kabullenişin ilk notası ♫ ♪

Merhabalar... Yeni bölümle karşınızdayım. Gözlerimden uyku akıyor ve sadece iki saatlik uykuyla hala ayaktayım ve sabah yediye kadar dinlenmem gerek. Bu yüzden yazım yanlışlarını mazur görün, onları vaktim olduğunda geri dönüp düzelteceğim.

Yorumlarınız, aldığım mesajlar... Sizler her şeyin en iyisini hak eden mükemmel okurlarsınız, hepinizi -samimi söylüyorum ki- çok seviyorum!^^

Yorum ve eleştirilerinizi bekliyorum canlarım, keyifli okumalar; kucak dolusu öpücükler!^^

Bölüm Parçaları:
1. Jarryd James - Regardless
2. Angus and Julia Stone - Devil's Tears
-o-
3. Incubus - Love Hurts
4. Açık Seçik Aşk Bandosu - Artık Gitme

DİPNOT: Yeni Kapağımız için Ezgi Akkaya'ya teşekkür ediyorum...

Yirmi Birinci Bölüm

Ne yapmam gerektiğini, ne yapacağımı bilmiyordum. Dahası, bir şey yapmak istediğimden de emin değildim. Ayaklarım adım atmak istemiyordu, yürümek istemiyordum. Artık uçmayı öğrenmem gerekmez miydi ya da suyun altında nefes almadan yaşayabilmeyi? Gerçi, hoş, karada bile nefes alırken canı yanan bir insan havada veya suda nasıl rahat edecekti? Tüm bunları idrak ettiğimde anladım ki: İstersem ölebilirdim. Ölmek istiyor muydum? Eğer sonunda rahata kavuşacaksa ruhum, neden olmasındı? Elimde olmadan kendime güldüm. Ruhu delik deşik olan biri rahat edemezdi. O delikler hava aldıkça sızlardı ruh, sızım sızım sızlayacaktı da. Ölüme bile rahat yüzü gülmeyecekti. Henüz ölmemeye karar verdim.

Soğuk ruhuma işliyordu. Karanlık uğursuz bir örtü gibi örterken İstanbul'u, karanlığa sığınmıştım ben de diğer her şey gibi. Kötülere kötülük yapmaları için fırsat, saklanmak için arkadaş, kaybolup gitmek için belki de en yakın dosttu karanlık ama vicdan söz konusu olduğundaysa kesinlikle en tehlikeli düşmandı. Bütün açıkları kolluyor ve insanı gafil avlıyordu, hiç beklenmedik bir anda; tahmin edilemeyecek bir zamanda. O zaman değil kaçmak, nefes almak için bile zamanın olmuyordu. Ve o zaman hastanın mantık ölümü gerçekleşiyordu. Deliriyordu, tıpkı benim delirmek üzere olduğum gibi.

Açık pencereden içeri süzülen rüzgâra gülümsedim. O an anladım ki yanımda kim olursa olsun en iyi arkadaşım bu hain rüzgârdı. Anılarım da rüzgâr gibi hain ama bana arkadaş olamayacak kadar kötüydü. Ölmemi bekleyen leşçil bir sırtlan gibi. Gözlerimi kapayıp sabahtan beri zihnimi işgal eden anının dört bir yanımı sarıp canımdan bir parça daha koparmasına izin verdim. Eğer damarlarımdaki kan bir yolunu bulup gün yüzüne çıkacak olsaydı katran olurdu. Katran kadar yoğun, hayatta oluşumun simgesi gibi sıcak.

Odama girmeden hemen önce banyoya geçip duş kabinine girdim soyunarak. Soğuğu sevmeme rağmen sıcak suyu tenimde hissetmek istiyordum. Musluğu sonuna dek sıcağa çevirdiğimde anında ılık akan su bütün bedenimi ıslatmaya başlamıştı bile. Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapayarak sıcak suyun çıplak bedenimden akıp gittiğini hissettim. Yanma hissi omuzlarıma, boynuma yayılmıştı bile. O an ölümü düşündüm. Yanarak ölmek... En acı verici olanıydı. Her ne kadar istesen de buna engel olamıyordun ve dahası o aç alevler bir parça daha koparıyordu teninden, kendisine meze ediyordu bedenini. Önce kıyafetlerin tutuşuyordu, sonra saçlar ve bütün beden yanıp kavrulmaya başlıyordu. Anbean öldüğünü hissediyordun. Eğreti bir tebessümle kıvrıldı dudaklarım. Düşüncelerimin, hatta suyun sıcaklığına rağmen buz gibiydi.

Elim musluğa yönelirken başım öne eğip buhar yüzünden tıkanan ciğerlerime doldurabildiğim kadar havayı doldurup suyu soğuğa çevirdim. Bu gibi su tepemden akıyor, yanan saç derime vuruyordu. Hiçbir şey hissetmiyordum oysaki. Şok etkisi. Bedenime yayılan bu hissizliği duygularıma da uygulamak istedim, ama hislerim o kadar ağır, yoğun ve dipti ki ben bile aydınlığı göremez olmuştum olduğum yerden.

Tutmayan bacaklarımı serbest bırakıp yere oturdum. Her ruh ölümü tadacaktı. Ancak ölümler, bu çöküşler zirveden sonra gelmeliydi, değil mi? Öyleyse niye benim ruhum çöküşe geçmişti henüz zirveyi görmeden? Şimdiden duyuyordum o acı çığlıkları. Ruhum intihar etmişti.

Köşeye çekilip dizlerimi kendime çekerek oturdum, kollarımı dizlerimin etrafına sardım. Başım dizlerime düşerken kapadım gözlerimi. Bedenim akmayan gözyaşlarım yüzünden, bir parça da soğuğun etkisiyle titriyordu. Umursamadım. Kasıklarıma vuran sancı aslında ayaklarımı, hatta bütün bedenimi sıcak tutmam konusunda beni haberdar ediyordu. Oysa kırılırcasına acıyordu kemiklerim, musluğu kapamak için kıpırdayacak güç yoktu kollarımda.

Derin bir nefes alıp suyu kapamak için kendimi zorladım. Bu hareketim yüzünden sızlayan bedenimi göz ardı etmeye çalışmıştım. Olmuyordu. Duvardan destek alarak ayağa kalktım ve havlumu almayı unuttuğum için sadece saçlarımdaki suyu sıkıp çıktım kabinden. Havlu raflarına uzanıp kendi havlumu çekiştirdiğimde diğer havlular da benimkisiyle birlikte üstüme gelmişti. Ruhsuz, tek nefeslik bir gülüşle güldüm bütün havlular üstüme düşerken. Titreyen parmaklarımın arasındaki havluyu sıkıca kavrayıp bedenimi sardım. Havluları toplama gereği duymayarak -bu gücü kendimde bulmadığım için- odama geçtim.

Ivır zıvırların olduğu çekmeceden saç kurutma makinesini alarak yatağa oturdum ve fişi komodinin arkasında kalan prize takıp saçlarımı ruhsuz hareketlerle, sızlayan vücudumla kurutmaya başladım. Şu dünyada en sevmediğim işlerden biriydi saç kurutmak. Kendi kendine de kuruyabilirlerdi, o sıcaklığı başımda hissetmeyi sevmiyordum. Dahası, makinenin sesi uzun bir süre kulaklarımdan silinmiyor; zihnimin üstüne kapkalın bir perde çekiliyordu. Aslında, belki şimdi bu işime yarayabilirdi. Bir şeyleri düşünmemeye ihtiyacım vardı.

Saçlarımı nemli kalacakları şekilde kurutup ördüm ve üstüme kalın, polar kazağımla standart bir eşofman altı giyerek dolabımın arka kısımlarında kendine özgü bir krallıkta taht kuran sıcak su torbasını alarak mutfağa ilerledim. Su ısıtıcısının içine suyu koyup ısıtıcıyı çalıştırdığımda hiçbir değişim olmamıştı. Kaşlarımı çatıp göz kırpan ışığa doğru kaldırdım başımı. Torbayı masanın üstüne bırakıp ne olur ne olmaz diye kilerden mumları çıkardım.

Birkaç kez daha lamba ışığı haylaz oyununa devam edip tamamen söndüğünde çoktan ocağa koyduğum çaydanlıktaki su kaynamaya başlamıştı. Mumun ucunu alevleyip elimi yakmamaya dikkat ederek sıcak su torbasının ağzından çaydanlıktaki suyu boşaltmaya başladım dikkatle. Çaydanlıktan yükselen buhar yüzüme vurduğu için yüzümü buruşturarak yana çevirsem de göz ucuyla torbayı kontrol ettim. Bir de elimi yakmam hiç işten olmazdı. Çaydanlığı ocağa geri yerleştirip ocağı kapadım ve bir elimde mum, diğer elimde sıcak su torbasıyla odama ilerlemeye başladım.

