ilk dizek ♫ ♪

Öncelikle yazım hatalarım varsa hepsi için şimdiden özür diliyorum. Bölümü yazıp bitirdiğim gibi attım, kusura bakmayın. Bu bölüm çok zorlandım, Buğra-Savaş ve Neva bir arada çok zor yani açıkçası ben yazarken minik çaplı kalp krizleri geçirdim. Umarım okurken sizin de hoşunuza gider. Keyifli okumalar, yorumlarınızı bekliyorum! ^^

Bölüm Parçaları:
1. Teoman & İrem Candar - Bana Öyle Bakma
2. The 1975 - Somebody Else

Sekizinci Bölüm ♫ ♪

Gün ağarmaya başladığında dünden dağınık olan yatağıma daha yeni uzanıyordum ki bununla birlikte bütün bedenim tarifi mümkün olmayan, sırtımda baş gösteren bir acıyla sızlamıştı. Göz kapaklarım ağır bir refleksle yavaşça örtülürken günün başlamasıyla sokaktan geçen arabaların sesini yok sayıp uykuyu bekledim ancak gözlerimi yeniden açamam uzun sürmemişti. Ayaklarımı aşağı sarkıtıp bedenimi doğrulttuğumda ellerimle bacaklarımdan destek alıp yavaşça yataktan kalkmıştım, benim için -en azından şu an- büyük duran odamın içinde yürüyerek dolabımın önünde durdum ve kapaklarını açtım. Elime ilk gelen koyu renk kot pantolonumla krem rengi kazağımı çıkarıp üstüme giyerken bir yandan da bugün için plan yapıyordum, sonuçta cumartesiydi bugün.

Saçlarımı çok sıkmadan gevşek bir atkuyruğuyla topladım ve cep telefonumu alıp odadan çıktım. İnce koridoru sarhoş adımlarla geçerek mutfağa girdiğimde kendime yiyecek bir şeyler hazırlayacakken aklıma gelen fikirle bundan vazgeçtim, hemen mutfaktan çıktım. Holde hevesimi, heyecanımı hiç gizlemeden yürürken dudaklarım çekingen bir gülümsemeyle kıvrılmıştı yukarı doğru. Portmantodan ceketimi aldığım sıralarda yerinde olan keyfim sayesinde çekingenliğimi de rahatça göz ardı edebilmiştim. Kendimi resmen dışarı attıktan sonra hızlı adımlarla, sabahın bu vakti işe gitmek için sokağa doluşan insanlara çarpmayı umursamadan çay bahçesine ilerlemeye başladım.

Birbirini takip eden birkaç uzun dakikanın ardından çay bahçesine girip boş olan masaya oturduğunda yirmili yaşlarında bir genç yanıma gelip siparişimi aldı. Günün bu saatlerinde çok fazla müşteri olmadığından siparişimi biraz geciktiren garsonun başka bir soru sormasına izin vermeden derin bir nefes alıp konuşmaya başladım: "Savaş burada mı?" Çocuk bana şaşkın gözlerle bakınca huzursuzca yerimde kıpırdandım. "Hani gitar çalıyor ya," diyerek ona bakmaya devam ettim.

"Hayır, o akşam geliyor." Tam gidecekken yeni bir soru daha sordum: "Peki ona nasıl ulaşabilirim?"

Bana doğru döndü ve gözlerini devirdi küçümseyen bakışlarını gizlemeden, "Kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun sen, cep telefonu denilen şey ne işe yarıyor? Ayrıca mobil çağdayız."

Boğazımı temizledim rahatsızlık hissederek, elimde olmadan kızgın bir şekilde ona döndüm: "Ya telefon numarası bende yoksa? Bak numarası sende varsa verir misin?" Bana boş gözlerle bakmaya devam edince dişlerimi birbiri üzerinde bastırdım. "Lütfen?"

"Peki," diyerek telefonunu çıkardı, numarayı verdi aheste aheste söylenerek. O gittikten hemen sonra, çok daha fazla vakit kaybetmemek için hızlıca tostumu yiyerek çayımı içtim ve parayı tabağın yanına bırakarak dışarı çıktım.

