ilk kriz notası, la ♫ ♪
Evvet, dayanamadım ve geldim! Bir önceki bölüme olan ilginiz için hepinizi kocaman kocaman öpüyorum. Bundan sonraki bölümler de aynı bu seyirde ilerleyecek amaa, uzun bir süre bölüm yükleyemeyeceğim de bir gerçek. Yorumlarınızı benden esirgeyip eksik etmeyin. Hadi, ben daha fazla gevezelik etmeden kaçtım...
Bölüm Şarkıları:
1. Moddi - Smoke
2. Low - Lullaby
Yirmi Dördüncü Bölüm ♫ ♪
Hiç kimse kendi ölümüne ağıt yakamaz.
-Woody Allen
10:01
Dikkati dört bir yana savrulan bilyeler kadar dağınıktı genç adamın. Bir türlü odağını sabit bir noktada toplayamıyor, bu durum gittikçe canını sıkıyordu. Tam okulun karşısındaki kaldırıma arabasını park edecekti ki önüne çıkan sarı kediyi son anda fark edip arabayı durdurmuştu. Minik sarı kedi önce yola, sonrasında Buğra'nın kullandığı arabaya baktı korku dolu gözlerle. Çok değil, birkaç saniyenin sonrasında kaldırıma çıkmış ve hızla gözden kayboluştu. Buğra, parmak boğumları beyazlayana dek sıkıca kavradı direksiyonu. Arabayı boş yere park edip kendini sakin olmaya ikna ederken arabadan çıktı, kapıları kilitleyip okulun bahçesine doğru yürümeye başladı. Anlamlandıramadığı kalabalık kaşlarının çatılmasına sebep olmuştu Buğra'nın, elleri ceplerinde okulun giriş kapısından adımını attığında bahçedeki ambulansı fark etti. Kaşları çatılırken kalabalığın olduğu yere doğru ilerlemeye başladı. İçindeki huzursuzluk her adımda çağlayarak akıyordu damarlarındaki kanla birlikte, kalbi anlamsızca sıkışıyordu. Derin bir nefesi doldurdu ciğerlerine, rahatlama çabası nafileydi. Bir şeylerin doğru olmadığının farkındaydı. Yolunda gitmiyordu istedikleri, istediği gibi olmuyordu.
Ambulansın kapıları kapatılıp siren kulakları çınlatacak bir gürültüyle çalarken araç ondan beklenmeyecek bir hızla öne atılarak bahçeden çıktı ve hızını hiç kesmeden ilerlemeye devam etti. O sırada gözüne takılan hareketlilik dikkatinin yeniden dağılmasına sebep olarak gözlerini avını izleyen bir aslan gibi kısmasını sağladı. Bir içgüdüydü bu, bir avcı içgüdüsü. Semih arkasında Eslem ve Ayça'yla birlikte koşar adımlarla kendi arabasına ilerlerken Ali kendi arabasına binmiş, Beliz ve Öykü de hemen Ali'nin arabasına yerleşmişti. Gözleri sarışın kızı arıyordu, onun sert hatlı yüzünü; yasemen çiçekleriyle harmanlanmış tatlı böğürtlen kokusunu... Ama kızı görmemişti. Yanından geçip gitmek üzere olan alt sınıflardan bir çocuğun kolunu tutup onu durdururken engel olamadığı öfkesiyle çocuğun gözlerine baktı, "Neva nerede?" Çocuğun kararsız bakışlarını görünce elinin altındaki kola bastırdı parmaklarını, var gücüyle sıktı çocuğun kolunu. "Bir soru sordum." Çocuk, kolunu kurtarmak içine kendine çekerken Buğra onu daha sıkı tuttu. Gözlerini avına kilitlemiş bir aslan gibi çocuğun gözlerinden ayırmıyor, git gide derinleşen ve hatta hipnoz etkisi bırakan bakışlarla onu daha çok ürkütüyordu. "Bir soru sormuştum," diye tısladı dişlerinin arasında. "Cevap vereceksin."
Çocuk güçlükle yutkundu ve başını sallayarak onayladı. "A-ambulans," diye kekeledi Buğra'nın gözlerine bakamazken, "Faruk Hoca onu konferans salonundan çıkardığında baygındı."
