daha çok gerilmesine sebep olmuştu üstüne üstlük. En sonunda bundan da vazgeçerek elimdeki kıyafetleri teker teker üzerime geçirdim abartılı bir sinir, hızla. Üzerime sardığım havlunun kuru kısmıyla saçlarımın fazla ıslaklığını aldırıp saç kurutma makinesini prize taktım ve hafif nemli kalana kadar saçlarımı kuruttum.

Sırt çantama gerekli olduğunu düşündüğüm eşyaları doldururken bir yandan da kulaklığımı ve öğrenci kartımı arıyordum. Bir süre boyunca taksi kullanarak müsrifçe para harcamıştım ve bankadaki paraya el sürmek istemediğim için, çünkü para Buğra'nın parasıydı, cüzdanımdakiyle yetinmek zorundaydım ki onunla da ay sonunu zor getirecekmişim gibi hissediyordum. Daha önce hiç böyle zor durumda kalmamıştım ancak bazen şartlar bizleri zorlayabiliyordu. Bunun da bir şekilde üstesinden gelecektim. En azından denemek zorunda olduğumu biliyordum.

Derin bir nefes alarak, aldığımı farz ederek, komodinin üzerinden kulaklığımı ve hemen yanındaki öğrenci kartımı alıp çantamın içine koydum. Odadan dışarı çıkarken hâlâ daha bütün sinir uçlarım gergindi. Sakinleşmeden okula gidecek kadar cesurdum. Bugün bir olay çıkmadan sınavı, müzik provasını atlatır; bizimkiler dışında kimseyle konuşmazsam bir sorun çıkmazdı. Ben de Cengiz Bey'in odasına yeni bir ziyaret düzenlemek zorunda kalmazdım.

Portmantodan asker yeşili ceketimi alıp üzerime giydim ve ayakkabılıktan bilekte biten siyah Coverselerimi ayağıma giydikten sonra çantamı alarak evden çıktım.

Otobüs durağına gelene kadar kulaklıklarımı kulağıma takmış, hafif bir piyano melodisiyle biraz da olsa sinirimi yatıştırabilmiştim. Çok beklememe gerek kalmadan gelen otobüse binip boş bulduğum yere oturdum. Başımı cama yaslarken bir yandan da piyanonun o muazzam sesinin beni, duygularımı ele geçirmesine izin verdim. Kulaklarıma dolan her bir melodi o kadar harika etkiler bırakıyordu ki üzerimde... Sanki tenim karıncalanıyor, kötü olan her şeyi bir kenara bırakıp iyi olan her duygunun filizlendiğini hissediyordum. İstemsizce içine girdiğim bir ruh haliydi bu ama bu durumdan kurtulmak da istemiyordum. Kendimi buluyordum aksine, her şeyden önce ve her şeyden öte ben oluyordum o saniyelerde. Olmak istediğim kişi, hissetmek istediğim duygular... Hislerimin bu kadar çabuk değişiyor olması kimi zaman ürkütüyordu beni, bir duru durağı yoktu duygularımın. Alabildiğine batmış, olabildiğine kızgın veya tam aksine, sadece duyduğum melodilerle dünyanın en mutlu insanı olabiliyordum. İç sesim bana hak verirken gülümsemiştim uyuşukça.

Bazı insanların aksine, bir şeyi yapmak için, yapabiliyor olmak için değil de nefes almak için çalıyordum ben piyanoyu. Her bastığım tuştan yükselen notaların birer melodiye dönüşürlerken bana hissettirdiği o enfes duyguyu yeniden, yeniden ve yeniden tadabilmek için. Piyano çalmaya belki bir zorunluluk gibi başladığım halde özellikle son dört yıldır bu benim için bir zorunluluk değil gereksinim halini almaya başlamıştı. Her an parmaklarımın altında o tuşların soğukluğunu arar olmuştum.

Otobüs sarsılarak durunca irkilerek etrafıma bakındım ve okuldan elli metre kadar uzak olmasına rağmen okula en yakın durağa geldiğimizi fark ederek oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneldim. Ayaklarım ezbere bildiği yolu yürürken ruhum hâlâ devam eden müzikle temizleniyordu. Okul kapısından içeri girdiğimde Semih bana doğru koşmaya başlamıştı. Yüzüme büyük bir gülümseme yerleştirip onun, o koştukça havada uçuşan kıvırcık saçlarına baktım. Haylaz, küçük bir çocuk gibiydi ve sevimli kahverengi gözleri de bu halini destekliyordu.

"Koru beni sarışın," diye bağırdı arkama geçerek ve omuzlarımı sıkıca kavradı.

"Kim seni dövecek," derken omzumun üzerinden ona baktım.

"Beni dövecek adam daha anasının karnından doğmadı!" Bu kez de kendisiyle çelişerek bağırdı hiddetle.

Dudaklarımdan dökülen kahkaha onun yüzündeki ciddi ifadenin solup yerini tatlı bir gülümsemeye bıraktı.

"Evet, adam değil canım. Kız kardeşin!" Eslem'in sesi hemen yanımdan yükselince ister istemez irkilmiştim. Yavaşça ona doğru döndüm ve ellerimi kalkan olarak havaya kaldırdım. "Sakin ol şampiyon," diyerek onu durdurdum. Ancak öyle kuvvetle ilerliyordu ki bu biraz zorlanmama sebep oluyordu.

"Çekil Neva. Onun o marul kafasını yolacağım!"

Üzerimden ona ulaşmaya çalışırken ellerini bileklerinden yakalayıp onu kendime doğru çektim ve kolumu omzuna koyarak yürümeye başladım. "Şimdi, gerçekten sakin ol kıvırcık. Hadi içeri gidelim ve sen de bana yürürken Semih'in sana ne yaptığını anlat."

Bu bir haftalık süreç bizi epeyce yakınlaştırmıştı. Grupla arama giren o buz kitleleri en çok Semih'le Beliz'in yardımıyla erimiş ve öğle araları başta olmak üzere neredeyse her teneffüs yanımda olmuşlardı. Daha önceleri telafi ediyor gibi bir halleri vardı ancak bundan şikayetçi değildim. Benim de telafi etmem gereken bir önceler bütünü öylece karşımdaydı.

"Mikrofonun ayarlarını bozmuş! Sesim karga gibi çıktı, az kalsın tüm okula rezil olacaktım!"

Kulaklarım bağırışıyla çınlamaya başlarken yüzümü buruşturarak ondan biraz uzaklaştım. "Bence böyle bağırmaya devam edersen sesin kısılacak Eso," diye mırıldandım.

Gözleri şaşkınlıkla kocaman açıldı ve sonra bir kedi sinsiliğinde kısıldı, "Ben her gün bu sesi sağlam tutabilmek iğrenç bir karışım içiyorum. Bana hiçbir şeycik olmaz!"

Başımı sallayarak gülümsedim ve yürümeye devam ettim. Merdivenlerden birlikte çıkarken o kendi sınıfının olduğu yere, yani yabancı dillerin olduğu tarafa doğru ilerlerken ben de kendi sınıfımın olduğu yere doğru yürümeye başladım. Bugün sınav vardı. Hatta bugün okulla ilgili bildiğim tek şey buydu. Ancak ne sınavı olduğunu ve kaçıncı saat olduğunu bilmiyordum. Gerçi bilseydim yine çalışmayacaktım. Sadece bir an önce olup bitmesini istiyordum. Hiçbir zaman yeteneklerimin, bilgilerimin on soruluk kapasitesiz sorulara tabi tutularak ölçülmesini sevmemiştim. Ancak el mahkum, o aptal sınava girecektim. Gerçi şu anda durumun tersine döneceğine emindim ancak bunu umursamadım.

Derin bir nefes alarak sınıftan içeri girdiğimde Öykü'yü Ali'nin sırasının önünde durmuş ona ders anlatırken gördüm. Ali Öykü'nün anlattıklarını dinlemek yerine, kızın yüzündeki devamlı değişip duran ifadeleri seyrediyordu. Sanki onun yüz hatları ezberlemek istermiş gibi bir hali vardı. Dudaklarıma yerleşen gülümsemeyle istemsizce aklımın içinde dönüp duran bu amansız fikre hak verdim. Birbirlerine yakışıyorlardı.

Öykü'nün otoriter olmaya çalışması yüzündeki çocuksu heyecana ters düşüyor ve dalgalanan sesi bu masum, tatlı heyecanı ele veriyordu. Gözleri Ali'yle birleşince ona kızıyordu, yani en azından bunu denediğini fark etmiştim çünkü Ali her seferinde yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemeyle bakıp kızın elini ayağına dolaştırıyordu. Ali, Öykü'nün omuzu üzerinden beni görünce Öykü'ye armağan ettiği çapkın tebessümden daha samimi, arkadaşça olan bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları. Öykü de yavaşça bana doğru dönerken Ali el işaretiyle beni yanlarına çağırmıştı.

"Gelsene, sarı kafa. Öykü bana ders anlatıyordu," diyerek göz kırptı.

Gözlerimi kısarak ona baktım. Ne yapmaya çalıştığını anlamıştım ancak ona pabuç bırakmayarak Öykü'yü Ali gibi bir çapkının eline bırakmayacaktım. Adımlarımı onların yanına doğru atarken Ali bana inanmaz gözlerle baktı ve sonrasında gözlerini devirdi.

"Ne sınavı vardı bugün," diye sordum çocuksu bir refleksle dudaklarımı büzerek.

"Geometri," dedi Öykü neşeli bir şekilde.

Ona boş gözlerle baktığımı görünce gözlerimi takip ederek birbirine vurduğu ellerine baktı. Geometri sınavı vardı ve o seviniyordu! Allah'ım, bu kız nasıl bir öğrenciydi böyle!

"Ne," derken sesi titremişti. "Of, tamam. Sevinmiyorum." Alıngan bir ifadeyle başını duvara doğru çevirdi.

Bacağımda hissettiğim acıyla gözlerim kısıldı ve Ali'ye döndüm. Öykü'nün bize bakmıyor olmasından faydalanarak dudaklarımı oynatarak ona "Ne yapıyorsun," deme fırsatım olmuştu. Ona baktığım şekilde gözlerini kısarak bana baktı, sonrasında başını hiddetle iki yana salladı.

"Neyse ben de yerime geçeyim bari," diye mırıldandım ve yine Öykü'nün bakmadığı bir anda küçük bir çocuk gibi Ali'ye dil çıkardım.

Yerime geçerken sınıftaki birçok meraklı gözün bizi izlediğini fark etmiştim ancak buna aldırmadan sırama oturup başımı sıraya yasladım. Sınav öncesi bu rahatlığım takdire şayandı. Hiçbir şekilde sayısal derslerde yeteneğim yoktu. Aslında işin içine görsellik giren hiçbir derste yeteneğim yoktu ki bu listenin en başında geometri yer alıyordu. Fizik ve kimyayı da sırf hocalarım yüzünden sevememiştim, ancak matematik benim için en eğlenceli dersti. Ne kadar çalışırsam çalışayım yine düşük not alacağım ve hiçbir şey anlamayacağım için çalışma işini çok sonraya saklayarak gönül rahatlığıyla gözlerimi kapadım. Kimse beni rahatsız etmiyor hatta özellikle bundan kaçınıyor gibiydiler. Aslında bu hep işime gelmişti. Derslerde rahatlıkla uyuyordum.

Dersin bittiğini belirten zil çalınca başımı sıradan kaldırdım ve etrafıma bakındım. Öykü çantasını toplayarak bana doğru gelirken onu şaşkın gözlerle izliyordum. Hemen arkamdaki sıraya çantasını koyarken bana göz ucuyla baktı.

"Sezin, canım bu ders burada ben oturabilir miyim," derken sesi aslında soru sormak çok uzak bir tınıya sahipti.

Yüzlerini daha rahat görebilmek için arkamı döndüm ve soran gözlerle Öykü'ye baktım. Ancak Sezin de sol kaşını memnuniyetsizce kaldırmış ve itiraz edercesine çenesini dikleştirmişti.

"Niye ki," dedi Sezin direkt karşı çıkmak yerine.

"Çünkü, öyle istiyorum. Bak, lütfen?"

Sezin, sınıfın en havalı kızlarından olmasına rağmen istediği, en azından benim istediğini düşündüğüm, kadar ilgi görmüyordu. Fazla dik başlıydı ve şımarıktı. Derin bir nefes alıp ayağa kalktı ve çantasını omuzuna asarken Öykü'ye uzunca baktı, "Öyleyse bir hafta boyunca tüm ödevlerimi yap ve ben de bu konu hakkında sesimi çıkartmayayım?"

Gözlerim şaşkınlıkla büyürken Öykü'nün başını hafifçe öne eğdiğini gördüm. Sıranın üzerinde çantasını tutan elini yumruk yaptı ve öfkeyle nefes alıp başını yavaşça salladı onaylarcasına. Bu hareketi daha da şaşırmama sebep olurken ayağa kalktım. Sezin'in arkasından gidecekken Öykü kolumu tutmuş ve beni yerime geri itmişti. Yeniden ona baktığımda dişlerimi birbirine bastırdım.

"Kabul ettin," dedim sessizce ona kızarak.

"Şuraya otur ve hiçbir şeyi mahvetmemeye çalış, olur mu," derken sesi titremiş ve gözleri dolmuştu.

Tam dudaklarımı aralamıştım ki içeriye giren öğretmen konuşmama izin vermeden elindeki kağıtları dağıtmaya başladı. Önüme dönerek bana uzattığı kağıdı elinden aldım ve kağıdın sol üst köşesindeki boşluğu öğrenci bilgilerimle doldurup kalemimi bıraktım. Ne kadar rahat bir öğrenci olsam da önüme sınav kağıdı bırakıldığında ister istemez endişeye kapılmıyor değildim. Gözlerim soruların üzerinde dolanıyor, çözebileceğim bir soru arıyordu ancak her halükarda bu çabam iyi sonuçlanmıyordu.

Kalemi parmaklarımın arasına alıp döndürmeye başladığımda hoca sandalyesine oturmuş ve gözlerini kısarak sınıfın içine bakıyordu. Koskoca sınıftaki tek ses kalemin kağıt üzerindeki baskısıydı. Artık iyice sıkılıp kendime kızmaya başlamıştım ki sıramda hissettiğim titremeyle gözlerim kocaman açıldı. Önce hocaya sonra da etrafıma bakındım. En nihayetinde sırama döndüğümde bacağımın hemen yanındaki katlanmış kağıdı gördüm.

Öykü kağıdını kimseye göstermemeye çalışarak öğretmen masasına gitti ve kadına gülümseyerek kağıdını masaya bıraktı. Sonrasında geri dönerek hemen arkamdaki sıraya doğru yürümeye başladı. Bu arada bana tebessüm ederek göz kırpmayı da ihmal etmemişti.

Şaşkınlığım gittikçe büyürken bu yaptığına bir anlam vermeye çalışıyordum. Tabii kendi kendime sorduğum her soru cevapsız kalmıştı. Gözüm kol saatime takılınca parmaklarım Öykü'nün sırama bıraktığı kağıdı kavradı ve dikkatlice açtı.

Önce gözüme kestirdiğim, çözümü kısa olan sorulara baktım ve onları birkaç yerde değişiklik yaparak kağıda geçirdim. Sonrasında da konunun başı olduğunu hatırladığım bir soruyu daha Öykü'nün çözümüne benzer bir şekilde kağıda geçirirken içimdeki endişe kendini göstermeye başlamıştı. Kendimi ihanet ediyor gibi hissediyordum, en başta da kendime.

Derin bir nefes alıp Öykü'nün benim için hiç üşenmeden hazırladığı kopya kağıdını arka cebime tıkıştırıp başımı masaya koydum ve gözlerimi kapadım. Sıram yeniden titretildiğinde umursamadım. Ancak Öykü de bir süre sonra bunu yapaktan vazgeçmişti.

Zil çaldığında uyuşuk hareketlerle sıramdan kalkıp öğretmene sınav kağıdını verdiğimde Öykü'nün bakışlarının ağırlığını sırtımda hissediyordum. Gözlerimi devirince Ayşen Hoca'nın sorgularcasına bana baktığını fark ettim. Omuz silkerek kendi sırama geçtim.

"Neden hepsini geçirmedin," diye bağırdı Öykü kulağımın dibinde.

Ondan biraz uzaklaşarak arkamı döndüm ve kızgın gözlerine baktım doğrudan. "Senin üzerinden geçindim az önce. Bunun farkındasın, değil mi?"

Gözlerini kapayıp olumlu anlamda başını salladı ve yeniden gözlerini açtığında o sıcak, kahverengi gözleri adeta parlıyordu.

"Neden bunu yaptın Öykü," diye sordum gerçek bir merakla.

Derin bir nefes alarak yanaklarını şişirdi ve nefesini bırakarak alt dudağını dişleri arasına aldı. "Ödeştik diyelim."

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken sesimi bulmaya çalışıyordum. çünkü gerçekten konuşacak durumda değildim. Derin bir nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ne ödeşmesinden bahsediyordu bu kız? Ben ona yardım mı etmiştim ki?

