ilk nota ♫ ♪
Merhaba arkadaşlar. Öncelikle bu kurguyu çok severek yazıya geçirdiğimi söylemek istiyorum. Umarım sizler de beğenirsiniz, yorumlarınızı benden eksik etmezseniz gerçekten çok mutlu olurum! Bu bölüm için yazarken dinlediğim iki parça var:
1. Cem Adrian-Sen Ağlama
2. maNga-Alışırım Gözlerimi Kapamaya
3. Ane Brun - To Let Myself Go
Keyifli okumalar. ^^
Birinci Bölüm ♫ ♪
Her birine binlerce kez basmıştım bu tuşların. Her seferinde binlerce duyguyu tatmıştım. Basılan aynı notayken her zaman, bir sonraki seferinde daha bir aşkla çıkmıştı melodiler. Daha bir bağlayıcı...
Gözlerimi kapayarak melodilerin içimi titretmesine, kalbimi okşamasına izin verdim. Parmaklarım, yerlerini ezbere bildiğim tuşlarda dans ediyor; babamın bana ilk ve tek öğrettiği hüzünlü ezgileri teker teker işliyordu notalara. Bu melodiler babamın annem için bestelediği ninniydi. Her bir nota biraz daha geçmişe götürdü beni. Henüz bir çocukken, henüz küçük bir kız çocuğuyken; babamın peşinden koşuşturmalarımı anımsadım. Bir piyanistin kızı... Mutluydum o zamanlar. Babam yanımdaydı. Anılarımın hepsi, hatırladığım kadarıyla hepsi, zihnimi işgal etmeye başladığında önce bir damla ve arkasından bir zincir, bir sicim misali süzülen yaşları engellemedim. Öldüğü günü hatırladım. Tam da istediği gibi, bir piyaniste yakışır bir şekilde vermişti son nefeslerini. En zoru da yanında olmam ve yaşımdan dolayı hiçbir şey anlamamamdı. Küçücük bir puf koltuk, eski bir piyano ve biz: Babam ile ben. Ellerim ellerini bulduğunda ancak ne kadar soğuk olduklarını fark edebilmiştim. O uyanana kadar yanında bekleyecek, uslu bir kız olup babamı uyandırmayacaktım. Sonra... Bana onun asla uyanmayacağını söylediler.
Şimdi bile dün gibi zihnimdeydi her şey, hâlâ o kadar tazeydi. Evimizin sıcaklığına rağmen kapı altlarından, pencere pervazlarındaki boşluklardan kendine yer açarak içeri sızıyordu tüm soğuk. Gülüşlerimde küçük yaşımın her şeyden bihaber oluşunun tatlı esintisi vardı. Minik parmaklarım piyano tuşlarının üstünde geziniyor ama yanımda babam olmadığından onlara basma cesaretinde bulunmuyordu. Sabırsız bünyem bu yalnızlığa daha fazla dayanamayıp beni harekete geçirdi: Koşarak banyonun önüne gittim ve kapılı kapıyı yumruklamaya, babama seslenmeye başladım. İçeriden gelen sifon sesi babamın az sonra dışarı çıkacağını haber verdiği için heyecanla geri çekilmiştim ki hemen ardından kapı açılmıştı. Hiç vakit kaybetmeden hafif bedenimi kucaklayıp havalandıran babama sımsıkı tutunmuştum. Ellerime teninin teri bulaşmıştı, ensesi sımsıcaktı. Anlamamıştım.
Piyano çalması konusundaki ısrarlarım olumlu sonuç vermişti, babam beni kucağından indirdiğinde artık piyano önündeki pufa oturuyordum. Yanımda babam, önümüzde piyanomuz... Hayal gücümün genişliğine rağmen hayatımda en büyük yere sahip üç renk vardı: Beyaz, siyah ve maun ağacı rengi. Piyano ahşabının hafif kızıla çalan renginin az sonra ne kadar anlamlı bir hale bürüneceğine bizzat ilk elden tecrübe edecektim.
Babam, bana kendi -benim için- bestelediği ninniyi çalmaya başladığında ona baktım hayranlık dolu gözlerle. Her bir adımı, nefesiyle kendime örnek aldığım tek kişiydi. Hayata tutunuşu, bakış açısı, sevgisi... Saçlarının sarısından bir tutamı kendi saçlarıma çalmıştım, gözlerinin derin yeşillerine bulanmıştı gözlerim bir parça. Elimde olsa onun bir kopyası olmak için her şeyi yapabileceğim kadar yoğun bir hayranlıktı bu, saf sevgiden çok daha öteydi. Bir nebze hastalıklıydı hatta, hastalıktı.
Babamın öksürük sesini işitince irkilmiştim, sadece kısa bir süre sonrasında babamın bedeni piyanonun üstüne düştü. Tuşlara binen ağırlık yüzünden korkutucu yükseklikte bir ses doldurdu odayı. Kulaklarımı kapamıştım, şaşkınca babamı izliyordum ama uyudu sanıyordum. Zaten günler ve geceler boyu hem çalışıyor hem de bana bakıyordu. O yorulmayacaktı da kim yorulacaktı? Sesimi çıkarmadım, babam uyanmasın ve güzelce dinlenebilsin istedim. Hem böylece beni daha çok parka götürebilecek ve birlikte daha çok piyano çalabilecektik. Bu sebeple de uslu bir çocuk olup babamı izledim uzun uzun: Bana arkası dönüktü, sarı saçları dalga dalga parlıyordu başında. Etrafına ışık saçıp sıcaklık yayan Güneş gibiydi babam, benim için. En çok beni ısıtıyordu.
