özel bölüm iv | piyanonun kırık tuşları
Burada olmayı özledim. Bu sayfalarda ve bazı, birkaç notanın arasında. Dün gece beni ziyaret eden Neva'nın ve son kez kapımı çalan Buğra'nın anısına, Bol bol yorumlar bekliyorum sizden, uzun zaman görüşememizin acısını çıkaralım. Ne dersiniz?
İyi günler.
Sevgiyle,
İ. İrem İMRAK
Tony Anderson - Butterflies (Piano Sonata)
Not: Kendisi Neva'nın bir diğer bestesidir, dinlemeniz tavsiye edilir.
Chord Overstreet - Hold On
-Bu bölüm maalesef elimde olmayan bazı sağlık problemleri nedeniyle biraz gecikti, lütfen kusura bakmayın. Diğer bölümleri de yarınki final sınavımdan sonra yükleyeceğimden şüpheniz olmasın.-
piyanonun kırık tuşları
Kalplerinde kara lekelerle doğmuş insanları görmüştüm. Kendilerini hapsettikleri dünyada her şey kusurlu ve eksikti. Buna mecburdular, o dünyaya mahkûmdular. Gece biterken doğan güneşin tadını çıkaramazlardı. Tatlı bir meltemin saçlarıyla oynaşmasından zevk alamazlardı. Hayat, onlar için kolay gibiydi; dışarıdan görünen buydu. Sorgulamazlardı, suçlandıkları ne varsa öylece kabullenirlerdi. Kabullenmeyi öğrenmişlerdi. Mutlu olmaktan, zevk almaktan, hayatın tadını almaktan korkarlardı çünkü bunu bir kez yaptıklarında daha fazlasını istemekten korkarlardı. Hayat onlar için kolaydı. Yollarındaki engellere rağmen, mutluluk arzularına rağmen basit ve kolaydı. Kalplerine lekeleri sonradan eklemiş insanları da görmüştüm, hepsini öylece kabullenmemişlerdi ancak kaçacak bir yer olmadığında bütün hepsini kendi kalplerine kendi elleriyle eklemişlerdi. Bu lekeler yavaş yavaş arttığında ve artık korkacak hiçbir şeyleri kalmadığında damaklarında yer edinen tatla, hayattan zevk almayı unutmuşlardı. Onlar tehlikeliydi, bilirdim. Onları tanımıştım.
Ben bunlardan ilkiydim. Kalbimde lekelerle doğmuştum. Hayattan zevk almayı bilmeyerek gözlerimi hayata açmıştım. Sonrasında öğrenme fırsatım olmuştu ancak bana pahalıya mâl olmuştu. Daha fazlasını istedikçe yara almıştım. Dahasını talep ettikçe daha azıyla kalmıştım.
Acının binbir türlü çeşidi ve her çeşidinin milyonlarca hâli vardı ama acı birdi. İnsan algısında bıraktığı hasar birdi. Kaderinde acıyı taşıyan insanları tanırdım. Etrafındaki herkese sebepsiz acı çektirirlerdi, bu onların doğasıydı. Verdikleri her nefesi soluyan başkaları o acıya bulanırdı. Kaderinde acı olan insanlar yalnız kalamayacak kadar yorgundu fakat kabalalık olamayacak kadar da bitkindi. Onlardan biriyle yaşamak zorunda kalmıştım. Ve benim gibi kalbinde lekelerle doğan birinin hayattaki en büyük cezası böyle bir insanla bir hayat paylaşmaktı. Ortak paydamız sadece acıydı. Ben, acıyı kabullenmeye tıpkı suçları kabullenmeye razı olduğum kadar razıydım. O da içindeki acıyı bana bulaştırmaya razıydı.
Annem profesyonel bir intikâmcıydı ya da suikastçiydi. Ölmeyi bana bir seçenek olarak sunmayacak kadar acımasız ama son nefesimde yanımda olup onu boğazımdan bir lütufmuşçasına söküp alacak kadar vicdanlıydı.