Sadece bu iki cümle Buğra'yı harekete geçirmeye yetip artmıştı. Hiç kimseye bir şey deme gereği duymadan onun aksi yönünde ilerleyen kalabalığı yararak ilerledi yeniden arabasına doğru. Dengesi bozulmuyor, büyük adımları birbirini takip ediyordu. Her adımında yer sarsılıyordu ayakları altında ve her adımda hem kendini hem de zemini yakıyordu genç adam. Aslında bu bir hiçti, Zerdüşt olsaydı şayet kendisine tapacağı kadar yanıyordu içi. Yüzyıllarca sönmeyen o ateşti şimdi Yağız Buğra veya Bizans'ın velinimeti olan Grejuva'nın ta kendisiydi. Cayır cayır yanıyordu içi.
Bahçeden çıkıp arabasına bindiğinde kemeri takmak aklının ucundan bile geçmemişken doğrudan arabayı çalıştırarak gaz pedalına yüklendi. Spor araba hızla öne atılıp neredeyse boş olan yolda, ardından rahatsız edici bir gürültü bırakarak ilerlemeye başladı. Buğra direksiyonu iki eliyle kavramış, parmak boğumlarını beyazlatacak kadar çok sıkıyordu fakat bunun farkında bile değildi. Çok geçmeden ana caddeye çıkarak Ali'nin arabasını yakalamış, hatta Semih'le ikisini geçerek ambulansın hemen arkasından gitmeye başlamıştı. Ciğerlerine çöreklenen ağırlık canını yakıyordu, kalbi sıkışır gibiydi. Hiç kazanamadığı birini temelli kaybedebilecek olmanın acısı vardı içinde ve kalbi bu acıyla sızlarken kulakları uğulduyordu Buğra'nın.
Ambulans hastaneye yaklaştığında dönemeçten döneceği için hızını yavaşlatmış, Buğra ise önündeki araca ayak uydurarak frene dokunmuştu. Hastane bahçesine girip en nihayetinde acil girişinde durduklarında genç adam arabasını bir kenarı çekip bırakmıştı, onuysa Ali ve Semih izlemişti. Ambulansın kapıları açılarak içinden inen iri yapılı adam sedyeyi tutarak çekti. Onu görünce nefes alamadığını hissetti. Nefesi boğazına düğümlendi. Sedyede boylu boyunca yatan sarı saçlı kız kendinde değildi, ten rengi her nasıl olduysa daha da beyazlamıştı. Hayır, diye kovdu Buğra aklındaki kötü düşünceleri: Öyle bir şey olamaz.
Adamlar onları izleyen gençleri fark etmeden sedyeyi acil kapısından içeri ittiler, arkalarından bir sıra halinde ilerleyen gençler vardı ve en önde duran kişi Buğra'ydı. Bir hemşire önlerinde durup geçmelerine izin vermeyince gruptan memnuniyetsiz homurtular yükselmişti. "Üzgünüm gençler, yetkili kişiyi ya da velisini görmemiz lazım." Buğra tam konuşmak için öne atıldığı sırada Faruk Bey Buğra'yı kolundan tutup geri çekerek onun önüne geçti.
"Annesine haber verildi, ben öğretmeniyim," dedi adam tok sesiyle.
Hemşire hanım başını sallayarak karşısındaki adamı onayladı ve arkasını dönerek koridordan sola saptı. Faruk Bey hiç tereddütsüzce genç hemşireyi takip ederken arkada kalan öğrencilerin arasındaki gerilim artıyordu.
"Memnun musun lan," diye bağırdı Semih önündeki kalabalığı eliyle itip ileri atılırken, ellerini yumruk yapmış ve her an Buğra'ya saldıracak gibi bakıyordu.
Buğra omuzu üstünden kıvırcık saçlı çocuğa bakıp başını hafifçe öne eğdi dudakları alaylı bir tebessümle kıvrılmıştı. Başını iki yana salladı soğuk bir tavırla. "Ne biliyorsun ki," dedi dudaklarındaki tebessümün hükmettiği alayın bulaştığı sesiyle: "Ne zamandır tanıyorsun bu kızı da şimdi bana kafa tutuyorsun?"
Ali elini Semih'in göğsüne koyarak arkadaşının Buğra'ya saldırmasına engel olurken öfkeyle bakıyordu karşısındaki çocuğa. "Sen kendini ne sanıyorsun ki," derken dişlerinin arasından konuşmuştu. "Ulan o kıza bir şey olsun seni bulup yedi ceddini düz saydırmazsam sana, bana da Ali demesinler!"
