ilk es ♫ ♪

2K olduk! İlginizden dolayı hepinize çok teşekkür ederim, siz hayatımda gördüğüm en iyi okuyucularsınız! Hepiniz iyi ki varsınız! Yazım yanlışları varsa şimdiden özür diliyorum. Yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar! :')

Bölüm Parçası:
1. Red Hot Chili Peppers - Otherside
2. Aron Wright - You're the Last Thing on My Mind

Onuncu Bölüm ♫ ♪

Dolabımdan çıkardığım siyah taytın üzerine lacivert bol kazağımı giydikten sonra havanın iyi olmasına aldanarak üstüme deri ceketimi aldım. Evde pek fazla zaman geçirmek istemiyordum, açıkçası dünden sonra annem benimle konuşmamıştı ki bundan kesinlikle pişman ya da rahatsız olmamıştım. Aksine, sanki ihtiyacım olan tek şey sessizlik gibi hissetmiştim ve ona tam da şu an sahiptim. Cep telefonumu ceketimin cebine atarken sırt çantamı omzuma astım ve portmantodan anahtarımı alıp öyle çıktım dışarı ancak daha çıkar çıkmaz gördüğüm manzara tüm uzuvlarımın tutulmasına sebep olacak tarzdandı, sesimi dahi kaybettiğimi hissettim.

"Öyle dikilecek misin hayatım," dedi Semih, arabadan çıkmış ve dirseğini kapıya dayayarak bana bakıyordu.

Az sonra öndeki yolcu koltuğunun olduğu taraftaki cam açılınca tüm dikkatim oraya kaydı. Eslem başını dışarı uzatarak yüzüne yerleştirdiği en büyük gülümsemeyle bana bakıyordu: "Hadi bebeğim, Cengiz'ciğimi biliyorsun. Laf yapıyor devamlı," derken kıkırdamamyı da ihmal etmemişti.

Bu iki deliye gülerek başımı iki yana salladım ama onları ikiletmeden arabaya doğru ilerleyip arka kapıyı açtım, tabii içeriden gelen neşeli bağrışmalar ürkmeme sebep olsa da yüzüme yerleşen gülümseme silinmek yerine daha da büyümüştü. Koltuğa oturup kapıyı kapadığımda Semih arabayı çalıştırdı, gayet makul bir hızda sürmeye başladı.

"Cuma günü yoktun," diye sordu Eslem oturduğu yerden bana doğru hafifçe dönerek.

"Biraz rahatsızdım ama bugün sizi rahat bırakmayacağım, öyle kolay kolay benden kurtulamazsınız." Sesime yerleştirdiğim sahte katılıkla onları azarladım. Hepsi bir ağızdan onaylamayan sesler çıkarırken gülmeye başlamıştık. "Tamam, çok uğraştırmayacağım sizi. Sadece prova günlerini belirleriz, herkese çalışması gereken yerleri veririz ve sonra prova günümüzde herkes müzik odasında olur."

Okula girdiğimizde bahçedeki öğrencilerin çoğu bizim olduğumuz tarafa bakıyordu. Gözlerimi devirerek diğerlerine döndüğümde Semih kolunu kız kardeşinin omuzuna atmıştı. İkisinin de kıvırcık olan saçları ve Eslem'in Semih yanında minicik kalan bedeni gereğinden fazla tatlı görünmelerine sebep oluyordu.

"Kıskandın mı sarışın," diyerek güldü Semih.

Yüzümü buruştururken başımı iki yana salladım, "Bununla nasıl başa çıkıyorsun Eslem?"

"Tehdit etmek için fazla malzemesi var," diye araya giren çocuğa baktım. Elektro gitar çaldığını hatırladığım çocuk başını bana çevirdiğinde gülümsemişti: "Ee patron, ne yapıyoruz?"

Omuz silktim, zil çaldığı için düşünmek yerine aklıma gelen ilk şeyi söyledim: "Şimdilik yapabileceğimiz bir şey yok. Öğle arasında görüşürüz."

Herkes kendi sınıflarına dağılırken ben de onlarla birlikte hareket ederek okula geçip sınıfmın olduğu koridora yöneldim doğrudan. Hızlı bir koşuşturmanın sonunda sınıfa girip sırama yerleşmiştim, kafamı sıraya yaslayıp gözlerimi yumdum hiç kimseye aldırmayarak. Uykum vardı, yorgundum fakat belimden aşağı inen titreme ve hemen bunun akabinde gelen ağrı, kapısı aralanmış uykumu geri gönderirken en yakın zamanda eczaneye gidip ilaç almam gerektiğini hafızamın bir köşesine eklemiştim bile ki zaten sınıftaki uğultu çok fazla olduğundan uyku sınırlarıma yaklaşmıyordu.

