ilk melodi ♫ ♪

Elimden geldiğince uzun yazdım, umarım olmuştur. Yazım yanlışları varsa kusura bakmayın, düzeltmeye çalışacağım. Bu bölüm sevdiklerim arasındaydı, bir sonraki bölümü daha da çok seviyorum! ^^ Yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar! Hoşunuza gitmesi dileğiyle... ^^

Bölüm Parçasları:
1. Liz Lobgley - Rescue My Heart
2.Laura Doggett - Beautiful Undone

Dokuzuncu Bölüm ♫ ♪

Neredeyse on beş dakikadır geniş salonda, adımlarımın savruk sesini bırakarak geziniyordum. Buğra tam karşımdaki üçlü koltuğa yayılarak oturmuştu ve gözleri kapalıydı. Yüzüne çöken yorgunluk yaşlı göstermişti onu. Bir elimi belime koyarken diğeriyle burnumun kemerini sıktım, ben de yorgundum. Hatta hayatımda bu kadar yorgun hissettiğim nadir anlar vardı. Olduğum yerde yaylanarak durup Buğra'nın dağılmış olan yüzüne baktım, on beş dakika içerisinde en az sekiz dokuz kez bunu yapmıştım ve tahminen şu kısa sürede alışkanlık edindiğim bir hareket haline gelmişti. Yeniden harekete geçip olduğum doğrultuda ileri geri yürümeye başladım. Aklımın oldukça karışık olması hiçbir şeyi kolaylaştırmıyordu. Sanki kafamın içinde çok sesli bir orkestra var gibi hissediyordum, kulaklarım uğulduyordu.

"Duracak mısın artık?" Ayaklarıma durma emri verilmiş gibi olduğum yerde sabitlendim ve ona döndüm. "Sağ ol."

Boş gözlerle ona bakmayı devam ettirdim. Bu mümkün olamazdı. Dudağının kenarı ve kaşı patlamış olan, yüzü şimdiden çürüklerle dolan Buğra'yı en son bu şekilde gördüğüm zaman büyük ihtimalle onuncu sınıftaydık. Oysa daha geçenlerde aynı çocuk gözümün önünde hiç zorlanmadan birinin bileğini kırmıştı, şimdi onu bu hale getirenin sadece bir kişi olduğuna inanamıyordum.

"Yüzüme bakmaya doyamadığını biliyordum," dediğinde gözlerimi devirerek açılan gözlerine baktım. "Bunu kimler yaptı?" Onun söylediklerini duymazdan gelerek ona bakmaya devam ederken gözlerim kısılmış, vereceği tepkiyi yakalamak için hazır hale gelmişti.

"Birden fazla kişinin yaptığını da nereden çıkardın?" Doğrulmaya çalışınca acıyla homurdandı, yüzünü buruşturması ele veriyordu onu.

"Gözümün önünde birinin bileğini kırdın. Hem de bunu gayet normal bir iş yapıyormuş gibi yaptın ve şimdi bunu," parmağımla yüzünü işaret ettim, "Sadece bir kişinin yaptığına inanmamı bekleme benden."

İç geçirip baygın gözleriyle bana bakmaya devam etti ancak gözlerimi kırpmadan bir açığını yakalamak için ona bakmayı sürdürdüğüm için gözlerini devirmişti. "Neye inanmak istiyorsan ona inan, Neva."

"Kalk hadi, acile gidelim. Ağrı kesici falan yaparlar. Yaralarına da bakarlar hem," derken portmantodan ceketimi almıştım bile. İçeriye girdiğimde Buğra hâlâ koltukta oturuyordu. "Buğra sana diyorum," diye bağırdığımda başını iki yana salladı ve hiç oralı olmayarak istifini bile bozmadı.

Tam karşısındaki dikdörtgen şeklindeki sehpaya oturup öne doğru kaydım: "Pekâlâ, ne yapmak istiyorsun öyleyse?"

Arasına karışan renkleri henüz tam manasıyla çözemediğim kırçıllı yeşil gözlerinin parladığına yemin edebilirdim, bu beni endişelendirmişti. Boğazımı temizleyerek dikkatini dağıttım. "Hemşirecilik oynayabiliriz. Ben seve seve hasta olurum," derken dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı.

Yüzüme hücum eden kan yanaklarımı kızartmaya başlamıştı. Bilerek yapıyordu bunu ve bu benim sinirlerimi bozuyordu. Ayağa kalkıp saçlarımla yüzümü saklamaya çalıştım. "Sadece pansuman yapacağım Buğra, o da gerekli olduğu için. Şimdi odama geç," dediğimde şaşkın gözlerle bana baktı. "Annemin ne zaman geleceği belli olmaz. Ortalıkta durmanı istemiyorum," diye açıklarken umursamazca omuz silktim.

Bir saniyelik bir yanılsama belki, emin değilim, ani bir şaşkınlığın geçtiği bakışları yüzümü incelerken hemen eski halini alarak boş gözlerle bana bakmaya devam etti. "Annenin ahlak dersi verecek en son kişi olduğunu sanıyordum." Amacının ne olduğunu az buçuk tahmin etmek zor değildi, gerçi hoş; beni çileden çıkarmak dışında bir amaca hizmet ettiğini de düşünmüyordum. Olduğum yerde durup gözlerimi yumdum ve derin bir nefes aldım. Gerçekleri elbette biliyordum ancak her şeyin böylesine yüzüme vurulması hoşuma gitmiyordu. Kimin hoşuna giderdi ki?