Hava soğuk olmasına rağmen o kadar da üşütmüyordu, sonbaharın son demleriydi ve tatlı bir sertliği vardı. Telefonu açıp kaydettiğim numarayı rehberde ararken dudaklarıma yerleşen tebessüme engel olamıyordum, en nihayetinde numarayı bulup arama tuşuna basarak beklemeye başladım. Sabırsızlık mıydı hissettiğim, yoksa heyecanlı mıydım bir karar veremiyordum ancak yanaklarıma ulaşan sıcaklığın bir sebebi vardı, iyi hissettiriyordu tüm bunların da ötesinde. Telefon beşinci çalışta açıldı: "Alo?" dedi ahizenin ucundaki uykulu ses.

"Cidden uyuyor musun," diyerek hemen yakınımdaki duvara yaslandım ve gülerek başımı iki yana salladım. "Fazla zaman kaybettin. Neredeyse günün yarısını uyuyarak mı geçirdin, Sarı?" Sesime yerleşen, gizleyemediğim neşe beni bile şaşırtmıştı.

"Sarı mı? Ah, cidden mi?" Arkadan gelen hışırtı sesleri hareketlenmeye başladığının habercisiydi, "Hey! Sen numaramı nasıl buldun," dedi hemen sonrasında.

"Meslek sırrı, diyelim. Sana göndereceğim mesajdaki adrese gelirsen çok sevinirim Savaş, bugün için güzel bir planım var ve sana haber vermediğim için özür dilemiyorum," diyerek telefonu kaparken alt dudağımı dişlerim arasına alarak gülmeye devam ettim. Mutluydum, bu mutluluğu kaybetmek istemiyordum üstelik.

Orada öylece dalıp gitmişken telefonumun titremesiyle irkilsem de içimdeki huzur gittikçe büyümüştü, mesajı açtım: Adresi yazmazsan nasıl gelmemi beklersin, Sarı?

Yüzümdeki aptal gülümsemeyle birlikte adresi yazdım ve ona gönderdim, hemen sonra belirlediğim adrese doğru yürümeye devam ettim. Adımlarım, çay bahçesinin hemen hemen yakınında sayılan okula doğru ilerlerken soğuk ama üşütmeyen güneş ışıkları yüzümde geziniyordu; dudaklarımda huzurlu bir tebessüm vardı. Telefonuma kulaklığımı takarak Backstreet Boys'un I Want It That Way şarkısını tekrar moduna getirerek dinlemeye başladım. Herkese ve her şeye gülümseyebilecek durumdaydım, aslına bakarsak... Gülüyordum da zaten. Yolda daha önce hiç görmediğim, kısmen somurtkan olan o yabancı yüzlerin her birine benim için kocaman sayılan tebessümlerle gülüyordum. Okula giden tüm sokakları geçtim ilk tebessümümü hâlâ dudaklarımda koruyarak, okulun önüne geldiğimde çok geçmeden Savaş da gelmişti.

"Burada ne işimiz var, Sarı?" diye sorarak arkamdaki binayı işaret etti.

"Şimdi o arkada gördüğün koca bina benim okulum oluyor ve sen de benimle gelip beni tanımaya başlıyorsun," dedim gülümseyerek, hatta sırıtmaya yakın gülümseyerek. "Hem sana piyano çalacağım, bak bunu kimseye yapmam."

Bir kaşını kaldırıp bana şaşkınca bakmaya devam edince homurdanarak gözlerimi devirdim, "Hadi Savaş, seni yemem merak etme. Hem sana müzik nasıl yapılırmış göstermem gerek."

Ellerini teslim olurcasına iki yanında yukarı kaldırdı, yüzündeki gülümseme büyüyüp oyuncu bir hal aldığında heves ve heyecanla ben de ona gülümsedim yüzümü neredeyse ikiye bölen bir tebessümle. "Pekâlâ hanımefendi... Siz nasıl isterseniz!" diye şakıdı eğlendiğini hiç de gizlemeyen bir ifadeyle.

Ona aynı samimiyetle karşılık verirken kapıya doğru ilerlemeye başlamıştım bile, adımları bir gölge gibi peşimden ilerliyordu. On iki yaşındaki o küçük kız olsaydım, Savaş'ın beni korumak, kollamak, izlemek, sessizce takip etmek için bu hayata geldiğine inanırdım; hatta babamın bir yansıması bile olabilirdi hayal gücümün sınırlarını zorlarsam. Ne yazık ki, on iki yaşındaki o küçük kız değildim artık. O, Savaş'tı ve yanımdaydı, benim gibi sıradan bir insandı; babamsa ölü bedenini saran canlı toprağın altında yatıyordu.

