özel bölüm ıı | sol anahtarı, do ve çemberi saran teller

İkinci özel bölüm, belki son olur ya da asla sonunu getiremem. Keşke şu "MUTLAK SON" uyarısını zihnime de verebilsem mi, diyorum ve sonra vazgeçiyorum. Ne dilediğine dikkat et demişler, ne dileyeceksen tam dile. Başına gelince eksikliğinden, yanlışlığından şikayetlenmemek için; biraz da son pişmanlık...

Sol anahtarı, do ve çemberi saran teller.

Sevgili P ve dokuzuncu, doğum günümüz kutlu olsun. Ve G, benim minik ilham perim. 

Sizler de biriciklerim, seviliyorsunuz. Bu yazan kimseniz de der ki "yorumlarınız ve hisleriniz benim için çok değerli." Bu yüzdendir ki, yorum bırakmayı unutmayınız.

DİPNOT: 11 Kasım'da kitap fuarında beni sağda solda gezerken görenleriniz olursa çevirin arkadaşlar, sosyal medya hesaplarımdan bana ulaşabilirsiniz.

Bölüm Parçaları:
1. Anne Brun - To Let Myself Go (Birinci kısım)
2. Athlete - Wires (İkinci kısım)
3. Mor ve Ötesi - Küçük Sevgilim (İkinci kısım, ikinci part)
4. A Fine Frenzy - Almost Lover (İkinci kısım, üçüncü part)
5. Birdy - Skinny Love (Son kısım)

Tuşları kırık piyano, do.

Başımı sıraya koymuş, camdan dışarıyı izliyordum. On birinci sınıfın sıkıcı müfredatı uykumu getirmek dışında hiçbir şekilde ilgimi çekmiyordu. Dudaklarım bir gülümsemeyle kıvrılıken parmaklarımı dudağımın kenarında dolaştırdım. Buğra'nın sıcak dudaklarının izi vardı burada, bir insandan alınabilecek en güzel iyi geceler hediyesiydi belki de; minicik bir öpücük. Var ve yok arası, gözlerimi kapasam hayal sanacağım kadar hassas... Alt dudağımı hafifçe dişlerken yanaklarıma tatlı utancın pembelikleri yerleşmişti. Gözlerimi kapadığımda zihnime dolan görüntüler birkaç gün önceki geceye aitti. 13 Şubat, kar yağmış olmasına rağmen dışarıda gezerken öylece yanıma gelmiş ve bana sarılmıştı Buğra. Saçları hafif nemliydi, az evvel yağmur dinmişti ama umurundaymış gibi gözükmüyordu. Başımdaki füme renkli bereyi çıkarıp şakağıma yumuşacık bir öpücük bıraktığında saçlarım nefesiyle ısınmıştı.

Aramızda sözlere dökülmüş hiçbir şey yoktu. Uzanıp parmaklarını parmaklarıma kenetler, kolunu omuzlarıma sarar ve beni sıcak gövdesinde tutardı. Ellerim kışın soğuğunda parçalanmasın diye bana eldiven alan, sıcağa geçtiğimizde ani hava değişimi yüzünden çatlamasın diye çantamdaki kremi alıp hiç sevmediği kremle ellerimi kremlerdi Buğra. Klişe bir şekilde, sözlerin insanı değildi o. Eyleme geçmek, hareket etmek vardı onun prensipleri arasında. Elimi tutacağı sırada eldivenimi çıkarıp tenlerimizi birbirine buluşturduğu anda olduğu kadar da çelişkilerle doluydu. Her şeyden önce, Buğra'ydı işte: Her piyano çalışımda yanımda oturan, piyano tuşlarını benden sonra kendi parmaklarıyla seven... Bana fazlaca aykırı ve bir o kadar da yakındı.