İstediğim tek şey karanlıkta rahat edebilmekti. Susmak bilmeyen iç sesimin ya da vicdanımın susmasını, rahata kavuşmayı istiyordum. Mutluluk, huzur, kalbimi doyuracak şefkat... Bunların hepsi ikinci plan bile olamayacak kadar gerilerdeydi benim için veya ulaşamayacağım kadar ileride. Belki yarın güneş doğmayacak, gün aymayacaktı. Belki yarınlar için fazla geç kalınmış biriydim. Umutlarım, onları kaybettiğim yerden beni selamlıyordu ve hissettiğim tek şeydi yaklaşan karanlık.Yarınları göremiyor, boğuluyordum.

Odamdan içeri girip yatağıma uzanmadan hemen önce mumu komodinin üstüne bıraktım, soğuk yatağın içine, beni ısıtacak olan yorganımın altına sığındım ve mumu üfleyerek söndürdüm. Uyuyabileceğimi sanmıyordum, dahası uyumak istemiyordum. İğrenç kabuslara gebeydi bilinçaltım, belki de çoktan kötülük tohumlarını doğurup filizlendirmişlerdi çoktan. Uyumak istemeyen insanların hayatları mükemmel değildi, yalnız, tuhaf olay şuydu ki: Sadece uyumak isteyen insanların da hayatları mükemmel olamazdı. Öyle bir çelişkinin içindeydim ki, üzerinde durduğum ipince bir ip gibiydi. Hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Kendimi sonsuz uykunun kollarına atmalı mıydım yoksa hala uykusuz geçirebileceğim günler için mi savaşmalıydım? Muamma denizinde yüzüyorduk hepimiz, dibe çekiliyordum.

Doğrulup oturarak sırtımı yatak başlığına yasladım. Perdeyi itip gecenin karanlığına karışan sokak lambasının sahte aydınlığını davet ettim odama. Hiç ikiletmeden ve bekletmeden odamın köşelerine sinen karanlığa karıştı gece, her an biraz daha karardı. "Melankoli, bir kış gecesinin çıkardığı seslerdir." diyordu Virgina Wolf. Gece, kalbimi sızlatıyordu.

Tuttuğum nefesi bırakıp yatakta aşağı kayarak yattım. Dizlerimi karnıma çekerken sırtımı, özellikle de karnımı sıkı sıkıya örttüm yorganla. Gözlerimi kapadım uyuyabilmeyi dileyerek. İyi şeyler düşünmeye zorladım kendimi. Bazen, bazı şeyleri çok sonradan fark ediyordum. Hayatım komple kötü değildi ki, mutlu olabildiğim bir döneme sahiptim ben de; bir zamanlar. Baban öleli uzun yıllar oluyor, dedi bana işkence etmeyi çok seven iç sesim.

Yastığımı çekip başıma bastırdım ve tıpkı başımı bastırdığım gibi beynimin içindeki sesleri de böyle bastırabilmeyi istedim. Zihnim ve ruhumu birbirinden ayırdım kendi içimde. Tıpkı mantığımın çoğu zaman içimin en kuytu köşelerinde tozlanmak üzere bir rafta bekliyor olması, duygularımın her zaman baskın gelmesi gibi bu kez de ruhumu tozlanabilsin; hatta küf koksun diye kaldırdım bir rafa.

Önümdeki altın renkli demir direğe sıkıca tutundum küçük ellerimle. Kahkaha seslerim kulaklarımda çınlıyor, minik bacaklarım ve gövdemle üzerinde durduğum at için fazla küçük dururken düşeceğim diye korkuyordum. Ama o an hiçbir şey eğlenceme ket vuramazdı.

"Anne, bak," dedim neşeli kahkahalarımın ardından, "Çok eğlenceli!" Gözlerim atlıkarınca etrafındaki insanları tararken o tanıdık çehreyi göremedim. Yüzünün iki yanına dağılan kahverengi saçları, altın sarılarıyla parlayan kehribar gözleri,beyaz tenli güzel yüzü yoktu annemin. Annem yoktu.

Kalbimin üstüne daha o zamanlar temellerini atıp yuva edinen hüzne korkum karıştı ve göğsümün sıkıştığını hissettim. "Anne?" Sesim titremişti. Tıpkı karanlıkta yanan ama soğuk esen rüzgar yüzünden sönmek üzere olan cılız bir mum ateşi gibiydi titreyen sesimdeki umut. Annem yoktu. Annem uzun süreden beri hiç yoktu benim için.

Direkte kayan ellerim sanki kurtarıcım yine bu direkmiş gibi çırpınsa da ne bacaklarım daha fazla sarılabildi atın boynuna ne de parmaklarım tutabildi direği. Yere düştüm, daha sırtım ahşap zeminle birleşmeden bağırıp ağlarken. Benim ruhum ilk kez o zaman o kadar yüksekten düşmüştü, ilk kez o zaman parçalara ayrılmıştı kalbim ve bir daha da o kırıkları bir araya toplayamamış, her darbede biraz daha küçük parçalara ayrılışlarını izlemiştim sessizce.

"Anne," diye bağırdı çocuk umudum.

Bulanık bir görüşle yanıma birkaç amcanın geldiğini, atlıkarıncanın durdurulduğunu görmüştüm. Bedenimin havalandığını hissederken sıcak bir sıvı burnumdan akıyordu. Ağladım. İçim paramparça olurken bütün feryatlarımı serbest bırakıp dilediğimce ağladım.

Hiç tanımadığım, kim olduğunu bilmediğim bir adamın kollarında polisler park alanına gelene kadar beklemiş, onun bana uzattığı oyuncaklara dikkatimi verip ağlamayı kesmiştim.Sonraki üç gün boyunca zihnime yer edinen iğrenç anlara tanıklık etmişti gözlerim. Ellerinde kelepçeler olan adamlar, kadınlar... Kiminin üstüne kan vardı, kimininse gülüşlerinde korkutucu bir hava. İnsanlardan uzak durmam gerektiğini o zaman anlamış ama bunu hiçbir zaman hayata geçirememiştim.

Tam üç gün. Koltuk tepesinde, bedenime sardıkları küf kokulu battaniyeyle geçen üç gün. Sonra annemi buldular. Dağılmış göz makyajı, kızarmış gözler... En az makyajı kadar dağınıktı saçları, kıyafeti. Annem darmadağındı, tıpkı ruhu gibi; ruhum gibi.

Sıkışan göğsüm ve boğazıma takılan nefeslerimle irkilerek açtım gözlerimi. Kalbim kulaklarımda uğulduyor, yanaklarım ıslanmış ve üşüyordu. Gözlerimdeki kuruluğa o kadar tezattı ki yanaklarımın ıslaklığı... Uyku mahmurluğuyla burukça gülümsedim. Sıcak nefeslerim duvar gibi dişlerimin üstüne örtülen dudaklarımı. Gözlerimi kapayıp birbirine yapışıp çatlayan dudaklarımı güçlükle aralayarak dilimle kuruluk hissini biraz da olsa giderebilmek için yaladım.

Zihnim hala kabus gibi rüyalarıma sızan anımla doluydu. Hislerim acının yoğunluğuyla kör olmuş gibiydi, duyguya dair ne varsa hepsi kendini bir mahzene kapayıp kilitlemiş; iç sesim bile bir kuytuya çekilmişti. Kendi içimdeki yalnızlıkla baş başa kalmıştım. Yadırgamamam gerekiyordu, çoktan alışmış olmalıydım. Bu kapıdan içeri adımımı attığım an ben yalnızdım. Neden şimdi birilerinin bu yalnızlığı dağıtmasını istiyordum, bunu bekliyordum? Yanlıştı. Bana sürekli acı veren birinin kollarında ağlamam, o kolların beni sarmasını beklemem hastalıklıydı.

Bedenim gibi hasta olan hislerimle alay ettim kendimce. Ölüm adı verilen son buluşun bir kez gerçekleşmesi gerekmiyor muydu? Neydi bu içimdeki can çekişler, acı dolu feryatlar; neyin nesiydi can havliyle beni kurtaracak birilerini arayışım? Bir insan en fazla kaç kere ölebilirdi?

Ayaklarımı yataktan sarkıtıp etrafı inceledim bir müddet. Kapının altından içeri süzülen ışığa baktım asırlar kadar uzun süren saniyeler boyunca. Elektrikler gelmişti, evin içinin ısınmış olması gerekirdi. Uzanıp yatağımın yanındaki peteğe koydum elimi. Petek sıcak olmasına rağmen tenimin buz gibi olmasına şaşırmamıştım. Yağmurda kaldığım için üşütmüştüm, sabah ensemden yükselen yanma hissi zaten bunun habercisiydi.

Bedenimi öne doğru itip yataktan kalktım yorganımı da peşimde sürüklerken, yavaş adımlarla koridora doğru ilerledim. Bacaklarıma ağır geliyordu bedenim. Oysa içi boş bir kabuktan bir farkı da yoktu ama taşıyamıyordu artık. Ruhum nasıl emdiyse bütün enerjimi hiçbir hücremde derman kalmamıştı. Yorgana sıkı sıkıya sarılıp oturma odasına yaklaştığımda kapı çalmaya başladı. Sadece bir gün, diye sitem ettim içimden: Sadece bir gün rahat bir nefes aldırın!