Bir anda tüm uğultu kesildi. Başımı hafifçe sıradan kaldırarak etrafa göz gezdirdim körüklenen merakımla.

"Günaydın arkadaşlar!" Duyduğum yabancı erkek sesi biraz daha merak etmeme sebep olmuştu. Başımı tamamen kaldırıp arkama yaslandım ve ayaktaki bütün öğrenciler oturunca öğretmen masasının hemen arkasındaki adamı inceledim dikkatle: Henüz orta yaşlarının başında olduğunu belli eden yorgun yüz çizgilerine sahipti. Gözlerimi kısarak henüz beyaz tutamların bulunmadığı saçlarına odaklandım, otuzlu yaşlarının sonlarında olmalıydı.

"Ben yeni sınıf danışmanınız ve edebiyat öğretmeniniz Engin Ertürk." Cümlesini bitirdiğinde sınıftan çıkan homurtuya gülümsedi bıyık altından. "Merak etmeyin gençler, sizleri sıkmayacağım ya da ilk günümde ders işlemeyeceğim. Tamam... belki farklı, sizi biraz zorlayan bir çalışma yapabiliriz ama o da en iyi eşit ağırlık sınıf olduğunuzun söylenmesinden dolayı. Ve lütfen, rehberlik dersinde test çözelim kafasından sıyrılın." Çoğu öğretmenin yaptığı gibi masanın önüne geçerek bir ayağı yerde kalacak şekilde masaya oturdu, sınıfta göz gezdirmeye başladı. "Tanışma faslını bu ders yapmak istemiyorum ancak söz hakkı verdiğim herkes önce adını söylerse sevinirim, isimlerinizi zaten bir zaman sonra ezberleyeceğim."

Sınıftan hiçbir ses çıkmayınca yüzündeki gülümseme biraz da olsa silinmişti, adamın tüm hevesine balta vuruyorlardı ve nedensizce bu keyiflenmeme sebep oluyordu, bununla nasıl başa çıkacaktı acaba?

"Peki öyleyse sizi konuşmaya, biraz edebiyat parçalamaya zorlayalım." Sınıfı bir kez daha tarayarak birinde karar kılınca konuşmaya başladı: "Bir insanın hataları doğrularından fazlaysa o insan sizce nasıl biridir?"

Sessizliğin sağlandığı sınıftan ilk önce boğaz temizleme sesi duyuldu, sonrasında sınıfta ön sıralarda oturan bir kız konuşmaya başladı: "İnsanlar elbette birçok hata yapar ancak hata sayısı doğrulardan fazlaysa o insan bir çukurda değil midir?" Elimde olmadan bu cevaba gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Yani... Her hata biraz daha dibe batmak olsa ve doğrular da kurtulmak için oluşturduğumuz bir halat diyelim, hataları doğrularından fazla olanın halatı kısadır, yükseğe çıkamaz. Bu da sonunun ölüm olduğunu göstermez mi," diye devam edip tamamladı sözlerini ismini Berna olarak hatırladığım Kız.

Gözlerimi devirerek ona baktığımda kızın, birkaç kişinin etkilenmiş bakışlarını topladığını gördüm ki bu da daha çok kızmama sebep olmuştu. Derin bir nefes alıp önüme döndüğümde Engin Hoca'nın bana baktığını fark ettim. "Sen bu cevaba biraz karşısın sanırım, başka bir fikrin mi var?" Direkt olarak bana sorulan bu soruyla sınıfın hepsi bana dönmüştü.

"Başka bir fikrim değil ama farklı bir bildiğim var," diyerek Engin Hoca'ya bakmaya başladım, konuşmam için başını sallayarak bana izin verdi. "Hatalarımız bizi biz yapan en büyük etkenlerdendir, hatta ona etken gözüyle bakmak bile yanlış olur. İnsanlar elbet hata yapacak diyoruz, bunu söylerken doğruları basit gösteriyoruz ancak doğrusu az olan bir insanı 'yanlış kişi' olarak tanımlamaktan da geri durmuyoruz."

"Çifte standartları sevmiyorsun sanırım?" Engin Hoca gülümseyerek sormuştu bunu.

"O çoğu şeyi sevmez." Arka sıralardan gelen ses gülmeme sebep olmuştu, ciddi anlamda gülmekten bahsediyordum ve cehennem gibi geçen bir yıldan sonra bu keyifli gülüşüm sınıftaki şaşkın bakışların üzerimde toplanmasına sebep olmuştu.

