özel bölüm ııı | tebessüm ve ölüm ninnisi
Merhaba canlar, canlarım. Bugün 2018'in dört gününü bütünüyle tükettik ve hatta beşinci günü bile gerimizde bırakmak üzrereyiz. NOTA'ın dördüncü yaşı bugün, tam dört yıl önce bugün onu sizlerle paylaşmaya başladım ve bu aranızda son kez bulunuşumuz. Şimdi ise o gün bir anı olarak benimle, büyüyoruz. Bu bölüm hepinize, burada olanlara ve hissetmeyi kabullenenlere. Yasemin'e, Neva'ya ve onun zihnine... Hakan'a. İçimizde kalan her şeye.
Şu an burada bu satırları yazabiliyor olmak benim için bir lütuf uzun bir süredir hiçbir şey yazamadığımı varsayarsak. Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin.
Sizleri seviyorum,
Mutlu yıllar.
Müzik, notalar hep sizinle olsun.
Sevgiyle kalın.
Bölüm Parçaları:
1. Orange Blossom - Souffrance (biriciğim narlainciregazel sayesinde yeniden keşfettiğim bu şarkı bizim ölüm ninnimiz.)
2. Cem Adrian- Kan Revan İçindeyim
NOT: Souffrance bölüm içinde bahsi geçen bestenin kendisidir.
DİPNOT: Dün yayınlanılacaktı ama teknik arıza sebebiyle maalesef ki olmadı...
Neva her şeyi öğrenmeden önce.
Ölüm ninnisi.
Elimde bir kupa kahve, yatağımın ucuna oturmuş camdan dışarıyı izliyordum. Boyası eskimiş, dış cephesi yaşlanmış başka evlerin duvarlarında oynuyordu anılarımın gölgesi. Babamın öldüğü gün havanın soğukluğundan öte yanı başımdaki cansız bedenin soğukluğunda üşüyor oluşum hâlâ tenimi karıncalandırırdı. Ölümü kabulleneyemeşime rağmen büsbütün biliyordum: Babam asla uyanıp beni ninnimle uyutmayacaktı, saçlarım onun ellerinin altında kayıp buklelerim parmaklarına dolanmayacaktı. Ölüm denilen şey bedenleri yutan koskoca bir çukurdu ve içine düşen ışığı görmüyordu.
Cenaze töreninde herkesin siyah giyiniyor oluşuna bir parmak tezatlık çalarak mavi elbisemi giymek istemiştim, buna engel olmaya çalışan babaanneme bağırmış, saatlerce ağlamıştım. Kabullenemiyor oluşumun en bariz belirticisiydi elbiseme eşlik eden yanaklarımdaki canlı kırmızılık. Babamın ölü ve gülmeyen yüzü ona koşmama sebep olmuştu. Yüzünü minik avcılarımın arasına alıp onu uyandırmaya çalıştım, beni görünce gülümseyecekti babam; biliyordum.
Gözlerini açmadı.
Ağladım.
Onu sarstım.
Bu kez ben onun saçlarını sevdim ama babam gözlerini hiç açmadı. İşte o an kabullenmek zorunda kalışımın ağrısı filizlenip çiçek açmıştı en fazla yumruğum kadar büyük olan kalbimde.
Babam gülmeyen bir ölüydü ama iyi adamlar öldüğünde bile gülümserdi. Babam gülmüyordu.
Dudaklarını kenarlarından iki yana doğru çekiştirdi parmaklarım. Babam iyi bir adamdı. Öyleyse neden gülmüyordu?
Hıçkırdım. Kaburgalarım sızladı, dudaklarım çatlayıp kanadı. Babam artık babam gibi kokmuyordu, üşüyordum.
Birileri beni babamın cansız bedeninden çekip aldığında hırçınlaşacak, karşı koyacak güç yoktu bacaklarımda. Sadece ağlıyordum. Çığlık çığlığa bağıran ağzıma bir el kapandı ama sesim kesilmemişti. O günden sonra da hiçbir el sesimi kesemedi. Tüm bu olanlara rağmen kalbimde hâlâ o acının ağrısı mevcuttu, hiçbir şeyi atlamamıştım ben.