Derin bir nefes alıp bana kilometrelerce uzak gibi görünene kapıya çevirdim bedenimi. Sanki ruhum bacaklarımdan çekiliyordu da bu yüzden üşüyordum. Dudaklarımın ucunda can çekişen, kor kadar sıcak nefeslerim bana işkence ediyordu. Aynı zamanda hem üşüyüp hem de nasıl yanabilirdi bir insan? Sanırım bu sorunun cevabını vermek için dünyaya gelmiştim.

Kapı yeniden çaldığında düşüncelerimden sıyrılıp başımı iki yana salladım ve üşürken sıcak su torbasını almadığıma yanarak kapıya doğru ilerlemeye başladım. Kapı zilinin ısrarcı tınısına bu kez de yumruklar eklenmişti. "Geliyorum," diye bağırdım hastalıktan dolayı kısılan sesimle. Sanırım karşı tarafa kendimi duyuramamıştım, çünkü kapı yumruklanmaya devam ediyordu.

"Geldim. Geldim, patlama!"

Kapıyı, o meşhur sormayı bile çok sonradan hatırlayıp açtım. Herkes olabilirdi: Annem, Hafsa ve Halit Karaer çifti, kızlar, Semih; hatta düşük bir ihtimalle Savaş, Buğra... O an gözümün önünden onlarca tanıdık yüz kayıp gitti, kulaklarım tanıdık isimlerle çınladı.. Ancak hiçbirinde annemin kırığı Yıldıray yoktu. Odağını kaybetmiş gözleri titreyerek beni yakaladığında irkilerek bir adım geriledim kapıya tutunarak. Korkutucu görünüyordu.

"Yasemin nerede," diye sordu görüntüsünün aksine kendinde olduğunu belli eden bir sesle.

Yüzümü buruşturup onu inceledim: Siyah saçlıydı babamın aksine ama esmer sayılamayacak kadar beyaz tenliydi. Duru mavi gözleri vardı: Sade ve kopkoyu mavi bir çift göz. Gözlerinin aksine açık mavi gömleğinin etekleri pantolonunun üstündeydi, uçları kırışmıştı. Kolunu kapı pervazına yaslayıp yüzüme eğildiğinde boyunun da oldukça uzun olduğunu fark etmiş ancak bu hareketi yüzünden rüzgara karışıp burnuma dolan kokudan da içtiğini kendime kanıtlamıştım.

Bir adım geri çekilerek yeterli olduğuna inandığım mesafeyi korudum, çenemi dikleştirdim güçsüz görünmemek için: "Bilmem," diye mırıldandım, "Bunu benim sana sormam gerek, malum, benden daha çok sen görüyorsun onu."

Gözlerindeki parıltı korkmama sebep oluyordu, deliceydi bakışları. Derin bir nefes alıp her ihtimale karşı kapıyı öne doğru ittim kolayca kapayabileyim diye. Dişlerini sıktığını kasılan çenesinden rahatlıkla anlıyordum ve tanımadığım bu adama karşı korkmamam için hiçbir sebep yoktu.

"Onu hiç tanımıyorsun, değil mi," dedi gülerek.

Gözlerimi kısarak karşımdaki yabancı adama bakmaya devam ettim. Bir sır dilimin ucuna kadar yükseldi ve onu kontrol altına almama fırsat bırakmadan kelimelerim dillendi: "Onu madem çok iyi tanıyorsun: O zaman gidip bul. Aramaya Onur Aslan'ın evinden başlayabilirsin." Kapıyı sertçe çarparak kapadım. Öfkeyle titriyordu bedenim. Kendimi hem çok güçlü hem de ölesiye güçsüz hissediyordum.

Yüzümü ellerimle kapayıp sırtımı duvara yaslayarak bekledim öylece. Ellerimin titremesi durmaya başladığında bacaklarımda da yürüyebilecek gücü bulmuştum. Yavaş adımlarla odama geçtim evin bütün ışıklarını kapayarak. Saat on ikiyi geçiyordu, uykumu almıştım ve kendimi uyuyabilecek gibi hissetmiyordum. Ancak bunun yanı sıra soğuk algınlığının getirisi olan halsizliği taşıyordum bedenimde.

Odamdan içeri girdiğimde çalışma masamın üstünde duran masa lambasını yaktım, çantamda duran Limit'in Paragrafın Şifresi test kitabını çıkarak çantamın içini biraz daha kurcalayarak yanımdan hiç ayırmadığım yeşil, uçlu kalemimi de alarak sandalyeye oturdum. Aklımı dağıtmam gerekiyordu, her ne kadar bir oturuşta asla altı yedi tane paragraf testi çözemiyor olsam da bununla uğraşmak zihnimi boşaltmama yardım edecekti. Zihnimin gerilerinde benimle alay eden şırfıntı yanımı pataklayarak susturdum, dikkatimi sorulara yoğunlaştırdım.

Gözlerim zamkla birbirlerine yapıştırılmış gibiydi, açılmıyor; açmaya çalıştıkça canım yanıyordu. Kulaklarıma ulaşan zil sesi zihnimin içinde çınlıyordu ve bu işkenceden başka hiçbir şey değildi. Nefesi yavaşça serbest bıraktım, masadan destek alıp doğruldum. Gözlerimi ovuşturarak -nihayet- açabildiğimde zor bela ayağa kalktım. Yanan gözlerle masaya bakarken dün gece birer birer zihnimi doldurdu: Test çözerken uyuyakalmıştım.

"Neva!" Yerimde sıçrayarak kapıya yöneldim. "Kızım açsana kapıyı, kırdıracaksın bak!"

Semih'in sesine eşlik eden yumruk sesleriyle adımlarımın dengesizliğine aldırmadan kapıya koştum. "Geldim, patlama işte," diye bağırdım koridoru yarılarken.

Kapıyı açtığımda kızgın bir Semih'le karşılaşmıştım. Şaşkın gözlerle ona bakarken beni itip içeri girmesini ve peşinden sürükleyerek nereye gittiğini bilmeden evin içinde ilerliyor oluşunu anlamlandırmaya çalışıyordum. "Semih?"

"Sen neden telefonuna bakmıyorsun?"

Gözlerim biraz daha büyürken kolumu çektim ve elimin tersini Semih'in alnına yasladım. "Sen hasta mısın Semih," diye sordum vücut ısısı gayet normalmiş gibi gelirken. "Hayır, ateşin de yok." Anlamazca bana bakmaya başladığında gülerek iki yana salladım başımı. "Bu sıralar çok... Kızgın? Evet, kızgınsın."

Homurdanarak beni omuzlarımdan tuttu ve çevirdi. "Hadi, gidip giyin. İlge Hoca canımıza okuyacak, en çok da seninkine!" Başımı çevirip omzumun üstünden ona baktığımda devam etti: "Bugün izinliyiz, çalışmaları hızlandırıyoruz."

Sadece bu cevabı bile bütün bedenimin harekete geçmesine yetmişti. Hızlı adımlarla odama geçerek dolabımın kapaklarını sonuna dek açtım. Soluk renkli dar kotumun üstüne kalın, pamuklu, beyaz bir gömlek çekip çabucak üstümü değiştirdim. Saçlarımı üşüyeceğimi bildiğim için salık bırakıp ne olur ne olmaz diye siyah tokamı bileğime geçirdim. Aynadaki aksime bakma gereği bile duymadan masanın üstüne koyduğum kalemle test kitabını yeniden çantama attım. Semih'in homurtularını kapımın kapalı olmasına rağmen duyuyordum.

Çantamı omzuma asarak odadan çıktım. Koridorun ucundan Semih'in bir elini beline yerleştirdiğini, diğerini de kıvırcık saçlarının arasına daldırdığını görmüştüm. İnce koridorun bağlandığı holde volta atıyordu. Dudaklarımda hakim olamadığım minicik bir tebessüm... Yanına gittim. "Geldim işte, çatladın bekleyince." Çantamı ona uzatıp portmantodaki montumu, ayakkabılıkta duran taba renkli botlarımı giydim.

Semih çoktan evden çıkmış, arabasının yanında beni beklemeye başlamıştı. Kapıyı kilitleyerek evden çıktım. O an zihnimde dolanan gulyabanileri de evde bırakabilmiş olmayı diledim. Daha az yorucu, daha çok huzurlu bir güne kucak açabilmiş olmayı...

Şu an ruhumun üstüne örtülü olan dinginlik kadar sakin adımlarla Semih'in yanına doğru ilerledim, arabaya bindim onun gibi. Rahatsızdı, gergindi ve bu beni de kötü etkiliyordu. Kemerimi bağlayıp kemerin el verdiği ölçüde ona doğru dönüp boğazımı temizledim: "Semih, söylemek istediğin bir şey mi var?"

Parmakları boğumlarının beyazlamasına sebep olacak kadar sıkı kavramıştı direksiyonu, başını hafifçe iki yana salladı. "Aslında, senin söylemen gereken bir şey var," dedi bana bakmadan.