"Çok sevdiğim biri hatalarımızın yokuş olduğunu söylemişti. Hata sayımız kadar dikleşen yokuşlara ve hatalarımızca şekillenen karakterlere sahibiz. Bizim hatalarımız, bizim yokuşlarımız, hepsi bizim. Tıpkı parmak izlerimiz gibi hepsi birbirinden farklı, eşsiz. Kimisinin yokuşu düze yakınken üzerindeki engebeleri fazla, kimisinin hiç yok denilecek kadar az engebeli bir yolu varken yokuşu daha dik." Derin bir nefes aldım bekleyip kelimeleri toparlayabilmek için, "Çukura ya da batağa batmamızın sebebi duygularımız ve kendi içimizde oluşturduğumuz bendimizdir.

"Bazen bizi yanlış yere çekerler ve bizler artık en dibinde olduğumuzu sandığımız o kuyunun daha da dibine batarız. Hadi her olaya kattığımız temsili çıkış yolu olan ışık burada da olsun. Dibe battıkça bizden uzaklaştığını sanırız. Aslında o olduğu yerde dururken biz yanlış görürüz. Tıpkı yolda yürürken güneşin veya ayın bize olan uzaklığının sabit kalması gibi bir şey bu sadece dibe batan biziz.

"Yollarımızın üzerindeki engebeler ise 'el alem ne der' tarzı düşüncelerimizin ve etrafımızdaki insanların simgesi olsun. O kişilerin bize iyi ya da kötü davranıyor olması bir şeyi değiştirmez. Bazen öyle insanlar vardır ki bize ne kadar kötülük yapsa da aslında geleceğimizde bunun için şükredeceğimiz olaylara temel atmış olabilir." Fazla konuştuğum için ağzım kurumuştu ve bunu yutkunarak gidermeye çalıştım.

"Peki ya doğrular hakkında ne düşünüyorsun? Onlar birer halat ya da ışık mı?"

Başımı iki yana salladım. "Basamak. Doğrular içinde olduğumuz çukurda yükselmemize yarayan bir basamak."

Engin Hoca'nın yüzündeki gülümseme genişledi, "Çifte standartlardan hoşlanmayan biri için fazla çelişkili olmadı mı?"

Gülümseme sırası bendeydi ancak bu samimilikten öte soğuk bir tebessümdü. "Çukurdan çıkabileceğimizi söylediğimi hatırlamıyorum."

"Farklı bir bakış açın var. Peki, sence bu çukurun bir çıkışı var mı?" Derince bir nefes alıp başımı hafifçe öne eğerek onayladım Engin Hoca'yı: "Evet, var ancak ölünce." Ve benim babam kendi çukurunu terk etti.

"Adın neydi?" Aniden gelen farklı soruyla duraksadım fakat çabuk toparladım: "Neva."

Sonrasında bir daha derse hiç katılmamıştım, zaten konu değişmiş ve hiç ilgimi çekmeyen yerlere kadar gelmişti. Başımı sıraya yaslarken düşündüğüm tek şey uyumaktı ama çalan zil, bana selam vermek üzere olan uykumu korkutup kaçırmıştı. Diğer derslerde de zihnimi meşgul eden bu ölüm konusuna yoğunlaşmıştım kendimi engelleyemeyerek, düşündüklerimde ciddiydim ama şimdi bu düşüncelerin hepsi bir soru işareti olarak yeniden doğmuştu zihnimde. Başımı yeniden sıraya yaslayarak gözlerimi kapadım, sadece düşünmeye devam ettim yapabileceğimin de en iyisi buyken.

İlerleyen zamanlarda öğle arasına girmeden önce İlge Hoca'yla görüşmüş, ondan gerekli dokümanları almıştım ve öğle arasına girdiğimizi belirten zil çalınca hiç vakit kaybetmeden, yanıma İlge Hoca'dan aldığım kağıtları da alarak hızla kantine inip karnımı doyurdum ve hemen sonrasında terlememe bile sebep olacak bir koşuşturma temposuyla müzik odasına gittim diğerlerinin beni orada beklediğini bilerek.

"Bence ona söylemeliyiz, sonuçta onun arkadaşlarıyız," dedi Ayça içeri girdiğimde, bir şey üzerinde o kadar yoğunlaşmışlardı ki geldiğimi duymamışlardı.

"Kim kime ne söylüyormuş," diye sorarken gülümsemiştim konuştukları şeyi merak ediyor olsam da.

Uygar başını iki yana sallarken kaşlarımı çatarak onlara baktım: "Hey, neler oluyor?"

Ayça ve Eslem arasında kısa bir bakışma geçti, sonrasında Ayça kızıl saçlarını savurarak yanıma geldi. "Haberlere bak," derken son model olan telefonunu bana doğru uzattı.