Az önce arkadaşını sakinleştirmek için davranan genci şimdi sevgilisi tutmaya çalışıyordu. Buğra olduğu yerde duruyordu buna karşın, sanki kıyamet kopsa ona bir şey olmazmış gibi bir hali vardı. Ancak, kıyameti koparacak kişi de kendinden başkası olmayacaktı. Çünkü acil girişin otomatik kapısı kayarak iki yana açılmış ve içeri soluk soluğa bir halde Yasemin Ökçün girdi. Üzerinde bebek mavisi, kaşe paltosu vardı. Alelacele çıktığını belli edercesine açıktı paltosunun önü, elindeki bavul çantanın fermuarı yarım yamalak örtülüydü. Buğra'yı gördüğünde kadın adımlarını şaşırdı, olduğu yerde durdu ayakları. İkisi arasında zaman durmuş, sesler uğultu halini almıştı ve gözlerini birbirlerine kenetlemişlerdi. Hangisinin av olduğu belli değildi aralarında, hangisi avcıydı; muammaydı. İlk toplanıp kendine gelen Yasemin olmuştu, paltosunun önünü düzeltip seri adımlarla ilerlemeye başladı hastanenin lobisinde. Az önceki hemşire kadının aynına gidip onunla konuşurken Buğra iki yanında yumruk yaptığı ellerini serbest bıraktı ve Yasemin'e ithafen konuştu Semih'le: "Birilerini suçlamayı çok istiyorsan git o kadına dalaş, sataşma bana," dedi yüksek, herkesin duyup neyi kast ettiğini anlayacağı sesiyle.
Yasemin hemşirenin elinden dosyaları alırken gülmüştü. Elinde değildi, üzerine yapışıp kalan soğukluğu eritemiyordu. Yıllar önce ondan çalınan masumluğu küçük kızında sevememişti, küçük kızını sevememişti. Ama onu korumuştu da. Şimdi ayağının altında dolanan bir kendini bilmezin tüm bunları bozmasına izin vermeyecekti. Hemşireyi gönderirken Buğra'ya doğru döndü kadın. "Bak çocuk," diye başladı sözlerine bariz bir alayla, "Ayak altında fazla dolanma olur mu? Git, annenin dizinin dibinde otur."
Herkes pür dikkat genç adamı izlerken bir terslik olacağını anlayarak Buğra'ya doğru ilerleyen kişi Eslem oldu. Gücünün yetmeyeceğini bilse de dikkatini bir anlığına dağıtabileceğine emindi. Uzanıp sinirden kasılan kaslı kolunu tutu Buğra'nın ve varlığını hissettirmek için uzun tırnaklarını etine batırdı. Durumun gittikçe kötüleştiğini anlayan Ayça ve Beliz de çocukları çekiştirerek Buğra'nın yanına ilerledi. Kolunu tutan ellerden kurtuldu genç adam. Alay dolu gülüşüyle Yasemin'e bakmaya devam etti Buğra, oysa zihninde çok kez öldürmüştü kadını. "Anne olduğun aklına gelmişken gidip kızınla ilgilenmelisin."
Yasemin elindeki dosyaları sıkıca kavrayıp derin bir nefesi doldurdu ciğerlerine. Topuklarının üstünde geri dönüp adımlarını yere vura vura Neva'nın yanına ilerledi koridorda. Büyük bir odaya girdiğinde birçok hastanın bulunduğu alanda hemşire ve doktorlar oradan oraya koşuşturuyor, birden fazla hastayla ilgilenmeye çalışıyordu. Bir hasta yatağının üstünde yatan kızını gördüğü gibi hızlandırdı adımlarını. Sedyeye ulaştığında bile Faruk Bey'i fark edememişti. Bilinçsizce, refleks olarak uzanıp Neva'nın elini tuttu.
"Yasemin Hanım," diye konuştu Faruk Bey tereddütlü sesiyle, kadının yanına yaklaşıp koluna dokundu. "Eğer," deyip derin bir nefes aldı adam ciğerlerinin bir balon gibi şişip daha fazla oksijeni taşıyamayacağını hissederken. "Yapabileceğimiz bir şey varsa lütfen söyleyin."
Yasemin başını iki yana sallayarak hemen arkalarında duran doktora döndü. "Hastaneyi değiştirebilme durumumuz var mı," diye sordu kısık sesiyle. Bir yandan da çantasının içinden telefonunu bulmaya çalışıyordu. Telefonunu bulduğu sırada doktorun onaylamaz mırıltılarla Neva'nın dosyalarıyla ilgilenmekteydi. Yasemin telefonunu açıp son arayanlar listesinden Yıldıray'ın adını bulup isminin üstüne bastı ve telefonu kulağına yaslayarak bekledi. Çok değil, ikinci çalışta telefona cevap vermişti Yıldıray: "Yasemin?"