Söküp attığım tuşlardan kendime kolye yapmıştım. Takı takmayı, aksesuar kullanmayı sevmezdim ancak uyurken bile bedenimden uzaklaştırmadığım bir kolyem olmuştu. Bana sürekli kim olduğumu hatırlatan ve bunu yaparken asla acımadan tüm gerçekliği yüzüme çarpan bir dosta sahiptim. Tüm gerçeklik zihnimdeydi, acıdan sıyrılmış ve en saf haliyle buradaydı. Benimleydi. Zaman geçtikçe onunla o kadar iç içe geçmiştim ki ayrılamaz bir hâle gelmiştik, ayırt edilemezdik. Bana baktığında gözlerine acıma duygusunun yerleştiği insanları şimdi daha iyi anlamıştım. Onlara hissettirdiğim buydu, gözlerinde acı aslında bendim. Benim bir yansımamdı. Okuduğum bir kitapta da dediği gibi acı hissedilmeyi talep ederdi ve ben bunu istemiştim. Bu yüzden artık hiçbir şeyden, bunların hiçbirinden şikâyetçi değildim.
Soğuk şubat aynının tüm sertliğine rağmen Galata'daydım, Savaş'ı ilk kez gördüğüm yerde. Havanın bu denli soğuk olması insanları dışarı çıkma konusunda caydırmıştı ama ben ve birkaç kendini kaybetmiş daha dışarıdaydık. Nereye gittiğini bilmez adımlarım yukarı tırmanan bir bayırda amaçsızca dolaşıyordu. Amacımı kaybetmiştim. Babam hakkında öğrendiğim her şey amacımı, ellerimle birlikte kesip almıştı benden. Neden bir baba küçük ve kendinden başka kimsesi olmayan kızını yüzüstü bırakırdı? Neden bir anne kendine muhtaç kızını yalanlarla büyütürdü? Bunu hiç öğrenemeyecektim.
Müzik sesini duyduğumda dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleşti. Her zaman yolumu buluyordum.
Sese iyice yaklaştım. Genç bir kız orgunun başında durmuş, soğuğa ve her şeye rağmen şarkısını çalıyordu. Siyaha boyanmış saçları omuzlarının üstünden beline uzanırken gözlerini hafifçe kapayıp derin bir nefes alarak gülümsedi ancak gözlerini yeniden açması çok uzun sürmemişti. Aşırı acemi olduğunu söylemezdim ama kesinlikle heyecanını bastıracak kadar profesyonel de sayılmazdı. Tuşların üstünde gezinen parmaklarındaki çekimserliği görüyordum. İlk kez topluluk önünde piyano çalacağım zaman ben de onun kadar heyecanlı ve acemiydim.
Kalabalığa göz attığı kısa sürede şarkısını söylerken sesi titremişti. Gözlerini hemen kendisine muhtemelen korkutucu gelen bu kalabalıktan kaçırıp önündeki orgun tuşlarına odaklandı. Onu cesaretlendirmek isteyerek ellerimi hafifçe kaldırıp kuvvetli bir ritmle alkışlamaya başladım. Kalabalık da ne olduğunu sorgulamadan bana katıldı. En az org başındaki genç kız kadar heyecanlandığımı hissettim. Parmakları tuşlar üzerinde gezinirken tedirginliği, dudaklarında gün yüzüne çıkmak için hazırda bekleyen titrek gülümsemesi ve kan basıncı yüzünden yanaklarına yerleşen tatlı pembelikler bana çok tanıdıktı. On beş yaşında ve en az onun kadar heyecanla hayatımda, ilk kez kalabalıkla karşılaşmıştım.
Ne çaldığını bilmiyordum ancak çaldığı parçanın onun için ne kadar değerli olduğunu hissetmiştim. Gözlerini kaparkenki ifadesi hissettiğinin ne kadar gerçek olduğunu kanıtlar vaziyetteydi. Parmakları tuşlar üstünde dolaştıkça ve bazen birbirine dolandıkça onu alkışlamaya, ona cesaret vermeye devam ettim. Dudaklarında genişçe bir gülümseme oluşurken birbirine değen ruhlarımızı hissettim, onun melodileri arasına karışıp bir şekilde birbirlerini bulmuşlardı. Kapadığı gözlerini açtığında ise göz göze gelmemiş kaçınılmaz olmuştu. Başımı hafifçe eğip ona gülümseyerek selam verdim.
Mikrofona hafifçe yaklaşıp derin bir nefes alarak şarkının son sözlerini mırıldandı. "Hello, hello... Anybody out there?"