Yatakta, hemen yanımda babamın ölmeden önce bana bıraktığı defter vardı. Bazı sayfalarını günlük, bazı sayfalarını ise besteleri için bir hazine olarak saklamıştı babam bunu. Okudukça aklımda şekillenip değişmeye başlayan gerçeklerin birçoğu zihnimi kurcalıyordu. Bir insanı ruhunuzun derinliklerinde ve her hücrenizle seviyorken o kişi hakkında hiç bilmediğiniz bir şeyleri çok sonradan öğrenmek... Sanırım iyi bir şey değildi. Kendimi yatağa bırakıp gözlerimi kapadığımda kulaklarıma çalınan melodiler gülümseme sebebim olmuştu. Çocukluğumdan beri bir çocuğun yaşamasının sakıncalı olduğu travmaları besleyen zihnim beni hiç yalnız bırakmamıştı, bazen sessizliğinin tam ortasında bir piyano sesi işitiyordum. Hiçbir zaman tamamıyla dingin bir zihne ev sahibeliği edememiştim, orada kaç kilitli kapı olduğunu bilmiyordum ama iliklerime kadar bilincinde olduğum nadir şeylerden biri bazı kapıları açmaya, hatta onların önünden geçmeye bile gücüm olmadığıydı. Kızıl bir ahşap kullanılmıştı o kapılarda, güzelce verniklenmişti hepsi ve ürkütücü bir görüntüsü vardı onların. Sanki elim değse içlerinden geçip hiç bilmediğim diyarların korkutucu ormanlarında kaybolacak ve bir daha asla geri dönemeyecektim.
Kapalı olmasına rağmen gözlerimde hissettiğim sızlamaya dudağım titreyerek eşlik etmişti. Boğum boğum boğazımda her bir boğumun düğümlenmesini anbean yaşıyordum. Yattığım yerde yan dönüp sırtımı duvara yaslayarak gözyaşlarımı serbest bıraktım. Zihnimin aksine tek bir çıtın duyulmadığı odamda gözyaşının yastık kumaşına çarptığında çıkan sesi işitmiştim. O ses dalga dalda yükselerek yankılandı kulaklarımda, diğer yaşlar bir çığ misali takip etti onu. Sonra bu sese anasıfından hatırladığım, "Güneşin Alası Çok" şarkısı eşlik etmeye başladı. Hıçkırıklarım gün yüzüne ulaşamadan boğazımdaki düğümlere takılıyor ve canımı daha çok yakıyordu. Yattığım yerde iki büklüm oldukça etime saplandı az önce yanlışlıkla kırdığım kızıl kapının ardından çıkan canavarın pençeleri.
Babasını kaybetmiş bir çocuk olarak istediğim tek şey annemin de beni sevmesi olmuştu, hatta bu istemekten öteye taşınıp hayalini kurduğum tek şey halini almaya başlamıştı. Okulda, dışarıda, biraz oynamak için gittiğim parkta annesiyle dolaşan çocukları gördükçe bir köşeye geçer, sessiz sessiz ağlardım. Bir keresinde ağladığım için benimle dalga geçen okul arkadaşımı itmiş, düşmesine sebep olmuştum. Kaşı patlayan çocuğun annesine sarılışı, kadının çocuğunu sarmalaması ve ağlaması... Gözümün önünden gitmezdi hâlâ. O gün müdürümüzle görüşmeye babaanem gelmişti çünkü anneme ulaşamamıştık. Yine de bundan daha çok annemin "Senin masraflarından bıktım," cümlesi yakmıştı küçük kalbimi. O günden sonra elime makas alarak kıyafetlerime kesikler atmış, elimi ve yüzümü kirletip okulda hiç açmadığım kuru peçeteleri toplayarak kışın bir kıyamet gününde sokakta satmaya kalkmıştım.
Ve belki de ben en çok babamın ölümünü değil, annemin beni sevmiyor oluşunu kabullenememiştim. Bu yüzdendi kendimi hem öksüz hem de yetim görmem.
Yanaklarımda kurumaya yüz tutan izleri silerek derin bir iç çektim kendimi rahatlatabilmek için. Kapalı gözlerimi açınca kendimi yine çocuk halimle görmekten korkuyordum. Sırf bu yüzden uyumak için savaştım kendimle, yaşadığım ve şu an yaşanılan her şeyden kaçabilmek adına uyumam lazımdı. Çocukken de bunu yapardım. Kulaklarımı kapayıp bildiğim tek çocuk şarkısını söyleyerek kendimi uyutu, babamı yanımda hissedebilmek için kendi saçlarımı severdim yavaş yavaş. Kimi zaman piyanonun başında uyuyakalırdım, en azından piyano satılmadan öncesine kadar hep öyle olmuştu.
Olduğum yerde daha fazla hareket etmeden duramayacağımı anladığımda yataktan kalkıp masamın başına geçtim, sarı masa lambasının içeriye kattığı romantik hava büsbütün ruhumun üstüne örtülürken dudaklarımda aheste bir gülüş vardı. Artık bende bağımlılık oluşturan yeşil renkli uçlu kalemi elime alarak defterimi kurcaladım boş bir sayfa bulabilmek için. Tipik bir eşit ağırlıkçıydım aslında: Bir şeyleri öğrenmiş ve en ufak bir dolulukta, karmaşa hissinde kendini yazıya dökerek ifade etmeye çalışan... Ya da ben öyle bir tip olduğunu hayal ediyordum, bilmiyordum.