Doktordan uzaklaşıp kapıya doğru yaklaştı kadın. "Yıldıray, çalıştığın hastanede bir oda ayarlar mısın Neva için? Biz hastanedeyiz, oraya gelelim istiyorum. Burası pek hoşuma gitmedi. Doktor istemiyor ama ben de burada durmasını istemiyorum," derken sağ elini boynuna atmış, gergince tenini sıkıyordu.
"Canım," dedi Yıldıray sakin bir ses tonuyla. "Doktoru izin vermiyorsa onu dinlemek daha makul şimdilik. Hangi hastanede olduğunuzu söyle, ben geleyim."
-o-
Damarlarımda yanan bir şey vardı. Belki de yanan tek şey bendim, yanılıyordum. Kirpiklerimde tonlarca ağırlık taşıyabilir miydim? Belki de ben hâlâ onuncu sınıf öğrencisiydim ve Kerem bana iğrenç bir şaka yapmak istediği için sınıfta uyuduğum bir sırada kirpiklerimi uhuyla birbirine yapıştırmıştı, bilemezdim. Ancak şu an tek bildiği ve istediğim şey de gözlerimi açmak istediğimdi.
Gözlerini açtığında gerçek hayatla karşılaşacaksın, dedi iç sesim. Gülümsedim. Gerçek hayat dedikleri neydi, öyleyse nerede ve hangi zamanda yaşıyordum ben? Geçmişe sıkışıp kaldığım barizdi, o zaman niyeydi bu muallakta sallanışım. Darağacına asılı ruhumun ölememiş olması nasıl mümkündü?
Toz kokusu burnuma ilişiyor, iğrenç bir his bırakıyordu genzimde. Kendimi biraz daha zorlasam elimin üstünde varlığını hissettiğim serumumun içindeki o damlacıkların sesini duyacağıma emindim. Parmaklarımın arasında kıvranan kalın çarşafı sıkı bir tutuşla kavradığımda odanın içindeki sesler boğuk bir homurdanma gibi doldu kulaklarıma. Anlaşılan odada yalnız değildim. Derin, ağır bir nefesi doldurdum ciğerlerime. En nihayetinde acımalarına aldırmadan açtım gözlerimi. Şekiller bulanık ve titrekti. Sinirlerim iyice bozuluyordu bu yüzden, elimin altındaki çarşafı daha sıkı kavradım olduğum yerde doğrulmayı deneyerek. Tabii aynı saniyelerde soğuk bir el tarafından durdurulmuştum.
"Yavaşla bakalım biraz," diye bir ses duyunca kulaklarım, zihnim hemen bu sesi taramış anca olumlu hiçbir bulguya rastlamamıştı. Gözlerimi kapatıp bir süre bekledim kalp atışlarımın yavaşlaması için, sonra yeniden; biraz da ürkerek açtım gözlerimi. Karşımda orta yaşlarında bir adam duruyordu. Beyaz önlüğü omuzlarından sarkıyor, elinde tuttuğu dosyalarla bana bakıyordu. "Tamam, nasıl hissediyorsun kendini?"
Gözlerimi odayı tararken adamın söyledikleri çok sonradan anlam bulmuştu zihnimde. Annem tam karşımdaki duvarın önünde, duvar köşesine yaslanmış duyuyor ve beni izliyordu. Homurdanarak gözlerimi devirdim ve yeniden adama döndüm. Boş gözlerle adama bakarken bakışlarımdan rahatsız olmuş olacak ki boğazını temizleyip bir adım geri çıkmıştı. Kulaklarımda kendi sesimin yankısını duydum, o sesin güldüğünü işitiyordum.
"En son ne olduğunu hatırlıyor musun," diye sordu bu kez adam, gözlerinde endişenin kırıntıları kol geziyordu.
Kaşlarımı çatarak ona bakmaya devam ederken başımı hafifçe iki yana salladığımda hafif bir sızı varlığını göstermişti, acıyla yüzümü buruşturdum. "Piyano çalıyordum en son," dedim boğuk çıkan sesimle, "Arkadaşım şarkı söylüyordu." Az evvel sadece varlığını hissettiğim sızı şimdi büyümüş iyice canımı yakmaya başlamıştı. Sanki zihnimin içinde kapkara bir set vardı ve ben koşup ona çarpıyordum. "Ben," diye başladım söze gözlerimi sımsıkı yumarak. "Hatırlamıyorum sonra ne olduğunu."