"Bunun için birinden, özellikle de annemden ders almam gerekmedi. Ben kendi kendime yetebiliyorum." Ona hiç bakmadan birkaç adım ileride, çaprazımda kalan banyoya girdim. Sinirden titremeye başlamış soğuk ellerimi, utancın pençesini geçirdiği yanaklarımın üstüne kapadım. Neden onun yanında bu kadar çabuk sinirlendiğim hakkında hiçbir fikrim olmasa da zihnimin içinde bana yapay bir gülüşle sırıtan halimi öldürdüğümü hayal ettim. Bu tehlikeliydi, tehlikeden haz etmezdim. Daha fazla banyoda oyalanmayarak saçlarımı omuzlarımdan geriye ittikten sonra dolaptan ecza çantasıyla pamuğu alıp yeniden odama geçtim bu kez kendimden daha emin adımlar, daha dik bir duruşla yürüyerek.

Buğra pencerenin hemen yanında, duvara omuzunu yaslayarak duruyordu. Elinde hâlâ okuduğum bir Lucian isimli fantastik bir kitap vardı ve açık bulduğu bir sayfayı okuyordu. "Odamı kurcalaman hiç hoş değil," diye homurdandım.

"Kurcaladığımı söyleyemeyiz. Zaten her şey meydanda," derken başını elindeki kitaptan kaldırmış odada göz gezdirmişti. "Pek de düzenli biri olmadığını görmüş oldum," diyerek alayla gülümsedi, dudağının sol köşesi hafif bir kıvrımla yukarı meyillenmiş ve gözlerini alayının saf parlaklığı sarmıştı.

Her söylediği cümlede gittikçe sinirleniyordum ve bu iyi bir işaret değildi. Aksi çıkması için fazladan çaba harcamadığım sesimle onu tersledim: "Otur."

Ağır aksak adımlarla karşıma geçerken yüzünde az öncenin hayaleti olan sırıtışla gözlerime bakıyordu, özenle yavaş hareketlerini tekrarlayıp yatağa oturdu. Ona hiç bakmadan minik bir sargı bezini oksijenli suyla ıslatarak kanın kuruduğu açık yaralarını temizledim. Bu konuda bilgi sahibi olmasam da dokuzuncu sınıfta gördüğümüz sağlık dersinden aklımda kalanlardı bunlar: Açık yaraya, yara temizlenmeden tentürdiyot sürülmezdi. Bu kez pamuğa tentürdiyot dökerek çenesini tuttum benim için sıkı olan bir tutuşla, başını yukarı kaldırıp pamuğu kelimenin gerçek manasıyla acımadan, sertçe dudağına bastırdım. Acıyla iç çekerken gülümseyişi dudaklarından silindi, alayın yerini bıraktığı sinirli gözleri yüzümde gezinmeye başladı. Onu görmezden gelmek şu an için basitti, kolay olanı seçtim; görmezden geldim ve işime devam ettim. Pamuğu yeniden tentürdiyotlayıp patlayan kaşına sürdüğüm sırada gözlerini kapamış, yüzüne destek olarak tuttuğum elime yaslamıştı yanağını. Nefesimi tutup bir müddet onu izledim: Kaşındaki açıklık ciddi bir müdahale getiriyor muydu, emin değildim ancak elimden gelenin de bu kadar olduğunu biliyordum. Annemin özenle seçtiğini tahmin ettiğim ten rengi estetik bantlardan birini açıp dudağının kenarındaki açıklığa yapıştırdım. "Yüzündeki morluklar için yapabileceğim bir şey yok ama patlaklarını hallettim sayılır," derken kaşlarımı çatmıştım, minik bir pamuğu alıp kaşındaki yaranın üstüne bastırarak yara bandıyla sabitledim.

"Elin de çok hafifmiş," diye homurdandığında gözlerimi devirmeden edememiştim.

Ecza çantasını aceleyle toplayıp komodinin üzerine koyarken bir yandan da beni gözlerini kırpmadan izleyen Buğra'yı umursamamaya çalışıyordum. "Koltuğa geç, çarşafları değiştireyim." Dolabın yanına seğirtip kapaklarını açarak en alttaki temiz çarşaflardan aldım, yatağın başına gittim.

Buğra kalkmak için yataktan destek alarak kendini yavaşça öne ittiğinde dudaklarından acı dolu bir inilti dökülünce içimi korku sarmıştı. Sol elini dizine yaslamış, yumruk yaptığı parmak boğumlarının beyazlamasına sebep olacak kadar güç kullanmıştı. Gerilen yüz hatları, dişlerini sıktığını belli eden çenesindeki kasılma acısının tahammül edilebilecek bir seviyede olmadığını kanıtlıyordu bana. "Buğra, tişörtünü çıkartır mısın?"

Sözlerimi idrak edebilmesi için bir süre beklemesi gerekmişti ve bunun akabinde şaşkınlığının da getirisiyle aniden bana dönünce yeni bir nefes inilti olarak dudaklarının engeline takıldı ama bunun üzerini örtmek için çabuk toparlanıp dudaklarına alay yerleştirdi. "Daha doğrudan olmayı denesen?"

"Şaka yapmıyorum. Çıkar şu tişörtü."