Boğazıma yerleşen yumru yutkundukça canımı acıtıyordu, hissettiğim deja vu duygusu korkmama sebep olsa da titrememesine özen göstererek elimi öne doğru uzatarak telefonu aldım. O sırada damarlarımdaki kanın parmaklarımdan başlayarak bütün vücudumdan çekildiğini hissediyordum.

İlk fotoğrafta Savaş yanımdaydı ve bizden sevgili olarak bahsediliyordu, diğerinde ise Buğra'yla dışarıdaydım. "Biz bir tane bulamazken bazıları iki taneyle idare ediyor."

Başımı iki yana sallayarak telefonu Ayça'ya geri verdim. "Siz şunlara bir bakın, güne de kendi aranızda karar verin. Sonra bana haber verirsiniz. ben azıcık dışarı çıksam iyi olur," diye mırıldandıktan sonra itiraz etmelerine fırsat vermeden dışarı çıktım her an düşecekmişim gibi savsak olan adımlarla. İçimdeki öfke patlayıp her yanıma yayılırken kendimi yatıştırmaya -nafile bir uğraşla- çalışıyordum. Derin nefesler alarak bahçede her zaman oturduğum yere gittim ve sırtımı ağacın kalın gövdesine dayayarak çimenlerin üzerine oturdum.

Her şeyin yoluna girdiğine inanmak üzereyken sanki birileri özellikle tam o anı mahvetmek istercesine ortaya çıkıyor ve istediği sonucu elde ediyordu. Ben kendi hayatımı bile yönetemiyordum, başıma gelen her olayı bir perde arkasından izliyor gibiydim. Birisi hayatımın merkezine oturmuş, beni kuklası gibi oynatıyordu. Bu... çok yorucuydu, ben bunu istemiyordum. Ben üzerime yapıştırılan etiketlerin hiçbirini istemiyordum!

Başımı ağaca yaslarken ciğerlerimi yeniden derin bir nefesle doldurdum. Delirmek üzereydim, açık havada bile her şeyin üzerime geldiğini hissedecek kadar aklımı kaybetmiştim.

Bir insan en çok değer verdiği, güvendiği birisi tarafından kırılınca parçalara ayrılır derler; haklılar da. Kalbimin her bir parçası içimde her yere saçılmışken şimdi bir de üzerine ben yıkılmıştım. Enkazımın altında kalan kalp kırıklarım son nefeslerini de vermek üzereydiler ancak öyle çok duygu hissediyordum ki kalbim paramparçayken bedenim bir enkaz, ruhumsa bir sel gibiydi. Duygularım, içimdeki okyanusları coşturan sağanak yağmurlardan farksızken mantığım; bedenimin yıkılmasına sebep olan depremleri andırıyordu. Kendi kıyametimi yaşıyordum.

-o-

Öğle arasından sonraki dersleri uyuyarak geçirmiş, teneffüslerde dışarı çıkmak yerine sınıfta durup defterlerimdeki notları tamamlamıştım belki bir işime yarar umuduyla kendimi teselli ederek. Son teneffüse çıktığımızda telefonumu alıp bahçeye inmek için sınıftan çıktım. Bizimkilerle birlikte olursam biraz olsun rahatlarım, düşüncesi vardı zihnimde ve bu düşünceye sıkı sıkıya da tutunmuştum. Merdivenleri inip ikinci kattaki koridorda yürümeye başladım. Sınıflar karşılıklı, koridorun sonunda laboratuvarlar ile müzik odası vardı. Tam son merdivenlere doğru gelmiştim ki Buğra'nın sesini duymamla olduğum yerde kaldım.

"O fotoğrafların hepsini sileceksin," diye bağırdı Buğra. Onu böyle sinirlendiren her neyse ya da kimse kesinlikle çok şanssız olmalıydı. Bizzat bu yoldan geçmiş biri olarak bu kızgınlığın neye mal olacağını biliyordum ezberimde.

"İlk başlarda bana yardım ederken öyle demiyordun Buğra?" Karşısındaki kişi bir kız olmalıydı çünkü sesi bir erkeğin olamayacak kadar tizdi. "Şimdi istediğim ilgiyi yakalamışken benim önüme engel koyamazsın!" Kaşlarım bu cümleyle birbirine yaklaşırken beni ilgilendiren bir mevzu olmadığına karar verip bir iki adım daha ilerledim merdivenlere doğru.

"Neva'yla ilgili olan her haberi sileceksin!" Tam gitmek üzereydim ki adımın geçmesiyle bu kararımdan vazgeçip kapıya yaklaştım elimde olmadan hissettiğim merakla.