Duyduğum tıkırtılarla meraklanarak açtım gözlerimi, doktor anneme bakıyordu başını hafifçe sallayarak. "Şarkı söyleyen arkadaşın kimdi Neva," diye sordu annem olduğu yerden doğrulup bana doğru birkaç adım geldi. "Kızıl saçlı olan kız mı?"
Başımı iki yana salladım reddederek. "Eslem, kıvırcık olan."
Annem kapıya ilerleyip Eslem'e seslendiğinde içimde bir his, bir ses annemi durdurmam gerektiğini söylüyordu. Ancak dilim lâl olmuş, düşüncelerime konuşma izni vermiyordu. Güçlükle aldığım bir nefesi tuttum içimde. Bu sırada annem yanında Eslem'le geri dönmüştü. Eslem'in gözlerinde tedirginlik, gerildiğinden olsa gerek; elini pantolonuna sürüyor ve avuç içindeki teri silmeye çalışıp etrafta olup biteni kendi kafasında yorumluyordu.
"Neva bayıldığında neredeydin Eslem," diye sordu annem, sesindeki tonlama suçlayıcıydı. Sanki beni o itmiş de ben o yüzden buradaymışım gibi... Ama ben onu yakalamaya çalışırken düşmüştüm. Eslem beni duymamıştı.
"B-ben," dedi Eslem kekeleyerek. "Bahçedeydim. Sonra Faruk Hoca kucağında Neva'yla dışarı çıkınca biz..." Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı bu sırada. "Biz ne yapacağımızı bilemedik."
Kaşlarım çatılırken bu kez olduğum yerde doğruldum. "Eslem, yanlışın var," dedim buram buram itiraz kokan sesimle. "Biz seninle toplantı salonundaydık ya, ben piyanoda bir şeyler çalarken sen yanıma geldin."
Eslem'in gözleri şaşkınlıkla büyüdü, kocaman oldu. Kalın dudakları balık gibi açılıp söyleyecek bir şey bulamadığında kapandı. "Ben bahçedeydim," dedi neredeyse fısıltı halinde konuşurken. "Senin toplantı salonuna girdiğini bile görmemiştim."
Kulaklarımdaki uğultuyu bastırmak istercesine ellerimi kulaklarımın üstüne koydum ve sanki başımı ovuyormuş gibi bastırdım parmaklarımı şakaklarıma gözlerimi kaparken. Yalan söylediğimi düşünüyorlardı, iyi de ben yalan söylemiyordum ki! Ama şimdi bütün oklar bana çevrilmişti. Bundan nefret ediyordum, bütün suçun veya cezanın bana kesilmesinden bıkmıştım.
"Neva?"
İrkilerek açtım gözlerimi. Şimdi odada bir tek doktor vardı, benden başka. Hayır, bizden başka. Bu odada benden bir tane daha vardı ve o, doktorun ardında durarak beni izliyordu. Gülümsüyordu. Sonrasında kolumda bir sızı, kalbimde karanlık bir ferahlık hissettim. Derin bir uykunun belki de yüz milyonuncu zehirli tohumu filizlenmişti kalbimde.
Kulağıma dolan cızırtılar, boğazımdaki kuruluk hissi canımı yakıyordu. Kurup çatlamaya yüz tutan dudaklarımı acıya aldırmadan araladıktan sonra olduğum yerde dönmeye çalıştım. Uzun bir süredir yatıyor olmalıydım, tüm uzuvlarım ve kaslarım sızlıyordu. Memnuniyetsiz homurtular eşliğinde serumun hangi kolumda olduğuna emin olup sağ yanıma döndüm sızlanırken.
"Günaydın uykucu."
Kaşlarım çatılırken gözlerimi açtım ve karşımdaki kişiye baktım. Bu adamın burada ne işi vardı? Hem de beyaz önlükle! Elindeki dosyayı oturduğu sandalyeye bırakarak ayağa kalktı ve kollarımdan tutup ondan hiç de beklemediğim bir dikkatle oturmama yardımcı oldu. Bir bardak su uzatmayı da ihmal etmemişti tabii. Bardağı elinden alıp dudaklarıma götürürken hâlâ çatık olan kaşlarla ona bakıyordum: "Zehirli değil, değil mi," diye sordum alayla gülerek.
Yıldıray, sandalyeye yeniden oturup sağ bacağını özenle sol bacağının üstüne attı; dosyalarını bacağının üstüne koydu. "Zihnin kadar zehirli değildir, Neva."
Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı doğru meyillenirken sudan bir yudum içtim, bardağı ahşap komodinin üstüne bıraktım. Ancak gözlerimi bir an olsun ondan ayırmıyor, hareketlerini; mimiklerini saniye saniye izliyordum. Sanki o yanlış bir şey yapacaktı ve onu durduran ben olacaktım. "Neden buradasın," diye sordum şüpheli sesimle.
"Ben bir psikiyatrım," dedi gözlerini dosyalarından kaldırıp kirpiklerinin altından bana bakarak. "Annenle telefonda konuştuk ve senin hastaneye kaldırıldığını söyledi. Nöroloğa ve elimizdeki bilgilere göre beyninde hiçbir hasar yok. Ama," derken başını da gözleri gibi önündeki dosyadan kaldırıp çenesini dikleştirdi, bir kartala veya şahine ait olabilecek kadar keskin bakışlı mavi gözlerinin pençelerini benim alacalarıma geçirdi. "Başına dikiş atıldığı, çok kan kaybettiğin için uyumaman gerektiği halde sana sakinleştirici vermek zorunda kalmışlar." Bana bir şeyler soruyormuş gibi durmuştu. Belki de gerçekten bana bir şeyler sormuştu ama ben onu anlamamıştım. Sahi, zihnimin neden bu kadar dolu olduğunu hissediyordum?
"Sana sakinleştirici vermelerine sebep olacak kadar kuvvetli bir kriz geçirmişsin Neva ve bu, gün içindeki ikinci krizin sanırım?"
Dudaklarım alayla kıvrıldığında gözlerinin içine baktım meydan okuyarak: "Doktor sinir krizi geçiren biri görmemiş sanırım."
Ellerini dosyaların üstünde bağlayıp bana doğru eğildi. "Bana ne olduğunu anlatmak ister misin, Neva?"
Gözlerimi duvara sabitleyip düşündüm. Önümde siyah ve beyaz tuşlar dizisi, sıra sıra. Parmaklarım o tuşlara dokunmak için kıvanıyor, daha da ötesinde sızlıyordu. Çünkü biliyordum, parmaklarımın dansına notalar eşlik edecekti. Bedenim değil, ruhum uyuşacaktı. Hayatın iki muhtemel rengi vardı piyanoda. Bütün günahların, bütün kötülüklerin eşit miktarda bir araya gelmesiyle oluşan beyaz ve tüm o kötülükleri saklayan siyah... Sonra parmaklarım bir dans tutturuyordu tuşların üstünde. Seksen sekiz tuşa sığdırılmış trilyonlarca dans figürü. Belki, sadece basit bir bale. Dramdan, dramadan ibaret acı dolu adımlar... Oysa parmaklarım değmiyordu piyanomun tuşlarına, acılarımı notalara dökemiyor; hüzün dolu melodileri duyamıyordum. Nefes aldığımı hissetmiyordum. Bu bağlamda ben bir ölüydüm. Öyleyse neden hayattaydım?
"Neva?"
Gözlerim odağından uzaklaşıp gördüklerim kaybolurken Yıldıray bana merakla bakıyordu. Balımı hafifçe sağa yaslayıp annemin onda ne bulduğunu anlamak istemiştim o an. Yaşına göre karizmatik bir yüz, siyah saçlar ve mavi gözler. Sanırım babamdan sonra annemin tercihleri hep esmer ve türevlerinden yana olmuştu. Bıkkınlıkla bıraktı nefesini Yıldıra, psikiyatrların sabırlı olmaları gerekmez miydi? "Neva, konuşacak mısın artık?"
"Ne söylememi istersin," diye sordum oyunbaz bir sesle, alaycı gülümsemem de dudaklarımdaki yerini almıştı. Başını iki yana salladı onaylamazca. "Bana ne olduğunu anlatmanı istiyorum."
Oysa içimden bir ses bunu yapmamam gerektiği konusunda ısrarcıydı. Gözlerimi gözlerine odaklayıp nefesimi tuttuğum sırada eline kalemini almış bir şeyleri karalamaya başlamıştı. O an, belki de o an ilk kez birine istediğini vermem gerektiğini düşündüm. "Son zamanlarda iç sesimle kavga ediyorum," dedim gözlerimi yeniden duvara sabitleyerek. "Beni öldürmek istediğini söylüyor, öleceğimi."
"Ölümden korkuyor musun," diye sordu yazmayı bırakarak.
Sessizlik.
Ölümden korkuyor muydum?
"Hayır," dedim kesin bir sesle. "Ölümden korkmam onun geleceği gerçeğini değiştirmez, ölümümü kolaylaştırmaz."