Bir müddet cümlesinin ardına saklanmış şüpheli tavrına karışan soğukluğu hazmetmek için bekledim, sonrasında kuvvetlice bir yangın sardı dört bir yanımı. Biliyor olamazdı, kimse bir şeyi bilmiyordu ki? Ali'ye yeterli olduğunu umduğum bir bahane (!) üretmiştim. "Anlamadım," diye sordum tuttuğum nefesi bırakarak.

"Boş ver."

Ve araba yolculuğumuz boyunca ikimiz de tek kelime etmemiştik bu saniyeden sonra. Semih'in iki kelimelik, ima dolu önerisine uyarak boş verdim. Zihnimi bütün olumsuzluklara kapayarak piyano tuşlarıyla buluşmak için sızlayan parmaklarımı birbirine kenetleyerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. Boş ver, diye tekrarladım kendi kendime: Sen de boş verebil artık.

Semih, arabasını okulun önüne park edince çantamı omzuma asıp onu beklemeden indim araçtan. Kapıyı sakin olmasına özen gösterdiğim bir hafiflikte örterek yine Semih'i beklemeden -çünkü birileriyle, hele ki Semih'le tartışmak istemiyordum- okulun içine doğru ilerlemeye baladım. Bu sırada telefonumu çantamdan çıkarıp kontrol edebilme şansım da olmuştu: "21 Cevapsız Arama, 12 Mesaj" Hiçbirisi anneme ait değildi. Onun haricinde Savaş'tan bir mesaj vardı. Sonra okumayı aklımın bir köşesine not ederek merdivenleri tırmandım normal bir hızla.

Okulun kapısından içeri girdiğimde bile duyulan müzik sesine gülümsedim. Kemanın o tiz sesi neredeyse bütün okulu çınlatıyor, Skyfall'un ezgisiyle kuşatıyordu her yanı. Ayaklarım, müziğe itaat ederek beni müzik odasına taşırken Semih'in varlığını hissediyordum. Boş verdim, merdivenleri çıktım bunun yerine. Müzik odası kesinlikle küçük değildi: Okulun en büyük sınıflarından bir tanesinin ve yine aynı büyüklükteki sınıfın yarısı kadarının bir araya gelmesiyle oluşturulmuş gibiydi.

Kapıdan içeri girdiğim gibi hemen sol taraftaki duvara yaslı olan piyano yerinden kaldırılış, erkeklerin yapmak zorunda olduğuna emin olduğum bir düzenin içinde; tam benim duracağım kadar arkada bir yere yerleştirilmişti. Bateri vokal ve gitaristlerin arkasında, tam ortadaydı. Eslem'in mikrofonu en önde, yine Semih'in baterisi gibi ortada duruyordu. Beliz vokallerin hemen çaprazındayken Ayça ve üç arkadaşı da onun arkasındaydı. Gitaristler de benim hemen önümdeki yerlerini almıştı. Klasik bir grup düzeniydi aslında, olması gerektiği gibi.

Eslem yanıma gelip bana sarıldığında benzer bir an gözlerimin önünde canlansa da ses etmeden ellerimi sırtına yerleştirerek sırtını sıvazladım. "Günaydın," diye mırıldandım Eslemin'in kollarından sıyrılırken. "E, başlıyor muyuz?"

Bütün gruptan onaylarca yükselen homurtulara gülerek çantamı askılığın hemen altına bırakarak piyanomun önündeki pufa oturdum. Herkes yerlerini almış, İlge Hoca da içeri girip önümüzdeki sandalyelerden birine yerleşmişti. Derin bir nefes alıp saçlarımı topladım. O sırada duyduğum baterideki hi-hat zilinin sesi kulaklarımı doldurduğunda parmaklarımı önümdeki nota kağıdına bakarak piyano tuşlarında dolaştırmaya başladım.

Skyfall'u en çok piyanonun çoğu zaman öne çıktığı için seviyordum. Bunca zamandır tek başıma hareket etmeye alıştığım için piyanonun çok silik olacağı bir parçada iyi bir performans gösterebileceğimi düşünmüyordum. Piyano tuşlarında dans eden parmaklarım da düşüncelerimi onaylıyor gibiydiler. Gülümseyerek gözlerimi hafifçe kapadım ve sanki Eslem'in sesinin o tınısını soluyabilirmişim gibi derin bir nefesi doldurdum ciğerlerime.

En nihayetinde elektro gitarların ve baterinin sesleri yükselmeye başlamış, bunu ise kemanın o ince yakarışı takip etmişti. Bunca kalın, karakteristik sesin arasında kendine çoktan bir yer edinmişti. Çello'nun da o tok sesini duyumsadığımda gözlerimi açıp yeniden dizeklerde sıralanan notaları takip etmeye başladım. Parmaklarım her yeni notada daha sert basıyordu tuşlara. Sanki sesi yetmiyormuş da onu yükseltebilir, yine tek kılabilirmişim gibi. Gülümseyerek iki yana salladım başımı.

Eslem nakarata girince arka vokallerin sanki biz hiç yokmuşuz gibi yaptıkları acapella çok dikkatli bir şekilde dinlenmediği sürece kendini belli etmiyor ancak bu haliyle sanki apayrı bir enstrümanın sesi gibi duruyordu. Bunun üstünde oldukça ve bensiz çalışmış gibiydiler. Onlara kızamadım, onları yalnız bırakan bendim.

"Where you go I go
What you see I see"

Eslem yeniden sözleri bütün efsunuyla mırıldanmaya başladığında halimden memnunca sırıtmaya devam ediyordum. İlge Hoca hiçbir uyarıda bulunmamış, birimizden birini düzeltmeye çalışmamıştı. Başarıyorduk, bu şekilde devam edip daha da iyi bir performans sergilediğimizde derece yapacağımıza emindim.

Son kez parçanın nakaratına girdiğimizde piyanonun sesi diğer seslerin arasında kaybolmuştu. Hatta öyle ki, bu müzik şöleni Eslem'in gür sesini bile yutacaktı. Omzumun üstünden geriye baktığımda Eslem'in mikrofondan uzaklaşıp şarkıyı bağırarak söylediğini görmüştüm. Tam önüme döneceğim sırada İlge Hoca'yla göz göze geldik. Çok kısa, birkaç saniyelik bir bakışmaydı sadece. Ancak grupla, arkadaşlarımla gurur duymama yetip de artmıştı.

Önüme dönüp son dokunuşları için yeni bir dans tutturdum parmaklarıma. Eslerim şarkıya nokta koymuş, piyanodan yükselen notalar melodilere dönüşerek bu noktayı adeta somutlaştırmıştı. Parmaklarımı bütün piyano tuşlarında dolaştırıp o basit, ancak insanı harekete geçirmeye yeterli olacak ezgiyi sundum son kez. İlge Hoca'nın alkışları bu ezgiye eşlik eti.

"Tebrik ederim, çocukla" diye başladı ayağa kalmış olan İlge Hoca, ayağa kalkmadan onlara döndüm sırtımı piyanoya yaslayarak, "O kadar güzeldi ki! Tamam..." durup düşündü: "Hâlâ üstünde durmamız gereken birkaç konu var. Beliz, çıkışlarına dikkat etmen gerek. Tizlere çıkarken çok sertsin ve Eslem, mikrofonu ya çok uzaklaştırıyorsun ya da çok yakın kullanıyorsun. Sesin parlıyor."

Hepimizi teker teker dolaştı gözleri, eğilip sandalyeden çantasını ve dosyasını aldı, "Diğer hatalarınız çok basit şeyler, el alışkanlığı kazandığınızda ortadan kalkacak türden. Çok başarılıydı, hepinize çok teşekkür ederim."

"Hocam," dedi Mert bir adım öne çıkarak: "Şimdi biz gün boyu izinli miyiz?"

İlge Hoca kapının önünde durdu, bir eli kapı kolundaydı. "Evet, gün boyu izinlisiniz. Tiyatro çalışmaları var, derslere öğretmenlerin gireceğini de sanmıyorum zaten." Ve başka bir şey söylemeden müzik odasından çıktı. Ama, tabii peşinde bir sürü sevinç nidası bırakmıştı.

Gülümseyerek arkadaşlarıma bakarken gözlerim, gözlerini bir an olsun üstümden çekmeyen Semih'e kayınca istemsizce ürpermiştim. Başımı iki yana sallayarak Eslem'in yanına gittim: "Konuşalım mı biraz," diye fısıldadım kulağına eğilerek. Beni onaylayınca arkamı dönüp çıkışa doğru yürüdüm, çantamla montumu alıp sınıftan çıktım.

"Sorun ne," diye sordu Eslem yanıma gelip bana ayak uydururken.

Çantamı bir omzuma atıp Eslem'e çevirdim başımı. "Semih'in neyi var? Çok agresif ve sanki bana kızgın gibi."

Başını sağa doğru yatırdı söylediklerimi tartar gibi. "Sana kızgın gibi?" Başımla onu onayladım, "Onu Buğra'yla konuşurken duymuştum, pazartesi gecesi. Bir de dün mesaj geldi telefonuna, artık ne mesajıysa dersten çıktı."

