ilk beyaz tuş ♫ ♪
Merhaba arkadaşlar, dopdolu bir sınav haftasındaydım, tabii bir de performanslar vardı. Derse gitmeden önce bölümü tamamlayıp size hediye edeyim dedim. Bu bölüm sınıf arkadaşım İrem Aytekin'e. Benim susmayan çenemi çektiği için ona çok teşekkür ediyorum. Keyifli okumalar, yorumlarınızı eksik etmeyin. ^^
Bölüm Parçaları:
1. Jacob Lee - Black Sheep (Philosophical Sessions)
2. The Fray - You Found Me (ilk iki şarkı ilk kısım içindir)
3. maNga - Dursun Zaman
İkinci Bölüm ♫ ♪
Annem mutfaktan seslenince daldığım uykudan öfkeyle sıyrıldım. Özellikle son birkaç aydır uyku benim için en değerli ve ulaşılması en zor hazine haline gelmişti. Genellikle beşer dakikalık şekerlemelerden oluşan bir uyku düzenim vardı, tabii bu bir düzen olarak kabul görülürse. Hiçbir zaman tamamen dinç olmayan vücudumu ayakta tutmak, ona söz geçirmek son zamanlarda gittikçe zorlaşmaya başlamıştı. Ne zaman tam anlamıyla uykunun serin kollarına bıraksam kendimi, gördüğüm kâbuslar yüzünden çığlıklarla uyanıyordum. Bu sebeple uyumamak için çabaladığım da olmuyor değildi.
Mutfağa girdim ve tabağıma biraz çorba koyup annemin tam karşısındaki yerimi aldım. En azından akşam için yemek yapmayı unutmuyor, diye geçirdim içimden. Sabah evden erken çıktığımdan uyuyor olduğu için onu görmüyordum ancak eve geldiğimde de karşılaşmıyorduk. Daha çok akşamın ilerleyen saatlerinde eve gelen annemin kendine oluşturduğu rutinin ilk sıralarında mutfağa girip yemek yapmak vardı ama bunun haricinde o rutin hiçbir zaman kızıyla ilgilenmek yer almamıştı. Uzun bir süre boyunca sessizce yemek yememize ne kadar şaşırsam da bunu dile getirmek yerine sadece tabağımdaki çorbaya odaklandım çünkü biliyordum ki bu sessizlik çok uzun sürmemekle birlikte yerini çok derin ve sert bir tartışmaya bırakacaktı. Annem de sanki benim bu düşünceleri içimden geçirmemi bekliyormuş gibi oturduğu yerde kıpırdanmaya başladı, halinden memnun olmadığı rahatsız kıpırtısından anlaşılıyordu. Yüzünü dikkatle incelediğimde bir şey söylemek istediğini anlamam da çok uzun sürmedi.
"Birazdan çıkacağım."
Hiçbir şey söylemedim.
"Gelemeyebilirim."
Onu yeniden cevapsız bırakarak çorbadan bir kaşık daha aldım. Kavga edeceksek biraz da olsa karnımı doyurmamın bir sakıncası olmazdı herhalde. Zaten sonrasında, bir sonraki günün hangi dilimine doğru yemek yemem gerektiği aklıma gelirse o an yiyecektim ki bu gerginlikte aklıma karnımı doyurmam gerektiği gelmeyebilirdi de.
Annem hiddetle kaşığını masaya çarptı. "Bir şey söyle," diye bağırdı kehribar tonlarındaki gözleri öfkeyle yüzümü tararken.
"Ne söylememi bekliyorsun?" Gözlerim sorumun cevabını arar gibi yüzünde dolaştı önce, sonrasında elimde omadan güldüm. "Hayırlı işler anneciğim mi demeliyim yoksa iyi eğlenceler mi? Ah, şuna ne dersin," dedikten sonra durup düşünürmüş gibi beklediğimde aklımda volta atan cümle dudaklarımdaki hinlik dolu gülümsemenin daha da büyümesine sebep olmuştu. "Adam seni iyice bir becermeden gelme sakın, nasıl ama?" Sesim her kelimemle birlikte benden bağımsız olarak yükseliyordu. Gözlerimin dolması ve öfkenin esiri olmam ise işten bile değildi.