İçine düşüp kaybolduğum dünyamdan beni Savaş'ın sorusu çekip almıştı: "Peki buradan içeri nasıl gireceğiz zeki kız?"

Güvenlik kulübesine çoktan yaklaştığımızı fark ettiğimde ona samimi olmadığı beş metre öteden bile belli olabilecek tatlı bir tebessümle (!) baktım, "İzle ve gör," dedikten sonra kulübenin camına vurdum ve Kazım Abi'nin dışarı çıkmasını bekledim.

"Kızım ne işin var bugün burada senin, uyusaydın ya!" diyerek beni azarladı.

Gülümsemem az evvelkine göre daha doğal, sıcakkanlı bir tebessüme çevrildiğinde gözlerimi Kazım Abi'ye çevirmiştim: "Kazım Abi, içeri girmem gerek," dediğim an gözleri omzumun üzerinden geçerek Savaş'a kayınca devam ettim: "Bu kuzenim. Bu yıl konservatuarı kazandı, bana bugün yardım edecek. Hem İlge Hoca'nın da haberi var." Bir çırpıda konuşmuştum ve söylediğim yalanın gerçekçi görünmesi için gözlerimi Kazım Abi'den çekmiyordum, çekemiyordum. Üzerime sinen rahatlığın işime yaradığı nadir zamanlardan birinde olmalıydım kesinlikle, Kazım Abi'nin gözlerimi sözlerimin doğruluğunu tartar gibi ikimizin üstünde de dolaşırken sağ elimi Savaş'ın koluna sararak başımı omzuna doğru eğdim sessizce, beklemeye devam ettim.

"Eh," diye mırıldandı memnuyetsizce, "Peki madem..." Kapıyı açtı ve içeri girmemiz için yana kaydı.

Ona gülümseyerek karşılık verdikten sonra Savaş'ı kolundan tutarak okulun içine kadar çekiştirdim. En nihayetinde okula girdiğimizde bana döndü. "Kuzen, ha?" dedi yüzündeki sinsi gülümseyişle.

"Daha makul bir yalan bulamadım," diyerek saçımı tuttum ve onun saçlarına baktım. Başını iki yana sallarken onu yönlendirmeme her zamanki gibi izin veriyordu. Bu sırada kollarının kaslı olduğunu anlamam dikkatimi ne kadar dağıtsa da çabuk toparlanıyordum. Müzik odasına girdiğimizde lambayı açtım ve piyanonun karşısındaki küçük koltuğa oturduk.

"Artık tanışmamız gerektiğini düşünüyorum, ne dersin?" diyerek ona döndüm.

"Zorlanmayacaksan anlatabilirsin. Seni dinlemek gerçekten çok hoş," dedikten sonra yüzüme düşen bir tutam saçı, çok doğal bir şey yapıyorcasına rahat hareketiyle kulağımın arkasındaki yerine geri itti. Gülümseyerek yanağımı avucuna yasladım ve derin bir nefes alırken gözlerimi kapadım. Sanırım artık bazı şeyleri içimde tutmanın bir anlamı yoktu, düşüncelerimin beni yavaş yavaş öldürmesi pek de adil değilde ve nedenini bilmediğim halde Savaş'a daha da güvenmeye başlamıştım.

Gözlerimi açtığımda bana bakıyordu. Başımı piyanoya doğru çevirdim ve gözlerimi tuşların üzerinde gezdirdim. "Babam bir piyanistti. Yani anlayacağın küçük bir çocukken benim için piyano çalmak emeklemek gibi kaçınılmaz bir durummuş. Zaten temelini aldığın bir şeyi unutmak zordur, benimkisi de öyle oldu." Artık tamamen piyanoya dönüktüm. "Babam ben henüz altı yaşındayken öldü. Akciğer yetmezliği... Gerçi doktora gittiğini hiç hatırlamıyorum.