Etrafında toplanan insanlara ben de dâhil olarak onu yeniden ve yeniden alkışladık ve genç kız yanaklarına düşmek üzere olan bir damla yaşı yakalayıp sildi. Bize teşekkür ederken elimde olmadan gülümsemeye devam ediyordum ancak hem onu daha fazla mahcup etmek istemediğimden, hem de kendime zaman ayırmak istediğimden gitmek üzere arkamı döndüm. Kalabalığı sessiz sessiz iterek attığım her adım beni kendi özgürlüğüme taşıyordu. Uzaklaştıkça insan sesleri de silikleşmeye başladı, bu o kadar güzel bir duyguydu ki anlatmak için kelimelerim defalarca kez yetersiz kalıyordu.
Ancak bir şey oldu. Şarkı söyleyerek piyano çalan kızın sesinden duydum adımı.
"Neva Karaer!"
Neva Karaer...
Yıllardır yaşadığım kimlik tartışmamı görmezden gelerek arkamı döndüm. Genç kız elini havada sallayarak beni yanına çağırıyordu. Kaşlarım çatılsa da kamçılayamadığım merakım ayaklarımın o yöne doğru harekete geçmesine neden olmuştu bile. Yanına ulaştığımda bileğimi aniden tutarak beni yanına doğru çekmişti. "Seni tanıyorum," derken yüzündeki koca gülümsemesi tatlı sesine eşlik etmişti. Alnımdaki kırışıklığı görünce kıkırdayıp ellerimi orgun tuşları üstüne bırakmıştı. "Hadi bize bir şeyler çal Neva!"
"Emin misin," diye sordum şaşkınca. Sonuçta bu org benim değildi ve onu ,müziğini icra ederken sabote etmiş olmak isterdim. "Nereden tanışıyoruz?"
Genç kız bir iki adım gerilemiş, sonrasında durmuştu. Başını hafifçe sağ omzuna eğerek sağ omzunu silkti. "Tanışmıyoruz ki, ben seni tanıyorum."
Başımı hafifçe iki yana sallayıp gülümsedim ve derin bir nefes alarak mikrofonu orgun tuşlarına doğru eğdim. Zihnimdeki bir odanın kapısı açıldıktan hemen sonra o odaya dolan ay ışığı altındaki defteri seçmişti gözlerim. Bu odanın camı açıktı, içeriye dolan rüzgâr defterin kapağını aralayıp sayfalarını çevirmişti. Gözlerime ilişen notalara, defter üzerinde yazılı olan isme baktım. Meva... Yıl, 2010. Buğra Aslan'la ilk tanışmam üzerine yaptığım bir besteydi, yaptığım ilk bestemdi. Ezberimde yerini alan notaları parmak uçlarımda anımsayarak yeniden derin bit nefesi doldurmuştum ciğerlerime. İlk notayı tuşlayıp onu öldürdüm, peşinden diğerlerinin de ipi kopmuş bileklikteki boncuklar gibi teker teker dökülmesi kaçınılmaz olmuştu.
Parmaklarım yakaladıkları ritmi bir yükseltip bir alçaltarak rüzgâra kafa tutmaya başlamıştı. Bedenimse bu ritme çoktan kapılmış bir sonbahar yaprağı gibiydi. Neredeyse ölü, kuru ve savunmasız. Omuzlarım sallanıp müziğin ritmine göre hızlanarak kendine yeni bir ritm buluyor, sonra tıpkı parmaklarım gibi yavaşlıyordu. Yeni, daha sakin bir ritm bu kovalamacadaki yerini aldığında gözlerimi açmadan çenemi dikleştirdim. Parçanın ortalarındaydım şimdiden, o günkü ruh halimdeki iniş çıkışlar ise dün gibi aklımdaydı. Tıpkı bu parçanın ezberimden bir an bile silinmeyişi gibi her şey yerli yerindeydi.
Başımda hafif bir sallanma hissettim. Etli alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırarak kendimi engellemek istediysem de bu sefer yüzümdeki mimiklerin müziğimin dansına eşlik ettiğini anlamıştım. Dudaklarım buruk bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrıldı. Gözlerimi yavaşça aralayıp etrafımda neler olup bittiğine kısaca bir göz gezdirdim. İnsanlar büyük bir kalabalık oluşturup etrafıma toplanmıştı. Müziğimin etkisini biliyordum ancak bunu bilme sebebim kendime güveniyor oluşumdan veya insan sarrafı oluşumdan kaynaklanmıyordu. İnsanlardan önce kendi üzerimdeki etkisine defalarca kez şahit olmuştum. Kimi zaman düşmeme izin vermeyip ellerimi tutarak kaldırmıştı beni, kimi zamansa sapasağlam ayakta durduğuma inandığım anda ayaklarımın altında yeri çekip almıştı. Bazen ölümümden bir sahneyi canlandırmıştı gözlerimin önünde, bazense neden kendime gelmem gerektiğini hatırlatmıştı. Tüm acıların geçip gittiği, hatta hiç var olmadığı bir dünyanın perdesini aralamıştı fakat o dünyaya parmak uçlarıyla acıyı bulaştıran yine ben olmuştum ziyadesiyle.