Yüzünden okunan rahatsızlık merakımı körüklerken ona doğru yaklaştım ancak bu mesafe bana fazla geliyordu. Yatağa, araya hemen hemen on on beş santimlik bir mesafe bırakarak oturdum ve itiraz etmesine fırsat vermeden sırtını açtım. İlk başlarda gözlerim birkaç morluk dışında hiçbir şeyi seçememişti ki eti çoktan çürümeye başlamıştı. Sol elimi büyükçe olan bir morluğun üzerine hafifçe değdirdiğimde parmaklarımın altındaki teni gerildi fakat tam da o sırada pantolonunun kemer kısmından gözüken beyaz kabarıklık dikkatimi çekti, sanki çok eski bir yaranın geçmeyen izi gibiydi bu kabarıklık. Güçlükle yutkunarak tişörtünü biraz daha yukarı ittiğimde daha fazlasını gördüm. Bazı yara izleri birbirini kesiyor, bazıları birbirlerine paralel uzanıyordu. Hepsi farklı boyutlarda ve kalınlıklardaydı. Elim sırtına doğru kayarken kaskatı kesilen bedeni şaşkınlıktan sıyrılıp harekete geçti, tişörtünü indirdi.

"Birkaç morluk var ama bir doktora gitmen gerek. Kaç kişiydiler," diye mırıldandım en az onun kadar kaskatı kesilmişken.

"Bir," diye kestirip attı. "Buna inanmıyorum. Yani tamam, belki olabilir ama o daha kötü durumdadır, değil mi? Hem o yaralar," darken alt dudağımı dişlerimin arasına aldım.

"Merak etme, sarışınına bir şey olmadı."

O an için her şey önce yavaşladı, sonra durdu. Aldığım her nefes elde tutulur cinsten ağırlaşmaya başlamıştı, bununla da yetinmiyordu yavaşlayan zaman; nefes seslerimi kulaklarıma bir uğultu olarak taşıyordu. Ciğerlerime giren oksijen, nefes borusunu da içine alan yolu yakıyordu, büyük bir ıstıraptı bu ve bir daha nefes aldırmak istemiyordu insan. Kalbimin her atışı yüksek sesle kulaklarımda yankılanıyorken midem kaynıyordu. Bir insanın kendi içinde kıyametin kopması mümkünse şayet, içimde kopan bu fırtınalar kıyametimdi. Sarışınına bir şey olmadı...

Gözlerim en büyük hallerini alarak kocaman açılırken yeni yeni idrak ettiğim cümlesi içimde ezilmişti. "Sen... Savaş?" Kekelemeye başlamış olmam içimdeki birçok duyguyu ele veriyordu: Korku, merak, endişe, öfke... "Onunla kavga mı ettin?"

"Hayır." Tişörtünü düzeltti ve derin bir nefes alıp yavaşça bana döndü. Gözlerinde tuhaf bir ifade vardı yüzünün ifadesizliğine karşın, gözlerimi esir almıştı. "Sadece sinirliydi, ben de sinirini çıkarmasına izin verdim." Sağ kolumu tutup bluzumu yukarı doğru sıyırdı. Parmakları dün geceyi hatırlatan ve artık bere haline gelen izlerin üzerinde hafifçe gezinmeye başladı. "Siniri geçtiğinde öylece gitmesine de izin verdim."

Gözlerimi kolumda gezinen parmaklarından ayırıp başımı yukarı doğru kaldırdığımda birkaç ton koyulaştığına yemin edebileceğim yeşil gözleriyle karşı karşıya geldim. Nefesim kesilirken o tehlikeli yeşilliklerde dolaştım bir müddet, sonrasında kayboldum. Kim olduğumu unutabilecek kadar derinlerde kayboldum üstelik. Bana geçmişi, en güzel anılarımı hatırlatan yeşil gözlerle o kadar benziyordu ki Buğra'nın gözleri, bu beni ister istemez korkutuyordu. Ne ben o küçük kız çocuğuydum ne de bu gözler babama aitti, kaçıp kurtulmak istediğim gözlerin esareti altında ezilirken kabullenmek istemedim bu yabancı ve yabanıl duyguları.

"Sonra kendimi rahatlatacak başka uğraşlar buldum." Yeniden sustu ve gözleri kolumdaki mordan sarıya dönmeye başlayan izlerde durdu, sıcak parmakları hafif bir yaz esintisi bırakıyordu tenimde. Gözlerimi kapamamak için kendimi tutuyordum, aslında daha çok kendimle savaşıyordum. Teninin dokunuşu kadar yumuşak ve bir o kadar da tehlikeli dokusu olan fısıltı halindeki sesiyle konuştu: "Bunu yapanları buldum."

Başımı yavaşça sallayarak kolumu ellerinden çektim. "Çarşafları değiştirsem iyi olur," diyerek havadaki yoğunluğu biraz olsun dağıtabilmiştim.