Sol kaşı refleks olarak yukarı doğru kavislendiğinde başını önüne eğdiği dosyasından kaldırmadan bana bakmaya devam etti. "Devam et?"
Saatin tik takları kulaklarımı doldururken kalemin kağıt üzerindeki baskısı iç gıcıklayıcı bir sesle bu tik taklara eşlik etmişti. Yüzümü buruşturarak karşımdaki adama baktım bir kez daha inanmazca, onu ilk kez gerçekten incledim: Yatağımın dibine çektiği sandalyeye hiçbir zaman bir erkeğe yakıştırmadığım halde beni bu konu hakkındaki bütün düşüncelerimden caydıracak kadar asil bir şekilde bacak bacak üstüne atarak oturmuştu annemin biricik ikinci sevgilisi. Beyaz önlüğünün sıkı sıkıya sardığı geniş omuzları, önlüğün cebine iliştirilmiş yaka kartıyla mevkisini apaçık gözler önüne sermişti Psikiyatr Yıldıray Erbey. Dizlerinin üstünde bir kapağı açık bir not dosyası, dosyanın içindeyse çizgili kağıtlar vardı. Sol elinde tutup kağıtların üstünde hızlı hareketlerle oynattığı dolma kalem, olduğum yerden baktığımda bile fazla pahalı duruyordu. Beyaz tenine ve mavi gözlerine yakışan siyah, kemik çerçeveli gözlükleri burnunun üstündeki yerini almıştı, Yıldıray'ı ilk kez gözlükle görüyordum.
Elindeki kalem bir kez daha tiz çığlıklar atarak kağıda sürttüğünde dişlerimin arasından bıraktığım nefesimle birlikte yüzümü buruşturdum. Kulaklarım aşına olduğum çığlıklarla dolmuştu. Benliğimin ikinci hali tırnaklarını ruhuma geçiriyor, ortaya çıkmaya çalışıyordu. Onu zapt edemiyordum oysa, benden güçlüydü.
"Neva?"
Gözlerimi odakladığım noktadan ayırıp Yıldıray'ın gözlerine çevirdiğimde bana sıkılmış ancak meraklı bir ifadeyle baktığını gördüm. Sanırım, şu an onun için bir kobaydım, üzerimde incelemeler yapmak istiyordu. Ancak emindim ki, onun sorularına istediği cevapları vermiyor olmam, işleri yokuşa sürmem bu merakını büyük bir sıkıntıyla silip atıyordu. O an yanı başımda hissettiğim, gözlerime takılan hareketlilik dikkatimi çekti. Saçları karmakarışık olmuş, üstündeki kıyafetleri yıpranıp buruşmuş, gözlerinde korkuyu barındıran Neva yatağa bağdaş kurarak oturmuştu. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı çarşafı sıkıyordu var gücüyle, bu gerginliği benim de gerilememe sebep oluyordu. Ona, bunu kesmesini; def olup gitmesini söylemek istiyordum. Yıldıray odada olmasaydı, beni bu denli dikkatle izlemeseydi bunu yapardım da fakat şimdi elim kolum bağlıydı.
"Ona söyleyemezsin," dedi başını iki yana sallayarak. "Ona söylersen seni beyaz gömleklere sarıp bir hücreye tıkacak."
"Neva, okulda ne olduğunu anlatabilir misin bana?"
Çenemi dikleştirdim ukala bir sırıtmayla yanımda oturup korkak gözlerle, yalvararak bana bakan Neva'yı izlerken. "Söyleyeceğim," derken kıkırdadım. "Söyleyeceğim!"
Yıldıray elindekileri sandalyeye bırakıp hareketlendiğinde dikkatim yeniden dağılmıştı. Endişeli gözlerle bana bakıyordu. Omuzlarım sarsılmaya başlarken önünü alamadığım bir kahkaha krizinin tam ortasına düşmüştüm. Gözlerim kısılıp görüş alanım daralır ve bulanıklaşırken karnıma doğru ilerlemeye başlayan krampları hissediyordum. Aldırmadım. Başım, karnım acırken; canım yanarken içimdeki nefreti ve deliliği kusarca kahkaha atmaya devam ettim. Ruhum çığlıklar atarken kahkahalarla bastırdım bu çığlıkları, kulaklarımı ruhuma kapadım. Mantığım bir kuş, akıl sağlığım ise o kuşun yemi idi. Mantığım, akıl sağlığımı yemişti.