Parçanın sonlarına doğru parmaklarımın birbirine karışacak kadar yakın, bir o kadar uzak olduğunu hissettim. Yine hızlı bir ritme kavuşup hiç beklenmedik anda o hıza yumuşaklık katmıştım. Yüzüme doğrultulan telefonların bilincindeydim ancak gözlerimi kapattığımda karanlık odamdaki ay ışığının altında piyanoyla baş başaydım. O odanın açık penceresinden içeri süzülen rüzgârda uçuşuyordu saçlarım. Tıpkı düşüncelerim ve parmak uçlarımdan tuşlara dökülen notalar gibi her şey olması gerektiği yere gidiyordu.
Sonlara iyice yaklaştığımda, hatta geriye sadece birkaç nota kaldığında huzurlu hissettim. Bir şeyleri tamamlıyor olmanın getirdiği huzurdu bu. Tüm kötülüklerin geride kaldığı ve hiçbir kötülüğün dünyaya uğramadığı hayalinin huzuruydu. Son notaları da birbirini takip eden hüzün dizisi olarak sıraladım usul usul. Parmaklarım en nihayetinde tuşlar üstünde durduğunda Kulaklarıma dolan sessizliği önce cılız, sonrasında gittikçe kuvvetlenen bir alkış sesi kesti. Gözlerimi nihayetinde açıp kırılgan bir gülümsemeyle insanlara baktım. Dikkatimi ilk çeken içlerinde en uzun sayılabilecek olan kişiydi. Buğra Aslan. Dudaklarında güzel bir gülümsemeyle hiç alkışlamadan beni izliyordu.
Genç kız yanıma gelip bir elini koluma yerleştirdikten sonra bana az önce baktığım kişiyi işaret etti. "Sen giderken yanıma gelip senden bir şeyler çalmanı rica etmemi istedi ama iyi ki de istemiş." Sesindeki hayranlık gülümsememin büyümesine sebep oldu. Boğazımı temizleyip ona teşekkür ettim ve müzik hayatında başarılar dileyerek uzaklaştım yanından. Adımlarım zaten eski başına buyrukluklarını zevkle üstlenerek beni Buğra'nın yanına sürüklemeye başlamıştı. Beni kırdığında hiç düşünmeden gittiğim ilk kişi olması gibiydi bu, zamanın ve tüm mantığımın devre dışı kalıp bilirkişinin yine ayaklarımın olması.
"Hâlâ müziğe nasıl bu kadar ait olabildiğini merak ediyorum," diye mırıldandı yanına vardığımda. Adımlarımız usul bir uyumla Galata'ya uzanan bayır yola ilerlemeyi kendilerine hedef almıştı bizden izinsizce. "Bu çok tuhaf bir şey Neva. Sanki o an hayata dair her şey duruyor, geriye sadece cılız bir ay ışığı, piyano ve sen kalıyorsun. Görmek için kendimi biraz daha zorlasam müziğin renkli bir sis gibi senin etrafını sarıp dans ettiğini görebilirmişim gibi."
Ellerimi montumun ceplerine saklayıp gözlerimi ona kaldırdım. Gülümseyerek "Hangi renk," diye sordum, bunu gerçekten merak etmiştim.
Kaşları hafifçe çatılırken ellerini kot pantolonun cebine sıkıştırıp derin bir nefes almıştı. Dudaklarından anlamsız bir ses kümesi döküldü. "Kırmızı gibi sanki," derken hâlâ tam anlamıyla emin değilmiş gibi bir ifade gizlenmişti sesine. "Emin değilim ama sana baktığımda gördüğüm renk kırmızının tonları oluyor genelde."