En azından tam da o güne kadar.
Daha rahat uyuyup dinlenmesini istediğim için bir yatağa yatması gerektiğini düşünüyordum. Bu yüzden babamın çıplak koluna dokunmuştum, teni çok soğuktu. Yerimden korkuyla inip onun etrafında dolaşarak hayranı olduğum yüzüne baktığımda dudaklarından sızan kırmızı sıvıyı seçmişti gözlerim. Gözleri bana bomboş bakıyordu. Titremeye başlayan bedenim öylece düştü ayakucuma, daha fazlasına dayanamamıştım. Kirpiklerim sanki yer çekimiyle bir anlaşma imzalanmış gibi inatla örtülmüyordu. Orada, belki de saatlerce, babamın can ışığı sönmüş gözlerini neredeyse hiçbir hayat belirtisi vermeden izlemiştim. Korkunun ne denli kesif bir duygu olduğunu öğrenmenin bir yaşı yoktu, korkunun bir büyüklüğü de yoktu. Orada küçük bedenimin çok bir şey vardı ki o da ölümdü. Gözlerimin önünde ve babamın gözlerindeki ölüm. Kalbimin kabullenemediği ama zihnimin çok iyi bildiği bir eylemdi o an. Korkuyordum, üşüyor ve ağlamak istiyordum ancak yapabildiklerim çok daha sınırlıydı: Orada öylece durup babamı izlemiştim. Sanırım babam da beni izliyordu, eğer öyle bir ihtimali varsa.
Son dizeye girdiğimde dudaklarımdan kaçıp kurtulmak için çırpınan hıçkırıklarımı bastırdım ve başımı geriye doğru yatırıp gözlerimi kapayarak derin bir nefes aldım. Her bir melodide içimde biriken nefret akıyordu. Tazeleniyor, temizleniyordum. Yeni duran yaşlarım için tam şükretmek üzereyken içimi saran hüzün bulutuyla yeniden birer damla yuvarlandı yanaklarıma. Sanki hiç sonu yokmuş gibi yerlerini yenileri alıyordu. Bir hıçkırık en nihayetinde kaçabilmişti benim sımsıkı örtülü dudaklarımdan. Hıçkırıklarım ucunda hançer taşıyan birer naif el gibiydi, bu kadar can yakacağını asla hayal etmediğim ama boğazımı hiç tereddüt etmeden kesip geçen... Gözyaşlarım fiziki olan bu acıya sıkı sıkıya tutunup bu kez onların arkasına saklanarak yanaklarımdan süzüldü.
Cenaze töreninde herkesi siyahlar içinde görünce mavi elbisemi giyebilmek için ağlamıştım. Benimle baş edemeyeceklerini anladıklarında kimse giyeceğim şeye karışmamıştı. Küçük kalbime, aklıma ve fikrime sığmayan o koca ölümü kabullenemek istemediğimin en bariz örneği üzerimdeki elbiseydi, zaten bir şeyi kabul ettiğimiz an onu bir daha hayatımızdan asla çıkaramazdık. Babamın parmaklarını aralarında hissetmeden uyuyamadığım sarı saçlarım lüle lüle iniyordu omuzlarıma, yanaklarım sanki babamın tüm yaşam sevincini emip sömürmüşçesine pembe pembeydi. Babam karşımdaydı, gülmüyordu. Dayanamayıp ona uzanarak dudaklarının kenarını yukarı çekiştirdim gülümsemesi için, bıraktığımda yeniden eski haline dönmüştü. Bu kez uyandırmaya çalıştım, uyanmadı. Uyansa, beni görse karşısında hemen gülümseyecekti biliyordum.
Ağladım, onu sarstım. Defalarca kez... Saçlarını bile çekiştirdi parmaklarım ama babam hiç kıpırdamadı yerinden. Uyanmamıştı.
Birileri beni çekip almıştı babamdan. Çığlıklarım evimizin salonundan taşıp sokağa ulaşıyordu ama içim, içimde tıkalı kalmıştı temeli son derece sağlam atılan bu koca acıyla. O gün öğrenmiştim ki ölüm, sadece bedenleri değil; ruhları da yutan bir çukurdu ve içine düşen bir daha ışığı göremiyordu. Babam, ölmüştü. İşte o an kabullenmek zorunda kalışımın ağrısı filizlenip çiçek açmıştı en fazla yumruğum kadar büyük olan kalbimde.
"Hayat bir bayır gibidir güzel kızım. Yokuşun ne kadar dik olacağı senin yanlışlarına bağlıdır." Babamın, hafızamdan tamamıyla silinmek üzere olan sesini duymaya başladığım kritik anlardandı. Yanlışlarım... Benim yokuşum. Dudaklarım acıyla yukarı kıvrıldı.