Hiçbir şey söylemeden kalkmaya çalıştığında ona yardım etmek için dikkatle kolunu tutarak bedenine destek oldum. Koltuğa doğru attığımız yavaş adımlarda bile canının yandığını belli eden bir hâl vardı, bu onun sinirlerini bozuyor olsa gerek; kolunu parmaklarımın tutuşundan kurtardığında onu rahat bıraktım. Bir süre ona baktım tedirgin gözlerle, ayakta durabileceğine kanaat getirdikten hemen sonra çarşafları değiştirdim ve kendime polar battaniye bulup onu odamdaki iki koltuğa güzelce yaydım, yastığımı da koltuğa bıraktım. Buğra'ya yatağı işaret ettiğimde adımlarını yatağa doğru çevirip ilerlemeye başladı, odadan çıkıp ince koridoru geçerek mutfağa girdim elimden geldiğince hızlı olmaya çalışırken. Mutfaktaki kilerden bulduğum ağrı kesiciyle bir bardak suyu alıp odama yeniden girdiğimde onu yatağa yerleşmiş, sırtını yatağın başlığına vermiş otururken bulmuştum.

İçeriye girdiğimi fark ettiğinde gözleri bir süre üzerimde gezindi ancak hemen ardından bakışlarını kaçırdı gözlerinde bir şeyleri bulmama izin vermeden. Sakin adımlarla odanın içinde ilerleyerek elimdeki bardağı ve ağrı kesiciyi komodinin üzerine koyduktan sonra koltuğa geçip hiçbir şey demeden yattım. Rahat bir pozisyon bulana kadar yatakta dönüp durmuştum. En nihayetinde sırtımı koltuğa yaslayıp bacaklarımı kendime doğru çektim, battaniyeye sıkıca sarındım sanki beni tüm kötülüklerden koruyabilirmiş gibi; kalın battaniyenin sıcaklığına sığındım. Sıcak hiçbir zaman ilk tercihim olmamıştı fakat son birkaç aydır vücut ısım olması gerekenden çok daha düşüktü. İlk başlarda zaten ısınmayan ellerimin ve ayaklarımın sıcaklığı düşmüşken şimdilerde ise bütün vücudum kaldıramayacağım, dayanamayacağım kadar soğuğun esiriydi.

"Neva," diyerek boğazını temizlediğinde düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım. "Ben," deyip duraksamıştı ki cümlesini tamamlamasına gerek de yoktu. Çünkü bu cümlenin nasıl biteceğini çok iyi biliyordum. Bu yüzden başımı iki yana sallayarak ondan önce konuştum; "İyi geceler, Buğra." Ve arkamı döndüm.

Kimse, bana teşekkür borçlu değildi. Birine yardım ettim diye o kişinin bana minnet duyması gerekmiyordu. Bana göre, minnet duyulması gereken şeyler belli ve sınırlıydı. Ben Buğra'ya yuva sıcaklığı vermemiştim ki bana teşekkür etsindi, sadece sebep olduğum yaralarına merhem sürmeye çalışmıştım; ne kadar başarılı olduğum meçhuldü tabii. Kaldı ki borçlu hissetmek bu dünyadaki en kötü hislerden biriydi ve Buğra Aslan için teşekkür etmek minnetten öte sadakatin, bağlılığın simgesi gibiydi. Ben onun teşekkürünü istemiyordum, istememeliydim de.

"İyi geceler."

Boğazımı yırtan çığlıklardan biri daha dudaklarımdan dökülürken yattığım yerden sıçrayarak uyandım. Odağını kaybetmiş gözlerim titreyerek odanın içinde gezindi, en az benim kadar korku dolu gözlerle karşılaştı. Kollarımın üzerindeki baskı hafiflerken gördüğüm kâbus kare kare hafızama kazınmaya başlamıştı. Acının küf ve rutubet kokusunu bezenmiş zihnim yeni anlamlandırıyordu zaman kavramını, zihnimin içi katliamların yuvasıydı. Kendime geldiğimde olduğum yerin fazla sıcak olduğun algılayabilmiştim, hemen kendimi geri çekerek Buğra'nın kollarımı tutan ellerinden kurtuldum.

Kendi kendini öldüreceksin, diyordu zihnimde bana ait olan ses.

Ellerim saçlarımın arasına kayarken parmaklarım kıvrıldı, var gücümle saç diplerimi çekmeye başladım. Fiziki acı iyiydi, gerçek olduğu ileri sürülen hayatta kalmamı sağlıyordu en azından. Göğsümden gelen hırıltı sesleri kulaklarımı çınlatırken yanaklarım, bana yabancı gelen bir ıslaklıkla yıkanmaya başlamıştı bile. Ağlamak istemiyordum, şimdi değildi, olmamalıydı. Dişlerimi bastırarak çığlıklarımı içime hapsettim, gözlerimi kapadım yaşları durdurabilirmiş gibi. Eğer bağırırsam tüm dünya duyardı kanayamayan yaralarımdan yükselen acıyı, aciziyetimi. Kimsenin bilmemesi gerekiyordu. Saç diplerime sıkı sıkıya doladığım parmaklarımı, tırnaklarım başımda yaralar açana dek bastırdım derime.

Benimkilerden oldukça kuvvetlice olan eller bileklerime sarıldığında gözlerimi açmadım, sonrasında kadife kadar yumuşak ve kalbimi delip geçecek kadar endişe dolu sesi; nefes seslerimin arasından sıyrılarak doldu kulaklarıma: "Neva?" Ona bakmaya ne iradem vardı ne de isteğim.

Ölüyorsun Neva, her geçen gün ölüyorsun.

"Hayır!" diye bağırdım. Hayır, ölmüyorum. Ölmüyordum!