Sandalyesini sertçe geri itip nefretle bana baktı. "Kıymet bilmez, nankör! Ben senin i..." İçimde kavrulan öfkeyle sözünü kestim: "Benim için ne? Ciğeri beş para etmez şerefsizlerin altına mı giriyorsun yoksa beni ve geleceğimi düşündüğün için mi kendini satıyorsun," derken ben de sandalyeden kalkmıştım. "Senden utanıyorum, senin yüzünden bana iğrenç biriymişim gibi davranan herkesten nefret ediyorum! Lanet olsun! Keşke babam yerine sen ölseydin!" Duyduklarının şokuyla şaşkın gözleri üzerimdeydi. "Def ol ve bir daha sakın arkadaşlarımın babalarıyla yatma!" Bir şey demesine fırsat tanımadan mutfaktan çıktım.
Böyle bir çıkış yapmayı ben bile beklemiyordum ancak her gün biraz daha boğuluyordum kendi düşüncelerimle. Daha da dibe batıyor gibi hissediyordum her çırpınışımda. Belki nefretimden, belki de kinimden oluşan bu bataklığa boğazıma kadar batmıştım. Çıkmam imkansızdı. "Çırpındıkça dibe çekilirsin. Ne kadar az hareket edersen kurtulma şansın o kadar yüksektir," diyordu önceden okumuş olduğum, şimdilerde adını hatırlamadığım bir kitapta. İsterik bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. Ne ironi ama! Ben asla kurtulamayacağımı hissediyordum.
İnce koridoru yavaş adımlarla aştıktan sonra yatağıma uzanıp bir süre için kapadım gözlerimi. Daha o anda, sanki gözlerimin kapanmasını bekliyormuş gibi birkaç anı zihnimi doldurmaya başladı. Şu an yaşadığım her şeyin sorumlusuydu annem, Dünya üzerinde başka adam kalmamış gibi okuldaki tek ve en yakın arkadaşımın babasıyla birlikteydiler. Üstelik bunu Buğra'nın ta kendisinden öğrenmiştim, annemden değil. Defalarca kez bunun ağırlığı altında ezildiğimi hissetmiş ancak elimden bir şey gelmediği için bir köşeye çekilip saklanmaya çalışmıştım. Üzerime bir mühür gibi yapıştırılan etiketle ne kadar saklanabilirsem...
Evin içindeki sesler çoğaldığında gözlerimi açıp tavanı izlemeye başladım. Bir süre daha bu böyle devam etmiş, önce kapının açılma ve hemen sonrasında ise kapanma sesleri duyulmuştu uzaktan. İşte olmuştu, yalnız kalmıştım.
Duvarlar yavaş yavaş üzerime geliyor gibiydi. Klostrofobisi olan biri değildim, bariz bir korkum yoktu babamın kızı olamamak dışında ama göğsümün üstüne çöreklenen hisle birlikte bana oyunlar oynayan zihnim, yakında böyle bir fobi edinebileceğim gerçeğini de değiştirmiyordu. En sonunda boğazımdaki boğulma hissiyle yatağımdan kalkıp masanın üzerinden cep telefonumu, cüzdanımdan paralarımı alıp odamdan çıktım.
Bu sefer benden bekleneni yapmayacaktım. Devamlı gerçeklerden saklanmak ya da bir şeyler olurken her şeyi kendi köşemden sessizce izlemek bana göre değildi. Ben korkak değildim. Her şey bir devinim halinde ilerlerken bu kısır döngüye sıkışıp kalmaktansa tüm bunlardan sıyrılmam gerekiyordu. Diğer insanlara nasıl nefes alındığını hatırlatmam gerekiyordu. Kararlı adımlarla ince koridoru yürüdüm ve portmantoda asılı olan ceketimi de alıp evden çıktım.