Sessizce gülümserken boynumdaki kolyenin ucuna, sekizlik notaya dokunup onu parmaklarımla sardı. O gecenin sonunda bunu boynuma takmış, sonrasında iyi geceler dileyerek hafifçe dudağımın kenarını öpmüştü. Bir süre ona şaşkınca bakmış, hiçbir tepki verememiştim. Sonrasında dudaklarımı saran o koca gülümsemeyle gözlerimi kaçırıp sadece başımı hafifçe eğerek iyi dileklerini alıp sessiz adımlarla arkamı dönmüştüm. O an eve nasıl girdim bilmiyorum ama kapıyı kaparken duyduğum o "sevgilim" kelimesi benim uydurmam mıydı yoksa onu gerçekten söylemiş miydi, hiçbir fikrim yoktu. 

Maalesef, aradan geçen birkaç gün içinde Buğra'yı okulda görmemiştim. Şimdi sadece zihnimdeki bu güzel anılarla ısınıyordu kalbim bütün soğuklardan ama onu sürekli arayarak sıkboğaz etme riskini de göze alamıyordum.

kalbimde bir burukluk hissederken dudaklarımdaki gülümseme dolmuştu, derin bir nefes alıp başımı hafifçe kaldırdığımda sınıfın bir hışımla açılan kapısı dikkatleri üstüne çekmişti. Teneffüs mü bitmişti, Cengiz yine neye sinirlenmişti?.. Aklımdaki türlü düşünceler ve sorular kapıdan içeri giren Buğra'yı görmemle bir köşeye kaçtı. Oturduğum yerden bile öfkesini hissediyordum, kısılan gözlerindeki kızarıkları görmemek içinse kör olmam gerekirdi. Onun yüzünü, ellerini, mimiklerini ve ellerinin duruşu altına gizlenen her bir anlamı ezbere biliyordum ben. Yumruk halini alan elleri, bir şeyleri kırıp dökmemek için kendini zorladığı anlamına geliyordu. Dikleşen çenesi, gerilen omuzları; kendini bağırmamak için tuttuğunu ve az sonra bir şeyler için dönüşü olmayan, virajları fazla keskin bir yola gireceği anlamını simgeliyordu. 

O kişi için korktum, üzüldüm... Buğra'yı görmüş olduğuma sevinememenin üzüntüsü çöreklendi kalbime ve kalbim tam anlamıyla ağzımda atıyordu. 

"Söyle," dedi uzun adımları hiç de normal olduğunu hissetmediğim bir sakinlikle bana doğru ilerlerken. Sanki ayaklarımız arasında uzun bir barut hattı vardı ve o her adım attığında barut alev alev yanarak bedenime ulaşıyor, beni cayır cayır yakıyordu. "Annenin yaptığı fahişelikten haberin var mı, söyle!"

Kan basıncı beynime vurmuş, kanın ulaşmadığı ellerim ve ayaklarım buz tutmuştu. Ne duymuştum ben?

"Annenin yaptığı fahişelikten haberin var mı, diyorum sana!"

Kulaklarımı saran uğultu korkuyla yutkunmama neden olduğunda aramızdaki mesafeyi kapatan Buğra sinirle önümdeki sırayı iki eliyle birden kavramıştı. "Sana söyle, dedim!" Ellerim korkuyla kulaklarıma kapanacakken sırayı kontrolsüz bir güçle itip ters çevirmişti, çıkan ses beni yerimden sıçratmıştı. Kollarımı aniden saran öfkeli parmaklarından tüm nefreti kanıma akıyordu sanki, beni birden ayağa kaldırıp sarsmaya başladığı an artık sarf ettiği hiçbir cümleyi duymuyordum. Başım dönüyordu, ensemde bir yanma vardı ama üşüyordum.

Benden hiçbir cevap alamayan Buğra beni yine aynı hızla bırakınca kaybettiğim dengem düşmeme sebebiyet verdi. Zor bela sıranın sırtlığına tutunmuş, bunu yapasıya kadar sırtımı çoktan sıranın köşesine çarpmıştım. Hissettiğim acıyla yüzüm buruştu, kulaklarımdaki uğultuyu sınıftaki uğultu bastırdı. Beynim, "fahişelik" kelimesinin tanımını arıyordu derinliklerinde. Annem ne yapmıştı.