"Annem ve babam iyi birer çift değildi, yani ben doğana kadar gayet normallermiş anladığım kadarıyla. Babam öldükten sonra annem piyanoyu uzun bir süre satmamıştı. Sonrasında sözde ihtiyacımız olan parayı karşılamak için babamdan bana kalan en büyük hediyeyi ve sanırım benim için önemli olan tek mirası bir hiç uğruna gözden çıkardı. Üstelik hak ettiğinden daha az paraya, sinir bozucu.

"Annemle hiçbir zaman sağlıklı bir ilişkim olmadı, bundan şikayetçi de değilim. Sadece biraz daha 'anne' gibi davransaydı buna asla hayır demezdim." Nefeslerimin yetersizliğiyle ciğerlerim rahatsız olurken elimden geldiğince derin bir nefes alıp parmaklarımı tuşların üstünde gezdirdim. "Liseye başladığımda kendi imkanlarımla iyi bir liseye yerleşmiştim. İnek değildim ama dersi derste dinleyen tiplerdendim ki bunun bana çok fazla yararı oldu tüm yıllar boyunca. Her neyse, ilk yılı o lisede tamamladım. Oradaki müzik öğretmenim piyano konusunda daha da gelişmemi sağladı ve yıl sonundaki müzik yarışmasına katıldım."

"Dur tahmin edeyim, kazandın mı?" diye sordu Savaş içten bir gülümsemeyle.

Rahatlayarak aldığım o derin nefesi verdim başımı olumlu anlamda salladım. "İyi bir piyanistim, Sarı, bundan asla şüphe etmem," derken gülümseyerek de ona karşılık vermiştim.

Devam etmem için bana bakıyordu. "Sonrasında bana burs teklif edildi, ünlü bir iş adamı tarafından. Tabii olay bana kalmadan annem tarafından halledildi ve bursum onaylandı. Arkadaş edinme konusunda sorunlar yaşayan biri olduğumdan ilk gittiğim liseden ayrılmak da zor olmamıştı. İş tam olarak burada karışıp başlıyor: Bursumu üstlenen kişi beni bu okula kayıt ettirdi.

"Annem," Öncesinde sustum, ne diyecektim ki, ne denilirdi? Açtığım gözlerimi kapayarak bekledim sessizce ve daha az utanç verici kelimeleri bulup seçmiştim zihnimdeki eski bir torbanın içini kurcalayarak, "Pek uslu bir kadın değildir, normal bir kadın da değildir. Babamın günlüğünde okuduğuma göre -ki bu günlüğü bulmam yıllar sürmüştü- bana hamile kalana kadar gayet normalmiş, bir ölçüde." Yeniden derin bir nefes alırken Savaş uzanıp elime uzandı ve elimi avucunun içine çekip sol bacağının üzerine koydu. "Anlatmak zorunda değilsin," dediğinde ona baktım başımı iki yana salladım.

"Burada geçirdiğim ilk yıl harikaydı. Burada burslu öğrencilere uzaylı muamelesi yapan sadece bir grup vardı elbet ama onlar o yıl mezun oldular ve cidden rahatlamıştım. Her neyse, onuncu sınıftayken buraya gelmiştim. Derslerime ara vermeden çalışırken bir yandan da burada ruhumu buluyordum sözde. O zamanlar bir çocuk vardı..." Savaş, "Sanırım bu çocuktan pek hoşlanmayacağım," diye sözümü kesince ona gülmüştüm.

Başımı hızla aşağı-yukarı salladım ve devam ettim: "Kerem'in pek de iyi biri olduğu söylenemez. Beni çok fena rezil etti. Dolabıma yerleştirdiği boya dolu balonlar, sandvicimin içine böcek bile yerleştirmişti! En kötüsü de yemekhanede ayağıma çelme takmasıydı. O gün ayak bileğim ciddi anlamda incinmişti ve yere düşüş anım... Kollarım soyulmuştu, bu cidden çok kötü."

"Ama?"

"Ama burada olaya bir kahraman giriyor," dediğimde homurdandı. Avucunun içinde duran elimi parmaklarına sararak elini sıktım. "Kerem'le zaten araları kötüymüş. Sebebini bilmediğim bir olay yüzünden devamlı kavga ederlerdi."