Dışarıda olmanın getirdiği rahatlıkla derin bir nefes alarak ellerimi ceplerime soktum ve babamın ölümünü devamlı hatırladığım, lisenin üçüncü yıllarına tekabül eden zamanlarda herkesten kaçmak için gittiğim çay bahçesine doğru yürürken kararlılığımı sürdürdüm. Annemi tanıyan insanların aşağılayan bakışları içime işliyor, bunu hafızama kazımamak için kendi kendime babamın kızı olduğumu hatırlatıyordum. İnsanlar öylece akıp gidiyordu yanımdan, tıpkı kum saatinin içindeki minik kum zerrecikleri gibi. Çoğunun bir acelesi vardı, çoğu bir yere yetişme çabasındaydı. Ölüm, diye geçirdim içimden: Onlar ölüme yetişmeye çalışıyor.
İlk sapaktan sağa dönüp yol boyunca dümdüz ilerledim hırkamın ceplerine sıkıştırdığım ellerimle. Çay bahçesi çok uzak değildi, bir sokak kadar ileride kalıyordu. Bahçeden içeri girdiğimde gözüme bir yer kestirdim ve hemen yerleşip kendime sıcak bir çay söyledim. Çayım gelene kadar etrafı biraz izleme fırsatım olmuştu. Minik birkaç değişiklik haricinde her şey eskisi gibiydi: Hala demir masaların etrafına kurulan dörder beşer sandalye vardı. Sadece bunlara birkaç armut koltuk, minder serpiştirilmişti aralara.
Garson kız çayımı getirip yanında her zaman ikram ettikleri elmalı kurabiyeleri de koydu ve sıcak gülümsemelerinden birini bana hediye ettikten sonra uzaklaştı. Çayımdan bir yudum alarak içimi ısıtmasına izin verdim. Aklımda dönüp dolaşan notalar sinirlerimi gevşetiyordu. Minik bir tebessüm hafifçe yüzüme yayılmaya başladığında kalbimdeki burukluk biraz olsun dinmişti.
Sen, Hakan Karaer'in kızısın. Sen bir piyanistin kızısın, diye mırıldanan iç sesim bana dünyanın en güzel melodisi gibi geliyordu. Bu sefer kimsenin beni üzmesine izin vermemeliydim. Olanlar benim suçum değildi. Ben bir suç değildim. İnsanların beni öyle görmesini uzun süredir umursamamıştım ancak, artık, herkes beni dikkate almalıydı.
Eskiden burası daha çok yaşlı insanların ziyaret ettiği bir yerdi. Bunaldığım anlarda o an okuduğum kitabı da alarak buraya gelir, boş bir masaya kurularak saatlerce kitap okurdum. Çay seven biri olmamama rağmen her gelişimde en az iki bardak çay içip güzel keklerinden bir dilim yerdim. Bazen kitabı kapayarak bir köşeye bırakır, insanları dinler ve onları izlerdim uzun uzun. Her birinin derdi farklıydı. Kimi geç yatan aylıkları sorun ediyor, kimi çocuğunun düğün masrafını... Ama en çok, torunları için gelecek telaşına kapılan insanları severdim. Oysa şimdi bu bahçede yaşlılardan çok benim yaşlarımdaki gençler tarafından doldurulmuştu. Bir şeyler hakkında koyu bir muhabbete girişmişlerdi. Çoğunluğu kızlı erkekli karşık gruplar hâlinde otururken bazı masalarda sadece erkekler veya sadece kızlar da oturuyordu, konuştukları konuları takip etmem neredeyse imkansızdı ancak çoğunun gözü bahçe kapısındaydı. Bir şeyi beklermiş gibi bir halleri vardı.
Uzunca bir süre orada oturmuştum. Etraftaki insanları dinlemek yorucu ve sıkıcı bir hâl almaya başladığında tek odaklandığım nokta kendi iç dünyam olmuştu. Zihnimin gölgesinde saklanan o hinlik dolu sinsi kızın sesini sadece ben duyduğum için şanslı olmalıydım. İnsanları rahatsız edebilecek seviyede kötü düşüncelere sahipti o kız. Ondan kurtulmak istediğim bir anda duyduğum sesle gerçek dünyaya dönmüştüm. Sarışın bir çocuk elinde gitarla bir sandalyeye oturmuş şarkı söylüyordu. Sesinin tınısı... Faklıydı. İlk başta gözlerimi devirmiş olsam da sonradan o kadar hoş gelmişti ki kulağıma! Bunun bir an bana tanıdık gelmesiyle şaşırmıştım. Daha önce böyle bir şey yaşamış gibi hissediyordum.