Hayat ne kadar adaletsizdi, değil mi? En sevdiklerimiz yanımızda olurlardı, mutlu olurduk. Doyasıya mutlu olurduk ve en mutlu olduğumuz anlardaysa onları bizden geri alırdı. Zaten sonrasında hesaplaşmamız, hatalarımız başlamaz mıydı? Hep yalnız olduğumuz zamanlarımızda iç sesimizin en acımasız yanı bizi gafil avlamaz mıydı? Bir insan en çok gece vaktinde vicdanıyla yalnız kalırdı, gece çöktüğünde başlardı tüm hesaplaşmalar. Tıpkı ceviz kurdu gibiydi vicdan; kurt, cevizin içine girebileceği kadar kabukta bir delik açar ve bunu başardıktan sonra içten içe cevizi yemeye başlardı. Yedikçe şişmanlar, karnı büyür ve içeri girdiği delikten çıkamaz hâle gelirdi. Bunun daha da ötesinde ceviz, içi yenildiği için kuruyup sertleşmiş; kabupu kırıp deliği genişletmek imkansız hâle gelmiştir. Kurtçuğun yapabileceği tek şey zayıflamayı beklemek olduğundan bekler, bekler, bekler... ta ki tekrar eski hâline gelene kadar sürer bu. Açlıktan eski hâline dönen kurtçuk delikten çıkabilecek duruma gelmiştir ama artık mevsim birmiş ve geride aç bir kurtçukla içi boş ceviz kalmıştır. Vicdan tam olarak bu ceviz kurdudur, insanı içinden yer ve işi bittiğinde artık içi boş bir kabuktan farkımız kalmaz.
Düşüncelerim beynimi bir pelteye çevirmeye başlarken silkelenip kendime gelmek adına boşuna bir çaba harcadım. Böyle olacağını her ne kadar biliyor olsam da yine de vazgeçmedim.
Boğazımı hâlâ rahatsız eden hıçkırıklardan kurtulmak için yutkundum ve son notaları sertçe bastım. Derince fakat asla yetmeyen bir nefesi ciğerlerime doldurduğumda içimde tuttum bir müddet. Sonra yeniden babamın sesini işittim. Ne zaman üzülsem aynı şeyi duyuyordum: "Sen ağlama kızım. Sakın ağlama." Ellerimi tuşların üzerinden çekip gözyaşlarımı sildim, olduğum yerde oturmaya devam ettim.
Acı bir gülümseyiş daha geçti dudaklarımdan. Her gün, her fırsatta piyanomun başına gelir ve kendimi bulurdum. Biraz daha kendim olurdum. Babam düşüncelerimde yaşarken ben biraz daha onun kızı olurdum. Üzerinden onca yıl geçmesine rağmen hâlâ normal hayata dönememiş, çevreye adapte olamamıştım ve hatta geçmişe saplı kalan zihnim yüzünden işler hep daha da zorlaşmıştı benim için. O gün, kâbuslarıma dek giriyor ve bana sadece bir şeyi mırıldanıyordu: Sen yaptın.
Parmaklarım sırasıyla bütün piyano tuşlarının üzerinde gezindi. Dışarıdaki hayatla yüzleşme vakti, diye geçirdim içimden ya da iç sesimdi kulaklarıma bu cümleyi fısıldayan ancak ne olursa olsun, dışarıdaki hayat ürkütücüydü. Oysa mecburdum, acım hâlâ ilk günkü gibi taze olsa da yeni değildi ve ben yaşamaya mecburdum, geride kalan herkes gibi. Zoraki hareketlerle oturduğum koltuktan kalktım. Sakin adımlarla müzik odasından dışarıya çıktığımda koridorda olan herkes başlarını çevirip bana bakmaya başlamıştı. Alışmıştım bu tepkilerine, ne kadar beni sevmeseler de çoğu için müziğim uyuşturucu gibiydi ki bu da yüzlerinden bu oldukça rahat okunuyordu ama hepsinin gözlerini beni gördükleri andan itibaren alay bürümüştü. Zaten insanları acizleştiren de ön yargıları değil miydi?
Bir müddet daha benden iğrenen insanların gözlerine, gözlerinin en içine baktım hiç çekinmeden. Sonrasında bir rutini gerçekleştirerek kimseye bir şey deme gereği duymadan koridorda ilerlemeye başladım. Hâlâ sakindi adımlarım, bacaklarımın beni taşımasına izin vermekten öte gelişigüzel yürüyormuş gibiydim; tamamen bilinçsizce. Bahçeye çıktığımda hiç vakit kaybetmeden çimenlik alana doğru yürüdüm. Çoğu kez dedikodu malzemesi olduğumdan insanların aç bakışları üstümdeydi. Kimse yokmuş gibi gözüme bir ağacı kestirdim ve o ağacın altına oturdum. Gözlerimi sıkıca kapayıp başımı ağacın sert, kalın gövdesine yasladım bedenimle birlikte. Duygularım yine beynimle kötü bir oyun içerisindeydi, üstüne üstlük tüm zihnimi kontrol ediyordu.
Küçükken her şeyi nasıl da kusursuz görürdük. Her şey iyi, her şey güzel... Kimse kötü değildi o minik tozpembe dünyalarımızda. Şimdi ne kadar eksiksem o zamanlar o kadar bütündüm. Gözyaşlarımın gözlerimi yeniden rahatsız etmeye başladığını hissederken kendime kızdım. Ağlamayacaktım. Etrafta başkaları varken ağlamamalıydım. Bana açlıkla bakan insanlara beni alay konusu etmeleri için daha çok malzeme vermeyecektim.
Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanırken gözlerimi yavaşça aralayarak okulun bahçesine baktım. Tabii yeniden bana tüm art niyetiyle bakan insanları görmem kaçınılmaz olmuştu. Dudaklarımdan dökülen tek nefeslik gülüşe tutundum sıkıca. Annem sağ olsundu, bu hâlde olmamın en büyük ve tek sebebi oydu. Lisedeki ilk yılımı kendi imkanlarımla tutturduğum orta düzeyli bir Anadolu Lisesi'nde bitirmiş, yıl sonunda müzik öğretmenim Sevde Hanım'ın ısrarıyla katıldığım müzik yarışmasında kendi hakkımla birinci olmuştum. Sonra ne olduğunu anlamadan kendimi bu kolejde bulmuştum ki sanırım bunda biraz (!) annemin parmağı vardı.
İçime çöreklenen sıkıntıyla tuttuğumu çok sonradan fark ettiğim nefesimi bıraktım ve ani bir hareketle oturduğum yerden kalktım. Gözlerini hâlâ üzerimden çekmeyen birkaç kişiye aldırmadan dosdoğru sınıfa ilerlemeye başladım. Daha dersin başlamasına biraz zaman olsa da bulunduğum hiçbir yerde rahat hissetmediğim için nerede olduğumun bir önemi yoktu. Sınıfa girdiğimde herkes yerine oturmuş, hocayı bekliyordu. Sakinliğini geri kazanmış olan adımlarımla öğretmen masasını takip eden sıradaki üçüncü sıraya, kendime zimmetlemem gereken sıraya yerleştim. Okul başladığından beri kaç sınıf değiştirmiş olsam da yerim belliydi, cam kenarındaki üçüncü sıra: Ne çok arka taraf ne de çok ön. Arada kalmış, diye mırıldandım gülümserken. Tamamen bir şeylere ait olamayan, kendine yer edinemeyenlerin yeri ya da sınıfa veya bulunduğu sıraya bütünüyle hâkim olmak isteyenlerin yeri.
Birsen Hoca kapıdan içeri girip her zamanki aktifliğiyle ve heyecanıyla bize geometri anlatmaya başlarken gözlerimi camdan dışarıya çevirip gökyüzünü izlemeye koyuldum Birsen Hoca dersinde ses çıkartıp dersi kaynatmadığın sürece sessiz durup ders dinlememene karışmayan öğretmenlerdendi, konuya müthiş derecede hâkim olup dersi anlatamayanlardan ki kendisi de bunu bilir, bunu söyledi. Bu yüzden sınav kâğıdında gösterdiğimiz ekstra çabalar, doğru formülü yazabilmek gibi, bize not olarak geri dönerdi. Açıkçası bu; benim için mükemmel bir hazine, ganimetti çünkü geometri bilgim iki boyutlu şekillerin içine daire girene kadar idare edebileceğim düzeydeydi.
İçimde geometriyle ettiğim kavgayı bitirdim, lisenin ilk yılında sınıfta kalma riskim olduğu dönemde ağlaya ağlaya hazırlandığım sınavlar gelmişti o an aklıma: İlk matematik sınav sonucumun yirmi dört olması gibi.
Uyursam işiteceğim azarı az buçuk bildiğim için çantamdan, geçenlerde kafamı dağıtmak için çıktığım bir yürüyüş sırasında rastladığım sahaftan aldığım Damızlık Kızın Öyküsü'nü çıkardım. Aldığım günden beri okumaktan çekindiğim, elimde sürünen bir kitaptı. Beğenmemekten değil, öğreneceklerimden çekindiğimdendi elimde böyle sürünmesi. Sanki Offred'in hikâyesini öğrenince tüm dünyaya kusacağım öfkenin boyutu beni korkutuyordu, yine de kaçmaktan vazgeçmem gerektiğini bildiğim için arka yüzde beni bu kitabı almaya iten sözün üstünü okşadım usulca: "Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu." Derin bir nefes alıp arkama yaslanarak okumaya kaldığım yerden devam ettim, ders bitip başka bir derse girsek de yapacağım tek şey okumak olacaktı.
Okul son sürat sıkıcılıkla devam etmiş, en nihayetinde bitmişti. Fırsat buldukça kitabımı okuduğum, hocaların takıntılı olduğu derslerde kitabımı bırakıp aldığım notları toplayarak çantama koydum kitapla birlikte ve sıranın altındaki test kitaplarımı da çantanın içine tıkıştırdım çok da dikkat etmeden. Çantamı omzuma astığım gibi hızlı adımlarla sınıftan dışarı çıktım, insanlar konuşuyordu. İnsanlar hep konuşurdu zaten, bilmedikleri şeyler hakkında yorum yapmayı sever ve bunları üretip değiştirerek herkese yayarlardı.