"Bak, bu okulda benim gibi birçok burslu öğrencinin sesi oldun. Bizler de uzaklaştırılmıyorsak bunun en büyük sebebi sensin." Ellerini sıranın üzerinde birleştirip gözlerini oynadığı parmaklarına çevirdi, "Cengiz, çok yüz kızartıcı bir şey yapılmadığı sürece hiçbir bursluyu atamıyor artık."

"Ben bir şey yapmadım, Öykü. Bu konuda kendini bana borçlu hissetmen yanlış," derken bir yandan da başımı sallıyordum. "Dua et ki birileri çıkıp da bizi Cengiz'e yetiştirmesin. Ayrıca Sezin'in ödevlerini yapmayı kabul ettiğini saymıyorum bile." Ayağa kalkıp çıkışa doğru yürüdüm.

"Sarışın!"

Semih'in sesini duyduğumda yüzüme yayılan gülümsemeye engel olamadan ona doğru döndüm ve yanıma gelmesi için bekledim. "Kıvırcık," derken sesime sahte bir şaşkınlık yüklemiştim.

Yüzünü buruşturarak elini saçlarına götürdü. "En sonunda kestireceğim bak saçlarımı."

Onun yaptığı gibi saçlarını karıştırdım ve gülümsedim. "Sana kısa saç yakışmaz," diyerek omuz silktim ve yürümeye başladım. O da benim yanımdan yürüyordu ve bir şeyler düşündüğü belliydi.

"Görüşmeyeli nasılsın," diye sorarken kolunu omzuma atmış, çapkın bir sırıtışla tepeden bana bakıyordu.

Sol elimi beline koyarak ben de ona sarıldım. Ancak bu tamamen bir refleks hareketiydi ve ne yaptığımı fark edince ağzımla gözlerim eş zamanlı bir şekilde açıldı. Semih'in de benden farkı olmadığı gerilen bedeniyle apaçık ortadaydı.

Boğazımı temizleyip elimi belinden çekecekken başımın tepesinde sıcak nefesini hissettim. Sonrasında dudakları saçlarımın üzerine kuş tüyü kadar hafif bir öpücük bıraktı.

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak gülümsememi bastırmaya çalışmıştım ama çok da başarılı olamamıştım ve yüzümü kaplayan geniş bir gülümsemeyle dudaklarım yukarı doğru kıvrılmıştı. Kendimi uzun bir süreden sonra ilk kez bu kadar içten bir şekilde gülerken buluyordum ve ister istemez içimde filizlendiğini hissettiğim mutluluk bana umut vaad ediyordu.

Başımı kaldırarak bana gülümseyerek bakan Semih'e çevirdim gözlerimi. "Bu ilgini neye borçluyum, marul kafa?"

"Bilir misin, benim sarışın bir arkadaşım var. Öyle boya falan da değil yani, has sarışın." Yüzü ciddi bir hal aldı, "Melankoliğin tekidir." Durdu ve şekilden şekle giren yüz ifademe baktı, "Biz de grupça onu gözümüzün önünden ayırmamaya karar verdik. İlk nöbet benim."

Kaşlarımı çatarak belindeki elimi çektim ve aynı hızla karnına vurdum. "Sensin melankolik!"

Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açılırken yüzüne sahte bir şaşkınlık yerleşti, "İnanmıyorum, Neva! Yalan söylemeye utanmıyor musun," deyip başını onaylamazca iki yana salladı. "Hey! Tamam, tamam! Sakin ol piyanist."

Ellerini teslim olur gibi iki yanında havaya kaldırınca gözlerimi devirmiştim. "Komik değilsin."

Alt dudağını sarkıtıp gözlerini gözlerime çevirdi "Kalbimi kırıyorsun!"

"Ben sana sinirlerimi bozduğunu söyledim mi," diyerek bir kaşımı havaya kaldırmıştım.

"Of, Neva. Yemin ediyorum Yin-Yang gibisin. Bir anın siyah, diğeri beyaz. Sana ayak uydurmakta zorlanıyorum," dediğinde gözlerimi kısarak kaşlarımı çattım. "Bir şey demedim, tamam."

Ona cevap vermeme gerek kalmadan bütün koridoru öğrenci zili kapladı. Aslında bu bir nevi kurtulduğumu belli eden bir zil sesiydi benim için. Bazen sorulardan, bazen başkalarını kırmaktan kurtuluşumun simgesi gibiydi. Birlikte sessizce ince koridoru geçtik ve kendi sınıflarımıza gitmek üzere ayrıldık. Sınıf kapısının önüne geldiğimde sol omzunu kapıya yaslamış ve kollarını göğsünün üzerinde bağlamış olan Ali'ye baktım. Gözleri sanki çok uzaklarda gibiydi. Onun yüzüne yakışmayan bir ciddiyet bürümüştü sevimli yüz hatlarını. Oldukça düşünceli görünüyordu. Düşünceli ve ciddi. Gözlerindeki o neşeli parıltı da yoktu. Elaya çalan kahverengi gözlerini ilk kez böylesine donuk bakarken görüyordum.

Kalbimin iki el arasına alınıp kuvvetlice sıkıldığını hissettim. Sanki onu üzen şey her neyse doğrudan beni de etkiliyormuş gibiydi. Derin bir nefes alarak boğazımı temizlediğimde olduğu yerde irkildi ve gözleri yavaşça beni buldu. Önce yutkundu, sonrasında ise başını, düşüncelerinden kurtulmak istercesine iki yana salladı. Dudaklarıma, onun her zaman bana armağan ettiği o sevimli, sıcacık gülümsemelerinden birini yerleştirerek ona baktım. "İçeri geçmeme izin var mı?"

Yüzümü incelerken kaşları çatılmıştı. İstemsizce birkaç adım gerileyerek yutkundum. Bana mı kızgındı? Belki de Öykü'ye sert çıktığım için böyleydi, olabilir miydi? Az önceki ifadesinin üzerine perde gibi örtülen gülümsemesi ve sonra gözlerinin içine kadar ulaşan bir neşeyle bana bakmaya başladı. "Tabii ki de geçebilirsin sarışın," diyerek kenara doğru kaydı.

Kapıdan içeri girerken gözlerimi devirdim. "Cidden," deyip ona döndüm ve geri geri yürümeye başladım. "Saçlarımı boyatmama ramak kaldı," derken sesime sahte bir sitem yerleştirmiştim.

"Sana kızıl yakışır." Olduğu yerde durup sol elini karnının üzerine doğru koyarken sağ dirseğini sol elinin avucuna yasladı ve çenesini sağ elinin iki parmağı arasına aldı, "Ama tercihim kahverengi saçlardan yana," dedikten sonra muzip bir şekilde sırıtarak göz kırptı.

"Dur tahmin edeyim, bir de saçları omuz hizasında olacak. Değil mi," diyerek onun oyununa katıldım.

"Ah, nasıl bildin ama!" Ellerini iki yanında açarak yüzüne şaşkın bir ifade yerleştirdi.

Kıkırdayarak onun bu sevimli şapşallığına baktım. "Ve dalgalı saçlar," diye sordum bir kaşımı kaldırarak.

"Düşüncesi bile aşık olunası," dedi hülyalı bir sesle.

Aramızdaki kısa mesafeyi kapayarak hemen yanına gittim. Koluna girerek yüzüne bakarken dudaklarındaki gülümsemenin daha da büyüdüğünü fark ettim. Arkadaş olmak o kadar da zor değildi sahiden. Ayak uydurmak... Sadece doğru insanları bulmak zaman alıyordu ya da onların sizi bulması. Ancak sanırım bu konuda şansım biraz fazla yaver gitmişti.

"Öykü'den bu kadar çok mu hoşlanıyorsun?" Gülümseyerek ona yönelttiğim bu sorunun cevabı aslında çok barizdi. Nedensizce onlar için bir şeyler yapmak istiyordum. Ali'nin Öykü'ye olan bakışlarını çoğu kez yakalamıştım. Hayranlık vardı o bakışlarda ve benim daha önce hiç görmediğim, tatmadığım birçok duyguyu daha barındırıyordu o tatlı kahve gözler. Öykü ise Alin'nin yanındayken veya Ali onun yakınındayken ne yapacağını bilmez bir hal alıyor, eli ayağına dolanıyordu. Her zaman otoriter olan Öykü bütün despotluğunu kaybediyordu Ali'nin karşısında ve küçük bir kız çocuğu oluveriyordu.

Bir elini ensesine götürerek saçlarının arasından başını kaşıdı, "Ya aslında..." derin bir nefes aldı, "evet," dedi gülümseyerek ve başını salladı.

Kapı açıldığında içeri giren öğretmenin kötüleyici bakışları eşliğinde birbirimizden ayrılıp yerlerimize geçtik. Sezin arkamdaki yerini almış ve Öykü kendi sırasına geçmişti. Sırama oturacakken çok kısa bir an Sezin'le göz göze geldik. Yüzünde sinsi bir ifade vardı.

Sırama oturunca derin bir nefes alıp derse odaklanmaya çalıştım ancak ne kadar uğraştıysam da bir işe yaramamıştı. Dersin ortalarına doğru kapı çalındı ve hoca daha bir şey söylemeden nöbetçi öğrenci içeri girdi.

"Neva Karaer ve Öykü Bulut müdür odasına çağırılıyor," derken gözlerini sınıfın içinde gezdirdi kız.

Dudaklarıma yerleşen soğuk ve keskin çizgilere sahip olan gülümseme bana bile kendimi yabancı hissettirmişti. Omzumun üzerinden Sezin'e baktığımda az önceki sinsi ifadesini aratmayan bir gülümseme vardı yüzünde.

"Seninle konuşacağız."

Ayağa kalktım ve Öykü'yü beklemeden dışarı çıktım. Hızlı adımlarla neredeyse ince koridoru yarılamışken arkamdan bana yetişen ayak sesleri duyuluyordu ve Öykü'nün nefes alıp verme sıklığı göz önünde bulundurulduğunda muhtemelen koşuyordu. En nihayetinde ince parmaklı küçük eli kolumu kavramış ve beni neredeyse durdurmuştu. "Neva! Bekle diyorum," diye sitem etti.

"Ben ne dersem diyeyim karşı çıkma, tamam mı," derken bir kaşımı kaldırmış ve itiraz kabul etmediğimi anlatan bir ifadeyle ona bakıyordum.

Başını öne eğerek yavaşça aşağı yukarı salladı ve yanımdan yürümeye başladı. Merdivenleri inerken bu kez kendimi hiç olmadığı kadar adrenalin dolu hissediyordum. Daha öncelerde bıkkınlık ve huzursuzluk duyarak indiğim bu merdivenleri ilk defa korkarak iniyordum ve bunun en büyük sebebi Öykü'ydü. Onun bursunu kaybetmemesi gerekiyordu. Hatta geçen seneden hatırladığım kadarıyla eğitim hayatına devam edebilmesi için tek çıkar yolu bu burstu ve maalesef ki onun bursu doğrudan okul tarafından karşılanıyordu.

Sıkıntıyla bir iç geçirdiğimde müdürün odasının önüne gelmiştik. Güçlükle yutkunarak gözlerimi kapadım ve dişlerimi birbirine bastırırken içimden ona kadar saymaya başladım. ... 8, 9, 10.

Kapıyı çaldıktan sonra içeriden bir ses gelmesini beklemeden kapıyı açtım. Odaya ilk adımı atan ben olmuştum ve o ilk adımda burnuma dolan tanıdık kalitesiz erkek parfümü kokusu yeniden yüzümü buruşturmama sebep olmuştu. Hemen arkamdan içeri giren Öykü kapıyı yavaşça kapayarak yanıma geldi ve önünde birleştirdiği ellerine çevirdi gözlerini.

"Seni görmeyeli ne kadar da uzun bir zaman oldu, değil mi Neva?" Cengiz Bey kinaye dolu bir sesle konuşmuştu her zamanki gibi.

Hiçbir şey söylemeden gözlerine baktım. O ise gözlerini kaçırıp yanımda son derece çaresiz duran Öykü'ye çevirdi bakışlarını. "Sınav notları yüksek ve her yıl eşit ağırlık sınıflarının birincisi olan kızımız böylesine yüz kızartıcı bir suç işledi, ha," derken kravatını gevşetmişti.

Öykü başını kaldırarak dolu gözlerle Cengiz'e baktı. Konuşmak için dudaklarını araladığında bundan vazgeçerek yeniden kapadı dudaklarını.

"Öykü'yü ben zorladım," dedim bir çırpıda. Göz ucuyla Öykü'ye bakarken yaptığım şeyin neyle sonuçlanacağını düşünmeden edemiyordum. Belki bu sefer gerçekten uzaklaştırma alırdım.

"Peki öyleyse neden kağıdın tamamen dolu değil," dedi Cengiz bu kez de ukala bir tavırla.

"Zamanım yetmedi. Yoksa dolduracaktım," diyerek çenemi dikleştirdim.

"Hayır, hocam yalan söylüyor! Ona kopya veren bendim!" Öykü hiddetle sesini yükseltmişti.

"Beni korumak için böyle söylüyor," derken hiçbir şekilde küstahlığımdan ödün vermemiştim. Zaten Öykü'nün az önceki karşı koyuşu ekmeğime yağ sürmüştü.

"Öykü'cüm, bu olaydan ailene bahsetmeyeceğiz ve seni de sadece sözle uyarıyoruz. Şimdi, dışarı çık ve sınıfına git."

Öykü hiçbir şey söylemeden odadan çıkarken farkında olmadan kapıyı çarpmıştı. İstemsizce gülümsedim. Sınıfa gittiğimde başıma üşüşecek ve bana bağırıp duracaktı ve eğer şansım benden yana olursa Ali veya Semih'in de yardımlarıyla bundan sıyrılma ihtimalim vardı.

"Artık sana bağırmama kararı aldım."

Tüm dikkatim ona yöneldiğinde şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Başına kesinlikle sağlam bir darbe almış olmalıydı.

"Onun yerine seninle, senin anlayacağın dilden konuşalım. Uzaklaştırma aldın." Yüzüne geniş bir gülümseme yayılırken sahteliği gözlerinden belli oluyordu.

"Kaç gün," diye sordum ona, onun gibi gülümseyerek.

"Okulda sensiz sadece bir gün geçirecek olmam ne kadar da üzücü. Gönül isterdi ki bu uzaklaştırmanın süresiz olmasını," diyerek yüzüne sahte bir hüzün yerleştirmişti.

"Ne kadar da haklısınız," derken yüzüme en sevimli gülümsememi, artık ne kadar mümkünse, yerleştirmiştim.

Cengiz Bey gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. İşte, yine onun sinirlerini bozmuştum. Bu konuda büyük bir plaketi ya da altın madalyayı hak ediyordum, bu tartışılmaz bir gerçekti. "Çık dışarı Neva ve gün boyu yok yazılacak olup aynı zamanda bütün günü okula mahkum geçirmenin tadını çıkar." Yüzündeki gülümseme, sanki daha fazlası mümkün olabilirmiş gibi, genişlerken eliyle kapıyı işaret etti.

Yüzüne bir kez bile bakmadan kapıya yöneldim ve bu uğursuz havalı odadan dışarı attım kendimi. Öfkem attığım her adımda katbekat büyüyor ve mantığımla verdiği savaşın galibi olmaya başlıyordu. Ellerimi iki yanımda yumruk yaparken titremelerini engellemeye çalışıyorum fakat hiçbir ilerleme katettiğim söylenemezdi.

Bu okula geldiğim ilk yıl bir belge ile okulu tamamlamayı çok istemiş ve bunun için çaba göstermiştim. Sonuç olarak istediğimi almış ve o yıl iki dönemi de takdir ile bitirmiştim. Geçen yıl ise hayatım tepetaklak olmuş ve değil belge almayı, okulu geçip geçemeyeceğimi bile önemsememiştim. Yine aynı şekilde bu yıl da belge alıp almamayı önemsemiyordum. Aldığım bu uzaklaştırma cezası benim için özel bir tatil gibi olacaktı. Bir günlük bir dinlenme süreci. Ancak yaptığım şeyin doğru olduğuna sıkı sıkı tutunmuştum. Öykü'nün bu bursa ihtiyacı vardı ve onun için doğru olan tek şeyi yapıp onu kurtarmıştım. İstediğim şey bana minnet duyması, kendini borçlu hissetmesi değildi. Birine borçlu hissetmek şu dünyadaki en berbat duygulardan biri olsa gerekti. Kimseye borçlu kalmak ve kimsenin de bana borçlu hissetmesini istemezdim. Ancak, sanırım bunu da Öykü'yle konuşarak halledebilirdik.

Sınıfa girmek yerine kantine inmeyi tercih etmiş ve son anda merdivenlerden aşağı inmeye başlamıştım. Merdivenleri büyük bir istekle inip kantine ulaştığımda taze çay kokusu burnuma dolmuş ve gerilen bütün kaslarımın gevşemesini sağlamıştı. Kantinden içeri girdiğimde beni gören Ayşe Abla yüzüne çayları kadar sıcak olan bir gülümseme yerleştirdi ve ince belli, büyük çay bardaklarına yeni demlendiği kokusundan ve renginden belli olan çayı doldurdu.