Uçlu kalemi bir süre boş boş çevirdim parmaklarımın arasında, kulaklarımda çınlayan müzik daha da yükselirken müthiş bir basınç müziği bastırmıştı. Derin bir nefes alıp önümdeki kağıda bir şeyler yazmaya başladım. Kalemin her hareketinde kağıttan iç gıcıklayan bir ses çıkıyordu, zihnimin ise buna aldırış ettiği yoktu. Kelimeler benden bağımsız gibi bir sicim misali kağıda döküldü. O an içimin alevleri dinmedi, okyanuslar durulmadı, deniz köpürmeye devam etti.
"kimsesiziz hepimiz, yarından daha az ama dünden daha fazla. tam da bugün olduğu kadar, yarın olacağı kadar... elimizden tutan insanlar bizimle aynı dünyada mı gerçekten ya da biz onların dünyasına girebildik mi? gerçekten var olduk mu bir yerlerde? nefes alıyoruz, hakkımız olan nefesi koparıyoruz havadan ve nefes veriyoruz. ama temizlemiyoruz asla. bugün, gün boyu veya bir ay boyunca aldığımız nefesler için bir ağaç diktik mi toprağa? onu suladık mı?
bugün yine öldük.
belki dünya, biz kendi sorumluluklarımızı yerine getirmediğimiz için bu halde. bugün kaç kişiye gülümsedim, kaç yaşlı insana yardım ettim, kaç çocuğun başını okşadım, kaç hayvanı besledim... zamana kapılıp değiştim ve bu değişim iyi yönde değil. uyanmam gerek, sıyrılmam gerek... ben olmam gerek.
bugün yine öldük,
bugün öldüm
ölemedim
ölseydim de zaten
gömülmezdim"
Kelimeler sonu gelmeksizin kağıdı doldururken tüm yazım kuralları birbirine girmişti, umursamadım. Umursamazdım da zaten, içinde yazılanların doygunluğu daha önemli değil miydi her zaman?
Daha fazla yazamayacağıma karar verince defterime çok önceden çizdiğim piyano tuşlarını açarak kalemi bıraktım, derin bir nefes alıp parmaklarımın altına gerçek piyano tuşlarını yerleştirerek zihnimde çınlayan ve aslında hiç bilmediğim notaları tek tek tuşlamaya başladım. Hayali adımlarım gerçek seslerle can buluyordu kulaklarımda. Gözlerim bir refleksle kapandı, göz kapaklarımın ardındaki sahne tamamen değişip sadece hayallerimde görebileceğim bir opera sahnesi oldu. Piyanonun sesi koca salonu dolduruyordu tüm doygunluğuyla, sonradan ona gitar, zil ve keman eşlik etmeye başladı ancak en can alıcı nokta kadın sesinin ağıt yakar gibi mırıldandığı o kelimeler olmuştu.
Bu sahneyi hatırlıyordum. Babamın günlüğünde bahsettiği operaydı bu ama büsbütün o değildi, değişikti. Ellerim titremeye başlarken ensemden aşağı soğuk terler uzun bir yol katederek belime ulaşmıştı bile. Sayfalarda titreyen parmaklarımla dolaşıp ilk boşluğa nota dizelerini yerleştirerek zihnimde dönüp duran bu melodileri birer birer işledi kağıda. Tutuk değillerdi, fazlasıyla aceleciydiler. Yetişmeye çalıştıkları şey aslında ölecek gibiydi, yetişemeyeceklerini biliyorlardı bununla birlikte.
Nefesim kesilir gibi hissettiğim an titremenin sadece ellerimle sınırlı kalmadığını fark etmiştim, bütün bedenim titriyordu. Kaburgalarımın arasına peydahlanan o duygu bir zehir gibi tüm bedenimi tavaf ederek kalbimi sarmıştı. Acıtıyordu.
Bir elim boğazımı kavradı nefessizlik yüzünden. Kağıda düşen gözyaşım mıydı yoksa alnımda ve şakaklarımda biriken terler mi, bilmiyordum. Artık kulaklarım sadece müziğin can yakan güzelliğiyle değil, aynı zaman nefes seslerimin yoğun kavuruculuğuyla da doluyordu. Bir şeylerin sonu mu gelmekteydi?
Hayır, hayır... Bu kadar kolay değildi son denilen sonsuzluk.