"Bu yüzündeki morluklar da onun için değil mi? Ne zaman kendini onun için feda etmekten bıkacaksın? Onuncu sınıftan beri o kız yüzünden yemediğin dayak, girmediğin kavga kalmadı." Kız gülmüş ve devam etmişti: "Sonra ne oldu Buğra? Ailen dağıldı ama sen hâlâ salak gibi onun için öne atlıyorsun. Amma Neva'ymış be!" Duyduklarımı idrak etmekte zorlanmıştım fakat her şey yavaş yavaş yerli yerine otururken şaşkınlıktan nefesim kesilmişti.

"Kapa çeneni!" Bir yerlere vurulma sesi doldurdu bir nokta gibi cümle sonunu. "O fotoğrafları sileceksin, yarına kadar zamanın var, eğer o fotoğraflar hâlâ o sitede duruyor olursa çok kötü olur!"

Duyduklarımın şokunu üzerimden atıp buradan def olmak için kısıtlı bir zamanım vardı. Saniyelerle yarışmak... Her duyduğumda saçma gelen bu cümle şimdi içinde bulunduğum anın ta kendisiydi.

Kapı açılırken gözlerimdeki şaşkınlığın yerini öfke almıştı ve ben bunu kalbimin en derinlerinden bile hissediyordum ancak az önceki şaşkınlığım şu an karşımda duran Buğra için geçerliydi. Dudakları bir iki kez aralanınca boş hava üflemekten başka hiçbir şey yapamamış, silkelenip kendine gelmek için kendisine zaman tanımıştı gözlerini üstümden çekmiyorken. "Neva?"

Başımı iki yana sallarken onu, şaşkınlığından yararlanarak ittim ve laboratuvardan içeri girdim hiç düşünmeden. Kumral saçlı bir kız tam karşımda durmuş, içine biraz korkunun karıştığı gözlerle bana bakıyordu. "Demek sendin," diye bağırdım ona doğru hızlı adımlarla ilerlerken. "Sendin!"

Hemen arkamdan Buğra'nın kolumu yakalaması ve beni tutmasıyla olduğum yerde sarsılıp durdum. Yine de ona aldırmadan öne atılmıştım: "Bunun hesabını ödeyeceksin!" Kolumu Buğra'nın elinden kurtarmam hiç kolay değildi, olacak gibi de durmuyordu ancak ona, bakışlarımın nefret dolu olmasına özen göstererek baktım omzumun hemen üstünden. "Her şeyden haberin vardı senin! Ona yardım ettin!"

"Neva, sandığın gibi değil!"

Kolumu çekmeye çalıştım, yaptığım şey her ne kadar canım acıtsa da bunu defalarca tekrarladım. "Adi! Bırak, bırak kolumu!"

"Ne yapabileceksin?" Kızın alaylı sesini duymamla kabaran nefretim beynimin tüm hâkimiyetini ele geçirmişti. Son bir kez daha kolumu kendime doğru çektiğimde artık özgürdüm. Aniden kıza doğru atıldığımda kız kendini savunmak için kollarını kaldırmış, saçlarıma uzanmak üzereydi. Yanağına inen darbeyle önce başı yana doğru kaydı, sonra kolları aşağı indi. Çenesini yakalayıp var gücümle sıkmaya başladım, o an bütün kuvvetimin parmak uçlarımda toplandığını hissediyordum.

Kahverengi gözlerine, gözlerimi kırpmadan bakmaya devam ederken kızın ürkmesine şaşırmamıştım. "Bakalım bütün okul senin şu gizemli, iftiralarla dolu magazin sayfamızın yöneticisi olduğunu öğrenirse neler olacak," diye sorarkan yüzüme yerleşen ifade hissettiğim nefretten daha keskindi. Kızın başını geriye doğru sertçe iterek çenesini bıraktıktan sonra doğrudan Buğra'ya baktım. Bomboş bir bakış vardı gözlerinde, ne bir pişmanlık ne de bir vicdan azabı. İyi olan hiçbir şeyin olmaması gibi kötü olanlar da yoktu, nitekim bu daha da can yakıyordu.

Daha fazla onun boş bakışlı gözlerine bakamayacağıma, hatta okulda duramayacağıma karar verince yanından hızla geçip hiç duraksamada sınıfa çıktım ve çantamı aldığım gibi kendimi, hızımı kesmeden bahçeye attım. Nefes aldırmayacak gibi hissettiren nefret ta en içimde büyüyor, büyüyor ve ben her seferinde yeniden en başa dönüyordum: Neden böyle bir şey yaptı?

Gözlerimi rahatsız eden gözyaşlarıma kızarak onları geri göndermeyi denedim yerinde bir kararla. Asla daha fazlası olmaz dediğim halde daha fazlası olmuş, daha fazla zarar görmüştüm sonucunda. Artık yapmaz dediğim halde karşımdakiler hep en beteriyle karşıma çıkmıştı. Buna alışmam gerekiyordu fakat bir insan böyle bir şeye nasıl alışabilirdi ki? Asıl soru, bir insan buna alışmalı mıydı? Her iki sorunun cevaplarının da olumsuz olduğunu biliyor olmama rağmen aklımda bunlara benzeyen onlarcasına daha yer vermiştim, hepsi zevkle beynimi kemirmekle meşguldü.