Yavaş yavaş çözüldü bedenimin buzları, insanlar bana çoktan kınayan gözlerle bakmaya başlamıştı bile. Bu kadar çabuk, hiç dinlenmeden yargılanmak... Doğru muydu sahi? Bilmiyordum ama buna daha fazla dayanamayıp yere saçılan eşyalarımı çantama toplayıp montumu giydim, ruhsuz ve yavaş adımlarla yürümeye başladım. Buğra çoktan gitmişti, arkasında yardığı yerin dibine düşmüş bir ben bırakarak. 

Sınıftan çıktığımda karıncalanan bacaklarıma rağmen koşmaya başladım, görüşümün bulanıklaşması belki de büyük bir tehlike arz ediyordu benim için fakat o an en iyi çıkış yolunun, bedenimi birkaç metre sürükleyecek bir arabaya çarpmak olduğunu düşünüyordum. Arkamdan seslenen güvenlik görevlisini aldırış etmedim, koştum. Kalan son dermanımı da tüketene kadar koştum. Nefeslerim ciğerlerimde tıkanıyor, tıkılı kaldıkları yeri alevlere vererek yanıyordu. Aklımda sadece bir soru vardı: Annem ne yapmıştı?

Bilmiyordum.

Ben bilmiyorken Buğra nasıl biliyordu peki?

Bir elim ağzıma kapanırken kendimi tutamayıp bağırdım kalabalık caddede. İnsanlar üzerinde bıraktığı deliymişim izlenimi o an için aklımdan geçebilecek son düşünce bile değildi. Koşmaya devam ettim. Soğuk, bacaklarıma çarptığında hissettiğim yanma iyi gelmiyordu fakat düşünmemi kısa bir süreliğine engellemeyi başarmıştı. 


BUĞRA, sol anahtarı

Gözlerinin önünden silinmiyordu annesinin geçirdiği son sinir krizi. En nihayetinde öylece ayaklarının dibine yığılmış, gözleri kapanmıştı. Bir an ne yapacağını bilemeyerek bakmıştı annesine ve sonrasında onu kucakladığı gibi arabaya geçerek bir hastaneye yetiştirmişti. Ambulans, aklının kıyısında köşesinde bile belirmemişti. Daha sonrasında aklında beliren tek görüntü Neva'nın annesi Yasemin Ökçün'e ait olmuştu. Babası gerçekten bu kadını nasıl sevebilmişti, aklı almıyordu Buğra'nın. Annesinin yanında kesinlikle çok sinsi görüyordu, insanı itiyordu gözlerindeki bakış ama babası onda ne bulmuştu?

Her şeyi ya da çoğunu bir kenara bırakabilirdi Buğra, eğer Neva gelip kendisiyle konuşsaydı. Hem o zaman hiçbir şey bu raddeye gelecek kadar büyümemiş olacaktı. Ama ya Neva da bilmiyorduysa? Hemen bu düşünceyi silip attı aklında, buna ihtimal veremedi. Evdeki durumları bilmiyorsun, diyordu iç sesi ona kızarak; sana hiç anlatmadı. Annesiyle genelde kavga halinde olurlardı onlar ama zaten bu normal değil miydi? Aksini kabullenemedi Buğra.

15 Şubat, o gün annesi gözlerini açmıştı içine düştüğü komadan kurtularak. Bir ayın sonunda gözleri artık oğlunu bulabilmişti yorgun kadının fakat uzun sürmemiş, bu kez de yorgunluğundan uyuyakalmıştı. Orada bekledi Buğra, günler birbirini kovalarken sadece hastane sandalyesinde geçen birkaç dakikalık uykular ve midesinin zor kabullendiği bir iki lokma yemek... Tamı tamına beş gününü böyle harcamış, annesi artık rahatça konuşabilecek duruma gelip normal odaya alındığında ilk işi onun yanına gitmek olmuştu.