Bir gülüş sesini işittiğimde gözlerimi açmak yerine elimdeki kalemi bıraktım, yarısında bitti her şey. Doğrulmaya çalıştım, titredikçe iki büklüm kaldım. Saçlarımın arasındaki ıslaklık üşütüyordu. Gülüş sesi kuvvetlenip daha da gür duyulduğunda titremem de kuvvetlenmişti, ellerime yüzümü kapayıp hıçkırdım. Omuzlarım sarsılıyordu, biraz daha üşüyordum acıyla. Zehir öyle kuvvetliydi ki bir şişenin içinde olsa ve onu içmiş olsam hemen şu dakika da tek damla kan akıtmadan vermiş olurdum nefesimi. Oysa parçalanmıştı sanki içim, kanıyordum ama kanayamıyordum.
Soffrance, acı.
Babamın ölüm ninnisiydi.
Parmaklarım yüzümü sıvazlayarak saçlarıma kaydı, saç diplerim uyuşuktu. Bir bedenin üzerime kapanıp beni sardığını hissettiğimde tüm gücümü bırakarak acıyla bağırdım. Boğuk bir haykırıştı benimkisi, bir el ağzıma kapanmıştı çocukluğumda olduğu gibi.
"Yapma Neva," dedi annem. İçim titredi. "Yapma, baban üzülür. Doğum gününü böyle kutlama."
Bugün, ben ölemedim ve babam da dirilemedi. 5 Ocak, 00.01. Literatürde babam bugün doğdu.
https://youtu.be/NLW_-_jbBSY
5 Ocak, yeni bir yıldan.
tebessüm.
Her şeyin karanlıkta olduğu zamanda karşımda duruyor babam, gözlerime bakıyor. Aramızda aşılması imkansız mesafeler var. O, bir uçurumun kenarında; bense bambaşka bir uçurumun kenarındayım. Meva yok, çocuk yok. Sadece babam ve ban varız ama artık bu, çocukluğumdaki gibi değil. Her şey fazla yarım, her şey fazla terk edilmişlik kokuyor. Babam eskisi kadar güzel gelemiyor gözüme, ellerine baktığımda kırılmış bir kadının kalan parçalarını görüyorum. Tam arkasında minik bir kız çocuğunun ayak izleri var ve kulaklarımda çığlıklar.
İkimiz de birbirimize doğru hiçbir adım atamıyoruz, uçurumun dibi ucu sivri dikitlerle dolu. Ben korkuyorum ama babam neden gelmek için çaba sarf etmiyor, bilmiyorum.
Derin bir nefes alıp uçurumun ucuna oturdum ve ayaklarımı sallandırdım aşağıya doğru. Soğuk esen rüzgâr yavaş yavaş bedenime uyuşukluk hissini yaymaya başlamıştı ve babam hâlâ hareketsizce durup beni izliyordu.
"Neden?"
Her şeye nokta koyan, insan nabzını kesen, adrenalini yükselten soruydu bu. İnsan, afallardı. Kötü bir şey yapmışsa hele, terlerdi sanki eceliyle karşı karşıya kalmış gibi. Babamsa bir ölüydü ve terleyemezdi. Sadece gülümsedi.
Gülümseyemedim. İçim buz gibiydi, gülümsememe engeldi bu soğukluk. Sadece, hâlâ o acının kekremsi tadını hissediyordum damağımda.
"Sen çok severken nasıl, neden bırakabildin baba?" Nefesim kesildi bir an, gözlerimde yine acının gözyaşları dolmuştu. İçimde bir şeyler çatırdayıp parçalara ayrılırken kana kusacağımı sandım. "Ne sen daha iyisin annem ne de annem senden daha iyi ama ben hanginizden daha kötüydüm?"
Gözlerimi berrak gökyüzüne kaldırdığımda burnumun ucuna bir damla yağmur düştü, dudaklarım bir tebessümle kıvrıldı.
"Ben yıllarca kendimi suçladım sizin yüzünüzden, yıllarca kendime acılar çektirdim. Şimdi buradayım ve sen önündeki şu boşluğu geçemiyorsun, konuşamıyorsun. Annem... Onun sesini duymuyorum." Sesim bir hıçkırıkla bölündü, ağlamadım. Daha önce insanları kötüler ve onların önünde ağlamazdım, babam o insanlardan birine dönmüştü yavaş yavaş. "Senin güneşin söndü baba, en çok senin güneşin söndü."
Oturduğum yerden kalkıp sessizce arkamı döndüm ama yürüyemedim, ayaklarım ilerlemedi. "Ben en çok seni sevmiştim, sizden hiçbir şey beklemiyordum. Sen biraz daha sevmeliydin belki, gidemeyecek kadar. Annemden biraz tebessüm. Ben, sizin sayenizde buradayım."
Aklımda sürekli babamın mezarına gidip ona yalvardığım anlar canlanıyordu. "Kurtar ne olur!"
Dudaklarımda bir tebessüm
Bu kez öldüm
Bir gül olup
Yavaşça soldum
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top