Gözlerim şaşkınlıkla büyürken parçaları birleştirmeye çalışıyordum. "Son saat mi," diye sordum endişeyle.

"Evet."

Adımlarım birbirine takıldığında düşmek üzereydim, tabii Eslem'e tutunmasaydım. Son anda parmaklarımı kızın koluna mengene gibi sarıp dengemi sağlamayı başarmıştım. Eslem endişeli gözlerle bana bakıyor, küçük bedeniyle ayakta durmama yardım ediyordu. Konuştuğunu görüyordum ama zihnimde az önceki tek kelimelik cevabı çınlarken onu duymuyordum.

"Tamam," diye mırıldandım güç bela fısıldayarak. "İyiyim ben, biraz uyusam iyi gelecek." Ve onu gerimde bırakıp duvardan destek alarak sınıfa doğru ilerlemeye başladım.

Buğra biliyor muydu? Semih'in sabahki ve dün öğlende sergilediği tavrı anlaşılmıştı. Ali'yle konuşmuş olabilirdi. Ali ona yalanımı söylemiş de olabilirdi. Her halükarda iğrenç bir bataktaydım. İki ucu boklu değnek dedikleri bu olsa gerekti. İçimdeki ahlak bekçisi yanım uyanarak bana yalan söylemenin ne kadar kötü olduğunu, bedeline katlanmam gerektiğini söylüyordu. Onlarda sana yalan söyledi, boş ver; dedi sol omzumda oturan minik şeytan ve bir kez daha boş verdim.

Boş bir okul gününün en büyük getirisidir uyumak. Eğer gerçekten uyumak istiyorsam o an olduğum yer hiçbir şekilde uyumama engel olamazdı. Hatta bunun ötesinde, başımı bir yere yasladığım an uyurdum. Tıpkı son derse kadar uyumuş olmam gibi... Eğer Öykü beni deprem oluyor sanmama sebep olacak kadar kuvvetlice itmeseydi uyanacağımı da sanmıyordum da, uyanmıştım işte.

Çantamı omzuma asıp esnerken sol elimin tersiyle ağzımı kapadım: "Nereye gidiyorduk?"

"Şiir dinletisi var, çok güzel şiirler okunuyor." Bu da demek oluyordu ki: Çok amaçlı toplantı salonu.

Önümde yürüyen Öykü ve Ali'yi takip ederken onların birbirine değen ellerine baktım homurdanarak. İkisi de diğerinin elini tutmak için bir hamle yapmıyordu. Hadi, Öykü'yü anladım da, Ali? Uzanıp ikisinin de bileklerini yakalayarak birbirlerinin ellerini tutmalarını sağladım.

"Korkmayın, yemezler," dedim öne doğru eğilip onların duyacağı sesle konuşurken Ali'nin erkeklere özgü kıkırtısı kulağımı doldurmuştu. Buna rağmen yanakları kızaran Öykü'ye gülümseyerek bakıyordum. Arkadaşımı yanağından öperek biraz daha utandırmış oldum ve hemen ayrıldım yanlarından.

Toplantı salonundan içeri girerken alt sınıflardan bir kız Attila İlhan'ın Sisler Bulvarı adlı şiirinin son mısralarını okuyordu. Sesi çatlıyor olsa da vurgu ve tonlamaları iyi olduğu için insanın tüyleri ürperiyordu. Herkes onu alkışlamaya başladığında başıyla salona selam verip geri çekildi. Boş koltuklardan birine yerleşip olabildiğince koltukta kayarak çantamı bacaklarıma bıraktım, telefonumu çıkardım ve Savaş'ın mesajını açtım:

"Çıkışına geleceğim, konuşmamız gerek. -Savaş"

Yanaklarımı şişirip telefonu yeniden çantamın derinliklerine gönderirken bu gizemli "Konuşmamız gerek." mesajlarının aslında ne kadar sinir bozucu olduğunu ve beni nasıl gerdiğini bir kez daha anlamıştım ve bir kez daha gizemden, gizlilikten nefret ettim. Sonra istemsizce dalga geçti iç sesim benimle. Ben çok normal biriydim de (!) karşımdakinden normallik bekliyordum: Bu bile ne kadar dengesiz olduğumun kanıtıydı.

"Yıllar var, o zaman küçüktü göğsün
Boğuşmak bilmezdin bu kuş tüyüyle
Hülyanın ve yazın ve teneffüsün
Sihriyle uyuyan bir kızdın öyle"

Başımı kaldırıp ahşap sahnede olan kişiye baktım şaşkınca. Her zamanki gibi ışıkları bilerek kapalı tutulan, perdeleri çekili olan sahnede sadece bir ışık vardı. Eski edebiyat hocamızın mizah anlayışı yüzünden lacivert olan perdeler onun daha da göz önünde bulunmasına sebep olmuştu. Bir an gözlerimiz buluşur gibi olduğunda arkama yaslanıp kendimi gizlemeye çalıştım.

"Alsan da koynuna seher yelini
Saçının vermezdin ona telini
Elinin üstüne konan elini
Çekerdin ansızın bir ürpermeyle"

Tesadüflere inanmayacak kadar bilinçli, kadere inanmayacak kadar inançsızdım. Peki, neydi bu? Ahmet Kutsi Tecer'in bu dizeleri nasıl günümüze, bize uyabilirdi? Yüzümü kapayıp kızarmamasına rağmen yanmaya başlayan yanaklarımı gizlemek istiyordum. Ruhum kırılmıştı, yeniden.

"Ey şimdi boğulmuş, yorgun, soluyan
Kumral kız! Şu atlas yastığa dayan
O hafif, hülyalı ilk uykulardan
Ne zaman, ne zaman uyandın söyle?"

Ben ne yaparsam yapayım ondan kaçamıyordum. Buğra Aslan zihnime ilmek ilmek dokumuştu ismini, kalbimin kırıklarını bir araya getirip yeniden bozmak üzere toplamıştı bir yapboz gibi, ancak farklı motifler üflemişti bu kez ruhuma. Bunu epey geç fark ettim.

-o-

Şiirlere düşman olabileceğimi hiç düşünmezdim. Aksine, severdim ben şiirleri. Şimdi öyle büyük bir ikilemde yapayalnız kalmış gibi hissediyordum. İnsan şiire düşman olabilir miydi? Olabiliyormuş demek ki.

Derin bir nefes alarak zilin çalmasını beklemeden oturduğum koltuktan kalktım, çıkışa yöneldim. Kulaklarımı dolduran alkış sesleri, sırtımda hissettiğim delici bakışlar... Yorulmuştum, sadece şu son zamanlarda yaşadıklarım bile beni birkaç yıl yaşlandırmıştı. Omuzlarımda varlığını hissettiğim o yük çok ağırdı ve ben onu daha fazla taşıyabileceğimden kesinlikle emin değildim. Ancak yine de titreyen bacaklarıma rağmen yürüdüm. Boş yere mi kürek sallıyordum ondan kaçarak, bilmiyordum. Tüm gücüm bitene, gözlerim açılmamak üzere kapanana ve son nefesim dudaklarımdan süzülene dek kaçacaktım ondan. En büyük temennim, peşimi bırakması olacaktı.

Merdivenleri inmeye başladığımda sesi tüm koridorda yankılanarak kulaklarımı doldurmuştu. Durmak için direnen bacaklarıma daha hızlı yürüme emrini vermiştim. Neredeyse koşarak indiğim merdivenlerin sonunda omzumun üstünden geriye bakınca onu gördüm. Yeniden önüme dönüp ona aldırmadan ancak normal bir hızla yürümeye devam ettim.

"Bekle!" Kolumu yakalayan parmaklarının etime uyguladığı baskıdan haberi yokmuş gibi -büyük ihtimalle- ondan kurtulmaya çalışma ihtimalimi de göze alarak bu baskıyı giderek arttırmıştı. Ancak hiçbir yere gitmediğimi görünce sanki eline yüksek voltaj elektrik çarpmış gibi geri çekildi.

Önce serbest kalan koluma, sonrasında kolumu bırakan eline baktım ve dişlerimi birbirine bastırarak derin bir nefesi doldurdum ciğerlerime. "Ne var? Ne diye bağırıp duruyorsun," dedim beklediğimden daha öfkeli çıkan sesimle.

Gözlerini gözlerime kenetlemiş, öylece bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden, sessizce bana bakıyordu. İki elinin de pantolonunun cebine atarak duruşunu dikleştirdi. Çok farklı, anlamını çözemediğim duygulara ev sahipliği yapıyordu gözleri ve bu beni ürkütüyordu.

"Seninle uğraşacak vaktim yok Buğra. Ne söylüyorsan çabuk söyle," diye direttim.

Çok kısa bir an daha gözlerime baktığında ağzından çıkacak cümleleri tahmin edemiyor olmak beni endişelendiriyor ve heyecanlandırıyordu. Serin bir aralık rüzgârı uğuldayarak kalp atışlarımın yüksek sesini bastırdığında gerginlikten dolayı terleyen avuç içimi pantolonumun kumaşına sürerek temizledim.