"Hoş geldin kızım," derken çayı tezgâha koymuştu.

Ona yaklaşıp cebime tıkıştırdığım parayı tezgaha bıraktım, "Hoş buldum ablacığım. Bana bir tane de taze açmalarından varsa verir misin?"

Ayşe Abla o güzel açmalarından bir tane, en tombul olanını, alıp plastik tabağa koyarak bana verdi ve bıraktığım paradan çayla açmanın hesabını çıkararak para üstünü bana uzattı. Gülümseyerek kalan parayı aldım ve az önce gözüme kestirdiğim masaya doğru ilerledim. Kantinin ön cephesindeki büyük ve neredeyse boydan boya uzanan camlardan içeri artık soluk olan ve kış mevsimini müjdeleyen soğuk güneş ışıkları giriyor ve kantini rahatlıkla aydınlatıyordu.

Derin bir nefes alarak çayımdan bir yudum içtim. Hemen sonrasından açmamdan aldığım ısırık midemi doldururken ne kadar acıktığımı fark ettim. Bu gidişle iyice kilo verecektim ve fen sınıflarına giren biyoloji hocası iskelet sistemi niyetini beni kullanmak isteyecekti.

Zil çaldığında çoktan açmayı ve çayı bitirmiştim. Az sonra kapıdan içeri giren Öykü ve Ali önce kantini telaşlı gözlerle aradılar ve sonrasında ikisinin de gözleri beni bulunca yanıma gelmeye başladılar. Ali tam karşımdaki sandalyeye otururken Öykü de refleks olarak yanına oturunca istemsizce gülümsemiştim ve Ali neden güldüğümü anlarken Öykü kaşlarını çatarak bana bakmakla yetinmişti.

"Cengiz sana ne dedi," diye sordu Ali doğrudan.

Nedense bu okulda burslu olmayan herkes ona öyle seslenirdi ki burslular da eğer ona direkt ismiyle hitap ederse okuldan atılacaklarmış gibi bir korkuya kapılırlardı.

"Öykü'ye söylediklerinden çok da farklı şeyler söylemedi," diyerek pembe bir yalan söylemiş oldum.

"Bana bir şey söylemedi," derken Öykü istem dışı sesini yükseltmişti.

"Bu da demek oluyor ki bana da bir şey söylemedi." Cümlemi tamamlarken gözlerimi devirmiştim.

"Neden saklıyorsun, sana bağırdığını duydum!" Öykü en nihayetinde ellerine hakim olabilme yetisini kaybetmişti.

Görüş alanıma Semih girdiğinde rahat bir nefes alarak gülümsedim. Büyük adımlarla bize doğru ilerlemeye başladı ancak onun da yüzünden okunan bariz bir endişesi vardı.

"Öykü, Eslemler seni yanlarına çağırıyor," derken bir bana bir de Ali'ye bakıyordu.

Gözlerimi devirirken göz ucuyla Öykü'nün sandalyeden kalktığını ve hiçbir şey söylemeden gittiğini gördüm. Semih az önce Öykü'nün kalktığı sandalyeye rahatça oturdu ve kollarını göğsünde bağlayarak gözlerini üzerime dikti.

"Hadi ama," diyerek arkama yaslandım.

"Ne olduğunu söyleyecek misin yoksa Cengiz'in odasına mı gitmemiz gerek," dedi Ali en az Semih kadar rahat bir tavırla.

Tam dudaklarımı aralamıştım ki Semih benden önce davrandı: "Dur sana yardımcı olayım. Kaç gün uzaklaştırma aldın," diye sordu Ali'yi şaşırtarak.

Derin bir nefes alarak yanaklarımı şişirdim ve hemen sonrasında oflayarak içimde tuttuğum nefesimi verdim.

"Uzaklaştırma mı aldın? Nasıl," diye bağırdı Ali ayağa kalkarak.

"Çünkü Cengiz ona devamlı, artık onu okuldan uzaklaştıracağını söyleyip duruyordu." Konuşan yine Semih olmuştu. "Ne, yalan mı," dedi gözlerimi kısarak ona baktığımı fark edince.

"Tamam Ali," derken Ali'ye dönmüştüm, "Artık otursan diyorum? Fazla dikkat çekiyoruz," diye mırıldanırken masanın üzerinde ellerimi birleştirmiştim.

Ali oturduğunda, neyse ki, derin bir nefes alabilmiştim. "Biliyordum," dedi Ali burnunu çekerek. Semih ve benim ona sorarcasına baktığımızı görünce devam etti: "Böyle olacağını biliyordum yani."

"Anlatsanıza. Nasıl oldu," diye sordu Semih gerçek bir merakla.

Ona Öykü'nün sınav sırasında arkama geçmesinden başlayarak müdürün odasındaki konuşmalarda dahil olmak üzere her şeyi anlattığımda ağzı açık bir şekilde beni dinliyordu. "Yani anlayacağın Sezin hanım çekemeyip her şeyi Cengiz'ciğine yumutlamış," diye bitirdim sözlerimi.

"Gidip onunla konuşalım öyleyse," diye fikrini ortaya koydu Ali, "Sonuçta cevaplarınız birebir aynı değil ve kağıdını tamamlamadan verdin. Bu senin kopya çektiğini kanıtlamaz ki!"

Semih onu desteklercesine bana bakarken dudaklarımdan dökülen kıkırdama onların ciddi olduğunu fark ettiğimde büyümüş ve güçlü bir kahkaha halini almıştı. Etraftaki öğrencilerin hepsi bizim masamıza bakarken deli olduğumu düşünmelerini umursamıyordum.

"Çocuklar şaka mı yapıyorsunuz," diye sordum kahkahalarımı bastırdığımda. İkisi de gayet ciddi bir ifadeyle bana bakarken istemsizce yeniden kahkaha atmaya başlamıştım. Ta ki karnıma ağrılar girene ve gözlerim yaşlarla dolana kadar da susmadım. Ellerimi karnıma bastırarak kahkahalarımı durduğumda gözümden süzülen bir damla yaş yanağımdan yuvarlanarak tişörtümü ıslattı. "Komiksiniz," diyebilmiştim en nihayetinde. "Sizce Cengiz kime inanır? Sezin'e mi yoksa öbür tarafta içinde benim olduğum iki kişilik küçük grubumuza mı?"

Semih gözlerini devirdiğinde onların hala daha bu kararın arkasında olduklarını gayet iyi anlamıştım. Ancak söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu da biliyordum.

"Cengiz beni günahı kadar sevmez." Susarak onların bir şeyleri anlamalarını bekledim. "Gidip ona bir şeyler anlatmamız boşuna çabalamaktan başka bir şey değil."

Bir süre üçümüz de sessiz kalarak boş gözlerle birbirimize bakmıştık. Sonrasında ise teneffüsün bittiğini belirten zil çalarak konuyu kapadı. Robotik hareketlerle oturduğumuz sandalyelerden kalkıp sınıflarımıza doğru yürümeye başladık.

-

Öğle arasına kadar bütün dersleri istisnasız bir şekilde dinlememiştim. Aynı zamanda kimse bana karışmamış, karşıma geçip sinirlerimi daha da bozacak tek bir söz bile söylememişti. Hatta Sezin yerini değiştirip bana en uzak olan köşeye geçmişti. Öğle arasına girdiğimizi belirten zil çalınca derin bir nefes alıp başımı geriye yasladım ve gözlerimi kapayarak şakaklarımı ovalamaya başladım. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Hatta o "hiçbir şey" kavramını bile yapmak istemiyordum. Ancak hiçbir şeyi bile yöneteme, yönlendirme hakkına sahip değildim.

Birisi omzuma dokununca irkilerek gözlerimi açtım ve elin sahibine döndüm. Ayça bana bakarken gülümsüyordu. "Hadi ama! Uyumaya mı geldin," diye sordu beni hâlâ sarsmaya devam ederken.

"Hayır, ama beni böyle sarsmaya devam edersen kusacağım," diyerek gözlerimi devirdim. "Hem de o pahalı gömleğinin tam üstüne," derken gözlerimi olabildiğince açmıştım.

Tam da beklediğim şey olup Ayça beni anında bırakmıştı. Yüzüme zafer dolu bir gülümseme yerleştirirken Ayça'nın beni çekiştirmesine izin verdim. İlge Hoca'nın ısrarlarıyla düzlenen çok amaçlı salona girdiğimizde gözüme ilk çarpan şey sahne üzerine kurulmuş olan minik orkestraydı. En önde ve ortada duran mikrofon düzeneği Eslem'i bekliyor gibiydi. Onun hemen sol çaprazında dört tane daha mikrofon düzeneği vardı. İçeriye iyice göz gezdirince ortada ancak en arkada kalan bateri takımı görmüştüm, sonrasında ise sağ köşede kalan elektronik gitarları...

"İyi de piyanom nerede," diye sordum sahte bir kızgınlıkla. Ayrıca Ayçalar için de uygun ortam hazırlanmamış gibiydi. "Azıcık daha dikkatli baksaydın görürdün," diyerek beni tamamen içeri doğru itti.

Gözlerimi kısarak baktığımda karanlıkta olmasına rağmen parlayan piyanomu gördüm. Yavaş adımlarla ona doğru ilerlemeye başladım. Sanki o da benim duygularımı hissediyor gibiydi. Hissediyor ve bana karşılık veriyordu. Biraz kırgındı bana, her zamanki gibi, ama özlediğini hissediyordum. Ne acılarımı içimde tutabilirdim, ne de ona hapsedebilirdim. Özgürlüğü özlemişti.

Herkes benim gibi kendi uğraşlarının başına geldiğinde birbirimize bakıp gülümsemiştik. önümdeki defterin sayfalarını karıştırmaya başladım.

"Tam bir curcuna hazırlığı yapıyoruz," dedi adının Mert olduğunu hatırladığın vokal çocuk."O çıkacak gürültüde nasıl konsantre olacağız peki," diye sordu Ayça'nın yanında duran kısa boylu kız.

"Ben bu parçayı daha önceden çalmıştım. İsterseniz vokallerle ve Eslem'le birlikte çalışalım. Siz de elinizdeki nota kağıtlarından bizi takip edin," diyerek kendi fikrimi ortaya koymuştum.

Eslem kendi grubunu toplayarak beni onayladıklarını belirttiğinde diğerleri nota kağıtlarını alarak sahneden aşağı indiler ve ellerindeki nota kağıtlarını açarak bize bakmaya başladılar. Derin bir nefes alarak ellerimi piyano tuşlarının üzerinde dolaştırdım ve tuşlara basmaya başladım. Skyfall'un başlangıç müziği yavaşça havaya karışarak kulaklarıma doluyordu. Vücudum müziğin ritmine göre harekete geçtikten sonra Eslem'in sesi duyulmaya başladı. Onun görüşündeki kırılganlığa ters düşecek kadar doygun bir sesi vardı. İlk duyulduğu anda dönüp baktıracak kadar da etkiliydi. İki vokal kızın sesleri de Eslem'e eşlik etmeye başlamıştı. Ancak onlar şarkıyı söylemek yerine acapella müzik yapıyorlardı ve diğer vokallerle birlikte nakarat kısmına geldiklerinde ise Eslem'in hemen ardından onun söylediği cümleyi tekrarlıyordu. Dudaklarıma bir gülümseme yerleşirken aslında bu işe başlarken hissettiğim tereddüdün sönüp gittiğini hissediyordum.

İlge Hoca kapıdan içeri girdiğinde bile provamıza devam etmiştik. En nihayetinde şarkının sonuna gelip uygun bir şekilde şarkıyı bitirdiğimizde onun yüzündeki halinden memnun ifade beni daha da cesaretlendirmişti. "Hepinizi dinlemek istiyorum çocuklar," dedi gülümseyerek.

Grubun geri kalanı oturdukları koltuklardan kalkarak sahnedeki yerlerini aldıklarında birbirimize gülümsedik. Başaracaktık, her ne olursa olsun.

Semih bagetleri elinde çevirerek iki yanında bulunan zillere vurduktan hemen sonra parmaklarımın altındaki tuşlara basmaya başladım. İkinci kez başlangıç ezgisine döndüğümde arkadan çellonun ve sonrasında Eslem'in sesi yükseldi. Ancak bu kez birbirine karışan sesler, konsantrasyon bozukluğundan kaynaklanan detoneler ve yanlış basılan notalar ortaya çıkmıştı.

"Yeter!"

İlge Hoca'nın sesi hepimizin durmasına sebep olmuştu. Oturduğum yerde yavaşça ona döndüğümde gözleri yuvalarını terk edecek kadar açılmıştı. Derin bir nefes alarak sağ elini beline koyup sol elinin avucunu pantolonunun kumaşına sildi.

"Semih, bu şarkı o kadar atraksiyonu kaldırmıyor. O elindeki bagetleri iyi kullan yoksa onları kıracağım," derken sol elinin işaret parmağını ona doğru kaldırdı.

Semih gözlerini devirerek bagetlerini bıraktı ve dudaklarını sarkıtıp kollarını göğsünün hemen üzerinde birbirine bağladı. Kızmış ve kırılmıştı.

"Beliz," derken sağ elinin iki parmağıyla burunun kemerini sıktı. "Elindeki kağıdı sana çalış diye verdim. Ama sanırım buna gerek duymamışsın."

Beliz elindeki yayı ve kemanı bırakarak gözlerini yere çevirdi ve derin bir nefes alarak omuzlarını dikleştirdi. Ne kadar güçlü durmaya çalışırsa çalışsın o da İlge Hoca'nın söylediklerine kırılmıştı.

İlge Hoca hiçbir şey söyleme gereği duymadan bir müddet Ayçalara baktıktan sonra gitaristlerin ve Eslemlerin olduğu tarafa döndü. "Bu grupta kulağa en doğru ve hoş gelen sadece vokallerdi. Hepinizden daha iyi ama vokallerden daha kötü durumda olan Ulaş ve Volkan da idare ettiler. Ancak," diyerek doğrudan Eslem'e baktı, "önündeki mikrofonu gerçekten istiyorsan bunu belli et Eslem. Ortak çalışmada kötüsün."

Bana arkası dönük olduğu için Eslem'in tepkisini göremiyordum ama onun da diğerlerinden farklı olduğunu düşünmüyordum. İlge Hoca derin bir nefes aldığında bütün dikkatim ona yönelmişti. Bana doğru döndü yavaşça. Ela gözleri yaşlarla parlarken bana söyleyeceklerinin pek iç açıcı şeyler olmadığını hissettim.

"Bu grubu kurmak istedin, kabul ettim. Ama eğer böyle devam ederse ne grup kalır ne de içinizden birisi yarışmaya katılır. Önce kendine çeki düzen ver Neva."

Zorlukla yutkunarak İlge Hoca'nın söylediklerini sindirmeye çalıştım. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı bile. Nefeslerim boğazımda düğümlenirken dudaklarıma buruk da olsa bir tebessüm yerleştirerek oturduğum puf tabureden kalkıp sahnenin ortasına yürüdüm ve herkesin beni görebileceği bir şekilde onlara döndüm.

"Moralinizi bozmayın. İlge Hoca sadece bizi biraz..." durup doğru kelimeyi düşünmeye başladım. "Gaza getirmeye çalışıyor," diye tamamladı Semih.

O da bana doğru ilerlerken ona gülümseyerek konuşmama devam ettim: "Evet, biraz kırıcı konuştu ama yine de haksız olduğunu da söyleyemeyiz ya?"

"O yüzden," dedi Ayça ve tabletini kucağına alıp bağdaş kurarak yere oturdu, "Ne kadar moraliniz bozulursa bozulsun daha çok çalışarak yarışmaya hazır hale geleceğiz," diye tamamladı sözlerini ve herkesin gözlerine baktı.

"Anlaştık mı," diyerek bütün konuşmayı destekledim.

Herkes onayladığını belli ettikten sonra Semih beni kolumdan tutarak dışarı sürükleyerek çok amaçlı salondan dışarı çıkardı. Hiçbir şekilde yanımdan ayrılmamaya yemin etmiş gibi bir hali vardı Semih'in ve bunu belli etmekten de çekinmeyip öz güven dolu adımlarla yanımdan yürüyordu. "Bu seferki planın beni çıldırtmak mı," diye sordum rahatsız olduğumu gizleme gereği duymadan.

"Cazibeme dayanamadığını biliyordum, sarışın," derken bütün dişlerini ortaya seren bir gülümsemeyle bana baktı, "Ama tercihim kumrallardan yana," diyerek göz kırptı.

Gözlerimi devirerek ona baktım. "Semih, bak zaten elimin tersindesin şöyle gelişi güzel bir çarparım görürsün kumralı, sarışını!" Sesim sonlara doğru daha da yükselmişti ama eğlendiğimi gizlemiyordum.

"Bir kere vursana, merak ediyorum?" Ellerini birleştirmiş ve çene hizasında teslim olur gibi kaldırıp masumca gülümserken bana bakıyordu.