Adımlarımı nereye doğru attığımı önemsemeden yürüdüğüm yollar tanıdık bir hâl alırken iskeleme gelmiştim bile. İskelenin ucuna yaklaşıp bağdaş kurarak oturdum ve Marmara'ya bakmaya başladım. Bugün benim aksime daha bir durgun görünüyordu. Oysa ki beni en çok yansıtan hep o olmuştu. Başımı geriye doğru yasladım ve gözlerimi kapayıp denizin kokusunu ciğerlerime doldurdum yatışabilme umuduyla. İşte tam da o anda birbirlerine sıkı sıkıya örttüğümü sandığım kirpiklerimin arasından birer damla yaş firar ediverdi öylece. Sanki içimdeki tüm acı sökülüp de gözyaşlarımla birlikte Marmara'ya kavuşmak için can atıyor gibiydi.

Kurtulmak istiyordum. İçimdeki boşluk hissinin dolmasını istiyordum. Başkalarının suçları üzerime yıkılırken bütün bunların altından tek başıma kalkmak iyice zorlaşmaya başlamıştı. Ben sadece notalarda yaşamak istemiyordum, benden geriye sadece notalar kalmamalıydı.

Gece tüm ihtişamıyla kalın bir perde gibi gökyüzünü kaplamış ve denizin üzerine düşmüştü. Büyük bir şehirde yaşamanın şanssızlığı her yerde baş göstermekteydi ancak zor da olsa zifiri karanlığı kirleten gri bulutlardan bile parlayan yıldızları seçebiliyordum. Denizin iyot kokusunu büyük bir iştahla ciğerlerime gönderirken olabildiğince kötü düşüncelerimden uzaklaştım. Her ne kadar kendi içinin karanlığında boğulmuş bir insan olsam da bir yıldız kaydırdım gölgelerime, bir ışık parlattım hayallerimde. Mutlu olabilirdim, olmak isterdim. Lütfen, az bile olsa mutluluğu tadayım...

"Sarı?"

Gülümsemem dudaklarımdan yüzüme yayılırken kendime engel olamamıştım. Yanıma çöken bedeni peşinde sıcaklığını ve tanıdık bir güven dolu kokusunu getirmişti. Ona döndüm, başımı hafifçe yana eğerek gülümsemeye devam ettim.

"Hey, neden öyle bakıyorsun," derken ellerini teslim olurcasına kaldırmış, yüzüne sahte bir korku yerleştirmişti.

Gülerek önüme döndüğümde nefesinin sıcaklığı saçlarımın içinden geçerek yanağıma kadar ulaştı ve bu süreçte ısısından hiçbir şey kaybetmemiş gibiydi. "Başka yerlere bakmandansa bana bakmanı tercih ederim, güzel bakıyorsun."

Yanaklarım yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı fakat utanmak değildi bu, tatlı bir mahcubiyet? Alt dudağımı dişlerim arasına alarak gülümsememi bastırdım. Geri çekildiğini hissettiğimde saçlarımla yüzümü örtmeye çalışmıştım ama bunu fark ettiği kıkırdamasından anlaşılmıştı. Derin bir nefes alıp dört nala koşan kalbimi dizginlemeye çalıştım. Ona yeniden baktığımda yanağındaki gamze daha da belirginleşmişti. Gülümsemem yavaşça küçülüp tebessüm halini alırken aynı içtenlikle gözlerine bakmaya devam ettim.

"Bakma öyle, kalbimi durduracaksın."

Yeniden önüme döndüğümde bakışlarının yoğunluğu az sonra avucuma düşecekmiş gibi fazlaydı. "Mutlu görünmüyordun, burada tek başına otururken?"

"Açık bir kitap gibiyim sanırım?" Denize bakmaya devam ettim.

"Hayır, seni anlayabilmek için önce tanımak gerek. İlk konuştuğumuzda suratsız, şımarık bir kız olduğunu düşünmüştüm ama çok farklısın, Sarı." Yanımda kıpırdandı ve boğazını temizledi bu itirafın huzursuzluğuyla.

"Kendini tanıtma sırası sende," diyerek hatırlattım, aslında onu zorlamak istemiyordum, "Ne zaman istersen anlatabilirsin."

Bir süre sessizlik olduktan sonra Savaş, beklemediğim bir anda oturduğu yerden kalktı. "Hadi," dediğinde ona döndüm, bana uzattığı eline baktım. "Seni bir yere götüreceğim, Sarı."