"Peki ya bu çocuk mezun oldu mu?" İyi bir dinleyiciydi, başımı iki yana salladım hızlıca. "Şu an bana en büyük işkenceyi yapan tek kişi, olduğunu söyleyebilirim." Bir kaşı havaya kalkarken kafasının karıştığını anlamıştım. "Buğra. Lise üçe geçtiğimizde, yani Keremler gittiğinde, her şey daha iyi olur sanmıştım. Ta ki iğrenç ve bilmediğim bir gerçek ortaya çıkana kadar."

Gözlerimi birbirine bağlı olan ellerimize indirdiğimde bana destek verircesine parmaklarımı sıkmıştı. "Annemle bana burs veren adamın arasında bir şeyler olmuş. Yani zaten varmış da biz yeni öğrenmiştik. Adamın bana neden burs verdiği de anlaşılmıştı. Her şey daha kolay olabilirdi, bunu umursamayabilirdim, tabii o adam Buğra'nın babası olmasaydı ve bu olay bizzat Buğra tarafından öğrenilmeseydi."

Şaşkın gözlerine baktığımda önce rahatlamış sonra da korkmuştum. Bir an bile onun beni yargılayacağını düşünmemiş, hemen hemen her şeyi anlatmıştım. Tabii bunun getirdiği rahatlık kendimi birazcık da olsa iyi hissettirmişti. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmıyordum ve vereceği tepkiyi bekliyordum. Gözlerindeki şaşkınlık önce öfkeye dönerken sonra yerini yumuşacık bir ışıltı aldı. "Bunun için seni mi suçladılar?" Sesi bile hiç olmadığı kadar kadifemsi çıkmıştı.

Bana acımamasını umarak onu onayladım. "Daha bile kötüsü yapıldı. Önce Buğra'nın annesi ve babası ayrıldı, sonra bursum kesildi. En sonunda da bu olay tüm okula yayıldı. Normalde burslulara ayrımcılık yapmayan insanlar, hatta burslular bile benden nefret etti."

"Bunların acısını senden mi çıkardı yani? Tüm olanlar için seni suçlayamaz!" diye homurdandı.

"Annesi sinir hastası oldu ve o annesine biraz fazla bağlıdır. Suçlayacak değil de sinirini çıkaracak birini arıyordu diyelim."

"Sen de izin verdin?" Bu kez sesindeki şaşkınlık gözlerine de yansımıştı.

"O kadar basit biri değilim Savaş. Tamam ilk başlarda ses çıkarmadım ya da karşı çıkmadım ama ben de büyüdüm, değişti." Ceketimi çıkarıp dizlerimin üzerine koydum. O bana bakmaya devam ederken kazağın kollarını yukarı çektim. Gözlerim kısa bir süre dünün izlerini taşıyan bileklerime kayınca kendime kızmadan edemedim.

"Peki ya şimdi?"

"Şimdi hiçbir şey yok. O var, ben varım ama karşı karşıya geldiğimizde birbirimiz için yokmuşuz gibi davranıyoruz," diyerek boğazımı temizledim.

Birden kulağımın yanındaki kıkırdama sesi içimdeki kara bulutları dağıtırken ona sorarcasına baktım. "Dün yine gelmedin, Sarı ve seni merak etmek gibi bir hobi edinmeye başladım. Etrafta tüm gün boyunca seni aramak yorucu oldu. Ayrıca sana bakınırken yanlış tellere basmış olabilirim, birazcık," dediğinde gülme sırası bendeydi.

"Dün bir şeyler oldu, gelemedim. Kusura bakma," derken ona tebessüm etmeye devam ettim.

"Sebep o muydu?" dedi temkinli bir sesle. Cevap vermek yerine piyanoya bakmaya devam ettim. Derin bir nefes alıp bıraktı, "Piyano çalmayacak mısın?" diye sorunca dudaklarım yeniden kıvrıldı ve başımı onaylarcasına salladım.

Hemen sonrasında içimi saran müzikle parmaklarım piyano tuşları üzerindeki yerlerini aldı. Yavaş yavaş tuşlara basarken piyanodan çıkan keyifli melodiler tüm odayı doldurmuştu. Gözlerimi kapayıp başımı geriye doğru yasladım ve havaya karışan melodileri solurcasına içime derin bir nefes çektim. Yanı başımda hissettiğim sıcaklık, kalbime güven duygusunu aşılamaya başlamıştı bile. Yüzümdeki gülümseme donup kalmak yerine daha da yüzüme yayılmaya başlarken kendime hiçbir şekilde engel olamamıştım. Gözlerimi açtığımda göz hapsine aldığımın oldukça farkındaydım, ancak rahatsız olmak şöyle bir kenarda dursun bu hoşuma bile gitmişti.