Şarkısı bitene kadar onu dikkatle dinledim. Şarkı söylerken ne kadar birkaç kez göz göze gelsek de aldırmamıştım. Sanki bir sihirli değnekle duygularıma dokunmuşlar gibi hissediyordum. Yani her ne kadar daha önce böyle bir şey olmadıysa da şimdi, farklıydı işte. Şarkı bitince yeniden göz göze gelmiştik ve tam da o saniyede bunanı daha önce yaşadığıma karar verdim.
Yüzüme yerleşen tebessümle başımı başka yöne çevirmiştim. Böyle şeyler gerçekten oluyor muydu? Hani balçıkla dolu bir gölette en derinlere battığınızı hissettiğiniz, "İşte her şey bitti," dediğiniz anlarda bir şarkı, bir melodi; belki farklı bir şeyler sizin için yaşam, ilham kaynağı olur muydu? Sadece kitaplarda olur dediğimiz tarzdan olaylar... Gitarın o iç dolduran sesi tekrar tekrar kulaklarımda yankılandı. "Etrafındakilerin seni kullanmasına izin verme, onlardan ilham al," demişti babam bahçemizdeyken. Küçükken o kadar şairane gelirdi ki bu sözleri... Şimdi ise anlıyordum. Hatırladığım her cümlesinde aslında ne demek istediğinin farkına varıyordum.
Masanın üzerine içtiğim çayların ve ayrıca yediğim çikolatalı ıslak kekin parasını bırakıp masadan kalktım. İlk kez bu kadar arınmış hissediyordum kendimi. Rahatlamış ve dingin... Kollarımı belimde dolayarak genişçe kapıdan dışarı çıktım, sahile doğru gideceğim yola döndüm.
"Hey, Sarı!"
Sarı mı? Başımı çevirdim ancak hemen sonrasında yürümeye devam ettim. Tek sarışın ben değildim ya?
"Sana söyledim," diye bir ses, sanki duymuş gibi yanıtladı iç sesimi.
Bu sefer durup arkamı döndüm. İçeride şarkı söyleyen çocuk elinde sigarası ve iyice dağılmış saçlarıyla oldukça serseri gibi bir görüntü sergiliyordu. Buradan bile ala olduğu belli olan ela renkli gözleri bana tuhaf bakıyordu. Sanki... Sanki onu ayartmaya çalışıyormuşum gibi ya da bana öyle geliyordu. İnce olmasına rağmen düzgün bir vücudu olduğu belliydi, belki de iyi bir şekilde gizliyordu. Uzun sarı saçlarını geriye doğru tarasa da brkaç inatçı tutam yüzüne doğru düşüyor ve bu da tüm dikkati burnundaki geri halkaya çekiyordu, tabii aynı zamanda açıkta kalan sol kulağındaki iki gümüş küpe gözlerime takılmıştı. Her neyse, diyerek onu incelemeye son verdim.
"Müzikten anlar mısın?" Sorduğu soruyla şaşırdım fakat cevap vermek yerine başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim.
"O zaman seninle geliyorum." Büyümüş gözlerle ona baktığımı fark edince gülümsedi. "İçeride sıkıldım," dedikten sonra yanıma geldi. Gözlerimi devirip yürümeye başladım. O da hemen yanımdan yürüyordu. Ellerini pantolonunun cebine sokmuş olmasına karşın ceketinin önü açıktı. Yeniden gözlerimi devirince bunu ne kadar sık tekrarladığımı fark ettim.
Biraz tuhaf bir tabloydu bu. Toplumumuz tarafından birlikte yürüyen iki gencin sevgili, arkadaş, kardeş veya en azından kuzen olmaları beklenirdi. Ama arkadaşlar, kuzenler, kardeşler ve sevgililer yolda yürürken birbirleriyle konuşurlardı. Bunu insanlarla ilişki kurma bozukluğu çeken ben bile bilirdim. Biz konuşmuyor, sadece birlikte yürüyorduk. Kesinlikle tuhaf bir tabloydu.