Koridordan geçerken gözlerimin önünde geçen sene canlanıyordu. Her şeyin açığa kavuştuğu, hayatımın mahvolmaya başladığı ve babamın eksikliğini tam anlamıyla hissettiğim o yıl... Benim için mükemmele en yakın düzeyde geçen onuncu sınıfın peşini tam bir kâbus takip etmişti. Bu okulda olmam için bana burs veren ve çeşitlik imkânlar sağlayan Onur Aslan'la annem arasında kimsenin hiçbir koşulda onaylamayacağı bir ilişki olduğunu öğrenmiştim. Onur Aslan evli ve bir çocuk babasıydı, çocuğuysa bu okulda benimle doğru dürüst arkadaşlık kuran tek kişiydi. Buğra Aslan. Çoğu kez düştüğümde hiç sormadan elimden tutup kaldırmış, inatla kalkmadığım her an diz çöküp yanıma oturmuştu. Şimdi ise tam karşımda yer alıyordu, hem de başıma gelen her kötü şeyden kendisini sorumlu tutabileceğim kadar karşımda. Her şeyi tüm sınıfın ortasında bir bir yüzüme vurduğunda ölümü, sanırım ilk kez o zaman kelimenin tam anlamıyla düşünmeye başlamıştım. Bunu düşlemiş de olabilirdim tabii. Sonuç değişmiyordu, bu koridorda her şeyi altüst eden çocukla defalarca kez dedikodu malzemesi olmuştuk. Ağır sözler, birbirimize zarar vermek istediğimiz uzun soluklu tartışmalar... Şimdi o anları hepsi bir bir gözlerime doluyor, boğazıma asılan bir halat gibi rahatsız ediyordu etimi ve o halatın her an biraz daha sıkılaştığından bahsetmeme gerek olduğunu da sanmıyordum.
"Ne kadar da rahat bu kız?"
"Ben onun yerinde olsaydım şimdiye bu okuldan kaydımı aldırmıştım."
"Nasıl da dimdik yürüyor!"
"Acaba o da mı öyle?"
Ve ben, çoğu zaman olduğu gibi dedikoduların ilk hedefiydim -tabii onlara göre bunun oldukça geçerli bir sebebi vardı. Onların her zaman geçerli bir sebebi olur. Olduğum yerde durdum, topuklarımın üstünde geriye dönerken onları duyduğumu fark etmiş olacaklar ki sesleri kısılmış; hatta konuşmayı bırakmışlardı. Arkamdan konuşup bunları yüzüme söylemeye zerre cesareti olmayanlara nefretle bakıyordum. Tıpkı onların bana baktıkları gibi, tiksiniyordum onlardan. Yarım ağır bir gülüşle dudaklarım kıvrıldığında başımdan aşağı bir kova kaynar su dökülmüş gibi yanıyordu ensem, şu an kendimi herkese kadar tutabilecek kadar güçlü hissediyordum. "Yeter," diye bağırdım en sonunda kendimi dizginlemeyi bırakarak: "Yüzüme söylemeye cesaretiniz yoksa arkamdan da konuşmayacaksınız!" Birkaç sinen kişi, korktuğunu belli eden gözler, alayla gülenler... Güvendikleri biri vardı ve o -tüm bu dedikoduların başlamasına sebep olan kişi- kalabalığın arasından bana doğru ilerliyordu.
"Gittikçe dillenmeye mi başladın sen?" Alayla bana bakıyordu. Yaşanan olayların üstünden bir yıl geçmesine rağmen hâlâ gözlerindeki saf nefretin tek odağı bendim.
"Sen de kendi işlerini başkalarına yaptırmaya başlamışsın gördüğüm kadarıyla," derken çenemi dikleştirmiş, ona meydan okumuştum. Daha önceki seferlerde yaptığım gibi, büyük ihtimalle bu da sonuçsuz kalacaktı.
Güldü. Tek nefeslik, soğuk ve arsız bir gülüştü bu. Buram buram tehlike kokuyordu gülüşü ve deliliğin sınırlarında, bununla birlikte öfkeyle ışıldayan gözleri kısıldı. "Bakıyorum da biri sizin konuşmanızdan rahatsız oluyor," diye arkasındaki kalabalığa seslendikten sonra ilk önce onun, hemen ardından diğerlerinin dudaklarından alaycı bir gülüşme geçti. Kahkahaları tüm bu konuşulanlar çok komik bir mevzuymuş gibi büyüdü.
Kanımın kaynamaya, yanaklarımın yanmaya başladığını hissediyordum. İçimdeki kasırgalara rağmen dingin hareketlerim öfkemin ne kadar kuvvetli olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Öfkeyle yanıp kavruluyordum. Buğra Aslan, ikimizin de zararlı çıkacağı bir kavganın içine doğru sürüklemişti beni.
"İki yıldan beri beyinsizlerin konuşmasından nefret ettiğimi anlayamadın mı," diye sorarak beklentiyle gözlerine baktım ancak cevap vermesine fırsat vermeden devam ettim: "Ah, hayır," sonra durdum, düşünür taklidi yaptım bir müddet. Sanki aklıma bir fikir gelmiş gibi genişçe sırıtarak "Anlayabilmen için beyninin olması gerekirdi," dedim. Sanırım buna altın vuruş deniliyordu. İnsanı öldüren, kanını tüketen son dokunuş. Kahkahaların susup şaşkınlık uğultularının arttığı an zafer gülümsemem dudaklarımda yer edindiğinde usulca arkamı dönerek yürümeye başladım. Birkaç adım ilerlemiş, hatta çıkışa yaklaşmak üzereydim ta ki sert bir el kolumu tutup beni yerimde sabitleyene kadar. Gözlerimi sıkıca kapayıp öfkeyle derin bir nefes aldım.