Gözlerimi devirip önüme döndüğümde bile gülümsememi bastıramamıştım. Başımı kaldırıp Semih'e baktım. Ellerini ceplerini sokmuş, çenesini dikleştirmiş ve yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle etrafına bakıyordu. Kıvırcık saçları başının üzerinde toplanmış ve asi birkaç küçük tutam yüzünün iki yanına düşmüştü. Uzun boyuna rağmen fazla çocuksu bir yüze sahipti ve karşısındaki insan ister istemez ona bir sempati duyuyordu. Semih'e bakarken omzumda hissettiğim sızıyla geriye doğru sendeledim. Sol elim refleks olarak sağ omzuma gitmiş ve acıyan yeri ovmaya başlamıştı. Yüzümü hissettiğim acıyla bururştururken içime dolan ani öfkeyle bana çarpanın kim olduğunu görmek için arkamı döndüm. Buğra ellerini cebine sokmuş umursamaz adımlarla koridorda ilerliyordu. Ona doğru en fazla iki adım atmıştım ki Semih beni durdurunca sesimi duyurmaya karar vermiştim.

"Önüne bak," diye bağırdım ancak değil dönüp bakmak, durmamıştı bile.

"Hey, tamam. Sakin ol Neva," derken bir yandan da beni çekiştiriyordu Semih. Ona baktığımda kollarını belimden çekip ellerini iki yanında açtı. "Bak, tamam, şu anda gidip onun yüzüne okkalı bir tokat atmak falan istiyorsun ama," derken sağ eliyle etrafı gösterdi ve devam etti: "hâlâ okul sınırları içindesin ve bir günlük uzaklaştırma cezan var. Lütfen uslu dur."

İki elini de omuzlarıma koyarak beni olduğum yere sabitledi. Gözleri hala soru işaretleriyle parlıyordu. Söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu kendisi de biliyordu, böyle bir riski almam aptallık olurdu. Hatta aptallıkla bile sınırlanmazdı bu durum. Derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım ve başımı onaylarcasına salladım. "Tamam," dedim gözlerimi açtığımda. "Okul içerisinde ona bir şey yapmayacağım."

O da benim gibi derin bir nefes almıştı ancak onunki tamamen rahatlamışlıkla alakalıydı. Bu gittikçe sinirlerimi bozduğu için olduğum yerde dönerek ondan ve oradan uzaklaşmaya başladım. Kış etkisini göstermeye başladığı için hava oldukça soğuktu. Bu yüzden dışarıya çıkmak yerine kantine yönelmiştim. Ancak çalan zil gözlerimi devirerek az önce yürüdüğüm yolu yeniden geçmeme sebep olmuştu.

-

"Evet, arkadaşlar, bugün sizlerin düşüncelerinizi ifade ediş şeklinizi merak ettiğim için başka bir çalışma yapmaya karar verdim," derken yüzüne bir gülümseme yerleştirmişti ancak şu anda dikkatimizi ondan çok elinde tuttuğu resim kağıtları çekiyordu. "Anladığım kadarıyla siz de kağıtlara odaklandınız, güzel." En ön sıradan başlayarak kağıtları teker teker dağıtmaya başladı.

Önüme kağıt konulduğunda kağıtla aynı boşluğa sahip gözlerle kağıda baktım. Ali Hoca tepkime tebessüm ederek yanımdan geçti ve kısa bir süre sonra bütün sınıfın önünde resim kağıtları duruyordu. Boğazını temizleyerek beyaz tahtanın önünde durdu. "Önünüzdeki kağıtlara, hatta kağıtların tam ortasına olabildiğince büyük bir yuvarlak çizmenizi istiyorum," dedikten sonra kalemlerine davranıp harekete geçen bizlere ellerini birleştirerek bakıyordu, "Sizin aynı zamanda rehberlik öğretmeniniz olduğum için hem de dersimiz rehberlik olduğu için böyle bir çalışma yapmak istiyorum. Hayat sadece sınavdan ibaret değil sonuçta."

Sıraların arasında dolaşmaya başlamış ve kağıtlarımıza çizdiğimiz dairelere bakıyordu. "Bu yuvarlaklar sizin başınız. Boş kalan kısımlar ise etrafınızdaki insanların sizler için düşündükleri şeyleri barındırıyor." Teker teker memnun bir ifadeyle yüzlerimize baktı ve sonrasında öğretmen masasının üzerindeki çantasını alarak içinden çıkardığı kutuları yeniden en ön sıradan başlayarak bütün sınıfa bıraktı.

Önümdeki kutuyu açıp içine baktığımda içindeki kuru boyaları ve birkaç el-işi materyalini görmüştüm. Dudaklarım yukarı doğru kıvrılırken istemsizce çocukluğum gözlerimin önüne geldi. Ne çok severdim boyama yapmayı. Babamın çalışma odasındaki duvarlarda, boyumun yetiştiği yerlerde boş olan bir yer bile kalmamıştı... Ne eğlenirdim boyama yaparken, sevdiğim mavi ve yeşil rengini fütursuzca kullanırken. Derin bir nefes alarak gözlerime batmaya başlayan gözyaşlarının getirdiği yanma hissini görmezden gelmeye çalıştım. Ancak bu konuda artık o kadar da başarılı değildim. İnsan bir kez ağlayarak rahatlayınca devamında da hep öyle rahatlamak istiyordu.

Ali Hoca'nın sesi beni içinde sürüklendiğim anı dünyasından sürükleyerek çıkarmıştı ancak söylediklerini anlamam yine de birkaç dakikaya mâl oldu. "Sadece yazı yazmayıp düşüncelerinizi, duygularınızı resimlerle ve renklerle süsleyin, lütfen. İsterseniz diğer materyalleri kullanarak da bize bir şeyler anlatabilirsiniz."

Sıkıntıyla nefesimi verirken kutudaki boyaları çıkardım ve öylece sıramın üzerine bırakıp beklemeye başladım. Benim hakkımda söylenenleri buraya yazmam dahilinde Ali Hoca'nın tepkisini merak ediyordum. Dudaklarım buruk bir gülümseyişle kıvrılırken buna aldırmamam gerektiğine karar vermiştim. Ne olursa olsun adımı yazmazdım ve sorun öylece kapanmış olurdu.

"Hocam, sadece yuvarlağı çizip öylece size versek," diye sordu duvar kenarında oturan bir çocuk.

Ali Hoca gülerek ona döndü: "Kendini mi tanımıyorsun, yoksa kendini tanımaktan mı korkuyorsun," diye sorarken birkaç adım atarak çocuğun olduğu tarafa yaklaşmıştı.

"Aslında üşeniyorum," dedi çocuk mırıldanarak, daha sonrasında sol elinin işaret parmağıyla burnunun üzerindeki gözlüğü gözlerine doğru itti.

"Bak, kendi hakkında bir şey buldun. Hadi onu kağıda yaz."

Çizdiğim yuvarlağın tam ortasına piyano tuşları yaparken yüzüme minik bir tebessüm yerleşti. Düşüncesi bile beni neşelendirebiliyordu. Ancak piyano tuşlarını tamamladıktan sonra boş gözlerle kağıda bakmaya devam etmiştim. Kendi hakkımda neler biliyordum da dolduracaktım kağıdı?

"Lütfen kağıtlara isimlerinizi yazın," dedi Ali Hoca dersin bittiğini belirten zille birlikte.

Herkes yerlerinden kalkarken beraberlerinde kağıtlarını da götürüyorlardı. Sıramın üzerindeki eşyaları yavaşça toplayarak sırt çantama doldurdum ve ceketimi üzerime giyerek sıramdan çıktım. Elimdeki kağıdı öğretmen masasına bırakarak kapıya doğru yürümeye başladım. Her ne kadar Ali ve Öykü arkamdan sesleniyor olsa da onları duymamış gibi yoluma devam ettim. Neredeyse koşuşturarak koridoru geçip merdivenleri inen öğrencilerin arasına karıştığımda bana yetişmeleri iyice zorlaşmıştı. Bundan faydalanarak adımlarımı hızlandırarak topluluğa ayak uydurdum.

Bahçeye inen merdivenlere ulaştığımda nihayetinde derin bir nefes alabilmiştim. Her ne kadar güneş en tepede olsa da hava soğuktu ve tenime her değdiğinde bıçak etkisi bırakıyordu. Diğer öğrenciler etrafımdan geçip giderken ceketimin fermuarını kapayarak koluma astığım sırt çantamı sıkıca kavrayarak merdivenlerden inmeye başladım. Son iki basamak kala omzuma sertçe inen darbeyle öne doğru yalpalayarak iki basamağı birden indim. Ayaklarım birbirine dolaşırken rast gele birinin kolunu yakalamasaydım yüz üstü yere düşecektim. Kolunu tuttuğum kişi durarak doğrulmama yardım etmişti. Kızın yüzüne bakıp gülümseyerek soğuk bir teşekkür mırıldanmıştım ancak kız bunu aldırmış gibi görünmüyordu, aynı soğukluktaki gülümsemesiyle bir şey söylemeden öylece arkasını dönüp yürümeye devam etmişti.

Gözlerimi sıkıca yumarak göğüs kafesimin sızlamasına sebep olacak derinlikte bir nefes doldurdum ciğerlerime. Gözlerimi yeniden açtığımda soğuğa rağmen bedenimi saran sıcağı hissettim. Son yıllarımın büyük çoğunu bu tanıdık duyguya ev sahibeliği yaparak geçirmiştim. Artık benim için öfke tanıdık bir his olmaktan öte uzuvlarımdan biri gibi olmuştu. Sanki her hareketimde o vardı, her adımım onunla birlikte kolaylaşıyor gibiydi. Ellerimi iki yanımda yumruk yaparken gözlerimi açmış ve büyük birkaç adımla Buğra'ya yetişmiştim. Kolunu sertçe tutup onu durdurduğumda bana dönmüş ve yüzüne yerleşen alaycı ifadeyle gözlerime bakmıştı.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun," diye bağırdım bütün birikimlerimi kusarcasına.

"Ne yapmışım," dedi bir kaşını havaya kaldırarak.

İki elimi belime yerleştirip ellerimi bir yerde sabitledim. Aksi takdirde hiç iyi şeyler olmayacaktı, çünkü artık içimdeki öfkeyi ben kontrol etmiyordum, o beni boyunduruğu altına almıştı.

"Sabahtan beri omzuma vurup duruyorsun Buğra! Derdin ne senin!" Sesim her kelimede bir perde daha yükseliyordu ve etrafımızdaki insanların hepsine iyi gelecek bir dedikodu malzemesi veriyorduk. Çoğu durmuş bizi izliyorken kimse gelip ayırma çabasına bile girmiyordu ki artık okulun neredeyse tamamı Buğra ve beni kavgalarımız yüzünden tanıyor sayılırdı.

Kahkahası kulaklarıma dolarken onun delilik sınırlarında dolaştığına emin olmuştum. dudaklarından dökülen kahkaha kesinlikle tekin birine ait olamayacak kadar tehlikeli bir tınıya sahipti ve bu ürkmeme sebep oluyordu.

"Öyle mi yapıyormuşum," diye sordu az önceki kahkahasına ters düşecek bir masumiyetle.

Sinirlerim iyice kendini gösterirken gülerek başımı salladım. "Anladım ben seni," dedim gülümsememi bozmadan. "Sen çekip gitmemin, sebi görmek istemememin hıncını çıkarıyorsun benden. Ne düşünüyordun, söylesene!" İki elimi de omuzlarına yerleştirerek onu ittim. "Her şeyi bir anda unutup kollarına atlamamı falan mı?"

Etrafımızda toplanan meraklı gözler çoğalmaya başlamıştı. Hatta birkaç kişinin elindeki telefonları bile görmüştüm. Ne harika bir manzaraydı ama, tam bir film sahnesi!

Ona doğru birkaç adım atarak aramızdaki mesafeyi daha aza indirmiştim. "Hep aynı gardı çekmekten yorulmadın mı, Buğra? Devamlı aynı taktikle bana karşılık vermekten çok önce sıkılmış olman gerekirdi." Başımı iki yana salladım hızla, "Ama ben senin oyunlarından yoruldum artık." Ve az önce onun bana yaptığı gibi ben de onun omzuna sertçe çarparak yanından geçip yürümeye başladım.

Sadece bir an kurtulduğumu, beni rahat bıraktığını düşünme gafletine düşmüştüm. Sadece kısa bir an için bunu umut etmiştim. Fakat yine yanılmıştım.

"Söylesene, seni mutlu ediyor mu bari?"

Bacaklarım sanki onlara komut verilmiş gibi durmuş ve yürümemekte inat etmişti. Sağ elim refleks olarak yumuk halini alırken dişlerimin gıcırdamasına sebep olacak kadar çok sıkmıştım çenemi.

"Ona koşup gittin, değil mi? Sana huzuru o hissettiriyordu ya, bende hatırladıklarını onda unuttun."

Gözlerimi kısarak ona baktım. Aynı hırçınlıkla bana karşılık veriyordu zümrüt yeşili gözleri. Konuşmayı unutmuş gibiydim. Kuytu bir köşeye saklanmış sesimi arıyordum ancak çabalarım bir hiçlikle sonuçlanıyordu. Güçlükle yutkundum.

Bu kez aramızdaki mesafeyi kapatan o olmuştu. "Ne kadar çok benziyorsun annene," derken son adımını da atmıştı. "Kendini daha fazla babana benzemek için zorlama bence. Sen ne yaparsan yap her zaman Yasemin Ökçün gibi olacaksın, fiziki olarak babana benziyor olman bile o adama hakaret."

Hislerim ve mantığım nadiren karar birliğine varırdı ve şimdi de o anlardan birini yaşıyordum. İç sesim ikiye ayrılmış, bir yanım bas bas bağırıyordu: Yap şunu! Fakat yapmadım. İki yanımda hâlâ bir yumruk halinde duran ellerimi onun için yormadım. "Senin adını bile duymak istemiyorum." Ve sonrasında arkamı dönüp az önce yapamadığım işi tamamlayarak okulun bahçesinden çıktım.

Birkaç dakika öncesine kadar hissetmediğim soğuk yeniden etkisini göstermeye ve beni üşütmeye başlamıştı. Kollarımı etrafımda dolayarak soğuğu kucakladım. Ne kadar da gerçek bir dosttu oysa soğuk. Az konuşur, en ihtiyacın olduğunda yanında olur ve sürekli doğrular gibi yakardı canını. Belki de doğruları, gerçekleri hatırlattığından bu kadar keskindi soğuk. Ezbere bildiğim yolda yavaşça attığım her adım beni yeryüzünde var olan ruhlar alemine taşıyordu. Yanımdan koşar adımlarla geçip giden insanlar, arabalardan yükselen sesler, telaşsızca yürüyen ve hiçbir şeyi umursamadan ilerleyen gençler... Artık hayat kaygısı kalmayan yaşlılar. Herkesi barındırıyordu bu cadde, kaldırım.

Kaldırımın kenarında durup yayalar için yeşil ışığın yanmasını bekliyordum. Düşüncelerim şimal rüzgarları kadar sert ve fiziki bir acı verecek kadar da güçlüydü. Sanki boyut atlamış ve derim altına sızmak için güçlenmişti.

Soğuk yüzümü ısırırken gözlerimin yanmaya başladığını hissettim. Son zamanlarda oldukça sık gözlerim doluyordu ve bundan nefret ediyordum. Benim için son derece katlanılmaz bir durumdu bu.Derin bir nefes alarak gözyaşlarımı geri göndermeye çalışırken kırmızı ışık, yeşile döndü. Bir kalıp halini alan tavırlarımla hareket etmeye başladım. Önümden geçip giden insanları savsak ve uyuşuk adımlarla takip ederken zihnimde kalıplar ve ölçüler oluşturmaya çalışıyordum. Hatta yarışmayı ve tüm sevimsizliklerine rağmen akşam yemeğini bile düşünmüştüm. Oysa ne yaparsam yapayım kulaklarımda aynı ses uğulduyor, göz kapaklarımın altına sızmış ve orada pusuya yatmış gibi aynı görüntü canlanıyordu gözlerimin önünde. Bir çift yeşil göz acımaksızın yakıyordu canımı. Geçmiş, sudaki yansıma gibi tekerrür ediyordu.

Beni düşüncelerimden kopararak gerçekliği yüzüme çarpan sesle bacaklarım kilitlenmiş ve olduğum yerde çivilenmiştim. Kulaklarım, duyduğum sesle acırken bütün vücudum bir anda çözülerek titremeye başladı. Korna seslerini takip ederek etrafımda göz gezdirirken gözlerim küçük kızı yakaladı ve ani bir panikle harekete geçtim. "Çekil," diye bağırdım ellerimi öne doğru uzatırken. Adımlarım kendiliğinden hızlanmış ve artık koşmaya başlamıştım.

Korna sesleri bütün bir caddede yankılanırken küçük kız bana doğru dönmüş, elindeki tavşanı sıkıca kavramıştı. Kakülleri mavi gözlerine kadar düşüyor ve yüzünü çevreleyen dalgalı saçları uçlara doğru bukle halini alıyordu. Beyaz tenindeki en güzel detay yanaklarına oturan kızarıklık ve büyük gözleriydi.