Bir anda güçlü kollar etrafımı sarıp beni göğsüne bastırdığında gerilen vücudumun yavaşça rahatladığını hissettim, sanki yıllarca buzun altında kalıp buz tutmuştum ve şimdi o buz eriyordu, sıcaktı. Saçlarımdan aşağı doğru kayan tüy hafifliğindeki dokunuşlar, kara bulutlarımın arasından kendi gibi sıcak olan günü doğurmaya başlamıştı. Hareketleri ellerinin sertliğine tezat olacak kadar yumuşaktı, yumuşacıktı.

"Geçti." Nefesi saç tellerimi titreterek bana kadar ulaştı, sıcacıktı en az sesi kadar. "Geçti, ben yanındayım canım."

Derin bir nefes alırken burnuma dolan kokusunu ciğerlerime hapsettim, kalbime bir sıcaklık yuvarlandı. Parmakları saçlarımı, nefesi ruhumu, kokusu kalbimi okşuyordu. Korkularım silinmeye başlamış, yerini bilmediğim ve içimi yakan bir korkuya bırakmıştı. Sağ elimi göğsünün üzerinden çekip gözyaşlarımı silerken biraz da olsa uzuvlarıma söz geçirerek ondan uzaklaşabilmiştim. "Seni uyandırdığım için özür dilerim," diye mırıldandım engel olamadığım bir titreme sesimi ele geçirdiğinde, susup boğazımı temizledim.

Yüzünü bana doğru eğmiş, gözlerimizi sabitlemeye çalışıyordu. "Çok mu kötüydü?" Bir eli, ondan uzaklaşmama fazla müsaade etmeyip hâlâ belimde dururken diğeriyle çenemi tutarak başımı nazikçe kaldırdı. Temkinli gözlerle bana bakmaya devam ediyordu, yeniden harekete geçen gözyaşım damla halini alıp yanağımdan süzülürken çenemde duran elinin başparmağıyla o minik damlayı yakaladı. Sel olup parmağına aktı yaşlarım, kül olup parmak ucunda yandı. Gözlerine yerleşen koyu hareler kibritin ucunu alevleyen kıvılcımları barındırıyordu. Yak, desem dünyayı yakacak kadar kudretli duruyordu gözleri ve yan, dese yanacak kadar çaresiz duruyordu onun gözlerindeki yansımam. Gözlerimi kaçırdım, anlamamalıydı. Konuşamayacağıma karar verdiğimde başımı olumlu anlamda salladım. Bir müddet daha böyle, sarılmış bir halde kaldıktan sonra kollarından sıyrılarak oturduğum koltuktan kalktım ve Buğra'ya baktım anlamsız gözlerle. "Hadi uyu sen, ben oturma odasındayım," diyerek odadan çıktım. Bir şeyler daha söyleyebilecek gücü bulamamıştım dilimde.

Oturma odasındaki üçlü koltuğa otururken -aslında ruhu yitip gitmiş bedenim boş bir kabuk gibi düşmüştü koltuğa- gözlerimle kumandayı arıyordum. Şu an kâbusumu hatırlayıp düşünmek, yapmak istediğim en son şey bile değildi. Çünkü biliyordum, düşünürsem kafayı sıyırırdım. Kumandayı bulduğumda televizyonu açtım ve sesini kısıp herhangi bir kanalda durdum. İzlediğimden değil ama beni meşgul edecek bir şeylerle ilgilenmem gerekiyordu ki ulaşabileceğim en yakın uğraşsa televizyondu, bedenimin ruhsuzluğuna erişen boş gözlerle televizyona bakıyordum.

Bir süre sonra tatlı bir ağırlık bütün vücudumun üzerine kalın bir perdeymiş gibi örtündü ve bütün zihnim boşalmaya başlarken kendimi karanlığın serin, güvensiz kollarına bıraktım.

Huzursuzca yerimde kıpırdanmaya başladığımda uykum sanki acelesi varmış, dört atlı peşinden kovalıyormuş gibi kaçıp gitmişti. Doğrulup oturduğumda ellerimi şakaklarıma yerleştirerek yuvarlak hareketlerle başımı ovdum, keşke uykum giderken şu lanet ağrıyı da peşinden sürükleseydi! İşe yaramayacağını fark ettiğimde memnuniyetsizce homurdanıp kendime sitem ettim. Ağrılar, sancılar, kâbuslar... Geceden nefret etme sebeplerimi sıralayacağım listede en baştaki yerlerini alacaklardı. Oturduğum yerden kalkarak kollarımı havaya kaldırıp ellerimi, avuçlarım tavana bakacak şekilde birleştirirken ayak parmaklarımın ucunda yükselerek gerindim; bedenimden memnun olmayan kaslarım gerilip kemiklerim kütledi.

Ayaklarımın üstüne indiğimde olabildiğince yavaş adımlarla mutfağa doğru ilerlemeye başladım. Mutfak kapısından içeri girdiğimde gördüğüm manzara karşısında öfkeyle derin bir nefes almak zorunda kaldım. "Günaydın canım," dedi o uğursuz ses, Buğra bile daha icten söylemişti bu hitabı. Ona hiç cevap vermeden kilerin kapağını açarak süt tozu ve Nescafe kavanozlarını çıkardım. Bardaklıktan çektiğim kupaya yeterli miktarda süt tozu ve Nescafe doldurarak annemin su ısıtıcısında hazır hale getirdiği sıcak suyu kupaya boşalttım.