Bu fazla tanıdık bir andı. Kaç kez aynı sahneyi yaşamıştım? Kulaklarım, ilk söylediği gün nasıl kırdıysa şimdi de gururumu kıran o sözleriyle dolmuştu: "Annenin yanına, ona yardıma mı gidiyorsun küçük fahişe," diye fısıldamıştı yüzüme doğru. O an için onu kimse duymamış olacak ki herkes pür dikkat bizi dinleyip izlemeye devam etmişti merak içinde, belki bir şeyler duyabilmek umuduyla.
"Sarışın olduğunu her zaman unutuyorum, Neva," dedi dudaklarındaki alaycı gülümseme ve söylediği cümlenin altında buram buram kokan argoyla.
Tuttuğum nefesimi bırakarak güldüm. En az onun kadar alaycı olabilirdim, en az onun kadar dengesizdim çünkü. Başımı hafifçe geriye yaslayarak yeşilin en koyu tonlarına ev sahipliği yapan gözlerine diktim bakışlarımı. "Senin gibi piç kurularını becermiyorum canım, korkmana gerek yok," demiştim damarına basmak isteyerek, o zamanlar ağzımdan çıkacak cümleleri çok da önemsemezdim. "Aynaya bakıyor gibisin," dedim yine cümlelerime önem vermeyerek, tek istediğim söylediklerinin canımı yakmadığını göstermekti ve bunu yaparken ne kadar iğrençleşebilirsem o kadar iğrençleşirdim onun bana geldiği şekilde. Tek yapmam gereken ona, onun davranışlarına ayna tutmak; bana yaptıklarından etkilenmediğimi açık seçik ortaya sermekti: Bunu yaparken fiziki özelliklerimle dalga geçecek olsam, iğrenç ön yargıları dilime meze edecek olsam bile durmayacaktım.
Gözlerinde çakan şimşekler ürkütücüydü. Nedenini bilmediğim bir şeyler vardı onda, onu ürkütücü kılan bir şeyler. Ama bu karşı çıkışım onu keyiflendirmekten öte daha çok kızdırmıştı. Bozuk sinirlerim beni deli gibi kahkaha atmaya zorlasa da kendimi frenlemeyi bir şekilde başarmış, ifadesiz gözlerle ona bakmaya devam etmiştim.
"Fahişe olduğunu inkâr etmiyorsun yani?" Sorusu o gün ona son söylediklerime takılmayıp onları bana geri itmek için kullandığı bir silah oluvermişti bir anda. "Kendini görüyorsundur." Hareketsiz dudaklarım hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. İçimdeki acıyı bastırıp her şeye, ona inat gülümsedim. O küfür edebiliyorsa benim de kendimi sakin olmak için zorlamama gerek yoktu. Ağzımı bozarak konuştum: "Öyleyse sen de bir piç kurususun," diye savuşturmuştum onun küfrünü, şimdiyse kelime oyunlarıyla yetinmek zorundaydım: "Aslında, kendi kendine konuştuğunu düşünüyordum."
Çenesi kasılmış, nefret dolu gözleri kısılmış ve -sanki dahası mümkün olabilirmiş gibi- daha çok nefretle dolmuştu. Korkmam gerekirdi, belki, oysa korkmuyordum. Şu dünya üzerinde korkacağım hiçbir şey yoktu, tıpkı kaybedebileceğim bir şeylerin olmaması gibi.
"Haddinden fazla cesursun. Dikkatli ol," derken dişleri arasından konuşmuştu. Onun da geçmişi hatırladığına, hatta benimle tam olarak aynı anı hatırladığına kalıbımı basardım. Güzel, diye geçirdim içimden: Biraz da başkaları kahrolsun öfkeden. Onu alt ediyordum, kelimelerle yeterince iyi savaşamıyordu. Söylediklerim, duyduklarımın canımı ne kadar yaktığı önemsizdi bu durumdayken; onu alaşağı ettiğim sürece.
Bana yaptıkları zihnime birer birer dolarken kendimi sakinleştirmeyi bir kenara bırakıp içimde patlamak üzere kabaran kahkahayı koyuverdim. İsterik, boş bir kahkaha... Herkes bana delirmişim gibi bakıyordu. Haklılardı da, delirmek üzere olduğumu hissediyordum en derinlerde. Her hücremde kaynıyordu delilik. Az sonra kıyametin eşiğinde oturup ayaklarımı Araf'ta sallandırıyor olacaktım.
"Neye güveniyorsun sen böyle," diye sordu Buğra iyice sinirlenerek ancak kahkahalarımı durduramıyordum. Gerçi, durdurmak istediğim de söylenemezdi. Yılların birikmişliği vardı içimde.
Aniden arkamdaki sert, pürüzlü duvarı hissettim sırtımda. Gözlerim acıyla kısılırken kahkahalarım bıçakla kesilmiş gibi son bulmuş, isteri krizim henüz yeni başlamış olmasına rağmen sonlanmıştı. Omuzlarımdaki keskin bir sızı sırtıma yayıldığında yanağımı ve açık saçlarımı okşayan rüzgârı hissettim, hemen ardından duvardan gelen tok sesi duydum. Canımın acısıyla dolan gözlerime lanetler yağdırıyordum sessizce. Kimse bir şey yapamıyor, bir şey söyleyemiyordu; hemen şuracıkta beni hırpalamaya devam edip bunu bir üst seviyeye taşısa bile kimse kılını kıpırdatmayacaktı. Ruhuma bir parça korku çalınırken inatla çenemi dikleştirdim. Gözlerimin yaşlarla parladığına adım gibi emindim ve bunun yanlış anlaşılmasını istemiyordum, bu yüzden sıkı sıkıya tutunduğum nefretle bakışlarımı Buğra'ya diktim.