Yüzüm buruşurken ona gülümsemeye devam ettim. "Kırmızıyla pek aram yoktur," demekle yetindim sadece. Buğra'nın gülümsemesi genişlerken hafifçe omuz silkti. Onda çok uzun zaman önce gördüğüm bir rahatlık vardı üstünde, yaşadığımız onca şeyden sonra genellikle yanımda rahatsız olduğunu hissetmeme sebep olacak kadar gergin olurdu. Bana bir kafeyi işaret ettiğinde ona uyum sağlayarak gösterdiği yere ilerlemeye başladım. Kafenin dışındaki masalardan birine, karşılıklı sandalyelere yerleşip kısa da olsa bir süreliğine sessiz kaldık.
Gelen garsona "Ben bir filte kahve alayım kardeşim," demiş, sonra gözlerinin bana indirmişti. Hâlâ menüyle uğraşmakla meşguldüm ama Buğra'nın gülüş sesini duyunca kirpiklerimin arasından ona baktım. Dudaklarında bilmiş bir sırıtma vardı bu kez. "Hanımefendiye de şekersiz çikolatalı süt, sıcak olsun ama."
Başımı usulca iki yana sallayarak menüyü garsona uzattım. "Teşekkürler."
Garson bize gülümseyip içeri geçince çenemi avuçlarıma bırakarak Buğra'yı izlemeye devam ettim fakat o sebebini anlamamış olsa gerek, bir açıklamaya girişti: "Genelde aklında bir şey yokken sipariş veremiyorsun ve çikolatalı ya da çilekli bir şeyler istiyorsun. Eh, çilek mevsiminde de değiliz."
Kendimi tutamadan kıkırdamıştım. Sağ elimle uzanıp alnına düşen inatçı tutamı düzelttim. "Onca şeye, yaşadıklarımıza ve aramıza giren mesafeye rağmen nasıl oluyor da beni hâlâ bu kadar iyi tanıyorsun? Bazen senin bu dünyadan olmadığını düşünüyorum."
Elimi geri çekmek üzereyken tutup başparmağımın avuç içime doğru devam eden uzantısına dudaklarını yasladı. Gözleri hafifçe kısılırken sıcak nefesinin ve dudaklarının okşadığı tenimde tatlı bir gıdıklanma hissettim. Kalp atışlarımın kulaklarıma ulaşacak kadar gürültüyle hızlanarak çarpmaya başladığını duymuştum ancak bunu kontrol altına almaya çalışırken dudaklarının bir gülümsemeyle kıvrılışı işledi bu kez tenime. Başparmağım benden izinsiz bir kıvrılışla kirli sakallarının bir kum tanesi gibi avuçlarımda gezinişini gülümseyerek izledim. Konuşmak için elimi boynuna doğru indirdiğinde parmak uçlarım boynunun sol tarafındaki dövmenin üstünde usulca dolaşmaya başladı. Fakat Buğra konuşamadan garson siparişlerimizi getirmişti. Elimi çekmek için hamle yaptığım sırada parmaklarım Buğra'nın parmakları tarafından sıkıca sarıldı.
Başka bir isteğimizin olup olmadığını soran garsona "Teşekkür ederiz," demiş ve garson gittikten sonra yeniden bana dönmüştü. Dudaklarında uyuşuk bir gülümseme vardı. "Seni ilk gördüğümde aynı şeyi senin için düşünmüştüm aslında. Saçların biraz daha uzundu o zaman ve güneşin altında daha da parlak duruyorlardı. Sen biraz şanslısın, çoğu kızdan daha uzun boylusun. Hatta çoğunun olmak istediği boydasın."
Gülerek omuz silktim usulca. "Uzun boylu olmanın herhangi bir avantajını görmedim."
"Saklanmanı zorlaştırdığı için."
Başımı usulca öne eğerek onu onayladım. İnsanlar arasında görünmez olmayı çoğu kez isterdim. Bunu başardığım zamanlar da olmuştu ama yaşıtlarımızın eğitim almak için doluşup ergenlik problemleriyle boğuştuğu dört duvar arasında dikkat çekmeyi daha çok başarmıştım. Sol elimle saçlarımı düzeltir gibi yapıp başımı hafifçe kaşımıştım. Sonrasında omuz silkip çikolatalı sütümden bir yudum aldım. "Sen de aynı dezavantaja sahipsin."
"Görünmez olmak istemediğim tek kişi sendin."