Tereddüt etmeden elimi avucunun içine bıraktım ve beni ayağa kaldırmasına izin verdim. Beni kendine doğru çektikten sonra hiç duraksamadan yürümeye başladı, elimi bırakmak yerine parmaklarını parmaklarıma dolamıştı. Tanıdık birçok duygu içimi kaplarken hoş bir tebessümle önüme dönmüştüm, ona bakıp rahatsız olmasını istemediğim için. Ben de ona böyle tanıdık hissettiriyor muydum?

"Bugün yine gelmedin, seni herkesin içinde aramak yorucu ve orada olmadığını görmek kırıcı oluyor, bil diye söylüyorum." Durdu ve düşünürmüş gibi bana baktı. "Ayrıca senin yüzünden erkek garsonlarla kavga edebilirim küçük hanım, bana devamlı seni sorup duruyorlar," derken sağ elinin işaret parmağını bana doğru sallamıştı.

Şaşkın bir ifadeyle ona baktım: "Ama neden?"

"Bir düşünelim... Neredeyse hepsinin ilgisini çekmiş olduğun için olabilir mi acaba?"

Dudaklarımdan kopan kahkaha kulaklarımı çınlatırken Savaş'ın bakışları susmam yerine daha çok gülmeme sebep olmuştu. "Tamam, tamam," diye mırıldanarak parmaklarımı dudaklarımın üzerine örttüm. "Gülmüyorum."

Gözlerini devirerek önüne döndü ve yeniden beni çekmeye başladı. "Hâlâ gülüyorsun." Homurdandı sanki kızar gibi.

Boğazımı temizleyerek dudaklarımı iyice birbiri üzerine bastırdım. Yolun geriye kalan kısmını sessizce ilerlemiştik, hala elimi bırakmamıştı aksine daha sıkı kavramıştı. Yürüdüğümüz yola pek dikkat etmemiştim ancak durduğumuzda etrafa bakma gereği duydum. Bir çocuk parkına gelmiştik, beni salıncakların olduğu yere doğru götürdü. O salıncağın birine oturunca ben de diğerine oturdum. Olduğu yerde hafifçe bana döndü ve durgun gözlerle bana bakmaya başladı. Biraz merak ve biraz da endişe yer yer içimde yer yer alevlenmişti. "Savaş?"

Salıncağını bana doğru çekti. "On sekiz yaşındayım, bir yıl kaldım, lise birde. Teknik meslek okuyorum ben. Hafife alma, sayısalım iyidir burslu," diyerek göz kırptıktan sonra öne doğru uzanıp yüzüme düşen asi bir tutamı kulağımın arkasındaki yerine geri gönderdi. Gözlerimi devirirken dil çıkarma dürtümü bastırmak için dilimi ısırmıştım, hemen ardından ona dönüp devam etmesi için sessizce bekledim.

"Ben yetimhanede büyüdüm, bir süre sonra orta halli koruyucu bir aile tarafından evlat edinildim. Bu süreçte ailenin tek çocuğu bendim, tabii sonradan bir kızları oldu." Duraksadığında eli ceketinin iç cebindeki sigarasına uzandı. "İçsem sorun olur mu?"

Önemli değil dercesine başımı iki yana salladım. "Selin... Çok tatlı ve zeki bir kızdı. Onu gerçekten çok seviyordum." Sigarasını yakıp dudaklarının arasına aldı, içine derin bir nefes çekti. O kadar derin bir yerlerdeydi ki şu an gözleri, boğuluyor gibi hissettim.

"Ona kötü bir şey mi oldu?" Korkarak sormuştum bunu, bu hayatta katlanamadığım nadir şeylerden biri küçük çocukların çektiği acılar oluyordu ve bu beni mahvetmeye yetiyordu.

Başını çevirip dumanı geri üflerken elindeki sigarayı benden uzakta tuttu. "Ben on bir yaşıma girdiğimde o daha altı yaşındaydı. Onu hep bu parka getirirdik. Büyüdükçe daha bir kıvrak zekaya sahip olmuştu." gülümsedi ama bu o kadar kırılgan bir tebessümdü ki içimde bir yerlerin gürültüyle kırıldığını işittim, "Yine bir gün, onun doğum gününde, annemler onu oyalamam için bana bırakmışlardı. Onu buraya getirmiştim. Bu parkı sebepsizce çok severdi," dedikten sonra hafifçe gülümseyerek durdu ve omzumun üstünden arka tarafa bakmaya başladı. "Tam şuradaydık." Sigarayı tuttuğu eliyle arkamda kalan tarafı işaret etti.