Yavaş yavaş ensemden başlayarak yanaklarıma ve oradan da beynimin içindeki en ücra hücrelerime kadar ulaşan alev gittikçe büyüyordu. Dudaklarımdan benden izinsiz kaçan kıkırdama yüzünden çaldığım parçayı yarıda kesmek zorunda kaldım. "Öyle bakma," diye sitem ettim.

Başını iki yana sallarken o da gülümsüyordu, "Sanırım büyülendim, Sarı."

Aniden hemen arkamızda duyulan alkış sesiyle irkilmiştim. Aynı anda arkamıza döndük. İkimizin de gözlerine yerleşen şaşkınlık her ikimiz için de bambaşka anlamlar taşıyordu. İçimde bir yerlerden çığlıklar atarak uzaklaşan huzur yerini kararlı bir korkuya bıraktı. "Ne işin var burada senin?"

"Bir ara sadece benim yanımda piyano çaldığın için sevinmek üzereydim ama çok erken davranmışım, ha?" derken yüzüne yerleşen ifadesizlik fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Birkaç saniye, belki de dakikalar sonra kopacak olan kasırganın habercisiydi durgun, yeşil gözleri...

"Burada ne işin var?" diye yineledim sorumu Savaş'ın bakışları üzerimdeyken gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kalmıştım.

"Yerimde oturuyor," diyerek çenesiyle Savaş'ı işaret etti.

Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım, "Buğra, burada ne işin var?" derken her kelimeye vurgu yapmıştım. Yanımda gerilen Savaş bana hiç de yardımcı oluyordu, daha da korkmama sebep oluyordu. Gözlerimi ona çevirdiğimde gözlerini bile kırpmadan Buğra'ya baktığını gördüm.

"Okula gelmeden önce senden izin almam gerektiğini bilmiyordum," derken Buğra bana dönmüştü.

"Okula gelirken değil ama buraya gelirken, evet," dedim dişlerim arasından.

"Görüyorum ki yanında dolaştırdığın sevgilini okula gelirken de dibinden ayırmıyorsun." Yüzünü buruşturdu tiksintiyle ve Savaş'a döndü.

"Sanırım sen de yanında olan kızı korumak konusunda zorluk çekiyorsun ya da korumak yerine onun zayıf noktalarından mı yararlanıyorsun demeliydim?" Savaş konuştuğunda ciddi anlamda dilim tutulmuştu.

"Savaş..." diye konuşmaya başladım ama ikisi arasında geçen bakışma kanı donduracak cinstendi. Uzanıp parmaklarımı avucunun arasına bıraktım, "Lütfen, gidelim."

BUĞRA

Bir müddet daha boş gözlerle baktı iki gencin birleşen ellerine. Zihni, Neva'nın sözlerini bir sünger gibi emmiş; yeniden yankılanmıştı bu sözler kulaklarında. Vücuduna akın eden öfke, parmak uçlarındaki sinirlerin alev alev yanmasına sebep oluyordu. Harekete geçmesini engelleyen bir şey varsa o da damarlarındaki kanda bile çağlayan şaşkınlıktan başka hiçbir şey değildi. Başını, gözle seçilmesi bile neredeyse mümkün olmayacak bir hızla; milimlik hareketle iki yana salladı. Bağırmak, etrafındakileri yerle bir etmek istiyordu. O ikisinin ardından gidebilirdi ama duruyordu olduğu yerde öylece. Ellerini iki yanında yumruk yaparak açık kapıdan dışarıya odaklandığı sırada uzun bacakları herhangi bir komutu beklemeden harekete geçmiş, büyük adımlarla müzik odasının çıkışına yönelmişti. Bu öfke ona yabancı değildi, anlamlandıramadığı şey hiç tanımadığı birine beslediği kindi. Bir sebebi yokken böyle hissetmesinin hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.