"Anneye bir günaydın demek yok mu?" Elimdeki su ısıtıcısını sertçe yerine bırakırken kendimi sakinleştirmek için yeniden derin nefesler almaya başlamıştım, ne sayma yöntemlerini ne de bu nefes alma işinin bir işe yaradığı söylenebilirdi.

"Kahvaltı etmeyecek misin?"

Ona doğru döndüm sinilerim şaha kalkmışken, diğer duygulardan arındırdığım ve sadece öfkeyi barındırdığım gözlerimi ona diktim. "Sana ne?"

Dolgun ve özenle boyanmış dudakları iğreti bir alayla yukarı kıvrıldığında bir kediye aitmiş gibi duran sarı renkli gözleri sinsilikle parlıyordu. Alt dudağının kenarını dişlerinin arasına alıp kirpiklerinin altından bana bakıyordu, "Bu evde hâlâ benim kurallarım geçerli," dedi buğulu sesiyle, dalga geçercesine.

"Hayır," diye itiraz ettim ciddiyetle, "Bu evde senin kuralların ben on beş yaşıma girdiğimde geçerliliğini yitirdi," diyerek Nescafe'den bir yudum aldım ve yapmacık bir gülümsemeyle gözlerimi kısarak ona baktım. Bana aynı samimiyetle (!) karşılık verdiğinde bardağı tezgâha bırakıp bir tepsi çıkarmıştım.

"Kahvaltı hazırladım Neva," diye tısladı onu kaile almayan tavırlarıma daha fazla kayıtsız kalamayıp.

Gözlerimi yumarak sandviç yapmak için gerekli olan malzemeleri çıkardım. Bıçakların arasından ekmek bıçağını alıp bir ekmeği birisi daha büyük, diğeri daha küçük olacak şekilde ikiye böldüm.

"Sana diyorum!"

Bir bardağı musluğun altına koyduğunuzda er ya da geç o bardak dolup taşardı. Benim bardağım çatlaklarla doluydu; su tamamen dolmuyor, çatlaklardan sızıyordu ve bu sürekli olarak devam ediyor, suyu bünyesinde barındıramıyordu. Çabuk öfkelenirdim, öfkemse çabuk dinmezdi. Elimde tuttuğum bıçakla ona döndüm, öfkemi bastırmayı deniyordum nafile bir çabayla. "Bir daha sakın bana bağırma. Anladın mı beni?" Dişlerim arasından konuşurken ses tonumu alçak tutmaya özen göstermiştim.

Gözlerini benden kaçırdığında tatmin olan öfkem yatıştı, arkamı dönüp salamı doğramaya başladım. Sessizliğin sardığı mutfakta bu muazzam güzelliği bozan iki ses vardı: Birisi kesme tahtasına vuran bıçağın sesiydi, ikincisiyse salatasını yiyen annemin çatalının porselende bıraktığı sesti. Nihayetinde iki tane sandviç hazır olduğunda buzdolabından meyve suyunu, bardaklıktan da bir kupa daha alarak tepsiye yerleştirdim. Tam mutfaktan çıkmak üzereydim ki çenesini tutamayan annem yeniden konuştu: "Orada iki kişilik yemek var."

Sesindeki ve sözündeki iğneleme tenimin altından kalbime ulaşıp diğerlerinin yanına eklenirken dudaklarımdan alayın karıştığı nefret dolu bir kahkaha döküldü. O an hiç olmadığım kadar anneme benzedim, bu kalbime kara; katrandan bir nefesi üfledi. "Çünkü odama erkek attım, nasıl sence?" diye sorarken ona doğru dönmüştüm. Oturduğu yerde sindiğinde ona tepeden bakmaya devam ettim: "Ben sinirlendiğimde fazla yemek yerim." Ki bu yalan da değildi. "Ve şu an sinirliyim. Ayrıca beni tanımadığın için seni suçlamıyorum çünkü birini tanımak için onunla vakit geçirmek gerekir. Senin evde olduğun saatler, başkalarının yanında olduğun saatlerin yarısı kadar bile değil," diye bağırdıktan sonra arkamı döndüm, hızlı adımla çıktım mutfaktan. Biraz, sadece birkaç saniye kadar daha dursaydım mutfakta bu evden bir ceset ve bir katil çıkardı. Cesedi kimsesizler mezarlığına, katili ise ıslah evine yollarlardı. Müebbet cezasını giyinmiş ruhumun parmaklıklar ardında nasıl duracağını merak etmiştim.

Odamın önüne geldiğimde kapıyı ayağımla itip içeri girerken göz ucuyla Buğra'ya bakmıştım. Derin bir nefes alarak aralık kalan kapıyı arkamdan sertçe çarptığımda Buğra kıpırdanmış, yavaşça doğrulmaya başlamıştı. "Yemek getirdim."

Gözlerini ovuşturduktan sonra sırtını yatağın başlığına yasladı, birkaç kez kırpıştırmıştı uyku mahmurluğuyla. Dudaklarım hayalet bir tebessümle kıvrılmak üzereyken kendimi zorlayarak sildim gülümsememin hayaletini dudaklarımdan. Bu sırada Buğra kollarını uzatarak tepsiye uzandı. "Yatağımı işgal etmiş olman orada yemek yiyebileceğin anlamına gelmez. Hemen kalkıyorsun," diye kızarken tepsiyi çalışma masasına bıraktım ve kendi sandviçim ile Nescafe'yi alıp koltuğa oturdum.