Son anda kızı tutup yol kenarına çekmişlerdi. Derin bir nefes alarak olduğum yerde durdum ve ellerimi dizlerime dayayarak artık tutmakta zorlandığım gözyaşlarımı serbest bıraktım. Kalbim, dizginleri bırakılmış ve ürkmüş bir atın ki kadar hızlı çarpıyor, göğüs kafesimdeki yerini zorluyordu. Nefeslerim boğazımda düğümlenmişti.

Güç bela dizlerimden destek alarak olduğum yerde doğrulup küçük kıza son kez bile olsa bakmak için etrafı taramaya başladım. En nihayetinde gözlerim küçük kızı bulduğunda içimde büyüyen mutluluk ve rahatlama duygusu bütün kaslarımın gevşemesini sağlamıştı.

Uzun boylu bir genç, kızı kucağına almış sıkıca tutuyordu. Genç adamın arkası bana dönüktü ve o da etrafına bakınıyordu. Küçük kız, kucağında durduğu gencin ensesini sıkıca kavramıştı. Gözleri beni bulunda gülümsedi ve elindeki tavşanı bir anda unutarak bana el sallamıştı. Tavşan yere düşerken ben de kıza gülümseyerek kaldırıma çıkmıştım ancak hala daha gözlerimi o ikisinden çekmemiştim. Bu kızın annesi neredeydi? Belki de kız, o gencin sorumluluğu altındaydı. Öyleyse nasıl böyle dikkatsiz olabilmişti de küçücük kızı yolun ortasında korunmasız bir şekilde bırakabilmişti!

Genç adam yere düşen tavşanı almak için eğildiğinde tüm dikkatim dağılmıştı. Olduğum yerde durup kendimi, onları izlerken bulmuştum. Ama bundan şikayetçi değildim. Hatta küçük kızın iyi olduğuna kanaat getirmeden olduğum yerden ayrılmayacaktım. Küçük kız tavşanını eline aldıktan sonra gencin kucağından aşağı inip koşmaya başladı. Bir kadının bacaklarına sarılarak durduğunda ağlamaya başlamıştı ve ona "anne" diyerek bağırıyordu. Gözlerim bu sahnenin yabancı samimiyet ve şefkatiyle dolarken kendimi rahatsız hissederek gözlerimi onlardan kaçırdım.

Elimin tersiyle gözlerimi kuruladıktan sonra birkaç adım atmıştım ki küçük kızın sesini işitmiştim yeniden: "Abla!"Gülümseyerek ona baktığımda annesinin kucağından bana el salladığını görmüştüm. Aynı içtenlikle ona karşılık verip gözden kaybolana dek onu izledim. Nihayetinde artık eve gidebilirdim.

Birkaç adım. Sadece birkaç adım atıp olduğum yerde, yeniden, durdum. Tanıdık bir koku... Etrafımdaki onlarca insana, onların parfüm kokularına rağmen nerede duyarsam duyayım hep hatırlayacağım o koku burnuma dolmuştu. Bakışlarımı yavaşça yerden kaldırarak çekingen bir tavırla onu aradım. Görmek istediğim kişiyi bulana kadar birçok insanın üzerinde dolaşmıştı gözlerim ve en sonunda kumral-kahve saçların sahibinde takılı kaldı. İçime yerleşen umutla büyük bir adım atmıştım ona doğru. Oradaydı, yılların değiştirdiği yüz hatları sertleşmişti ancak hala daha eskinin izlerini taşıyordu. Dikleştirdiği çenesi ve yan profilinden bile belli olan çatık kaşları hâlâ daha asabi bir genç olduğunu kanıtlıyordu.

Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadan birkaç adım daha atmıştım ki yüzünü bana doğru çevirdi. Liseye başlarken hatta ilk kez yarışmaya çıkarken bile bu kadar heyecanlanmadığıma emindim. Kalbim kısa bir süre atmayı bırakıp sonrasında yeniden atma kararı alarak nefesimi keserken bacaklarım titriyordu.

Önce şaşkınlığın yerleştiği gözleri, endişeyle parladı ve söndü. Hiçbir duygu okunmuyordu, ne yüzünden ne de gözlerinden. Gülümsememin dudaklarımda donup kaldığını hissediyordum. Sesli bir şekilde yutkunarak dudaklarımı yukarı doğru kıvrılmaya zorlamıştım.

"Oğuz, hadi gitmiyor muyuz!"

Sesin geldiği yöne döndüğümde koyu kızıl, hatta neredeyse bordo, saçlı kızın yapmacık bir gülümsemeye ona baktığını görmüştüm. Eski model, siyah arabanın yolcu tarafında duruyordu ve bir eli kapı kolundaydı. Gözlerimi kızdan ayırıp Oğuz'a döndüğümde içimde parçalanan umutlarımı teker teker yuttum onlar daha boğazımda birikmeden. Her umut parçası yararcasına geçmişti boğazımdan ve kalbimdeki yerlerini almışlardı ve işte, yine olmuştu. Umut etmemeyi yine bir zamanlar gözüm kapalı güvendiğim, her şeye rağmen değer verdiğim bir insandan öğrenmiştim.

Derin bir nefes alarak duruşumu dikleştirdim ve seri adımlarla yanından geçtim. Acı içinde yürümeye devam ederken umulmadık bir sessizlik kulaklarımı doldurdu. Koca kalabalık içinde yalnız hissediyordum, yapayalnız ve kırılmış.

"Neva!"

Bir mağazanın vitirininden onu görebiliyordum. Sitemkâr sesi kulaklarıma henüz dolmuştu ki kalabalığı yararak koşuyor ve bana yaklaşıyordu. Daha henüz biz çocukken asker olmayı istediğini hatırlıyordum, bunun için yaptığı idmanlar onun avantajı haline gelmiş olmalıydı.

"Bekle!"

Durmadım. Kalbim durmak için feryat ederken gururumu giyinip çenemi dikleştirdim ve adımlarımı hızlandırdım. Verdiği söz kulaklarımda yankılanıyordu ama niye şu an bunları hatırlıyordum! Yanlarından geçtiğim insanlar bana ters ters baksa da buna aldırış etmemiştim. Adımlarım sertçe kaldırımı döverken içime öfkeyi yerleştirip ona sıkı sıkıya tutundum, tıpkı bir zamanlar onun bana öğrettiği gibi. Omzumda asılı olan çantayı kavrarken boşta kalan sol elimi yumruk yaparak ciğerlerime derin bir nefes doldurdum.

"Neva!" Gür sesi yeniden kulaklarımı doldururken az önceki kararlı halimden eser kalmamıştı.

Bacaklarım titremeye başlamış, hatta bir pelte halini almışken kendimi yürümeye zorluyordum. Yürüyordum da, ta ki güçlü parmakları kolumu sarıp bedenimi bir bez bebekmişim gibi kolayca hareket ettirene kadar. Ilık tenini yeniden tenimde hissettiğimde gözlerimi sımsıkı yumdum. Ne olur, diye geçirdim içimden, ne olur sarılmasın.

"Neden duymazdan geliyorsun," diye fısıldadı duyabileceğim bir sesle.

Gözlerimi, kolumu tutan parmaklarından kaldırarak yüzüne baktığımda sadece bir an gözlerindeki donukluğun kırıldığını görmüştüm fakat bu o kadar kısa bir süreydi ki hayal gücümün oyunlarına yormuştum bu kırgınlık parıltılarını. Güçlükle yutkunarak gözlerimi ondan kaçırdım ancak bu kez de ona az önce seslenen kızla göz göze gelmiştim. Buruk bir gülümsemeyle dudaklarım kıvrılırken boğazımı temizleyerek, o kıza daha fazla bakamayacağım için, yeniden Oğuz'a döndüm. "Başka birisiyle karıştırdınız herhalde?"

Gözleri kapanırken derin bir nefes almış ve kolumu bırakmıştı. Aniden vücudumu saran kuvvetli esinti iliklerime kadar işliyordu. Sıcağı özlediğimi, ona ne kadar muhtaç olduğumu ilk kez bu kadar keskin hatlarıyla fark etmiştim. Çok değil, birkaç saniye sonra gözlerini yavaşça aralayarak bana kırgınlık denizinden bir parça sundu. Öyle derin bakıyordu ki o yoğunlukta boğulduğumu hissediyordum. Bir kuş tüyü kadar hafifti kolumda gezinen parmakları. Parmaklarımı tutana dek varlığını kendi hayal ürünüm sanmıştım. Hâlâ gözlerime bakarken hayal kurup onu yaşıyorum düşüncesine kapılmıştım.

"Rahatsız etmek istemezdim."

Daha önce böyle kolay kırılabileceğimi düşünmezdim. İnkar etmesini bekliyordum, bana kızmasını Ancak bunu değil.

Gözyaşlarımı bastırmak için gözlerimi kapatınca haylaz bir damla kirpiklerimin arasından kurtularak yanağımdan aşağı yuvarlanmıştı. Derin bir nefes alırken gözlerimi açarak onaylarcasına başımı sallamıştım. Ve önce parmakları çekildi, sonrasında kendisi. Birkaç adım atmıştı ki onun gitmesini kaldıramayacağım için hızla arkamı dönüp yürümeye başladım. Bu sırada gözyaşlarımın akmasına da izin vermiştim. Öylesine yorgundum hissediyordum ki koşmak isteyip de koşamıyordum. Kaçmaya takatim yoktu. Her saniye bir öncesine göre daha aciz oluyordum.

Yönümü ani bir kararla değiştirerek sola döndüm ve beni rahatlatacak olan tek yere doğru ilerlemeye başladım. Adımlarım, aşınmış kaldırımda hızlanırken elimin tersiyle görüşümü bulanıklaştıran gözyaşlarımı sildim.

Demir kapıyı açarak toprak yola girmiştim. Yürüdüğüm yola dikkat ediyordum, sanki ses çıkarırsam mezarlıktaki canlı ve cansız her şeyin rahatsız olacağını düşünüyordum. Teker teker bütün mezarları geçerek babamın mezarının önünde durdum ve mermer sütuna yaklaşıp mermerin üzerine oturdum.

"Merhaba," diye mırıldandım toprağın üzerindeki kurumuş çiçekleri temizlerken. "Bak, bu kez arayı uzatmadım."

Soğuk havaya rağmen ılık bir rüzgar yüzümü ve saçlarımı okşarcasına her yerimi sarmıştı. Gülümseyerek mezar taşının üzerine düşmüş olan yaprakları elimin tersiyle yere ittim sonrasında da sırtımı mezar taşına yaslayabilecek şekilde dönüp kollarımı bacaklarımın etrafında bağladım.

"Bugün eski bir tanıdıkla karşılaştım," dedim mırıldanmaya devam ederken. "Ve," boğazımı temizleyerek gözlerimi bacaklarımda bağladığım kollarıma çevirdim. "Kabini kırmış olabilirim."

Ama o da beni kırmıştı. Hem de fazlaca. Hiçbir şey söylemeden gitmiş ve yine hiçbir şey söylemeden karşıma çıkmıştı. Üstelik yanında başka bir kız vardı. Nasıl kırılmazdım ki? Çocukluk yıllarımı geçirdiğim tek kişiydi o. Babam öldükten sonra yanımda olan, her şekilde bana yardım eden... Ona, onun desteğine belki de en çok ihtiyacım olduğu zamanda ortadan kaybolmuş ve bir daha hiç ortaya çıkmamıştı. Ama bana defalarca kez karşıma çıktığında benim içi geleceği, bu kez her zaman yanımda kalacağı sözünü vermişti.

Burnumun üzerine düşen yağmur damlası beni içine girdiğim, kara bulutlarla kaplı duygu dünyamdan sıyırıp çıkarmıştı. Az önce ciddi bir ifadeye bürünmüş olan dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı, "Ah, haklısın," dedim kulaklarıma bile tuhaf gelen neşeli bir sesle. "Kızlar böyle şeyleri babalarıyla konuşmaz."

Hafif hafif ıslanmaya başlayan toprağın kokusunu ciğerlerime doldururken daha fazla burada oturmamın sağlığım açısından pek iyi olmayacağını fark ederek ayağa kalktım. "Sonra tekrar geleceğim baba," diyerek son kez sevdim toprağı ve neredeyse koşar adımlarla çıktım mezarlıktan.

Yolda boş bir taksiye denk gelmeyeceğimi biliyordum. Bu saatlerde taksiler boş olmazdı. Ancak zaten yürümek istiyordum. Bu yüzden ıslanmaktan olabildiğince kaçan insanların aksine kaldırımın en boş tarafından yürümeye başladım. Yağmur şiddetini arttırırken buna aldırmamıştım. Islanmak güzel bir duyguydu. Sanki üzerindeki yüklerden ve kirli olan her şeyden arınıyordun ve senin olmasını istemediğin ne varsa hepsi senden uzaklaşıyordu sadece birkaç damlayla. Bir anlığına bile olsa temizlenmiş oluyordun, yeni bir leke eklenene kadar bedenine.

Ellerimi montumun cebine koyarak biraz da olsa adımlarımı hızlandırdım. Biliyordum, bünyem pek de sağlam değildi ve zaten her an hastalanacakmış gibi hissederken hastalığın aşırılığını kabul edemezdim.

Eve geldiğimde ilk işim üzerimdeki kıyafetleri çıkararak sıcak bir duş almak olmuştu; bu sıralar sızlayan kemiklerimi, kopacakmış gibi ağrıyan kaslarımı rahatlatmak için çok fazla duş alır olmuştum. Havluyu vücuduma sardıktan sonra bir süre buharın içinde oturmuş ve uykumun gelmesini sağlamıştım. Şu an gerçekten ihtiyacım olan tek şey uykuydu. Üzerime kalın bir eşofman, kolları parmaklarıma kadar inen bir kazak giymiştim. Saçlarımı alelade kuruttuktan hemen sonra mutfağa geçerek kendime bir bardak Nescafe hazırlamış ve oturma odasında oturarak camlara vuran yağmur damlalarının sesini dinlerken bunun keyfini sürüyordum.

Bardağımdaki Nescafe bitince bardağı sehpanın üzerine koyup ayaklarımı kendime doğru çekip koltuğun el verdiğince ayaklarımı uzattım ve gözlerimi kapattım. Birkaç dakika içinde uykunun serin karanlığı beni rahatça sarıp sarmalamıştı.

Sırtımı hemen arkamdaki ağacın heybetli gövdesine yaslayıp kara bulutların kapladığı gökyüzüne bakarken serin havayı içime çektim. Soğuk tenime binlerce iğne batırıyordu ancak bundan pek de rahatsız olmuş gibi bir halim de yoktu. Etrafıma bakınıyordum. Bir şey arıyor olmalıydım, belki de birini bekliyordum. İçimi saran duygular henüz tamamen bedenimi ele geçirmiş değildi ancak kalkıp gitmektense orada oturmaya devam ediyordum. Etrafımı biraz daha gözlemledikten sonra çok geçmeden bir mezarlıkta olduğumu fark etmiştim.

Ürpererek oturduğum yerden yavaşça kalktım. Mezarlığın içine doğru bir adım atmıştım titreyen bacaklarıma söz geçirdiğimde. Yere düşecek gibi hissediyordum, yürüme kabiliyetimi kaybetmiş de olabilirdim.

Esen rüzgar burnuma tanıdık bir kokuyu taşırken kulaklarıma kuvvetli bir erkek sesi doldu: "Unutmanı istiyorum."

Olduğum yerde, kendi etrafımda döndüm fakat görünürde kimse yoktu. Bir hışırtı da duymuyordum ya da ayak sesler. Sadece az önce duyduğum ses vardı.

Korkarak da olsa dilimin ucuna kadar gelen soruyu tutamamıştım: "Neyi?"

Bir süre bekledim. Ne başka bir ses duymuştum ne de beklediğim gibi birini görmüştüm. Güçlükle yutkunarak avuç içlerimi üzerimdeki eşofmanın kalın kumaşına sildim. Korkuyu her hücremde tadıyordum.

"Beni unutmanı istiyorum."

Ses yeniden duyulduğunda bu kez daha netti. Daha net ve tanıdık. Kalbim bu tanıdıklıkla ezilirken içimde bir şeylerin parçalandığını duyar gibi olmuştum.

"Oğuz," diye fısıldadım titrek bir sesle.

Ve koşmaya başladım. Sanki o buralarda bir yerdeymiş ve onu bulabilecekmiş gibi koştum. Ciğerlerim bana isyan ederken bile bırakmamıştım koşmayı. Onu bulmalı ve ondan özür dilemeliydim. Aptallık ettim, demeliydim; aptallık ettim lütfen gitme.

Ancak ne kadar koşarsam koşayım hiç ilerlemiyor, aksine olduğum yerde sayıyordum. Geçtiğim yerlerin hepsi birbirinin aynısıydı. Boynuma ve yüzüme çarpan dallar derimde minik kesikler bırakırken saçlarım karışıyor ve dolaştığı dal paçalarını da beraberinde getiriyordu. Ayağım bir çukura girene kadar koşmuştum. Acı önce bacağımda başlamış sonra ise bütün vücuduma yayılmıştı aniden. Bütün bedenim sert bir şekilde toprağa çarparken toprak parçalanıp büyük bir delik oldu ve düşmeye başladım.