"Canını yakacağım," diye fısıldadı tehdidi kadar sakin bir sesle. "Kimsenin yapamadığı kadar kıracağım seni."
Daha fazla kırılacak bir şey kalmamıştı.
Ellerimi yumruk yaparak tırnaklarımı etime gömdüm. Beni fazla hafife almamalı, kendini küçük dağların yaratıcısıymış gibi görmeyi bırakmalıydı. "Aynı şekilde karşılık alacağını unutma sakın," dedim onun gibi fısıldayarak.
Durulduğunu hissediyordum. Yüzüme yakın olan yüzü, yanaklarıma vuran nefesi... Gözlerinde anlamını çözemediğim duygular volta atarken huzursuzca olduğum yerde kıpırdandım. Gülümsedi, alaycı haline bürünmüştü yine. Rahatsız olmam onu eğlendirmiş olsa gerek, gülümsemesi büyüdü. Yine de çok fazla uzatmayarak benden biraz uzaklaşırken ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesimi verdim ve yerine bir yenisiyle doldurdum ciğerlerimi. Bir iki adım daha geri çekilip arkasını döndü, okul çıkışına doğru ilerlemeye başladı.
"Söyle o kuklalarına benim hakkımda konuşup durmasınlar!" Bağırdım arkasından bu sefer, kimseyi umursamadan gür bir sesle.
Olduğu yerde durup omzunun üstünden bana baktı kısaca, nihayetinde gözlerini benden ayırıp etraftaki insanlara çevirdi bakışlarını. İşte bu kadardı, sadece bir bakışıyla bütün sesleri kesmişti. O an statü denilen şeye biraz daha lanet etmiştim, belki de bu küfürleri içimden değil de dışımdan söylemeliydim? Bu düşüncemle bir kez daha kahkaha atıp Buğra'yı çıldırtmamak için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalmıştım. Komik ve sinir bozucuydu, bir parça da absürt.
Duvardan uzaklaşıp yeniden fısıldamaya başlayan insanlara aldırmayarak tüm soğukkanlılığımın biriktiği sakin adımlarla okuldan çıktım. Serin hava yüzüme sertçe çarparken gözlerim yanıyordu. Adımlarımı bir an olsun yavaşlatmadan kaldırımda ilerlerken çarptığım insanlara özür dileme zahmetine girmemiştim. Zaten herkesin bir acelesi vardı, kimse kimseye aldırmıyordu. Ellerimi üstümdeki hırkanın ceplerine yerleştirerek minibüs duraklarına doğru ilerlemeye devam ettim. Soğuk büsbütün üstümdeki kumaş parçalarıyla savaşarak etimi kesiyor, tenimin açıkta kalan kısımlarını yakıyordu fakat şikâyet edecek durumda da değildim. Düşünmemi engelliyordu ki bu benim için daha çok minnet duyacağım bir girişimdi. Düşüncelerimi tümüyle bastırmayı öğrenememiştim, çoğu zaman bu isteğimden daha baskın gelerek beni alaşağı ediyorlardı.
İnsanlar arasında kendime yer açıp kulaklığımı çıkararak kendime bir şarkı açtım. Amacım kendimi yatıştırmaktan çok haklı olan yanımı duyduğum öfkeyle beslemek olduğu için elim piyano klasiklerine gitmemişti. Kulaklarıma dolan basgitar ve baterinin sert vuruşları gözlerimi kapayıp nihayetinde derin bir nefes alabilmemi sağladı. Omuzlarımda, sırtımda kendini yeni yeni hissettiren ağrıyı göz ardı edip kendimi Harun Tekin'in sesine emanet ettim. Şarkı sözlerinin düşüncelerimle bu denli uyumlu olması sinir bozucu bir şekilde gülümseyip keyif almamı sağlıyordu. Şarkıyı sürekli moduna alıp hiç bıkmadan dinlemeye devam ettim.
Bir derdim var artık tutamam içimde
Hiç anlatamadım, hiç anlamadılar
Herkes neden düşman, herkes neden düşman
Bak bu son perde oyun yok bundan sonra
Işık yok hiç bir şey yok
Bir derdim var artık tutamam içimde
Bir süre daha minibüsün gelmesini beklemiş,sonrasında kısa bir yolculuk geçirmiştim hiç oturmadan. Evim okula yakındı, minibüsle yarım saat süren bir mesafedeydi. İstanbul trafiğine bakılacak olursa bu bulunamayacak bir nimet bile sayılabilirdi. Minibüsten inip kasım yağmurunda ıslanarak aheste adımlarla kaldırımda yürümeye başladım. Yağmuru severdim. Kapalı havaları, sonbaharı ve serin rüzgârları... Her an yağmur yağacakmış gibi duran karanlık bulutlardan yayılan kasvetli havanın içime aktığını ve içimde var olduğuna inandığım boşluğu doldurduğunu hissediyordum. Yağmur güzeldi, tenime her değdiğinde bir cızırdama sesi duyar gibi olurdum. Sanki tüm zehirler açılan gözeneklerimden taştığı an yağmur damlaları tarafından yok ediliyordu, temizlenmek gibi... İnsanlar yaş aldıkça bu his köreliyordu üstelik, birbirimizi ya da kendimizi her nefeste daha fazla zehirleyen varlıklardık ve bir süre sonra yağmur damlaları bile bizi arındıramıyordu.