"Neva?"

Tek kalp atımlık, göz kırpmalık bir süre, o bir saniye bile belki birçok şeye noktayı koymuştu. Gözlerimi kapayıp tuttuğum nefesi bırakarak bir yenisini doldurdum ciğerlerime, hiçbir şey söyleme gereği duymadım; Buğra'nın da bir şey söylemeyeceğine emindim. Gözlerimi açarak arkamı döndüm ve Savaş'ın yanına ilerlemeye başladım titreyen bacaklarla. Çekiniyor olmama rağmen bakışlarımı Savaş'tan kaçırmazken onun gözlerinin odağında ben yoktum ve Savaş şaşkınlıktan adımı bile unutmama sebep olacak bir şey yaptı: Başını hafifçe öne eğerek Buğra'yı selamladı.

Şaşkınca Savaş'a bakmaya devam ederken gördüklerimi anlamlandırmaya çalışıyordum. Omzumun üstünden geriye bakınca Buğra'nın istifini hiç bozmadığını gördüm. Derin bir nefes alarak önüme döndüğüm sırada Savaş'ın uzun, ince parmakları avuç içime kaydı ve parmaklarını parmaklarıma dolayarak beni nazikçe yanına çekti.

Kalbim dizginlerimden kurtulup dört nala atmaya başladığında tarifi imkansız olan bir ürperti sardı bedenimi, yakıcı bir tat boğazımdan yukarı yükseldi; kalbimin ezildiğini hissettim. Yanlıştı bu, Savaş gibi güzel kalpli biri benim elimi tutmamalıydı. Ancak elimi hemen şuracıkta çekemezdim. Buğra'nın karşısındayken bunu yaparsam Savaş incinebilirdi. Bu yüzden Savaş'ın beni yönlendirmesine izin verdim.

Okulun bahçesinden çıkmış, kaldırımda; diğer öğrencilerin arasında yürümeye başlamıştık. Hâlâ elimi tutuyordu ve ben kendimden utanıyordum. Kaldırımın bitişindeki arayı döndüğümüz durarak onun dikkatini çekmiş, ancak konuşacak gücü kendimde bulamadığımdan birbirine kenetli gibi duran ellerimize indirmiştim bakışlarımı.

"Elini tutmamdan rahatsız oluyorsun," diye sordu meraklı ama kırgın bir ses tonuyla.

 Boğazımı temizleyerek inatla kaçındım gözlerine bakmaktan: "Öyle değil."

İki parmağı çenemi kavrayarak yüzümü, gözlerimi görebileceği şekilde yukarı kaldırdı gülümseyerek. "Buğra'yla ne yaşadığını merak ediyorum, ama öğrenmek istemiyorum, Sarı." Gözlerinde anlayışlı bir ifade, dudaklarında şefkatli bir tebessüm vardı. "Sadece, canını yaktığına eminim. Ama canının yanmasına izin vermeyeceğim artık. Sana kardeşim Selin'i anlatmıştım."

Gözlerimi kaçırarak başımı salladığımı hatırladığımı kabullenirce, "Evet," diye mırıldandım güçsüz sesim bir parça minnete büründüğünde: "Hatırlıyorum."

"Eğer o gün elini tutabilseydim belki de hayatta olurdu, bunu da öyle düşün; olur mu?" Sanki kendini küçük bir çocuğa anlatmaya çalıyordu, öyle bir hali vardı. Her kelimenin üstünde özenle durmuş, kaşlarını havaya kaldırmış; söylediği bir kelimeden sonra yüzümdeki değişimi izlemişti. "İçimi rahatlatabilmek için."

Aldığım derin nefesi bırakarak başımı salladım. "Eğer seni mutlu edecekse..." Ama o bir şey söylemedi, dudakları biraz daha kıvrıldı yukarı doğru ve yürümeye devam etti. Başım öne doğru eğik, sessizce onu takip ediyordum. İçimde anlam veremediğim bir boşluk hissi... Savaş'a bunu yaşatmamam gerektiğini biliyordum ve bu kendimi iğrenç hissetmeme, kendimden nefret etmeme sebep oluyordu. Bir kez daha kendime, aklımı allak bullak eden Buğra'ya lanet ettim o an.

"Neden bana kızmıyorsun," diye sordum aklımı kurcalayan sorulardan birini dillendirerek.

Omuz silkti hafifçe ve boy avantajından yararlanarak ban tepeden baktı buruk bir tebessümle: "Kızamıyorum." Şaşkınca ona baktığımı görünce dudaklarında tebessüm büyüyerek samimi bir gülümseme halini aldı, yanağındaki gamzesi gün yüzüne çıktı. "Ayrıca kızmak istemiyorum. Hem, senin hayatına damdan düşer gibi giren bendim, beni öylece kabullenmeni bekleyemem."

"Nasıl bu kadar iyi niyetli..." durup doğru kelimeyi bulmak için düşünmeye başladım. Bir süre meraklı gözlerle ve sebatla beni beklediğinde bile dudaklarındaki gülümseme silinmemişti. "Ve anlayışlı olabiliyorsun?"

Parmaklarımı kavrayan parmaklarının tutuşu sıkılaştı, sakin bir gülüş sesi duyuldu sonrasında. "Çünkü istediğim şeye ulaşmam için sabretmem gerektiğini biliyorum."

Kalbim yaramazlık yapıp hızlanırken boğazımı temizledim kendime söz geçirmek için çabalayarak. Doğrudan önümdeki yolu izledim dudaklarım kıvrılmak üzere yer çekimine meydan okumaya başladığında, "E," diye mırıldandım. "Gitmiyor muyuz?" 

Aniden durunca onunla birlikte durmak, hatta durabilmek için omzuna çarpmak zorunda kalmıştım. Sol elinin parmaklarını ensesine doğru kaydırıp uzun saçlarının arasından geçirerek ensesini kaşıdı. "Aslında," diye başladı sözlerine,vereceği tepkiyi kestiremediğinden olsa gerek dikkatle beni izliyordu. Boğazını temizledi. "Evden gitarımı almam gerek, önce eve uğrasak senin için sorun olur mu?"

Kaşlarım çatıldığında bir süre düşündüm, sonrasında omuz silkerek hafifçe gülümsedim. "Sorun olmaz." Başıyla beni onayladığında onun yönlendirmeleriyle yürümeye başladık.

Sessizce ilerlediğimiz yolda birbirine kenetli ellerimiz kendimi kötü hissetmemi engelleyemiyor, aksine kötü olan her düşüncemi biraz daha körüklüyordu. Derin bir nefes alıp yüzümü sıvazladığımda az önceki kısa diyaloğumuz yoğunlaşarak buzdan bir kütle halini aldı ve zihnimin içine bir bomba misali düşüp patladı.

"Size gidiyoruz," diye sordum neredeyse fısıltı gibi çıkan sesimle. Kaşlarım şaşkınlığım yüzünden yukarı doğru meyil almış, yüzüm sanki onunla bir sırrı paylaşıyormuşum gibi hafifçe öne eğilerek ona yaklaşmıştı.

Omuz silkti gülümserken, sonra birbirine kenetli ellerimi kaldırdı bir şeyleri göstermek için, "Eh, seni bırakamayacağıma göre?"

"Savaş," diye sitem ettim son hecedeki a harfini uzatarak. Ancak o beni dinlemiyor, hızlı adımlarla yürümeye devam ederken beni de peşinden çekiştiriyordu. Artık, dışarıdan bakıldığında nasıl duruyorsak yanımızdan geçen büyük çiftler -muhtemelen evli olanlar- bizim bu halimize gülüyordu. Hemen toparlanıp adımlarımı onunkilere uydurdum ve yanında yürümeye başladım. "Pisliksin."

Gülümsemesi genişlerken kaşları çatılmıştı. "Buyurun, benim?"

"Öküzlük de var anlaşılan," derken gözlerimi kısarak ona bakmıştım.

Gülerek başını iki yana salladığında dudaklarından o erkeklere has olan kıkırtının boğuk sesi yükselmişti. "Senin gibi hanımhanımcık bir kıza hiç yakışmıyor bak, benden demesi."

Çocuk gibi dil çıkarmamak için dilimi ısırırken buruşturduğum yüzümle ona bakıyordum. "Aman! Gören de karşında küçük kız var sanacak." Yüzümü ondan tarafa çevirip elimi parmaklarının arasından kurtarmaya çalıştım. Üstelemeyip elimi bıraksa da sağ kolunu omzuma dolayarak beni kendisine doğru çekti ve dudaklarını saçlarıma yasladı. Gülüşünün sıcak nefesini, öpüşünün yumuşak dokusunu hissettim saç tellerimde. Kollarımı göğsümde bağlayıp başımı hafifçe öne eğerek gülüşümü gizledim.