Soğuk karanlık her yerdeydi, en fazla da tenimde. Derimin üzerine yapışmış ve adeta ikinci bir deri olmuştu. Sırtımda hissedeceğim acıya kendimi hazırlarken ritmik bir şekilde yükselen sesler kulaklarımı acıttı.

Koltukta sıçrayarak doğruldum. Kıyafetlerim, saçlarım ve daha önemlisi tüm vücudum ter içinde kalmıştı ancak her şeyden öte başım adeta alev almışcasına yanıyordu. Koltuğun sırtlığına sağ kolumu koyarken elimle başıma destek vermiştim.

Kapı kırılmak istercesine yumruklanınca olduğum yerde bir kez daha sıçradım. Uyanma sebebim belli olmuştu. İç geçirerek bacaklarımı koltuktan aşağı sarkıttım ve kendimi kalkmaya zorladım. Ancak ne olursa olsun birkaç saniye ayakta öylece durmam gerekmişti. Bacaklarım uyuşuktu ve yürüyebileceğimi hiç sanmıyordum. Tabii kapının arkasındaki her kimse acelesi var gibiydi.

Yavaş adımlarla kapıya doğru gittim. Birkaç adımlık mesafe kalana dek durdum ve boğazımı temizleyerek sordum: "Kim o?"

Ancak bir cevap alamamıştım. Kapıya yaklaşıp gözetleme deliğinden dışarı baktım. Tabii kimseyi görememiştim. Gözlerimi devirerek kapıyı açtığım ve kapı eşiğine çıktım. Belki ayağım bir şeye çarpmasaydı dışarı bile çıkardım.

Bu sadece romanlarda ve filmlerde olmaz mıydı? Esas kız kapıya çıkar ve orada kimseyi göremeyip yere bakardı. Sonrasında ya bir hediyeyle ya da kutuyla karşılaşırdı. Bunu yapan kişi ne düşünerek yapmıştı, merak ediyordum. Ancak merakım kabarmıştı ve o kutunun içinde ne olduğunu öğrenmek istiyordum.

Yavaşça yerden kutuyu alıp içeri girdim. Ayağımla kapıyı kapadıktan sonra oturma odasına geçmeye zahmet etmeyerek portmantoya oturup kutuyu açtım. Her şeyi bekliyordum. Hakkımda uydurulmuş saçma sapan şeyler, yüz kızartıcı veya kötü olan ne varsa her şeyi kabullenebilirdim. Ama karşımda duran bir defterdi. Eskimiş kabı kahverengi bir deriden olan kalınca bir defter.

Defteri elime alıp kutuyu yere bıraktım. Bir süre sadece defterin kabına baktım. Sanki dillenecek ve bana içinde ne olduğunu anlatacaktı. Fakat yine de bir şey yapamamıştım. Güçlükle yutkunurken parmaklarım benden izinsizce harekete geçip defterin kapağını açtı. Gözlerim okuduklarıyla büyürken nefesimi tutmuştum.

"Cidden," diye fısıldadım kulaklarıma bile zor ulaşan bir ses tonuyla.

Hakan KARAER'e aittir.

En az beş kez tekrar tekrar okuduğum bu cümle bir yandan gözlerimin dolmasına sebep olurken diğer yandan da anlamlarını bile bilmediğim bir duygu boşluğuna düşmemi sağlamıştı ve bu belirsizlik canımı yakıyordu. Birkaç sayfa çevirdiğimde karşıma sadece nota çizgileri üzerine karalanmış olan birkaç ezgi çıkmıştı ama bu merakımı söndürmemişti. Alt dudağımı dişlerimin arasına alırken sayfaları hızla çevirmeye devam ettim.

"Sevgili kızım," diyordu babam bir sayfada.

"Eline bu defter geçecek kadar şanslıysan ve eğer elinde bu defter varsa sonuna kadar oku yazdıklarımı. Çünkü sana ailen, ailem hakkında öğrenebileceğin ve doğru olduğuna şüphesiz bir şekilde güvenebileceğin en büyük kaynak bu defter."

Bir damla sayfaya düşüp tükenmez kalemin mürekkebini akıtana kadar ağladığımın farkında bile değildim. Babam her şeyin farkında olarak ölmüştü ve beni yine yalnız bırakmamıştı.

Derin bir nefes alarak burnumu çektim ve sayfaları karıştırmaya kaldığım yerden devam ettim. Gözüme her ne takılıyorsa onları okuyor ve anlamlandırmaya çalışıyordum. Babam bana öğüt vermeyi de unutmamıştı, anlaşılan.

"(... )

Bir şey olmuyor diye üzülme. Olmuyorsa sen daha çok yıpranmayasın diyedir. Fazla hırslanman en çok kendine zarar vermene sebep olur, kızım ve her ne olursa olsun nerede mutluysan orada ol. Bırak seni güldürecek birileri olsun etrafında. Kimde huzuru bulduysan ona git..."

Gözyaşlarımın arasında istemeden gülümsemiştim. Elimin tersiyle yanaklarımdaki ıslaklıkları sildim ve defteri kapadım. Onu hemen okumak istemiyordum. Yavaş yavaş ve her kelimesini hafızama kazıyarak okuyacaktım. Her şeyi öğrenmem zaman alacaktı ancak hepsini bir kerede kaldıramayacağıma emindim. Kendime zaman tanımam gerekiyordu.

Oturduğum yerden kalkarak savsak adımlarla odama girdim. Defteri yastığımın altına koyarken göz ucuyla aynadaki aksime bakmıştım. Korkunçtu. Gözlerimi devirerek banyoya girdim ve soğuk suyun beni kendime getireceğini umarak yüzümü yıkadım. Beklediğim olmuş, uykum açılmış ve üzerimdeki kasvet kalkmıştı. Biraz daha kendime bakıp gözlerimle kendime meydan okuyordum.

Babamın satır satır karaladığı sözler beynimin içinde dört dönüyordu. Kimde huzur bulduysan ona git... Bu o kadar mükemmel bir cümleydi ki beni engelleyen her ne kadar zincir varsa hepsinin teker teker kırıldığını hisseder gibi oldum.

Hızla banyodan çıkarak odama girdim yeniden ve doğrudan dolabıma yöneldim. Sol tarafta kalan kapağı açıp elime geçirdiğim ilk kot pantolonu ve siyah gömleği çıkarıp üzerimdekileri değiştirdim. Aynaya bakarak saçlarımı taramış ve sıkıca toplamıştım. Dolabımın kapağını kapayarak yere bıraktığım giysilerimi ve yatağımı topladım. Sonrasında cep telefonu arka cebime sıkıştırıp yanıma biraz da para almıştım. İşte, dışarı çıkmak için bir tek ceketime ihtiyacım vardı.

Heyecanımın belli olmamasına özen göstererek yavaş adımlarla portmantoya kadar yürüdüm. Askıda asılı duran ceketime uzanırken parmaklarım titriyordu. Bu çocuksu heyecanıma gülmeden edememiştim. Belki de az sonra hissedeceğim huzurdan kaynaklanan bir durumdu şu anki heyecanım, bilemezdim. Ceketimi üzerime giyip hiç vakit kaybetmeden kendimi kapıdan dışarı attım. Kesinlikle heyecanımın yan etkisiydi bu telaşım. Yoksa neden bu kadar acele edecektim ki?

Çay bahçesine geldiğimde hava çoktan kararmıştı ve sokak lambaları yamalı birkaç sat oluyordu. Ancak yine de şu an bulunduğum sokağın en büyük ışık kaynağı çay bahçesi olmalıydı.

Çay bahçesinden içeri girip her geldiğimde oturduğum masaya doğru ilerledim. Masanın yine boş olması, şansın benden yana olduğunun en güzel kanıtı gibiydi. Sandalyeyi çekip oturdum. Akşam saatleriyle birlikte soğumaya başlayan havanın esiri olan çay bahçesi hemen hemen boştu. Kendime sıcak bir çay söyleyerek ikram edilen elmalı tartlardan bir tanesini ağzıma attım.

Bir süre daha etrafı izlemeye devam etmiştim. Ta ki tanıdık gelen gitar tınısı kulaklarıma ilişene kadar... İçime dolan huzurla Savaş'ın olduğu yere bakmaya başladım. Gri kot pantolonuyla siyah bir bar iskemlesinin üzerine oturmuş, gitarını bir bacağının üzerinde dengede tutuyor ve bir yandan da gitarın akordunu yapmaya çalışıyordu. Sarı saçları yüzünün büyük çoğunu örttüğü için onu tam olarak göremesem de kulağındaki gri, metalik parıltıya sahip olan küpesi "İşte buradayım!" dercesine parlıyordu.

En nihayetinde başını kaldırıp mikrofonu denemeye başladığında istemsizce gülmüştüm, hatta kahkaha atmamak için alt dudağımı ısırmak zorunda kalmıştım.

"Merhaba?" Ve boğazını temizledi. "Hepiniz hoş geldiniz!"

Sonrasında ince ve uzun parmakları gitar telleri üzerinde gezinmeye başladı. Gözleri çay bahçesini dolaşırken sonunda beni bulmuştu. Kaşları şaşkınlıkla çatılırken gözlerine çocuksu bir ışık dolmuş, dudaklarına tatlı bir gülümseme yayılmıştı.

"Klasik bir giriş yapayım: Bu şarkı seven ve sevmeye hazır hissetmeyenlere gelsin ya da üzerine alınacak herkese..."

Onun gibi gülümserken başımı iki yana sallamıştım. Sonrasında kulaklarıma Savaş'ın sesinden Pinhani'nin sözleri doldu;

"Umutsuz olduğu bir anda
Sevmek ister her insan
Birazcık şanslıysan
Neden olmasın
Kendinden emin değilsen sevme
Bensiz mutluysan
Hep öyle kal"

Gözlerimin içine baktı birkaç saniye ve gözlerini kaçırdı. İçimdeki huzur yerini mutsuzluğu bırakırken aklımdaki soruları yanıtlamaya çalışıyordum. Onu seviyor muydum ya da buna hazır mıydım, emin miydim kendimden yoksa korkuyor muydum, hiçbir fikrim yoktu.

"Eğer her gece yattığında
Büyülü düşler sana
Benden bahsediyorsa
Hemen tatlı uykundan uyan
Çünkü ben hiç uyuyamam
Seni düşündüğüm zaman"

Gözlerinin içindeki sıcaklık içime dolan kara bulutları dağıtmış ve yeniden umutlanmama sebep olmuştu. Sevebilirdim. Ona izin verebilirdim, beni sevmesi için, onu sevmeme yardım etmesi için.

"Ben ki sevmekten hiç usanmam"

Şarkı bittiğinde herkes onu alkışlıyordu. Sesinin tınısı oldukça dinlendiriciydi ve birçok şarkıyı kaldırabileceğine emindim. Tahminlerime göre bu konuda bir eğitimi yoktu, ancak duyguları öyle güzel yansıtıyordu karşı tarafa, bana göre birçok eğitimli insana göre iyiydi.

Gözlerini yerden kaldırarak bana baktığında ona gülmseyerek karşılık verdim. Parmaklarımın arasında tuttuğum çayı ona doğru kaldırdım "Şerefe!" dercesine. Tek yapmak istediğim bana gülümsemesiydi ve öyle de olmuştu. Savaş yeni bir şarkıya geçerken olduğum yerde oturup onu dinledim ve şarkısı bitince başka bir şarkı daha söylemişti. Bu sırada bir çay daha içmiştim, hatta bir tane ıslak kek bile yemiştim. Soğuk havanın işleyemediği bir mekandı burası. Savaş'ın iç gıdıklayan sesi, sıcak çayları ve güzel kekleri vardı.

"Bugünlük bu kadar," dedi ayağa kalkarak ve elindeki gitarı az önce oturduğu tabureye bıraktı, "Yarın görüşmek üzere," diyerek gülümsedi çay bahçesindeki insanlara.

Onun için özel olarak ayrılan yüksek platformdan inip hızlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Masalarda oturan insanlar onu gözleriyle takip ediyordu ve Savaş oturduğum masanın tam önünde durana dek kimse bana bakmamıştı. Yanaklarımın ısınmaya başladığını hissediyordum ki bu sefer kızardıklarına da adım gibi emindim. Boğazımı temizleyerek masaya baktım. "Otursana," diye mırıldandım sadece onun duyacağına emin olduğum bir sesle.

Hemen karşımdaki hareketlilik dikkatimi çekince başımı kaldırmadan gözlerimi ona çevirdim. Sandalyeye oturmuş ve o da ellerini masanın üzerine koymuştu, ayrıca bana bakıyordu. Bakışlarımı yakalayınca gülümsedi. "Sana da merhaba, Sarı."

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak başımı yavaşça kaldırdım. "Merhaba," dedim az önceki gibi mırıldanarak.

Açıkçası onun bana kızgın ya da kırgın olabileceğini düşünüyordum, bundan korkuyordum da. O kesin bir şekilde bunu belirtmeden yanlış bir şey söyleyip yapmak istemiyordum. Onun tepkilerine göre hareket etmem en doğrusu olacaktı.

"Eğer rahatsız oluyorsan dışarı çıkabiliriz," derken sesinde benimle eğlendiğini belli eden bir ton vardı ve zaten bunu saklamaya çalışmıyor aksine gülüyordu da.

Boğazımı temizleyerek çenemi dikleştirdim. "Sen rahatsız oldun galiba?"

Tatlı kahkahası bütün çay bahçesinde yankılanırken kalp atışlarım hızlanmıştı ve sesini kulaklarımda duyuyordum. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde ona bakıyordum, tepkisizliğimi korumaya çalışmak zor olmuştu. Ne kadar başarılı olduğum konusunda ise hiçbir fikrim yoktu.

"Harika bir kavga partneri olacağına kim inanırdı ki," dedi daha çok gülerek.

"Kavga part..." diye başladığım cümlem, dediklerini anladığımda daha bitmeden sonlanmıştı. "Ne? Ah, hayır, hayır." Başımı iki yana sallarken itiraz etmiştim.

"Hadi ama, Sarı!" Hâlâ daha yüksek sesle konuşuyordu ki bu dikkatleri daha çok üzerimize topluyordu.

"Savaş," derken sağ elimin iki parmağıyla burnumun kemerini sıktım ve gözlerimi kapadım "Kapa çeneni, rezil oluyoruz," diye tısladım.

"İnanmıyorum!" Masanın üzerinden bana doğru eğilmiş olmasına rağmen hala bağırıyordu, "Çok kabasın," dediğinde normal ses tonuyla konuşmuştu, nihayet.

"Lütfen çeneni kapar mısın," diye sordum ona bakarak.

Çapraz bir şekilde gülümserken oturduğu sandalyede doğruldu ve çenesini dikleştirerek bana tepeden bakmaya başladı. "Tabii, dışarı çıkarsak, neden olmasın?"

Gözlerimi devirdim. Aslında bunu gülümsememi bastırmak için yapmıştım ve eğer biraz daha zorlanırsam yanağımda kocaman bir yara oluşacaktı, hem de ısırmaktan dolayı. Boğazımı temizleyerek kendimi aklımda gelmemesi gereken ama aklımda dönüp duran düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştım.

Savaş'ın beni göz hapsine aldığını bildiğim ve hissettiğim, hatta bunun pek ala farkında olduğum için kendime daha fazla utanıp kızarma fırsatı vermeden oturduğum sandalyeden kalktım. Ona bakmamaya özen göstererek cebimden, içtiğim çayların ve yediğim kekin fiyatını çıkararak masanın üzerine bıraktım.

"Ne yapıyorsun?"

Kaşlarımı çatarak ona döndüm, "Hesabı ödüyorum," dedim soru yüklü bir ses tonuyla ancak itiraz kabul etmediğimi anlamasını sağlayacak kadar ona sert bakıyordum. "Bak, burayı seviyorum ve bunu engelleme."

Gözlerini devirdiği halde hiçbir şey söylemeden oturduğu sandalyeden kalkıp önden yürümeye başladı. Ona yetişmek için büyük birkaç adım atmam gerekmişti ancak en nihayetinde artık yanında yürüyordum. Kapıdan dışarı çıkana kadar birkaç kişi bize gülümseyerek selam vermiş ve Savaş'la konuşmuşlardı. Bu süre zarfında hemen önümde birleştirdiğim ellerime bakmak zorunda kalmıştım. Açıkçası biraz fazla çekiniyordum ve her ne kadar Savaş onları tanıyor olsada tanımadığım insanlarla konuşmak konusunda pek de iyi sayılmazdım.

"Ne yapıyoruz," diye sordu çay bahçesinden dışarı çıktığımızda.

"Her zaman gittiğimiz iskeleye gidelim mi?"

Sadece gülümsedi. Fakat bu bile beni harekete geçirmeye yetmişti. Sessizce yürümeye başladığım da o da beni takip ediyordu, aynı sessizlikte. Savaş buydu, sessizliğime saygı duyar ve beni konuşmam için zorlamazdı. Aksine sessizlik oyunuma katılıp bana eşlik ederdi.

Yol boyunca sessizliğimizi koruduk. Belki bu bizim için bir konuşmaya başlama provasıydı, belki de konuşmak isteyip istemediğimizi anlamamız için düşünme anıydı, bilmiyordum. Ancak çoğu zaman ikisi de olup çıkıyordu. Gerçi, genelde dinleyen taraf oluyordum, bundan memnundum da ama yine de konuşulacak konuları da düşünmek gerekiyordu.