Gülümsemem küçülüp yavaşça silinirken gözlerimi onunkilerden alamadım. Gözlerinde anlamların saklandığı o yeşil görüntünün bana anımsattığı ormanlar minik bir kıvılcımla alevlenmiş gibi yeşilleri parlamıştı. Boynundaki elimi yavaşça kaldırıp avuç içimi yumuşak bir baskıyla öptü. "Bazen ruhunun bana ait olabilmesini istiyorum, bana ve müziğine. Mutlu şeyler hayal ediyorum bizim için, herkesten uzakta."
Nefesim kesilirken güçlükle yutkunup gözlerimi gözlerinin hapsinden çekmeye çalıştım ancak başarısızdım.
"Sonra kırdığım güvenini hatırlıyorum, sana karşı nasıl çirkinleştiğimi ve bu hayal yıkılıyor. Hiçbir zaman sana karşı güçlü olamayacak gibi hissediyorum Neva, kendimi defalarca kez kaybetmekten korkuyorum ama sen nasıl hâlâ dimdik durabiliyorsun?"
Dudaklarımı hafifçe ıslatıp elimi parmaklarının arasından çekerek gözlerimi kapadım. Bunu konuşmak istediğimden emin değildim. Hissettiğim şeyin tam olarak iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu bile bilmiyordum üstelik. "Buğra," diye mırıldandım sessizce. Gözlerimi açsam da ona bakmak yerine başka şeylere odaklandım.
"Keşke Çoban Yıldızı," derken sesi bir fısıltıdan farksızdı ama gözlerim çoktan onu bulmuştu. "Keşke başka şartlar altında tanışsaydık seninle, hayatımıza birilerinin müdahalesi olmadan."
Başımı iki yana salladım hafif bir ritmle. "Ne değişecekti ki? Sen yine öfkelendiğinde gözü kimseyi görmeyen Buğra Aslan olacaktın ve belki bu kez bizi mahveden bu olacaktı. Bunu taşıyabilecek miydin?" Buğra sessiz kalmayı tercih ettiğinde iki yudum alıp bıraktığım sıcak süte baktım. Artık tüm iştahım kaçmıştı. Kenarda duran peçetelikten bir tane peçete çekip dudaklarımı silerek her hareketimi dikkatle izleyen Buğra'ya döndüm. "İçiyorsan kalkalım mı? Eve gitmek istiyorum."
-
Son derece sessiz yolculuğumuzda bizimle konuşan tek şey radyoda çalan şarkılar olmuştu. Araba evimin önünde durunca sessizce kemere uzanıp tokasından çıkardım. Buğra radyoyu kapamış olsa da konuşmama konusunda son derce ısrarcıydı. Nefesimi bıkkınlıkla bırakıp ona döndüm. "Söylediklerimden dolayı bana kırıldın mı," diye sordum gözlerinin içine bakarak. Ne zaman karşılıklı konuşmaya ve anlaşmaya başladığıma inanacağım bir anı yakalasak, o an hemen bıçakla kesilmiş gibi sonlanıyordu ve bu artık sinir bozucu bir hâl almaya başlamıştı.
Başını usulca iki yana salladı ve gülümsedi. Bu ani ruh hali değişikliği beni afallatırken Buğra bir şey demeden uzanmış, sol elini usulca yanağıma yaslamıştı. Şaşkın ve ne yapacağımdan emin olamazken hafifçe dudağımın içini kemirdim, onu izlemeyi sürdürdüm. Uzun parmakları çenem kemiğimi takip ederek saçlarıma kadar ulaşıyordu, parmak uçları saç diplerimi gıdıklamıştı. Geri çekilmem gerektiğini bağıran mantıklı yanıma karşı kulaklarımı kapayan yanımın ne istediğini bilmiyordum, bu belirsizlik hareket etmemi engelliyordu.
Buğra'nın yüzü bana doğru yaklaşmaya başladığında istemsizce nefesimi tutarak gözlerimi kapadım. Bu bir refleksti, görmekten korktuğum şeylerden saklanmak istediğim zamanlar yaptığım basit bir refleks. Aramızdaki mesafenin git gide kısaldığını yüzümü okşayan sıcak nefesi sayesinde anlamıştım. Tuttuğum nefesi çaresizce bırakıp burnuma dolan kokusunu soludum. Gergindim. Buğra bana bu kadar yakınken rahat olmamın imkanı yoktu. Dudaklarını önce saçlarımın başladığı noktada hissettim. Tıpkı benim az önce yaptığım gibi derin bir nefesi ciğerlerine doldurmuş ve öylece kalmıştı.