Buğra homurdanarak yataktan kalktı, düne göre daha rahatı hareket ederken. En azından acının izleri yüzüne yerleşmiyordu. Çalışma masasının hemen önündeki sandalyeyi çekip oturduktan sonra yaptığım sandviçi yemeye başladı sessizliği koruyarak. Bir süre daha onda oyalanan gözlerimi önüme çevirdim, kendi kahvaltımla ilgilenmeye başladım.

Tamamen sessiz süren kahvaltı faslı bittiğinde odayı da toparlamıştım. Ancak annem evden gitmeme konusunda ısrarcıydı. Buğra'yı evden çıkarma planları yaparken aklımda beliren planları bir türlü beğenmiyor, daha çok gömülüyordum kendi içime. Nefesimi sıkıntıyla üfleyerek koltuktan kalktım, tepsiyi aldığım gibi odadan çıktım. Annemi evden göndermenin tek bir yolu vardı ki bu yol, onunla kavga etmemden geçiyordu. Elimdeki tepsiyi mutfak tezgâhının üstüne bırakıp oturma odasına geçtim ve koltukta oturmuş kahvesini içen annemi kestirdim gözlerime: "İşlerin yok mu senin?" diye sordum ima dolu bir sesle.

Kahvesini orta sehpaya bırakarak oturuşunu düzeltti, omuz silkerek bana baktı durgunlaşan gözleriyle. "Bugün birlikte vakit geçiririz diye düşündüm," dediğinde benimle dalga geçip geçmediğini düşündüm.

"Önce bana sorman gerekirdi," dedim katıksız sesimle, konuşmak için açılıp kapanan dudaklarına baktım alayla gülerek. "Birlikte vakit geçirmek mi?" diye sorarken duygularımı delilikle bulayıp isterik gülüşlerimi serbest bıraktım, omuzlarım bu yalancı kıkırtılarla sarsıldı. Bu kadınla aynı yerde bile olmak beni geriyordu ve o, kalkmış bana beraber vakit geçirmekten bahsediyordu. Ah, hadi ama!

Başımı iki yana sallayıp deli halimden sıyrılmak için kendime bir süre tanıdım fakat bu odada annemle durmaya devam ettiğim sürece bu pek mümkün gibi görünmüyordu. Yüzümü sinirle sıvazlayarak arkamı döndüm odadan çıkmak için, daha fazla ona tahammül edemeyecektim.

"Senin için bir şeyler yapıyorum ama sen her zamanki gibi küstahsın, buna şaşırmalı mıyım acaba!" Arkamdan yükselen ses bütün kanımın damarlarımdan çekilmesine sebep olmuştu.

Hiddetle ona döndüm. Damarlarıma zerk eden nefret kanımda fokurduyordu. Bu kez ona bağırmamak için kendimi engellemedim, bağırdım: "Ne bekliyorsun, sana sarılmamı mı? Seni tebrik mi etmeliyim! Babamın ölümüne sebep oldun diye, hayatımı mahvettiğin ve benimkisiyle birlikte birçok hayatı harcadığın için ayaklarına mı kapanmalıyım!" Gözlerimi kısarak ona bakmaya başladım, yanaklarıma hücum eden kan kinimle besleniyordu; zehirliydi ve beni zehirlemesi an meselesiydi. Bu kez dişlerimi birbirine bastırarak konuştum, bağırmadan ancak sakin de olmayarak: "Çık evden. Nerede sabahladıysan oraya git." Ona doğru bir adım attığımda gerilemişti. Gözleri yaşlarla parlarken hızla koridora girdi ve ardında sertçe kapanan kapının yankısını bırakarak çıktı.

Ne zamandır içimde tuttuğum nefesimi bırakırken savsak adımlarla geçtim ince koridoru. Annem, koridora bir de parfüm kokusunun yakıcı etkisini bırakmıştı, nefes almak istemedim. Zehirli bir kan daha fazla ne kadar zehirlenebilirdi, ne kadarını kaldırabilirdi? Kulaklarıma kâbusumun sesi dolmaya başlamışken bu eziyetten sıyrılıp odama girdim. Buğra'nın bakışlarının hapsinde olduğumu hissediyordum ancak buna aldıracak değildim, dolabımın kapaklarını açarak elime ilk geçirdiğim kot ve kazağı aldım giyinmek için; Buğra'yı yok sayıp kapıya doğru ilerledim.

"Annenle çok iyi anlaşıyorsun," derken sesinden alay akıyordu.

Ona omzumun üstünden sertçe, geçmeyen öfkemle baktım. "Bunu, babasıyla her pazar günü golf oynayan (!) çocuk mu söylüyor," diye sordum aynı alaylı ses tonunu kullanarak, sonrasında önüme dönüp elimde tuttuklarımı yumruğum arasına sıkıştırarak çıktım odadan.

Odamın çaprazında kalan banyoda üzerimi giyindikten sonra aynayla buluştu gözlerim: Dağılmış sarı saçlarımı gevşekçe toplarken can sıkıcı bir şekilde daha çok belirginleşen gözaltı morluklarıma baktım. Dolaplardan birini açarak annemin kapatıcısını aldım ve iki parmağıma sırarak parmak uçlarıma iyice yedirdikten sonra göz altlarıma sürdüm. Yeşil ve elanın karıştığı ala gözlerim yorgun ışıklarla yanıyordu, hastalanacak olmalıydım; gözlerime bir donukluk hâkimdi ve bu beni yaşımdan oldukça büyük gösteriyordu. Aynadaki aksime memnuniyetsiz bakışlarımla bakmayı kesip banyodan çıktığımda Buğra da odadan çıkmıştı, gözleri yüzümde gezinirken konuştu: "Ben gideyim artık."