Müzik odasından çıkıp görmeyen gözlerine rağmen spor salonuna geçtiğinde onu rahatlatacak olan kum torbasının yanında aldı soluğunu. Üzerindeki ceketi bir çırpıda çıkartıp umursamadan yere bıraktı, ellerini sarmak bile aklına gelmedi o an. Düşünebildiği tek şey torbayı yumruklamaktan öteye geçmiyordu. Sağ kroşe, sol kroşe, sağ aparkat...Zihnini büsbütün bir sis gibi kaplayan öfkesi dört vuruşa denk düşen bir nefesi bile es geçiyordu, göğsü körüklenip her seferinde sıkıştırırken nefesleri kalbini acıyı göz ardı etti ve tüm gücüyle kum torbasını dövmeye devam etti. Her hareketinde kol kasları geriliyor, sonrasında gevşiyordu yeniden gerilmek için. Ter damlaları saçlarından yüzüne uzanıyor, oradan da ince bir yol izleyip boynuna iniyordu. Bisiklet yaka tişörtü vücudunu saran ter tabakası yüzünden sırılsıklam olmuştu, eklemlerine yer edinen acıyı ise hissetmiyordu. Öfkesinin her saniye gittikçe solması, azalması gerekirdi fakat birbirine kenetlenen eller gözlerinin önünde belirdiği her saniye adrenalini de peşinden sürükleyen öfke bir yangın misali çoğalıyordu, yakıyordu onu. Sırf bu yüzdendir ki, torbaya bir kez daha yumruk atacakken gözünün önüne Savaş'ın yüzünü getirdi.

Onu gerçekten kaybedebilir miydi?

Aradan geçen birkaç saatin sonunda, en nihayetinde nefeslenmek ve dinlenmek zorunda olduğunu fark edip kum torbasından uzaklaştı, soyunma odalarındaki duşlardan birine girdi. Altı yaşından sonra babasının sebep olduğu bir havalenin ardından her daim sıcak kalan bedeni soğuk suya açtı. Suyu soğuğa yakın olan bir ılıklığa ayarlayarak başını hafifçe öne eğdi su tazyikle tepesinden aşağı dökülürken, her damlada kesildi nefesi ve her damlada yeniden var oldu. Öfkesi akıp gitti su damlalarına karışarak, yeniden bomboş kaldı içinde bir ruhu barındırması gereken bedeni.

Daha fazla suyun altında kalmak istemediğinden duşu çabucak sonlandırıp giyinerek çıktı soyunma odasından. Yürürken attığı adımları daha tutarlı, daha tazeydi. Yerdeki ceketini alıp bir kez silkerek üstüne giydi, ellerini ceplerine yerleştirip dik bir duruşla çıkışa doğru yürümeye başladı. Adımları merdivenleri tırmanıyor, onu okulun çıkışına taşıyordu. Yanından geçtiği duvarlar da nasibini alıyordu genç adamın ruhu gibi boş bakan gözlerinden.

"Oradayken pek konuşma fırsatımız olmamıştı," diye bir ses duyduğu sırada okuldan çıkmıştı. Gözlerini, hemen arkasında kalan duvara yaslanmış halde duran gence çevirmesiyle ani bir yumruğun yüzüne inmesi bir olmuştu. Daha ne olduğunu anlamadan ikinci bir yumrukla geriye doğru sendeledi bedenini taşıyamayarak.

"Nasıl yaparsın lan sen! Erkeğim diye geziyorsun lan bir de!" diyordu Savaş rastgele savurduğu yumruklarının arasından. "Ondan yararlanmaya çalışıyorsun değil mi lan, pezevenk!" Ellerini Buğra'nın yakasına yerleştirerek sırtını arkadaki duvara sertçe çarptırdı.

"Kollarındaki morlukları gördüm, ne yaptın kıza!" diye bağırsa da ona konuşma fırsatı tanımadan yeni bir yumruğu savurdu yüzüne. Etin ete çarpma sesi boş sayılan sokağı dolduruyordu, acı dolu bir inilti duyuldu Buğra'dan. Son bir gayretle gücünü toplayarak Savaş'ı itip kendisinden uzaklaştırdı. Daha birkaç dakika öncesinde zor dindirdiği öfke şimdi tüm varlığıyla şaha kalkmıştı. Kendisine yeniden uzanan elleri, bileklerinden kavrayarak bir kez daha itti çelimsiz görünmesine rağmen sert yumrukları olan çocuğu. "Gururuna mı yediremedin yoksa?" diye bağırdı öfkesini batırmayı deneyerek, "Ne o, peşinde dolandığın kızla geçmişim olduğu için korkuyor musun?"