"Sana bir hafta boyunca zaman tanıdım Sarı, ama böyle susman," diye başladı cümlesine tahta iskelede yürürken. "Üzüyor beni." Durup derin bir nefes aldı. Uca doğru yaklaştığımızda olduğu yere oturunca ben de onunla birlikte oturmuştum. "Anlatmak zorunda değilsin, sadece konuşsan?"

Ona doğru döndüm ve gözlerine baktım. Keskin yüz hatlarından şu an ne hissettiğini anlamıyordum, muhtemelen elaya çalan yeşil gözleri duygularını gizlemiyordu ancak bana bakmıyor oluşu işimi iyice zorlaştırmıştı. Onu üzmüştüm. Hem de bunun bilincinde olarak yapmıştım. Onu üzme fikrini düşündükçe içimde büyüyen ve henüz tamamını anlamlandıramadığım duygu balonum tam soluk boruma oturmuştu sanki.

Derin bir nefes aldım. "Bugün disiplinlik oldum," dedim bir çırpıda.

Aniden bana dönünce dudaklarıma sevimli bir gülümseme yerleştirip başımı öne eğdim. Yaramazlık yapmış küçük bir kız çocuğu görüntüsüne benziyordu şu anki halim ancak sanırım pek masum değildim. Yarım da olsa kopya çekmek masumluğa aykırıydı, değil mi?

"Pek inandırıcı değildi, tekrar dene."

Bir kaşımı alayla kaldırdım gülümseyerek. "Hayır, gerçekten disiplinlik oldum," derken hala gülüyordum. "Sanırım kopya bana göre değil."

Önce şaşkınlıktan gözleri büyüdü, sonra ağzı minik bir o halini aldı. "Sen ciddisin," dedi hâlâ inanmaz bir ses tonuyla ancak toparlanmak için başını iki yana salladı. "Kopya çekerken mi yakalandın?"

"Hayır," diyerek denize döndüm, "Tam olarak öyle değil aslında. Yani, kopya çekerken yakalanmadım, bana kopya vermeye çalışan arkadaş yakalandı."

"Dur tahmin edeyim..." Başını geriye yaslarken göz ucuyla ona bakıyordum. "Sen de suçu üstlendin," dedi sorgularcasına.

"Kız burslu," diyerek omuz silktim. "Benim yüzümden disiplinlik olmasını istemedim. Onu okuldan atmaları, beni atmalarından daha kolay olurdu."

Islık sesini duyduğumda gülmemek için dudaklarımı ısırmak zorunda kalmıştım. Boynumdan yanaklarıma doğru yükselen sıcaklık, havanın soğuğuna meydan okuyordu. Yanaklarımın çoktan kızardığına emindim.

"Bak, yanakların böyle daha sevimli oldu."

Olduğum yerde aniden ona döndüm, "Ne?" Dudaklarımdan yuvarlanan tek cümle bu olmuştu ancak sıcaklığın attığını hissediyordum, daha ne kadar rezil olacaktım ben? "Anlamadım," diye mırıldandım en nihayetinde düzgün bir cümle kurarak.

Rüzgârla birlikte saç tokamdan kurtularak yüzüme düşen bir tutam saçı parmaklarının arasına alıp kulağımın arkasına sıkıştırdı, "Yanakların diyorum," dedi fısıldayarak. Rüzgar her esişinde bir ıslık olarak getiriyordu sesini kulaklarıma, içime işliyor ve her an biraz daha ben oluyordu. "Kırmızı yakıştı."

Boğazımı temizleyerek yavaşça oturduğum yerden kalktım. "Hava soğudu sanırım."

Gülümseyerek başını iki yana salladı, "Peki, kaçalım bakalım."

Gözlerimi devirerek ona, ayağa kalkması için elimi uzatmıştım. Ancak bu gülüsemesinin daha da büyümesine sebep olmuştu. En azından birimizin her an gülebiliyor olması güzeldi. Ona doğru uzattığım elimi tutarak onu çekmeme gerek bırakmadan kendini yukarı doğru itti. Ayağa kalkmış olmasına rağmen elimi bırakmamıştı, yeniden onun güvenini tadıyordum. Yoğunluğunu tarif edemeyeceğim kadar güzel bir duyguydu bu. Hangi insan şefkatle birleşen o güveni tatmak istemezdi ki? O sanki babamın bir yansımasıydı ya da her neyse. Her şeyin benim için sonlandığını düsündüğüm bir anda karşıma çıkmış, beni karmsarlığına daldığım dünyamdan çekip kurtarmış, huzuru aradığımda yanımda olmuş ve her şeye rağmen yanımda kalmıştı.

Hemen hemen bir aydır tanıyorduk birbirimizi ancak o beni anlıyordu. Mutlu olduğum zamanlarda benimle eğleniyor, hüzne boğulduğum anlarda o hüzün bulutlarını dağıtıp gülmemi sağlıyordu. O, tanıdığım, sevgiyi hak eden nadir insanlardandı ve büyük ihtimalle sevmek ona çok yakışacaktı.

"Hey," diyerek beni içine daldığım ve düşündükçe içimin huzurla dolmasına sebep olan düşüncelerimden sıyırmıştı. "Kağıt helva sever misin," diye devam etti sözüne.

Meraklı gözlerle ona bakarken başımı onaylarcasına salladım. "Seviyor olmalıyım," derken düşünmeye başladım, ona birkaç gün önce yediğimden bahsetmedim.

"Abi bakar mısın," diyerek arkasını dönen Savaş'ı gözlerimle takip ettim.

Seslendiği adam elindeki uzun, tahta sopayla bize doğru ilerlemeye başladı. Sopanın en üstünde bir tane orta boylarda bir pankart sabitlenmişti. Üzerine ise renkli kalemlerle: Çıtır gibi Kağıt Helva - Pamuk gibi Pamuk Şeker yazılmıştı. Savaş tutuğu elimi de beraberinde çekerek yürürken onunla birlikte yürümek zorunda kalmıştım. "Oradan bir tane kağıt helva verir misin?"

Ne yapmak istediğini anladığımda başımı iki yana sallayarak itiraz ettim: "Hayır, iki olsun abi."

Adam bir bana bir de Savaş'a bakarken yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirerek Savaş'ın elini olabildiğince sıktım. Onu uyarmak amaçlı yaptığım bu harekete aynı şekilde karşılık vermişti ancak onun sıkışı uyarır gibi değildi. Daha çok şefkat yüklüydü. Adam iki tane paketli kağıt helvayı çıkarıp bize verdiğinde kendi cebime yönelmek üzereyken Savaş'ın uyarı dolu bakışlarıyla karşı karşıya kalmıştım. Derin bir nefes alıp elimi cebimden çektim ve ayakkabılarıma bakmaya başladım.

"Teşekkür ederiz abi," deyip beni de peşinden sürükleyerek yürümeye başladı Savaş, yeniden.

Eve gelene kadar kağıt helvalarımızı bitirmiştik. Yolda yürürken türlü türlü saçmalıklara gülmüştük hatta. Daha önce, küçüklüğüm ve grupla takıldığım zamanlar hariç, hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum. Artık kahkaha atmaktan karnıma ağrılar girdiğinde neredeyse gözlerimden yaşlar akmak üzereydi. Her şeyiyle, neredeyse huzurlu bir gün geçirdim diyebilirdim.

Kapının önünde durup ona döndüm, "Bugün için çok teşekkür ederim," dedim gülümseyerek. "Bir de kağıt helva için."

"Aslında onu yazın yemek gerek. İçine dondurma konulunca daha güzel oluyor," derken ellerini pantolonunun ceplerine sokmuştu.

"Yazın da öyle yeriz, o zaman?"

Önce yüzündeki gülümseme solup silindi, sonra gözlerindeki ifade dondu. Boğazıma bir şeyler düğümlenirken aynı şekilde gülümsememin silinmesine engel olamamıştım. Her daim zihnimin karanlık bir köşesine saklanmış olan huzursuzluk sinsi adımlarla olduğu yerden çıkıp zihnimde lekeler bırakan çamurlu adımlarla ilerlemeye başlamıştı. Bir süre daha soluğumu tutarak öylece gözlerine baktım. Bütün dikkatim o alaca, ela harelerdeydi. Belki de bu yüzden fark etmiştim gözlerindeki değişimi. Donuk bakan gözleri yavaş yavaş ışıldarken dudaklarına yerleşen gülümsemeyle kısıldılar ve gözlerinin kenarında gülümseme çizgileri belirdi.

"Benden randevu mu koparmaya çalışıyorsun Sarı," diye sordu çenesini dikleştirip dudağının kenarı çarpık gülümsemesiyle kıvrılırken.

"Ya, sorma," diye karşılık verdim en az onun kadar kendimden emin bir tavırla. "Yaza kadar seni kapmasınlar diye önceden rezervasyon yaptırayım dedim," derken başımı hafifçe sola doğru yatırmış ve elimden geldiğince masum bir kız çocuğu gibi ona bakmaya çalışmıştım.

Bu kez gerçek, sıcacık olan bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Zaten birkaç adımlık olan mesafeyi yavaşça kapatırken gözlerini üzerimden çekmemiş ve gülümsemesini benden esirgememişti. Uzun boyunun getirdiği dezavantajlardan birini ortadan kaldırmak için bana doğru eğildi. Sonbahar soğuğuna rağmen sıcaklığını koruyan dudakları tüy kadar hafif bir dokunuşla, minik bir buse bıraktı yanağıma.

"İyi geceler Sarı," diye fısıldadı yüzünü henüz kaldırmamışken.

Gözlerimi kapamamak için kendimi zorluyordum. Güçlükle yutkunup derin bir nefes doldurdum ciğerlerime. Ancak en çok onun kokusunu hapsetmiştim içime. En nihayetinde sesimi bulup saklandığı kuyu köşeden çıkarabilmiştim: "Sana da," diye mırıldandım sarhoşvari bir ses tonuyla. "Yani, iyi geceler."

Gülüş sesi kulaklarıma ulaşınca tatlı bir ürperti bedenimi sarmıştı. Sonrası ise daha hızlı olmuştu; önce benden hafifçe uzaklaşmış ve yüzündeki gülümsemenin solmasına izin vermeden sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımda yürümeye başlamıştı. Bir süre daha olduğum yerde kalıp Savaş'ın etkisinden kurtulmayı bekledim. Soğuk rüzgar gitmesini kollamış gibiydi, onun hemen ardından bütün bedenime nüfuz ermiş ve kendime gelme sürecimi hızlandırmıştı. Ancak, bir şey beni arkama bakmaya itiyordu.

Derin bir nefes alarak topuklarımın üzerinde döndüm. Çok değil, hemen o saniyede yakalamıştım üzerimde yoğunluğunu hissettiğim bakışları. Siyah, Audi marka arabasının arkasında durmuştu. Başarısız aydınlatmanın altında bile kendini belli eden saçların sahibi tanıyordum. Karşı komşumuzken arabalarının sürekli durduğu yere park etmişti arabasını. Arabasının bana doğru dönük olan tarafına geçip yolcu kapısına yaslandı. Ellerini rahat tavırlarla cebine sokarken yüzüne yerleşen alaylı ifade bu akşamüstü konuştuklarımızı düşürdü aklıma.

"Konuşmak istemediğine emin misin?" Sorusuyla gülüp başımı iki yana sallamıştım. "Tanışıyor muyuz?"

Bana doğru ilerlerken yüzünde bu cümleden zerre etkilenmediğini belirten bir gülümseme vardı. Yanıma iyice yaklaşıp uzun boyunun avantajıyla bana tepeden bakarak gülümsemeye devam etmiş, hatta bundan keyif aldığını hiç gizlemeden gözlerini hafifçe kısmıştı. Yakınlığından rahatsız olup kaşlarımı çatarak gözlerimi açtım ve bütün öfkemi yerleştirdim bakışlarıma. "Sizi gerçekten tanımıyorum ve eğer biraz daha evimin önünde durup beni rahatsız ederseniz sizi polise ihbar edeceğim," dedim sakin ancak mesafeli ve otoriter bir ses tonuyla.

Omuz silkmesi gecikmemişti, gerçekten bu hali benim tanıdığım halinden çok uzaktı. "Umursadığımı mı sanıyorsun," dedi paçasından umursamazlık akan kelimelerle.

Dudaklarım alayla yukarı doğru kıvrılırken gözlerimi kıstım. Madem bana karşı çıkıyordu, öyleyse onu tanımıyor gibi yapmaktan vazgeçecektim. "Emin ol," dedim gülümsememin dudaklarıma daha çok yayılmasına izin vererek. "En az benim söylediklerimi umursamadığın kadar seni umursamıyorum." Yeniden çenemi dikleştirip ciddi bir hale bürünürken gözlerimi bir an olsun ondan ayırmamıştım. "Şimdi, birkaç yıl önce nasıl gittiysen yine öyle def olup git. Hayatımda verdiği sözleri tutmayan birine daha yer yok."

Sahte öfkem gözlerine çarpıp gerçeklik payı kazanarak bana geri ulaştı. Sarsıldım. En az sözlerimin onu yalpalattığı kadar yalpalamıştım. Ancak hâlâ gözlerine bakacak kadar aptaldım, hala da orada bana ait bir şeyler arayacak kadar tecrübesizdim ona karşı. Derin bir nefes alıp birkaç adım geriledim. "İyi akşamlar." Ve hızlı adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. Sırtımda bakışlarının yoğunluğunu hissediyordum. Cebimden çıkardığım anahtarı titreyen ellerimle anahtarlığa yaklaştırırken aldığım derin nefeslerle ellerimi sabitlemeye çalışıyordum.

İçimden kendime ettiğim küfürlerle en nihayetinde kapıyı açabilmiştim. Hiç vakit kaybetmeden eve girmiş ve kapıyı arkamdan sertçe kapamıştım. Sırtımı kapıya yaslayarak başımı geriye yatırdım ve gözlerimi kapadım. Ne yapmıştım ben? Sırf beni kırdı diye onu böyle kırmama mı gerekiyordu? Sıcak gözyaşlarım soğuktan üşüyen yanaklarımdan aşağı doru inerek ince bir yol oluşturuyor ve arkasından gelecek olan yaşlara kolaylık sağlıyorlardı. Bir günü sorunsuz bitirmek istiyordum, bir günün daha sonunda tiksindiğim birine dönüşmek istemiyordum.

Kapalı gözlerimin önünde beliren anı beni gafil avlayarak kareler halinde oynamaya başlamıştı. Karşımdaki oğlana kızgınmış gibi bir görüntüm vardı, gözlerim kısılmış ve ince kaşlarım çatılmıştı. Alnıma düşen ince kaküllerim ve mavi üzerine beyaz puantiyeleri olan elbisemle pek de sinirli veya ciddi bir görüntüm yoktu ancak yine de bunu bana belli etmemeye çalışıyordu.

"İsminin anlamını biliyor musun," diyordu Oğuz. Yüzündeki gülümseme güzel ama samimiyeti şüpheliydi.

Sorduğu sorunun şaşkınlığıyla kızgınlığımı unutuyor ve biraz merakın karıştığı gözlerle bakmaya başladım. "Hayır," dedim çenemi dikleştirerek fakat verdiğim cevap beni tatmin etmemişti. "Ama güzel bir anlamı varsa bu ismi kesin babam seçmiştir," diye savunuyordum daha sonrasında kendimi.

On yaşlarındaki Oğuz yeniden gülümsüyordu, bu kez içten ve sıcacık bir gülümsemeydi dudaklarındaki. Hatta öyle ki ışıltısı gözlerine bile ulaşmıştı.

Gözlerimi açarak kendime kızma işine geri koyuldum, onu düşünmeyecektim. O beni düşünmemişti, ben de onu düşünmeyecektim.

Ceketimi çıkararak portmantoya astım ve ceketimin cebinden telefonumu alıp mutfağa yöneldim. Bir kupa kahve hem sinirlerimi yatıştırırdı hem de içimi ısıtırdı. Kesinlikle bana en iyi gelecek tek şey şu anda bir kupa Nescafe'ydi. Su ısıtıcısına yeterli suyu koyup mutfak dolabından büyük bir kupa almış ve Nescafe'mi hazırlamıştım. Suyun ısınmasını beklerken sandalyeye oturup biraz telefonda zaman öldürmeye başladım. Okulun blog sitesine girdiğimde benimle alakası olmayan birkaç haberle karşılaşmıştım ki bu da rahat bir nefes almama sebep oldu. Ancak ekranın köşesinde beliren yazı oldukça dikkatimi çekmişti. Biraz tereddütle de olsa yazının üzerine basıp sayfanın açılmasını bekledim. O sırada kupanın içine suyu doldurup yeniden sandalyeme oturmuştum bile.

Sayfanı başında kalın puntoyla yazılmış olan "ŞAŞIRTMAYAN KAVGA" başlığı, konunun ne olduğunu anlamama yardımcı olmuştu. Gözlerimi devirerek sayfayı aşağı kaydırdığımda Buğra ve benim tartıştığımız esnadaki fotoğrafımız karşıma çıkmıştı.