Yüzü saçlarımdan geri çekilse de varlığının sıcaklığı hala benimleydi. Tuhaf bir histi. İstemsizce Savaş'ın yanında hissettiklerimle Buğra'nın üstümde bıraktığı etkiyi karşılaştırıyordum. Birbirine benziyorlar mıydı? Hem evet hem de hayır. Güven duygusu ikisinde de vardı: Buğra'da daha hastalıklı, Savaş'ta daha huzur vericiydi. Onun yanındayken ruhumun dinlendiğini hissediyordum bana iyi geliyordu. Ya Buğra? O tamamen madalyonun karanlık yüzüydü benim için.

Derin bir nefes alıp başımı hafifçe kaldırarak Savaş'ın yan profilini izlemeye başladım. Ne çok dar ne de çok geniş olan bir alnı vardı, ikisinin de tam ortasındaydı. Daha iyi fark etmiştim ki kesinlikle zayıf sayılmazdı. En azından yüzü, yanaklarında çukurlar oluşmayacak kadar topluydu. Elmacık kemikleri fazla belirgin değildi, buna rağmen tamamen kendini belli eden bir çene yapısına sahipti. Ela-yeşil alaca gözlerini çerçeve gibi saran gür, koyu sarı kirpikleri vardı. Burnu birçok insanın kıskanmasına sebep olacak kadar düzgün, ancak hafif kemerliydi.

"Geldik aslında biliyor musun," dedi bana tepeden bakıp gülerken. Sol yanağındaki gamzesi olduğu gibi ortaya çıkmıştı dudaklarındaki çarpık gülüşü sayesinde. "Yavaş yürüdüm ama sen fark etmedin."

Kirpiklerimin altından onu izlerken söylediklerini anlamam biraz uzun sürmüştü. Konuşabilmek için ağzımı açsam da bir şey söyleyemeyip utanarak geri kapadım, boğazımı temizledim. "Fark etmemişim," diye mırıldandım. Önüme dönünce gerçekten de bir evin önünde durduğumuzu fark etmiştim. Salaklığıma küfürler ederken Savaş çoktan kapı zilini çalmıştı.

Çok değil, birkaç saniye içinde kapıyı orta boylu bir kadın açmıştı. Hafif tombul yüzünde beliren şaşkın tebessümüyle bizi karşılarken gözleri oğlundan çok benim üstümde kilitlenmişti. Heyecanlandığımı hissederken samimi olduğunu umduğum tebessümümle esmer kadına karşılık verdim. Savaş boğazını temizleyince kadın başını iki yana salladı, "Hoş geldin kızım," dedi neredeyse şakıyarak, "Neva'ydı, değil mi?"

Tam o sırada yutmak üzere olduğum tükürük genzime kaçma kararı alıp beni boğarken bir elim boğazıma gitmişti. Savaş'ın annesi neredeyse koşarak içeri girdiğinde Savaş'ın bir kolu kuvvetlice belime dolanmıştı. Endişeli sesini işitiyordum, fakat onu sakinleştirmeye çalışmak şöyle bir kenarda dursun; nefes bile alamıyordum. Kadıncağız Savaş'ın ellerine bir bardak tutuşturunca kendi ellerimi bardağın etrafına dolayarak birkaç yudum su içtim.

Ilık su boğazımdan geçerken bir rahatlık bütün bedenimi ele geçirmişti. Bardağı dudaklarımdan uzaklaştırıp derin bir nefes alarak gözlerimden akan iki damla yaşı elimin tersiyle sildim, sonrasında durumun komikliğine güldüm.

"Kusura bakmayın, korkuttum sizi de," diye mırıldandım hâlâ acıyan boğazıma rağmen. "Hiç beklemediğim bir soruydu." Başımı hafifçe iki yana salladım ve geniş bir gülümsemeyle Savaş'a sırıtırken az önce neredeyse boğulmama sebep olan soruyu cevapladım: "Evet, Neva." Yeniden Savaş'ın annesine döndüğümde onun da dudaklarında geniş bir gülümseme vardı. "Siz de Savaş'ın annesisiniz?"

Başını hızlıca aşağı yukarı sallayarak beni onayladı. "Aslı."

"Memnun oldum Aslı abla." Yaşını bilmediğim ve ona nasıl hitap etmem gerektiği ise tamamen aklımı karıştırdığı için kurtarıcı abla sıfatını kullanma gereği duymuştum. Anlaşılan, başarılı bir seçim yapmıştım. Çünkü Aslı Hanım'ın yüzündeki gülümseme daha da büyümüştü.

Savaş boğazını temizleyerek aramızda geçen bakışmayı kesti. "Ben gitarımı alıp geliyorum," dedi bana hitaben. "Sen de kızı boğmaya çalışma fıstık." Eğilip annesini yanağından öptü ve büyük adımlarla içeri girerek gözden kayboldu.

Aralarındaki bu samimi diyalog içimdeki özlemi körüklemiş, ruhumun üstüne kalın bir hüzün bulutu sinmişti. Babamı çocukken çok kez öpmüştüm, hayal meyal hatırlıyordum bunları ama annemle olan anılarımızın hepsi kötü sonluydu. Ya duygularım ölüyor ya da umutlarım intihar ediyordu o anıların sonunda. İç geçirerek gözlerimi kaçırdım.

"Savaş senden çok bahsetmişti," dedi Aslı Hanım dikkatimi dağıtarak, "Vallahi ne yalan söyleyeyim, artık seni tanıyorum desem yeridir kızım. Maşallah, pek de güzelmişsin."

Yanaklarım ısınırken içten bir tebessümle gülerek öne eğdim başımı. Utanmıştım ama bu utangaçlık iltifat almaya alışık olmadığımdandı. "Teşekkür ederim," diye mırıldandım sessizce. Bu sırada Savaş üstünü değiştirmiş, soluk renk bir kotla ceketinin içine asker yeşili bir gömlek giymişti. Omzuna astığı gitar çantasının askılıklarını tek eliyle kavrayıp çantayı desteklerken yeniden annesini yanağından öptü ve dışarı çıkarak elimi tuttu.

"İstediğin bir şey olursa bana mesaj atarsın, gelirken alırım," dedi annesine göz kırparak, daha sonrasında beni peşinden sürükleyerek yürümeye başladı. Omzumun üstünden arkamı dönüp Aslı Hanım'a el salladım kısaca.

"Demek annene benden bahsettin," diye takıldım Savaş'a. "Bu arada annen çok tatlı bir insan," dedim yarı yarıya ona dönerek.

Omuz silkerken o da gülüyordu. "Sormuştu, ben de anlatmıştım."

"Ne sormuştu?" Şaşkınlıktan kocaman açılan gözlerimle ona bakarken aklımdan geçen düşünceler iyice heyecanlanmama sebep oluyordu. "Savaş," diye kızdım ona. Kısık sesli kahkahası neredeyse boş sokağı doldururken ona kızgın kalamayacağımın bilincinde olarak yüzümü ondan tarafa çevirdim. "Sen dalga geç ancak..."

Çay bahçesine yaklaşıyorduk. Evlerimiz çay bahçesine de, birbirlerine de yakındı. Gülümsememi bastırıp göz ucuyla ona baktığımda benim onu izlediğim gibi onun da beni izlediğini fark etmiştim, bir şey söylemeyip ona bu mahremiyeti sağladım. Tuhaf olan duygulardan biri de buydu: Onun bakışları beni rahatsız etmiyordu, ancak normal şartlar altında bunu bir başkası yapıyor olsaydı kavga bile çıkarabilirdim.

En nihayetinde çay bahçesinden içeri adımımızı atmıştık. Aralık soğuğu yüzünden bahçe kullanılmıyor, bunun yerine bir kısmı kafe gibi kapatılan portatif alan kullanıyordu. Savaş elini belime indirmiş, bir adım önünde yürümeme sebep olacak bir şekilde beni yönlendirmeye başlamıştı. Sanırım bu da sahiplenme duygusuydu. Daha önce sadece piyanoma karşı beslediğim türden...

Hava hafiften kararmaya başlamış, güneş tüm kızıllığıyla geri çekiliyordu. Bir masayı gözüme kestirerek Savaş'ın elini tutarak o masaya doğru yürüdüğümde hiç zorluk çıkarmadan beni takip ediyordu. Etraftaki birkaç meraklı göz bize dönmüş pür dikkat bizi izlemeye başlamıştı. Onları görmezden gelmeye çalışarak boş sandalyeye yerleştim ve Savaş da yanıma oturdu gitar çantasını masanın kenarına koyarak. Bir garson hemen yanımıza gelerek Savaş'a başıyla selam vermiş ve gülümseyerek bana dönmüştü.

"Ne alırdınız," diye sordu rutinini gerçekleştirerek.

 Buraya ilk geldiğim ve her geldiğimde severek içtiğim çayı sipariş etmiştim, yanına da Savaş'ın ısrarıyla bir dilim ıslak kekle ev yapımı olan patlıcanlı poğaçalardan almak zorunda kalmıştım. Bizim çekişmemiz sırasında garson çocuk bıyık altından sırıtarak bizi dinlemişti ki bu da utanmama sebep olmuştu. Garson çocuk uzaklaşırken botlarımın ucuyla Savaş'ın dizine vurdum çok hafifçe "Hainsin sen ya, yemeyecektim ben bir şey."