"Onunla evlenecekmiş baban," demişti annesi, gözlerini kapamıştı. "Bir yüzük almış baban, güzel bir yüzük."

O an, daha saniyeler içinde içini dolduran öfke tüm bedeninde hakimiyet kurduğunda oturduğu yerden kalkıp arabasına binerek okula geçmişti. Aklından sadece Neva'dan hesap sormak geçiyordu, onu bir kenara çekip usulünce konuşacaktı. Eğer yol boyu zihnini kızın güzel ve gülümseyen yüzü meşgul etmemiş olsaydı öyle de yapacaktı ama gözlerinin önünde canlanan sahneler kızın o tatlı gülüş sesini kulaklarında çınlattıkça öfkesi perçinleniyordu. Tüm ihtimaller silindi, onun için Neva her şeyi biliyordu bu vakitten sonra. Okula girdiğindeyse doğrudan kızın sınıfını tutturmuştu adımları, her adımda bir başka anı sahne alıyordu zihninde. Delirmiyordu Buğra ama iyi de değildi. 

Sınıftan içeri girdiğinde kızın uyku mahmuru, mutlu gözleri kendisininkini bulup şaşkınlıkla ifadesizleşti. Neva'nın hissettiği korku sanki kendi nabzında atıyordu, o an için soyadını tam anlamıyla üzerinde taşıyan bir avcı halini alıverdi Buğra; Neva ise öfkesini doyuracak av konumundaydı karşısında. Ona doğru ilerledikçe ikisi için de kıyameti kopardı, her adım bir tahtayı daha söküp atıyordu Araf'ı geçmelerini sağlayacak köprüden.

Ve, kıyamet koptuğunda Neva ayaklarının ucundaki derin çukura düştü. Yine de öfkesi doymadı Buğra'nın.


Aynı günün devamından, Neva.

Ayaklarım nihayetinde durduğunda Buğraların evinin önündeydim. Bir elim uzanıp bahçe kapısını itti, adımlarım bahçeye doğru ilerlemeye devam etti. Yanaklarımda kuruyan yaşlarımın izleri vardı, daha önceden ıslanan yerler soğukla birlikte kuruduğu için normalinden fazlaca canımı yakıyordu. Tüm hızını yitirmiş olan adımlarım artık epey yavaşlamıştı, sakin değil de gergindim. Büyük ve sessiz bahçede yürüdükçe bu gerginlik katlanıyordu. Birileri beni gördü, koşuştura koşuştura hareket etti, evin kapısı açıldı ve karşımda Buğra belirdi. Her şey fazla hızlı gelişiyor, idrakim tüm bu olanları kavramakta zorlanıyordu. Karşılıklı olarak aramızdaki bütün mesafeyi hiçlikle harcıyorduk. Etraftaki herkes, her şey silindi bir tek o kalana kadar. Gözlerim, sanki bu anı bekliyor gibi sulanıp yaşardı ve akmaya başladı, kendimi tutamadım. Öfkem, benden büyük; acım öfkemden çok daha ağırdı. Buğra'yı seviyor olduğum için değil, bu sevginin her şeyin üstesinden gelemiyor oluşuna, ona yetmeyişine ağlıyordum. Bu sevginin beni çiğniyor oluşuydu ağlatan beni.

Kollarını belime sardığında onu itmek istedim, hıçkırdım. Ben çırpındıkça kollarının baskısı arttı, gözyaşlarım tişörtünü ıslattı. Yumruk halini alan ellerimi, onu itmek isteyerek vurdum göğsüne ama nafileydi, geri çekilmedi. Canımı yaktığı gibi canını yakmak istedim, gücüm yetmezdi ki!

Kollarında ölmek istedim, beni ittiği yerin dibinde boğulmak ve can vermek. Nefesini saçlarıma doğru üfledi.