Savaş hiddetle kurtuldu bileklerini kavrayan ellerden, yeniden Buğra'nın yüzüne doğru bir yumruk savurdu ancak bunu yaparken hesaba katmadığı birçok şey vardı. Başarısız yumruğu Buğra'nın avucu içinde sönerken tüm kuvvetiyle diz kapağını karşısındaki gencin karnına geçirdi Savaş, onun bir anlık şaşkınlığından ve acısından yararlanarak yumruğunu kurtardı, yakalarını kavradığı gibi son bir kuvvetle duvara itti Buğra'yı: "Ona yaklaşmayacaksın!" Sonrasında arkasını dönüp sıkılı yumruklarını gizlemeden yürümeye başladı.

----

Ağzının içinde biriken metalik tat midesini bulandırıyordu, elinin tersiyle dudağının kenarındaki kanı sildi ve yerde yatan herife döndü. Onu görmesiyle en uç, kör noktada kalan hücreleri bile yeniden nefretle hareketlendi. Tekmesini yerde yatan çocuğun karnına geçirirken olabilecek şeylerin hiçbirini umursamıyordu. "Bir daha sizi burada görmeyeceğim! Anladınız mı lan," diye bağırırken bir dizinin üstüne eğilmiş ve yerde yatan çocuğun saçlarını tutup yüzünü kendisine doğru çekmişti, "Senin gibileri sikeceğim, soyunuzu kurutacağım lan sizin!" Çocuğun yüzünü sertçe yere bıraktı, başka bir şey demeden doğrulup yürümeye başladı.

Akşam üzeri olanları düşündükçe sinirleri katlanıyordu. Ellerini pantolonunun cebine kaydırırken öfkeyle önündeki çöp tenekesine tekme attı. "Adi pezevenk," diye bağırdı Savaş'a hitaben, yeniden tekme atarken etraftaki evlerden yanmaya başlayan ışıkları görünce adımlarını hızlandırdı. Neva ve o çocuğu hatırladıkça zihni ona oyunlar oynuyor ve gözlerinin önüne hiç de hoş olmayan görüntüler sürüklüyordu. Bu sefer kendisine küfür etti Buğra. Ona neydi, onu ilgilendirmiyordu ki! Böylesine nefret dolu olması saçmaydı, olmamalıydı. O bunları düşüne dursun, adımları onun izini almadan ilerliyordu kaldırımda.

Yolun tanıdık olması içini bir yandan rahatlatırken diğer yandan anlam veremediği birkaç duygu kabarıyordu içinde. Gözlerini etrafta gezdirirken önünde durduğu kapıya baktı anlam veremden. Gidecek onca yer varken buraya mı gelmişti, daha doğrusu neden gelmişti? Derin bir nefes alarak bir kez daha her şeyi boş verip kapıya biraz daha yaklaştı ve zile basmak yerine kapıya vurdu bir iki kez. Kapının pervazına dayandı omzunu, nefesini tutup yeniden kapıyı çaldı. Önce kapıya yaklaşan ayak sesleri duyuldu sonra ise uykulu bir ses...

"Kim o?"

Cevap vermek yerine beklemeye devam etti genç adam. Bir süre hiçbir ses gelmedi ancak sonra iç çekiş sesi duyuldu, kapı gıcırdayacak kadar bir yavaşlıkla açıldı. Buğra'yı gördüğünde şaşkındı genç kız, aynı zamanda uyku mahmuruydu da. Gözleri ardına kadar açılırken dudakları aralanmıştı. Kirpikleri göz kapaklarına ağır geldi bir an, gözleri hızlı hızlı kapanıp açıldı anın doğruluğunu tartmak isterce; sonrasında sağ elinin tersiyle gözünü ovaladı ve gözlerini yeniden açtı. Sesli bir şekilde yutkunduğunda rüyada olmadığına kanaat getirmişti fakat bir yanı hâlâ emin olamıyordu.

"Buğra?"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top