Dönüp gösterdiği yere baktığımda o konuşmaya devam etti, usul bir sessizliği üstlenmişti tüm sesi: "İyi bir abi ya da koruyucu değilim, sanırım." Sesinin titrediğini duyunca ona döndüm ve boşta olan elini tuttum ona destek olmak isteyerek. "Anlatmak zorunda değilsin."

Başını sallarken boğazını temizledi, sigarasını tekrar dudaklarının arasına koyup bir öncekinden daha derin bir nefes aldı içine. Gözlerindeki buğu göz rengini birkaç ton açarken bakışları kırgındı. "Üzgünüm."

Bana döndü ve buruk bir şekilde tebessüm etti. "Senin bir suçun yok."

"Sana kötü şeyler hatırlattım Savaş, üzüldün ve buna sebep oldum. Bunun için üzgünüm," diye belirterek durumu açıkladım.

Beni duymazdan gelip bir kez daha boğazını temizlerken saatine baktı: "Geç oldu, Sarı. Eve gitme vakti."

Sessizlik yeniden hükmünü sürmeye başlamıştı, şikayetçi olduğum söylenemezdi ama bu seferki farklıydı. İçimde, acılar konusunda yalnız olmadığımı bilmemin verdiği hafiflemeyle birlikte başkalarının acılarını paylaşmanın verdiği yoğunluk vardı. Mutluluklar paylaştıkça çoğalırken acılar da paylaşıldıkça çoğalırdı, kendimizinkilerin üzerine eklediğimiz bir yabancı hüzünlü anı bazen bizimkileri ezmekle beraber bambaşka üzüntüler getirirdi ruhumuza. Ruhumun şu an en çok neyin altında can çekiştiğini merak ediyordum. Bana Savaş'ın acıları mı ağır gelmişti yoksa henüz sadece kendiminkilerle mi başa çıkamıyordum? Cevabını bilmediğim sorulara bir yenisini daha ekleyip bir şekilde yanımda olduğunu hissettiren bu çocuğun yanında olmak için kendime, tutabileceğimi umduğum bir söz verdim. Bir zaman sonra mecbur kalıp o benden gidecek olsa bile... Ki, genelde benden giderlerdi. Ben gitmeyi bilemezdim, daha önce hiç yapmamıştım.

Parmaklarının elimi kavradığını hissettiğimde ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesimi bıraktım sessizce. Sert parmaklarına tezat oluşturan zariflikle parmaklarımızı birbirine sardı. Vücudundan yayılan sıcaklık ellerimizin birleşmesinden yararlanarak parmaklarımdan bütün bedenime yayıldı. Başımı yerden kaldırıp ona baktığında gözlerine denk geldim. Elanın daha yeşil tonuydu, alaca gözleri ve bana yorgun bakıyorlardı. İçimde yine bir üzüntünün elinde, karikatürlerde resmedilen Azrail'in elindeki o ilginç silahı vardı ve tam da şu an peşimdeydi. İyi hissettirmiyordu.

Evin önüne geldiğimizde ne zamandır ortaya çıkmak üzere olan yorgunluğum baş göstermeye başlamıştı. Eve girecek ve kendi gerçeklerimle yüzleşecektim. Bir yanda demin edindiğim yeni acılarım diğer yanda içinde olmak istemediğim dünyam olacak, beni devamlı sıkıştırıp daha da boğacaktı. Derin bir nefes alıp Savaş'a bakmaktan kaçınarak gözlerimi taş kaldırıma çevirdim ve o elimi sıkarak dikkatimi çekmeye çalıştığında bunu görmezden geldim. Gözlerini devirdiğini hissedebiliyordum, bunu yaptıktan sonra önüme geçmişti.

Bir eliyle elimi tutarken boşta duran elini yanağıma koydu ve yeniden yere eğdiğim başımı yukarı kaldırıp gözlerime baktı: "Anlattıklarım için kendini suçlama sakın, sen zorlamadın. Ben kendim anlatmayabilirdim de." Başımı olumlu anlamda sallarken tereddütle yutkundum.

Yanağımda duran elinin baş parmağıyla yanağımı okşadı, yüzünü eğip bana doğru yaklaştığında kalp atışlarımın sesi kulaklarımda uğuldamaya başlamıştı. Sıcak nefesi yüzümü sararken bir anda durup dudaklarını alnıma bastırdı ve derin bir nefes aldı. Benden uzaklaştığında kendimi boşlukta gibi hissetmiştim. "İyi geceler, Sarı."

Ona cevap vermemi beklemeden arkasını dönüp yürümeye başladı. En nihayet sesimi bulup saklandığı delikten çıkardığımda sesim bir fısıltıdan farksızdı: "İyi geceler, Savaş."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top