"Neden," diye sordum bacaklarım titrerken, "Neden yaptın? Ben bir şey bilmiyorum, annem ne yaptı bilmiyorum ama sen neden yaptın Buğra?"

"Şş," diye mırıldandı saçlarıma, dudaklarının kıpırdanışı tenimi gıdıklarken ondan kurtulmam gerektiğini biliyordum. Devam etmedi konuşmaya ama kollarının baskısı hiç gitmedi. Ağladım, içim söküldü belki en sonunda ama susmadım hiç. Konuşan gözyaşlarımdı, sözlere ihtiyacım yoktu o an. Acının en büyüğü sanırdım babasızlığı, acının en büyüğünün sevilmemek olduğunu öğrenmemin üstünden henüz çok geçmemişti ki aklım iyice karışmıştı. Bir büyüklüğü, sınırı yoktu acının ama yeri vardı. Orası, şu anda olduğum yerdi: Buğra'nın kolları.

O an binlerce piyano kırıldı içimde, tuşlar birer birer yere düşüp yandı. Boynumdaki kolye yaktı etimi. 

Küller ve korlar, çemberi saran teller.
 9 Kasım 2015

Sırtını küçük kız kardeşinin mezarına yaslayıp başını hafifçe geri yatırarak gözlerini açık gökyüzünün maviliklerine dikti. Hava daha yeni aydınlanmış, gün henüz aymıştı ve hâlâ gökteydi ay. Güneşle birlikte... Dudakları bu düşünceyle kıvrılırken gözlerini kapayıp derince bir nefesi soludu. Konuşmak için araladıysa da dudaklarını, daha doğru zamanı yakalaması gerektiği için susmuştu Savaş; ciğerlerine yeni ıslanmış olan toprağın kokusunu hapsetmişti yeniden. Kardeşi ve Sarı'sının en büyük ortak özelliği yağmuru seviyor olmalarıydı ki bu genç adamın içini ısıtıyordu.

Bir elini cebine atıp oradan papatyasını çıkarıp toprağa dikti, çiçek çoktan ölmüştü ama ölmeden de salmıyordu kokusunu. Kardeşi bundan düzinelerce toplayıp odasının ortasına koyar, yerler toprak olduğu için annesinin kendisine kızacağını bile bile abisini de kendine ortak eder ve sonra odada birbirlerine sarılarak oturup papatyaların etrafa yaydığı kokuyu solurlardı. Odayı temizleme işi hep Savaş'a kalırdı, o zamanlar küçük bir çocuk olan Savaş ise kardeşinin çiçekleri gömüşünü izledikten hemen sonra tüm odayı temizlerdi ama hiç anlam veremezdi onları gömmesine. Bir eli kalbinin üstüne gittiğinde ince gömleğinin altındaki sargı bezini hissetti, orada yeni dövmesi vardı. Bir çember, çemberi saran tel örgüler ve çemberin içindeki solmuş papatya, papatyanın sapıyla birleşen; onun tam tersi yönünde duran bir gonca gül... 

"Sana onu hiç anlatmadım kıskanırsın diye," dedi Savaş mırıldanarak, gözlerini hiç açmadı. "Çok güzel sarı saçları vardı abim. Seninkiler lüle lüle, onunkiler dümdüzdü. Sen minicik bir yıldız gibiydin ama Neva Abla'n bir güneşti." 

Güzel gülümsemesi dudaklarında yayılırken aklına, kızı ilk gördüğü gün gelmişti. Ona baygın baygın bakmış ama sonradan ışıl ışıl gülümsemişti. Daha o an kalbinden vurulmuştu Savaş. Onu etkileyen şeyler kızın somut güzelliğinden ziyade gülümsemesi ve soluk renkli gözlerinde hep bir parça bulunan acı olmuştu. Her an acı çeker gibi bakıyordu, dokunsan ağlamayacak da sanki dokunulursa ruhu yerinden uçacakmışcasına ürkek bir cesaretle dikleştirirdi çenesini.