Homurdanarak göz devirdi: "Hiçbir şey yemiyorsun zaten, Neva."

Çenemi sal elime yaslayarak onun taklidini yaptım boğuk çıkan sesimle: "Hiçbir şey yemiyorsun zaten, Neva." Kurduğum cümledeki bütün sesli harfler kalınlık-incelik durumlarına göre o-ö halini almıştı. Berbat bir taklit olmasına rağmen onu güldürmüştüm.

Birkaç dakika içinde bir tepside siparişim gelince doğrudan çay bardağını kavradım iki elimle de, ısınabilmek için. Hava epey soğuktu. Savaş gözlerini dikmiş önüme bırakılan tabağa bakıyordu. "Onların hepsi bitecek."

"Tamam anne," dedim gözlerimi devirerek sitem ederken, "Hepsi bitecek, söz. Ama sen ikisinden de birer yudum alırsan," diye ekledim yüzümdeki sinsi ifadeyle.

Kaşlarını çatarak bana bakıyordu, kabul etmeyeceğini düşünüyordum, oysa o; beni şaşırtarak kekten ve poğaçadan bir yudumcuk almayı kabul etti. "Bunlar bitecek küçük oyunbozan." Hafifçe burnumun ucunu sıkıp geri çekilmek üzereyken elinin üstüne vurdum ve gözlerimi kısarken dilimi ısırdım. "Sensin oyunbozan," diye söylendiğimde arkasını dönmüş, çantasına elinde tutarak kendi taburesine ilerliyordu. O sırada gözüme çarpan krem renkli, cilalı gitar bir parça da olsa şaşırmama sebep olmuştu. İkinci gitar kim içindi ki?

Bir ayaklık alıp çantasından çıkardığı lacivert elektro gitarı ayaklığa yerleştirdi, taburesine oturarak akustik gitarı sol dizine yasladı. Hemen önünde durak mikrofona sağ elinin üç parmağıyla vurarak ses kontrolünü yapmıştı. Anlaşılan ikisi de kendisi için, diye geçirdim içimden ve Savaş hoş geldiniz temalı konuşmasını yaparken poğaçayla keki bitirmiş, çayımı içerek onu dinlemeye başlamıştım.

"Bugün sizlere kendim bestelediğim, paylaşmaktan çekinsem de yine sizinle paylaşma kararı aldığım bir şarkımı okuyacağım," dedi boğazını temizledikten hemen sonra. "Taşı gediğine yerleştirmek için, birebir." Kaşlarım çatıldığında o bana bakıp göz kırpmıştı. "Tüm aşıklara ve aşık olunanlara gelsin." Baş parmağını üstteki tele yaslayarak iki parmağını tellerde gezdirdi ve başka hiçbir tele basmadan şarkıyı söylemeye başladı.

"Uzun zamandan beri uyuyan kalbimi uyandırdın
Şimdi yeni bir aranje defteri lazım, iki ortalı
Sen beni öptükçe yaz'ıcam yeni aşk şarkıları
Ve sadece, senin için"

Çay bardağını tutan elim donmuş, bardak öylece dudaklarımda kalmıştı. Kulaklarım beni eve bırakırken bana söyledikleriyle çınlıyordu. "Yeni şarkılar öğrendim, hatta beste yapmaya çalıyorum," demişti. Kalbim boğazımda atarken titremeye başlayan elimi bardaktan uzaklaştırdım. "Sadece sana söylemek istediğim onlarca şarkı var."

 Bir anda hayatıma girdin, kalmadı aklım başımda
Şimdi yalnız uyuyamaz oldum yatağın bir kenarında
Belini kavramak çok güzel konunu alırken boynundan
Şunu bil ki, seni seviyorum"

Nefesim boğazımda tıkanırken ne yapacağımı bilemeyerek öylece dinlemeye devam ettim. Gitarın sesi bütün bahçeyi doldurmuş ve bu sesi Savaş'ın farklı tınılı sesi eşlik ediyordu. Savaş gitar tellerine bakmıyor, gözlerini üstümden çekmiyorken etraftaki insanların da bakışları arada bir bana kaymıyor değildi ve bu daha çok utanmama sebep oluyordu. Oysa hiçbir şekilde dışa vurmuyordu duygularım, tepki veremiyordum.

"Artık gitme, yanımda kal
Artık gitme, benimle kal
Seni düşünerek gitar çalmak ne kadar da güzel"

Elindeki gitarı yere bırakıp hemen yanında duran elektro gitarı kucağına çekerek mikrofona yaklaştı: "Bak şimdi." Ve daha önce onda hiç görmediğim bir efsunla gitar çalmaya başladı. Elektro gitarın büyülü sesi dinleyenlerin kulaklarına dolarak onları uyuşturuyordu, tıpkı beni uyuşturduğu gibi. Derin bir nefes alarak ona bakmaya devam ettim: Başını hafifçe öne eğerek uzun, sarı saçlarının yüzünü perdelemesine izin vermiş, tüm dikkatini gitarda toplayarak solo kısmı çalıyordu.

"Artık gitme, yanımda kal
Artık gitme

Kal burada yatalım, bu akşam birlikte
Gitme"

Savaş gözlerini gözlerimden çekmeden ayağa kalktı. Etraftaki insanların tezahüratları, alkışları kulaklarıma doluyor; uğultu olarak kalıyordu. Lacivertin tonlarını taşıyan elektro gitarını sandalyenin üstüne bırakırken akustik gitarını kontrol etmeyi de ihmal etmemişti ama hâlâ gözlerinin odağında ben vardım ve mantıklı düşünemeyecek kadar şaşkın, müziğinin etkisiyle sarhoştum. İşin kötü tarafı, birçok duyguyu aynı anda yaşıyordum.

Söylediği şarkının sözleri kulaklarımda çınlıyordu, korkuyordum. Silkelendim kendime gelebilmek için. Savaş'sa bana doğru yaklaşmaktaydı. Derin bir nefes alarak yüzümü sıvazladığımda ortamdaki havanının ciğerlerime yetmediğini, daha fazlasına ihtiyacım olduğunu fark etmiştim. Tam sandalyeye oturmak üzereyken ayağa kalktım. "Dışarı çıkalım mı?"

Şaşkın gözleri üstümdeydi, yanmaya başlayan yanaklarımı gizlemek için başımı öne eğdim saçlarımın uzun olmasına sevinerek; sakin adımlarla çıkışa yürümeye başladım. Beni takip ettiğini biliyordum, hissediyordum da bunun ötesinde. Kapıdan dışarıya adım attığım gibi sırtımı ve bıçak gibi keskin havayı soludum genzimin yanmasına aldırmadan.

"Kendini bir şeyler hissetmek ya da söylemek zorunda hissetme çünkü değilsin."

Başımı salladım onaylayarak. "Üstüme alınmalı mıyım?"

Gülüş sesi kulaklarımı doldurunca gözlerimi açarak ona baktım. "Sadece sana söylemek istediğim onlarca şarkı var," diye mırıldandı sanki hatırlamıyormuşum da hatırlatması gerekiyormuş gibi.

"Savaş," diye söze başladım ancak elini kaldırıp susmamı sağladı. Sessizce ona bakarken konuşmasını bekledim, belli ki daha söyleyecekleri vardı.

"Sen benim için farklısın, Neva. Senin yanında kendim gibi hissediyorum ve bu bana iyi geliyor." Derin bir nefes aldı, "Kalbin kırık, biliyorum. Sana göre bir daha eskisi gibi de olmayacak ama ya ben çok iyi bir tamirciysem?"

Doğrudan gözlerime bakıyordu, kaçışım olmadığının bilincindeydim. Tüm cesaretimi topladım: "Kimseye inancım kalmadı artık, Savaş, kendime bile güvenemiyorum ki ben. Özellikle sen değil, etrafımda görüp görebileceğin herkes... Onlara da güvenemiyorum. Sana haksızlık ediyor gibi hissediyorum ve bunun için kendimden tiksiniyorum."

"Üstesinden gelebiliriz." Elimi tuttu sıkıca, "Seni hiç bırakmayacağım, Sarı."

Babam gitmişti. İlk yüzüstü bırakılışım buydu, sanırım. Annem zaten en başından beri olmamıştı yanımda. Sonrasında başkalarına bunun için fırsat vermiş ve yine, yeniden yüzüstü bırakılmıştım. Bu, artık hayatımın rutini olmaya başlamıştı. Kaybettiğim insanlar hayatımdakilerden daha fazlaydı. Arkadaşların var, diyordu içimdeki iyimser taraf. Ancak kötülük kokan nefesim bile o iyimser yanıma, kendi çıkarları dahilinde olsa bile hak veriyorken bundan başka şansım olmadığını hissediyordum.

Parmaklarımı parmaklarına kenetleyerek gözelerine baktım ve Savaş Yiğit'i bütünüyle hayatıma dahil ettim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top