Kapının önünde durup içi dağınık çantamı kurcalayarak güç bela bulduğum anahtarla kapıyı açarak içeri girdim. Bir ses duymayı bekliyordum, hırkamı portmantoya asarken sessizce hareket ettim bu yüzden. Oysa annem evde yoktu. Şaşırmamıştım, buna alışmaya başladığımda on iki yaşımdaydım. Tüm günümü okulda geçiriyor, sonrasında kalmayan dermanımı saklandığı yerden çıkarmaya çalışarak evde karnımı doyurup ders başına geçiyordum o zamanlar. Eve geç saatlerde gelen annem için yemek hazır, ev temiz oluyordu. Her gün hiç şaşmadan bu rutinle ilerlemişti çok uzun bir süre boyunca. Yaşıtlarım dershane yollarını aşındırırken ben, babamın satılan piyanosunun üzüntüsüyle savaşıyordum.
Daha fazla oyalanmak yerine sık adımlarla sağ tarafımda kalan ince koridoru geçerek odama attım kendimi, ıslanan kıyafetlerimi kurularıyla değiştirdim. Düzen sorunları olan biri değildim ancak dağınıklıktan haz ettiğim söylenemezdi ve ev, içinde oturabilmek için fazla dağınıktı. İlk sıraya odamı koyarak evi toparlamaya başladım.
Uzun bir zamandır o kadına anne demiyordum, diyemiyordum. Tamam, içimden bunu söylüyor; ona böyle hitap ediyor olabilirdim. Yani ne olursa olsun o benim biyolojik annemdi. Olmasaydı. Ama dünyaya gelirken bize bir seçim hakkı tanınmıyordu. Bununla baş edebilecek kapasitede biriydim ben. Sonuçta, eğer var ise, tanrı omuzlarımıza kaldırabileceğimizden fazlasını yüklemezdi. Yine de yükümün ağırlığıyla ezildiğimi hissediyordum. Yaşadıklarım konusunda her zaman fazla bencildim ben, belki de bu yüzdendi bu kadar yoğun hissetmem tüm duyguları. Her şeye rağmen bu kadarının beni yavaş yavaş aşmaya başladığının bilincindeydim. Tarif etmeye kalkarsam bu ezilme hissini, tüm kaburgalarımın bana işkence eden bir yavaşlıkla kırılmaya başladığını söylersem var olan abartılarımın üstüne bir yenisini eklemiş olmayacaktım. Bununla birlikte, acıdan ölmüyordu insan. Belki de kendi elleriyle mezarını kazıyor, nefesleri tükendiğinde hâlâ üstünü toprakla örtmemişse onun yerini bir başkası devralıyordu. Herkes kendi kendini öldürüyordu ama ben kendimi öldüremiyordum. Hangisi daha iyiydi? Buna, şu ana kadar hiç cevap verememiştim.
Düşüncelerimi kalın ve tozlu perdelerin arkasına saklayıp temizliğe devam ettim hiç hız kesmeden. Çok büyük olmasa da iki kişi için epey geniş sayılacak bir evde oturuyorduk, bu yüzden yorgun bedenle yapılan temizlik hepten çile haline geliyordu. Derin bir nefes alıp yorgunluktan çığlık çığlığa bağıran uzuvlarıma itaat ederek kendimi en yakınımdaki tekli koltuğa bıraktım. Yan bir şekilde oturduğum koltukta bacaklarımı kolçaktan sarkıtarak gözlerimi iyi bir uyku çekebilmek için yumdum. Geçmişim, güzel anılarım esir almıştı zihnimi ama evren benimle alay ediyordu. Ne zaman rahat edecek olsam bir şeyler buna mani oluyordu, olmak zorundaydı. Sırf bu yüzden olsa gerek, kapı açılıp kapandı.
İçeri esen rüzgâr annemin ağır parfümünü odaya taşırken gözlerimi açma gereği duymadım. Sessizce onu dinlemeye başladım: "Evet tatlım, bu gece işim yok." Kıkırdadı, "Peki, öpüyorum çok." Bu sefer kıkırdamak yerine şuh bir şekilde güldü, "Ah bu kadar sabırsız olma... Görüşürüz." Sonra anahtarın tahta üzerinde çıkardığı ses ve annemin ayak sesleri duyuldu bir müddet. Oturma odasına girdiği seslerin yakınlığından belliydi. Önce üzerime gölgesi düştü, sonra elinin sıcaklığını hissettim ancak eli ne tenime ne de saçlarıma değmişti. Sonra geri dönüp uzaklaştı. Orada daha önce defalarca olduğu gibi yalnız kalmıştım, yalnızlığı ilk öğrendiğim yerlerden birinde.
İşte ben buydum: Kendi hayatına ait, sahip olamayan; etiketler altında ezilmiş biri... Bir piyanistin ve bir hayat kadının kızı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top