Dudaklarımın üstüne büyük bir el kapanınca panikle çırpındım. "Şş," diye mırıldandı Yıldıray gözlerimin içine bakarak. "Eğer böyle gülmeye devam edersen sana sakinleştirici yapacaklar ve gün boyu uyuyacaksın," dedi tane tane konuşarak ve ekledi: "Sırf bu yüzden bile arkadaşların kanser olduğunu öğrenebilir.
Yanı başımda oturan Neva başını iki yana salladı. Sakin olmamı istiyordu? Sanırım sakin olmalıydım. Derin bir nefes alıp kapadım gözlerimi. O burada değildi, sadece benim korkularımdan beslenip beni delirtmeye çalışıyordu. Tabii, ben çoktan delirmiştim ve bu ayrı bir mevzuydu. Dudaklarımın üstündeki baskı hafifleyip çekilince içimde tuttuğum nefesi serbest bıraktım ama gözlerimi açmamak konusunda kararlıydım. "Beni yalnız bırakır mısın?"
Sessizliğe kucak açmış ve sonrasında o sessizlikte boğulmuş gibi hissediyordum. Bir yanım deli gibi yalnız kalmak istemiyor, diğer yanımsa delice tutunuyordu bu yalnızlık hissine. Soğuk bir Araf'ın tam ortasında kalmıştım. Bir yanım cehennem, diğer yanım cennet bahçeleriydi. Seçimlerim doğrultusunda ikisinden birine düşecektim. Ancak seçim yapamayarak Araf'ta çürüyordu ruhum.
Adım seslerini dinledim yarım yamalak duyan kulaklarla, sonrasında kapı açılıp kapandı ve yalnız kaldım. Gözlerimi yavaşça aralayarak tavanı izlemeye başladım. Bildiğim tek şey, şu an piyanomun yanında olmam gerektiğiydi.
-o-
14:26
Yasemin elindeki karton bardağı sıkıca kavramıştı. Yıldıray Neva'nın odasından uzun bir süre önce çıkmış ancak hiçbir şey söylemeyerek yanında getirdiği kitaplara gömülmüş, bir şeyleri araştırıyordu ve hiç konuşmuyor olması Yasemin'i hem ürkütüp hem de sinirlendiriyordu. Bayat olmasına rağmen sıcak hastane çayından bir yudum aldı, Hafsa Hanımlarla konuşma vakti geldiğine kanaat getirdi.
"Şizoafektif, şizoaffektif olarak da kullanılır," dedi Yıldıray başını kitaplarından kaldırarak. "Neden olduğu bilinemese de bazı kesim bunun genetik, bazı kesim ise sonradan çevrenin etkisiyle gerçekleştiğine inanıyor. Bilmiyorum, emin olamıyorum," dedi kalemini bırakıp masanın üstündeki bilgisayarını sertçe kaparken. "Yasemin, Neva'nın durumu çok ciddi ve sürekli depresyon halinde olması ne vücut sağlı ne de akıl sağlığı için iyi."
Derin bir nefes alıp başını sallayarak onayladı kadın. "Bunların hepsini biliyorum, Yıldıray. Bana bunlarla gelme, bana çözüm yolu söyle."
"Semih denilen çocuk, ne demişti sana," diye mırıldandı boğuk çıkan sesiyle, gözleri kanlanmıştı.
"Neva'yı bulduğunda kriz halindeymiş. Etraftakilerin dediğine göre sürekli sayıklıyormuş," derken sesi sonlara doğru kısılmış, yok olmuştu. "Yıldıray, ben iyi bir anne olmayabilirim. Sen her şeyi biliyorsun," diyerek elindeki karton bardağı masaya bıraktı ve alnını avuçlarına yasladı.
Yıldıray anlayışlı bir ifadeyle karşısındaki kadına bakarken masanın üzerinden uzanarak elini onun omzuna yerleştirdi destek olmak istediği için. "Kızını kaybetmek istemediğini biliyorum, bir tanem. Elimizden geleni yapacağız," dedi sakin çıkan ses tonuyla. "Neva'yı kanserden de şu an ne olduğunu bilmediğimiz bu rahatsızlıktan da kurtaracağız."
"Nasıl olacak," diye sordu Yasemin, sesi artık titriyor ve kontrol edemediği için yüksek çıkıyordu. "Tedaviyi kabul etmiyor, kanser midesine sıçramış artık. Hadi bunu geç, akciğer kanserinden kurtulmak ne kadar zor; haberin var mı senin?!"
Ancak konuşurlarken ikisi de fark etmemişti: Neva'nın biricik kahramanı, Semih, kelimesi kelimesine onları duymuştu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top