Konuşmak için dudaklarımı araladım ve zor bela bulduğum sesimle mırıldandım: "Buğra..."
"Konuşursan seni öpeceğim Meva."
Gözlerim endişeyle açılsa da dudaklarından dökülen son kelime onların yeniden kapanmasına sebep oldu. Meva... Bana ilk kez seslendiği isimdi. O günkü merakımla araştırıp anlamını öğrendiğimde ilk ergenlik heyecanımı iliklerime kadar yaşamıştım. Parmaklarımı dudaklarına yaslayıp gözlerimi yeniden açarak ona baktım. Neden ve nasıl bilmiyorum ama gözlerim çoktan yaşlarla dolmuş, sızlamaya başlamıştı.
"Ben senin için bir sığınaksam neden beni yıkan kişi sen oldun? Cennetsem eğer, neden içerideki meleklerin kanatlarını kırdın Buğra? Bana Çoban Yıldızı da diyorsun ama artık parlamıyorum, görmüyor musun?"
Parmak uçlarımda dudaklarının yumuşak dokunuşunu hissedince sanki kor bir ateşe dokunup da yanmışım gibi elimi çekmiştim. Buğra usulca çenemi kavrayıp yüzümü kaldırdığında gözlerimi kaçırmadan gözlerine baktım. Bir damla firari yaş kirpik uçlarımdan kopup çeneme doğru uzanan yolda yuvarlanmaya başlamıştı. Titrek bir nefesi ciğerlerime hapsedip hıçkırarak ağlamamak için kendimle kısa çaplı bir savaş verdim. Kazanmak üzereydim, ta ki Buğra'nın acı dolu sesi aramızda santimetrelerin boy ölçüştüğü mesafede yankılanana kadar.
"Keşke sevmeyi bilseydim, en azından senin beni anlayacağın şekilde sevmeyi bilseydim." Sağ eli bu kez sol yanağımdan kayan gözyaşını tutarak sildi. "Ağlatmadan, kırmadan... Ama kendimce seviyorum Neva, seni seviyorum. Hatta bu beni çoğu zaman daha iyi biri yapıyor."
Buruk bir tebessümle gülerek başımı iki yana salladım, konuşabilmek için dudaklarımı ıslattım. "Ama her zaman kırdığın ilk kişi ben oluyorum. Nasıl bir sevme şekli bu Buğra?"
Dudaklarında benim gülümsememe benzer kırılmış bir tebessüm belirdi. Öne doğru uzandığında dudaklarımız birbirine değmek üzereyken yanağımdaki elini, bileğinden usulca kavradım. "Her zaman bir önceki seferden daha çok. Belki bu yüzden kırıyorumdur seni? Bu sevginin büyüklüğüyle baş edemiyorumdur?"
Başka bir damla yaş diğer gözümden akmaya başladığında istemsizce güldüm. Buğra'nın nefesini tuttuğunu hissetmiştim. Dudakları bu kez hedefini değiştirip yanağıma ulaşan damlanın üstüne kapandı ve beni yanağımdan öptü. Aslında, gözyaşımdan öpmüştü ve bunun sebebini asla anlamamıştım. Yeniden konuşmak için dudaklarımı aralamamla bu çabamın onun dudakları tarafından savuşturulması bir olmuştu. Nefesim bir kez daha, bu kez Buğra tarafından kesilmişti. Dudaklarının sıcak baskısı kalp ritmimi olduğu gibi değiştirmişti. Gözlerim istemsiz bir dürtüyle örtüldü. Zaten aralık olan dudaklarımdaki boşluğu kendi dudaklarıyla doldurduğunda boğazımda hissettiğim hırıltıyı bastırmak için epey çaba harcamıştım ancak ellerimi nereye koyacağımı bilemiyor oluşum işleri yokuşa süren diğer bir adımdı.
Nefeslerimin yetmediğini ve bayılacağımı düşündüğüm sırada sessizce başımı sağa çevirdim. Buğra yakınlığımızı korumaya devam ederek bana sarıldı. "Sözümün arkasında durmam gerekiyordu."
Bu söylediğinden sonra gözlerimi usulca açıp gülümsedim. "Belki bir gün bana da gitmeyeceğine dair bir söz verirsin?"
"Seni hep seveceğime söz veririm."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top