Portmantodan ceketimi ve anahtarlıkta asılı olan anahtarlarımı alıp dışarı çıktım. Hemen ardımdan da Buğra gelmişti. "Nereye gideceksen söyle, bırakayım."

O sırada çok şaşırtıcı bir şey oldu. Buğra çok uzun bir zaman sonrasında benim yanımda, benim sözüme kahkaha attı! Tok sesi kıvrılarak rüzgarla dans ederken sıcak nefesi yüzümü okşadı. Dinlediğim onca şarkı, müzik, çaldığım onlarca parça bile bu kadar büyüleyici gelmemişti kulağıma. İçim titrediğini hissettim. Bir ezgiye dökülse gülüşü dünyanın en güzel ezgilerinden biri olurdu ancak onun gülüşünün notaları yoktu.

Dudaklarındaki gülümseyiş küçülüp minik bir tebessüm halini alırken başını iki yana salladı. Boynuna takıldı gözlerim o sırada. Bir dövmesi vardı boynunun sol tarafında, ceketinin örtemediği bir kısmı teninde kıvrılarak gözüküyordu. Gece bunun gözümden kaçmış olması da normaldi gerçi. Eğer dövmesinin ne olduğunu sorarsam, bana söyler miydi? Sanmıyordum.

"Normal bir randevuda bunu erkek kıza söyler Neva," diyerek beni düşüncelerimden çekip kurtardı.

Hemen ciddileşmeme şükretsem de değişken ruh halime kızmadan edemiyordum. Derin bir nefes alarak imasına karşı savundum kendimi: "Birincisi bu bir randevu değil, ikincisi bizim aramızda normal şeylerin olması mümkün değil," derken daha çok kendi kendime konuşmuştum. "Hem, olur da birileri seni döver möver şimdi... Hadi, yürü."

Kolunu tutarak yanından yürümeye özen gösterdim ancak Buğra çabuk toparlanmışa benziyordu, gece zor hareket eden çocuk gitmiş; yerine gücünü haykıran bedeniyle dimdik duran Buğra gelmişti. Buna şaşırmamak gerekirdi. O hep böyleydi zaten, kırılmışlıklarını içinde saklar ve geriye katan bütün kötü duyguları gösterirdi dışarıya. İçi; kırık elmaslarla, değerli taşlarla dolu olan sert bir kaya gibiydi. Kıymıkları sürekli kendine batsa da karşısındakini de en az kendi kadar yaralardı. Bunu bilmek için onu tanıyor olmak gerekirdi ve ben, onu tanıyordum.

Yol boyunca sessiz kalmıştık. Yanımızdan onlarca insan geçmiş, kimi zaman başka bedenlere çarpmıştı bedenlerimiz; kimi zamansa yabancı temaslardan kaçınarak birbirine yaklaşmıştı. Havanın soğuğunu bile hissetmez hale gelmiştim, buram buram bir sıcaklık yayılıyordu onun teninden. Kolundaki parmaklarım hiç olmadığı kadar ısınmıştı, neydi bu sıcaklığın nedeni? Aklıma düşen sorulara cevap ararken bir evin önünde durduğumuzda soran gözlerle ona baktım ancak o, bana bakma gereği duymadan beni bahçeye doğru çekti. Onun adımlarına yetişmeye çalışan adımlarım birkaç kez birbirine dolanıp düşmeme sebep olacak gibi olsa da gerektiği zaman beni düşmeden yakalamıştı. Buğra kapıyı çaldığında beklemeye başladık, birkaç dakika içinde kapı açıldı. Kısa, eşofman kumaşından yapılma şortu olan bir kız tam karşımızda duruyordu. Gözleri önce beni süzdü, hemen ardından dudaklarında tüm dişlerini gösteren bir sırıtış belirerek Buğra'ya döndü.

"Buğra!"

Neredeyse bir el çırpmadığı kalmıştı.

"Buse," derken başın hafifçe öne eğerek onu selamladı.

Kız Buğra'ya bakmaya devam ederken gözlerine pek de gerçekçi olmayan bir kızgınlık yerleşti. "Yine mi kavga ettin sen! İçeri geç, hadi," diyerek başını iki yana salladı, uzanıp Buğra'nın diğer koluna sardı parmaklarını.

Elimi Buğra'nın kolundan çekip varlığımı hissettirmek amacıyla sırtına bastırdım ve canının acımasını umarak onu öne doğru ittim. "Sanırım erkek arkadaşına sahip çıkmalısın." Yüzüme yerleşen gülümseme sesimin aksine son derece tatlı değildi.

Buğra kızın arkasına geçtiğinde bana, yüzündeki sinsi sırıtışla bakmaya başladı. "Görüşürüz tatlım," dedi samimiyetin bir kırıntısını dahi barındırmayan bir ses ve gülüşle. Ona öfkeyle baktıktan sonra arkamı dönerek hızla yürümeye başladım.

Lanet olsun, buradan hemen gitmek istiyordum!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top