"Bir haftadır okulda olmayan Buğra, okula geldiği illk günün sonlarına doğru okulumuzun gözde öğrencisi Neva'nın sinirlerini bozmayı başardı.

Gözler bu ikilinin üzerinde!

Sınav haftasına rağmen büyük bir tempoyla müzik yarışmasına hazırlanan Neva ve okulumuzun yakışıklı öğrencilerinden Buğra arasında olan ilişki artık herkes için merak konusu olmaya başladı. Onuncu sınıfta oldukça iyi anlaşan bu iki ne olduysa bir sonraki yıl sürekli kavga etmeye başladı ve şimdi bu kavgaların önünü alamıyorlar. Gözleri bu ikinin üzerinde, aslında en çok aralarındaki ilişkinin!

..."

Daha fazlasına katlanamayacağımı anlayarak internetten çıktım ve müzik dosyalarıma girerek Skyfall'un piyano çalışmasını açtım. Telefonumu ve bardağımı elime alarak oturma odasına geçtim. Televizyon ünitesinin hemen karşısında olan üçlü koltuğa oturup ayaklarımı dikdörtgen şeklindeki sehpaya uzatmış, başımı koltuğun sırtlığına yaslamış ve elimdeki bardağın sıcağına sıkıca sarılarak gözlerimi kapatmıştım.

Bir süre sonra camlara vuran yağmur damlalarının sesi eksik huzurumu da tamamlamıştı. Gözlerimi açıp Nescafe'den büyük bir yudum aldım. Yağmur seslerinin eşlik ettiği piyano sesini dikkatle dinliyordum. Hiçbir saniyeyi kaçırmak istemezcesine yutuyordu kulaklarım.
Skyfall bittiğinde Nescafe'mde bitmişti. Telefonu elime alıp şarkıyı, tekrar başlamak üzereyken durdurdum ve koltuktan kalkıp boş bardağı mutfak tezgahının üzerine bıraktım. Mutfaktan çıkarken ne evin dağınıklığı ilgimi çekiyordu ne de az önce yıkamadan tezgahın üzerine bıraktığım bardak.

Bedenim yorgun olduğunu haykırırken onu dinlemeyecek gücü bulamıyordum kendimde. Eh, bu kez kendime bir torpil geçerek bugün evi toplamayabilirdim. Savsak adımlarla odama girip yavaşça yatağıma uzandım. Daha o anda uykunun rahat kollarında buluştum kendimi.

Başucumdaki telefonumdan yükselen sesle sıçrayarak yatakta doğruldum. Alnımı avuç içime yaslarken gözlerimi kapamış ve acıyla inlemiştim. Her yerim tutulmuştu. Hâlâ üzerimden gitmemiş olan uykunun etkisiyle esnediğim sırada telefonum yeniden çalmaya başlamıştı. Homurdanarak gözlerimi devirdim ve komodinin üzerinde duran telefonu elime alarak yanıp sönen ekranda önce saate, sonra da numaraya baktım. Saat gecenin ikisiydi ve beni bu saate kimin olduğunu bilmediğim bir numara arıyordu.

İçime yerleşen korkuyla aramayı yanıtladım ve titreyen parmaklarımla telefonu kulağıma dayadım. Karşı taraftan gelmesini beklediğim cevap hiç gecikmeden duyulmuştu: "Neva?"

Telefonu kulağımdan çekerek yeniden numaraya baktım şaşkınlıkla. Bıkkınlıkla nefesimi verirken karşı taraftan gelen hırıltılı sesler ferin bir nefes almama sebep oldu. Düşünmeden telefonu kulağıma dayayarak ona cevap verdim: "Sen sarhoş musun?"

"Hayır, biraz içtim sadece," dedi kelimeleri yutarak. "Sözümü bölmeden beni dinle."

Önce bir sessizlik hâkim oldu etrafa, sonra onun aldığı derin nefes sesleri. Sabırla bekledim onu. Muhakkak bir şeyler söyleyecekti.

"Bugün sana söylediklerim için özür dilerim, bir piç gibi davranmaya hakkım yoktu. Ama sinirliydim, çok sinirliydim." Sesi sonlara doğru yükselmiş, kendini savunduğunu belli eder bir tona bürünmüştü. "Biliyorum, özür dileyince haklı çıkmıyorum. Özür dileyince sende açtığım yaralar kapanmıyor." Durdu ve derin bir nefes aldı. "Bir düşünse, birine onu sevdiğini açıklıyorsun ama o gidiyor." Yeniden durduğunda homurdanıyordu, Büyük ihtimalle kelimeleri bulmakta zorlanıyordu. "Gitmen sorun değil, Neva. Başka birine gitmen sorun. Sana o huzuru benim veremiyor olmam sorun. Canımı yakıyor, anlıyor musun?"

Yeni bir sessizlik hüküm sürüyordu bu kez saniyelere. Gerginliğin anbean arttığı, rahatsız edici bir sessizlikti.

"Bunu fark etmek için bir yıl kadar geç kalmadın mı," diye sordum onun bütün konuşmasını özetleyerek.

Aldığı sakin nefesler hırıltılar halinde ahizenin ucundan bana ulaşıyordu. Güldüğünü duyar gibiydim. "İstediğin zaman fazla kırıcı olabiliyorsun."

Başımı geriye yaslayarak tavana bakmaya başladım. Doğruydu, ne diyebilirdim ki? "Benim de bir patlama noktam var, Buğra ve ben o sınırı geçeli uzun bir süre oldu," dedim mırıldanarak.

"Bana ne yapmaya çalıştığını söyle."

Sanki beni görebilirmiş gibi kaşlarımı çatmış ve çenemi dikleştirmiştim. "Ne demeye çalışıyorsun?"

"Ne yapmak istediğini anlamıyorum. Kimin yanındasın, kimin yanında olmak istiyorsun, bilmiyorum ve ben bu belirsizlikten hoşlanmıyorum."

Ona cevap vermek yerine susmayı tercih ettim. En az onun kadar ben de ne yapacağımı bilmiyordum, hoşlandığımdan değil ama sadece o an ne yapmak istiyorsam onu yapıyordum. Çoğu zaman böylesi daha iyi oluyordu. Benden cevap alamayacağı anladığında bıkkınlıkla iç geçirdi. "Sana yaklaşmaya çalıştıkça benden uzaklaşıyors..." Sözleri kahkaham yüzünden bölündü. "Tarih tekerrür ediyor desene," diye bilmiştim kahkahalarımı bastırabildiğimde.

"Bırak yanında olayım, Neva. En azından bir şeyleri hala telafi edebilirim," dedi her yerinden çaresizlik damlayan bir ses tonuyla.

"Sana ihtiyacım vardı, Buğra. Sana çok fazla ihtiyacım vardı, neredeydin?"

Geçmek bilmeyen dakikalar sanki birkaç saati sığdırıyordu içine. Her saniyede aradaki gerilim artıyordu ve bu oldukça rahatsız edici bir durum olmaya başlamıştı. Daha fazla beklemeden telefonu kapayıp sessize aldım ve komodinin üzerine geri koydum. Ayaklarımı yataktan sarkıtarak kendimi kalkmaya zorladım. Bacaklarım uyuşmuştu ve uykum dağılmıştı. Üstelik saat üçe geliyordu. Gözlerimi devirip ayaklarımı sürükleye sürükleye banyoya girdim. Yüzüme birkaç kez soğuk su çarparak iyice kendime gelmiştim. Yüzümü havlulukta asılı olan havluyla kuruladığımda aynadaki aksime bakma cesaretim de olmuştu. Gözlerimin altına yerleşen ve artık yüzümün bir parçasıymış gibi duran morluklar gün geçtikçe daha çok belirginleşip sinir bozucu bir hal almaya başlıyordu.

Saçlarım, onları tutan tokadan tutamlar halinde kurtularak korkunç bir görüntü sergilemişti. Tokayı çekip elime alarak başımı öne eğdim ve uslanmak bilmeyen saçlarımı bir araya toplayıp basit bir topuz yaptım.

Dışarı çıkarken giydiğim kıyafetleri çıkarmaya üşendiğim için onlarla yatmıştım, doğal olarak biraz buruşmuşlardı. Daha fazla banyoda durup özellikle aynaya bakmaya tahammül edemediğimden banyodan çıktım ve ince koridoru geçip oturma odasına doğru ilerledim. Tam odaya girecekken pencerelerden yansıyıp geçen ışıklar kapıya doğru dönmeme sebep olmuştu. Büyük ihtimalle gelen annem ve sevgilisi Yıldıray'dı.

Araba önce yavaşladı, sonra durdu. Kulağımı kapıya yaslayarak onları dinlemeye başladım. Açılıp kapanan kapı seslerinin ardından Yıldıray'ın sesi duyulmuştu: "Yasemin, bak, biliyorum ama neden bize bir şans vermiyorsun?"

Annemin topuklu ayakkabısının sesi kaldırımda ilerlerken kapıya daha çok yaklaşmıştım.

"Yıldıray, ben... kendimi hazır hissetmiyorum," dediğini duyabilmiştim güçlükle.

"İlk eşin sana şiddet uyguluyor diye beni cezalandırmamalısın. Ben öyle biri değilim!"

Duyduklarım bütün vücudumun buz kesmesine sebep olmuştu. Sanki sihirli bir değnek gelip bana dokundurulmuş ve orada öylece donmamı sağlamıştı. Olduğum yerde doğruldum ve birkaç adım geriye çıktım.

Kapıya yaklaşan sesler ve aynı zamanda evin önünden uzaklaşan arabanın farları girdiğim transtan çıkmama yetmişti. Anahtar deliğinden gelen seslerle başımı iki yana sallayarak kapı koluna doğru uzandım. Kapıyı aniden açtığımda karşımda korku dolu gözlerle bana bakan annem duruyordu. İçeri girmesi için kenara çekildim. Savsak adımlarla ve gerisinde bıraktığı ritimsiz topuk sesleriyle birlikte içeri doğru yürümeye başladı. Saçları her ne kadar düzeltilmeye çalışılmış olsa da hala dağınıktı ve elbisesini ters giymişti. Yıldıray'ın söyledikleri kulaklarımda çınlarken kapıyı çarparak kapadım.

"Ne zamandan beri babam hakkında yalan söylüyorsun?"

Olduğu yerde durup yavaşça bana doğru döndü. Göz makyajı akmaya başlamıştı ve ruju dudaklarının kenarına yayılmıştı. "Babanın çok masum olduğunu mu sanıyorsun," diye sordu peltek bir şekilde.

Dudaklarıma yerleşen iğreti gülümsemeyle onu yeniden baştan aşağı süzdüm rahatsızlığımı belli etmek için. "Hayatında aldığı en kirli ve yanlış karar olmalısın."

Yanından yürüyüp geçerken ona bir şey yapmamak için ellerimi iki yanımda yumruk yaptım. Son zamanlarda, sinirlendiğimde özellikle ellerimin hakimiyetini kuramıyordum. Buğra'ya ya da herhangi bir erkeğe vurmak o kadar sorun edeceğim bir durum değildi, bunu kaldırabilirlerdi ancak her ne olursa olsun anneme böyle bir harekette bulunmak istemiyordum.

"Sen de boş durmadın demek ha," dediğinde kaşlarımı çatarak ona döndüm. "İlk seferin miydi," dedi gülümseyerek ve üzerimdeki kıyafetlere baktı. "İlk seferde biraz acıtacaktır ama merak etme, alışırsın."

Şaşkınlığım yerini nefrete bıraktı, "Sakın," dedim dişlerimin arasından, "Sakın beni kendinle karıştırma."

Sol elini beline koyarak kıkırdadı. "Kim bu çocuk, tanıyor muyum?"

"Yeter," diye bağırdım. "Kapa çeneni!"

Başını onaylamazca iki yana salladı. "Neden utanıyorsun, Neva? Dur tahmin edeyim, şu yeşil gözlü olanın adı neydi?" Sağ elini alnına götürüp alnını ovuştururdu. "Buğra!"

Aramızdaki kısa mesafeyi öfkeyle soluyarak kapadım ve konuşmasına izin vermeden onu omuzlarından tutup duvara ittim. "Yeter dedim sana!"

"Ne kadar benden nefret etsen de benim gibisin, Neva. Eninde sonunda benim aynım olacaksın."

Zaman durmuş, hava ağırlaşmış ve beynim sanki bütün fonksiyonlarını yitirmişti. Gözlerime biriken yaşların sebebi öfke ve en nihai duygu olan nefretti. Annemin yüzü sağa doğru düşerken bir ruhum bedenimden ayrılıp herkese, her şeye uzak bir köşeden olup bitenleri izliyordu. Az önce, yapmak istemediğim tek şeyi yapmış, ona tokat atmıştım. Parmak uçlarımdan başlayıp bütün vücudumu esir alan soğuk ürpermeme sebep olmuştu.

Başını yavaşça kaldırıp bana baktığında yüzünde küçümseyen bir ifade, dudaklarında ise sinsi bir tebessüm vardı. "Kim bana benzediğini inkâr edebilir ki?"

Kolunu sıkıca kavrayarak onu kapıya doğru sürüklediğim sırada bana direndiği için ayakkabısının topuklarından birisi kırılmıştı. Ancak öfkemin açığa çıkardığı kuvvete karşı koyamıyordu. Kapıyı açarak onu dışarı ittim. "Geceyi hangi pezevengin koynunda geçirdiysen ona git," diye bağırdım ve portmantodan aldığım çantasını ona doğru attım. Bir şey söylemesine, yapmasına izin vermeden kapıyı yüzüne kapadım. sırtımı kapıya yaslayıp aşağı doğru kaydım ve bacaklarımı karnıma doğru çekerek oturdum. Kollarımı bacaklarımın etrafında bağlamış ve başım dizlerimin üzerine koymuştum.

Gözlerim, akmayan yaşlardan dolayı acırken esas acının kalbimde olduğunu hissediyordu, kalbim bir kez dahad parçalanıyordu. Ben o kadar fazla bir şey istemiyordum ki. Sadece daha düzgün bir aile. Belki daha mutlu bir ergenlik dönemi... Minik mutluluklardan ibaret olan bu hayat beni yoruyordu. Ben onun kirinden kaçtıkça o daha çok pençelerini geçiriyordu etime, daha çok kirletiyordu. Bir insan aydınlığı isterken nasıl inatla karanlığa sıkışabilirdi ki? Ben sıkışmıştım. Üstelik görebildiğim tek ışık, hayali gözyaşlarımdan ibaretti. Acıydım, öylesine acıydım ki bundan daha iyisini ya da kötüsünü düşünebiliyordum. Üzülmek, damarlarımda dolaşan kana işlemişti. Aldığım her nefesi hüzün olarak geri veriyordum. Belki de en çok bu zehirliyordu beni, bilmiyordum.

Kapalı gözlerimin önünde beliren babamın hayali bana kırgın bakıyordu. Affedersiniz, demek istiyordum; ben sizin kızınız mıyım? Eğer öyleyse beni geri alma vakti de gelmemiş miydi? Beni yanına alıp bana bakması, en azından muhtaç kaldığım şefkati göstermesi gerekiyordu. Ona bağırmak istiyordum, beni kurtarması için. Boğulacaktım. İçine düştüğüm bu ucu bucağı olmayan gözyaşı, acı dolu okyanusta boğulacaktım. Beni bulabilirdi, onun kurtardığı kişi olabilirdim. Görmesini istiyordum. Annem için ağlarken onun, benim yanımda olmadığını bilmesini istiyordum.

Canım yanmış, hatta yüksek bir yerden düşüp patlayarak parçalara ayrılmıştı. Her yerimde can kırıklarım vardı. Çığlık atmama rağmen kimse koşarak gelmemişti. Kurtarılamamıştım ve onunla birlikte, güvende değildim. Her yaram açıktı, kanamaya devam ediyordu. Daha fazla kanamaya mahkum edilmiştim.

Başımda hissettiğim yoğun ağrıyla inleyerek başımı dizlerimden kaldırdım. Etrafımdaki nesneleri birbirinden ayırt edemeyecek kadar bulanık bir görüşe sahiptim. Arkamdaki kapıdan destek alarak olduğum yerden yavaşça kalkıp portmantoya tutunarak birkaç adım attım. Dudaklarımın üzerinde hissettiğim sıcak sıvı korkumu körüklemişti. Refleks olarak bir elimi burnuma doğru götürdüm. Parmaklarıma bulaşan kaygan şey midemin bulanmasına sebep oluyordu. Parmaklarımı görebileceğim seviyede kaldırdım ancak bu kez gördüğüm kırmızılık daha fazla korkmama neden olmuştu. Banyoya gitmek için attığım birkaç savsak adım benim için düşme tehlikesi taşımıştı. Görüşüm karanlıkla çerçevelenirken üşüyor ve titriyordum. Birbirlerine takılan adımlarım yere düşüşüme zemin hazırlarken ellerimle kendimi korumaya çalıştım. Sırtımda bir acı hissetmeyi bekledim fakat hissettiğim son şey zihnimi esir alan karanlık olmuştu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top