Esef dolu bir gülüş Savaş'ın dudaklarından geçtiğinde burnunu hafifçe çekip ciğerlerine yeteceğini umduğu kadar derin bir nefes almıştı. Biliyordu, Neva ona hiçbir zaman umut vermemişti ama umuttu işte, o da ellerinden düşmemişti hiç. Onun tarafından defalarca kez seçilmediğinde kırılmıştı, hiçbir zaman Buğra gibi sevilemeyeceğini biliyordu ve kendi de Buğra değildi zaten. Yine de umut... Bir umuda körü körüne bağlanırsan kör olursun, diyordu annesi fakat umut olmadan çarpmaya devam eder miydi bir kalp? Kör olmuştu, sarhoş olmuştu Savaş; başkaları adına aşk demişti de aşk gidince gerisinde acısı kalmıştı.

"Seni ona anlattım ama," diye devam etti sonra, sesini bulabildiğinde. "Çok sevmişti seni abim, gerçi seni herkes severdi zaten. Ah ne kıskanırdım benim kadar çok sevecekler diye..."

Genç kızın dudakları geldi aklına, bir de o dudaklardan çaldığı buse. Onların mezuniyet balosundadı, yani bundan sadece beş ay önce. Bir ürperti bedenini sararken kendine sarıldı Savaş, çenesi titredi. Üşümüyordu ama soğuk gelmişti birden. Tıpkı, öldüğünde Neva'nın bedeni ne kadar soğuksa o kadar soğuk hissediyordu. 

Kadınım d'Arbanville, öyle soğuk görünüyorsun ki bu gece
Dudakların sanki kışı andırıyor
Derin beyaza dönmüş, derin beyaza dönmüş

Şarkının, artık ezberinde olan sözleri zihnini doldururken daha dün gece bu parçayı gitarda çalarak kendini parçalayan parmakları sızladı. 

Seni sevdim kadınım, içinde yattığın mezara rağmen
Daima seninle olacağım
Bu gül hiç solmayacak, bu gül hiç solmayacak

Gözlerinden akan bir damla yaşı elinin tersiyle silip ceketinin sol üst cebindeki gonca gülü çıkardı. Neva'sının kendisine bıraktığı solmuş beyaz güllerindendi, daima yanında taşıdığı. Onun Lady d'Arbanvillesi, yattığı mezara rağmen yanındaydı her zaman.

Sessizliği üzerine giyinip orada bir süre daha oturdu Savaş, elindeki gülü tıpkı kardeşinin yaptığı gibi toprağa gömerek en sevdiği iki kadını bir kıldı çok uzaklarda. Önce mezarda yazan ismi okşadı, sonra mezar taşını öptü mermerin soğukluğuna rağmen.
ESMA SELİN YİĞİT

"Doğum günün kutlu olsun en kıymetlim," diye mırıldandı sessizce, toprağı sevdi kardeşinin toprak rengi saçlarını sever gibi okşayarak. "Güneş'ime iyi bak." Ekleyemedi onuna ama içi bağırdı hiç susmadan: Ona, onu çok sevdiğimi ve hep bekleyeceğimi söyle.

Ve gitti Savaş, ardında abisini çok seven minik bir kızla gülleri avuçlarında büyütecek Güneş'ini bıraktı. Onun çemberi, hiç silinmemek üzere sarılmıştı Savaş'ın hayatı olarak nitelendirdiği gitarının telleriyle ve artık o çemberin içinde solmuş umutlar büyüyordu, yağmurlar çiçekleri değil; ölü gülleri yıkıyordu.

Buraya birçok beyaz gül ve sevgiler bırakıyorum, güzel yüreklerinizden ve okuyan gözlerinizden, güzel gözlerinizi saran kirpiklerinizden öpüyorum sizin.
Mutlu kalın!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top