Gülmemek için yanağımın içini ısırdığımda her zaman tek başıma oturduğum sahil kenarındaki bankın olduğu aralığa çoktan çıkmıştık. Ben nereye hareket edersem beni takip ediyordu. Elleri cebinde, meraklı gözleri üstümdeydi. Bankın yanına geldiğimizde durdum ve hiçbir şey söylemeden oturdum. Beni tekrarlayarak yanıma oturunca bir derdinin olup olmadığını merak etmeye başlamıştım.
Gözlerimi denize dikip bugün soğuk havaya rağmen denizin durgun olduğunu düşündüm. Açıkçası şu an, yanımdaki çocuğun bir derdi varsa bile bundan çok ne zaman sıkılıp yanımdan kalkacağını merak ediyordum. Sessizliği severdim ben ve edindiğim birkaç tecrübeye göre insanlar kendilerine yeni bir şeyler veren kişilerden hoşlanırdı. Mesela yeni bir bilgi, hiç duyulmamış bir dedikodu, çok insanın bildiği bir müzik grubunun ismi... Sessizlik eskisi kadar rağbet görmüyordu, tabii sadece bir dinleyici değilseniz.
"Müzikten anlıyorum, dedin. Tam olarak ne yapıyorsun?" Ani çıkışları olan biriydi sanırım, alakasız zamanlarda alakasız sorular soruyordu.
"Demedim." Cümlem üzerine şaşkın bakışlarının hedefi olunca istemsizce gülmüştüm. "Yani seninle konuşmadım ve bu bağlamda da teorik olarak anladığımı söylemedim," diyerek kendimi açıklarken denize bakmayı sürdürmüştüm.
"Bir soru sordum," deyip son söylediğimi duymazdan geldi.
Derin bir nefes aldım, "Piyano," derken sesim bir fısıltıdan çok da farklı değildi. "Piyano çalıyorum."
Ve cümlelerim uğuldayan rüzgârda kaybolduğunda tuhaf bir şekilde o beni duymuştu. Sanırım söylediklerim onu tatmin etmişti ki susmuştu fakat üzerimde bakışlarının ağırlığı vardı. Bundan rahatsız olarak ona doğru döndüm. Rüzgâr dalga dalga saçlarımı savurup yüzüme, tenimi okşar gibi çarptığında uzun saçlarımdan bir tutam onun saçlarına karışmıştı. Gözlerimiz tam da bu anda birbirine değdi, birkaç saniye sessizce bakıştık.
Gülümsedi.
Gülümsedim.
-o-
Eve geldiğimde yüzümde, biraz rahatlamış olmanın verdiği huzur sayesinde oluşan bir tebessüm vardı. Uzun bir zamanın ardından kendimi ilk kez bu kadar hafiflemiş hissediyordum ve şimdiden tadı damağımda kalmıştı bu hissin. Zihnim çabucak beni alt etme işine koyulmuş, bana bunun bir daha tekrarlanmayacağını söylüyordu. Umursamadım, gülümsemeye devam ettim çünkü bu akşam, zihnimdeki kötü niyetli kızı çoktan yenmiştim.
Hiç tanımadığım bir erkekle birlikte iki saat geçirmiştim, hem de gerekmediği sürece konuşmayarak. Adımı sormamış, beni tanımaya çalışmamıştı. Yargılamamış, hatta sessizliğime saygı gösterip benim pandomima oyunumda bana eşlik etmişti. Artık vaktin geç olduğunu fark ettiğimde bana "Nereye?" diye sormak yerine benimle birlikte yürümüştü. Özgür bırakmıştı. "Savaş," dediğinde ona şaşkınca bakmıştım. "İsmim," diye eklediğindeyse gülümseyerek karşılık vermiştim. Sonrasında bana yine sarışınlığımı hatırlatarak iyi geceler dilemiş ve yoluna devam etmişti ama bu hatırlatma bile canımı sıkmamış, beni rencide etmemişti.
Yüzümdeki aptal tebessümle ince koridoru geçerek odama girdim. Her şey bıraktığım gibi duruyordu, biraz dağınık ama göze batmayacak kadar da toplu. Hemen üzerime pijamalarımı giyip odamın sağ çaprazında kalan banyoya geçerek elimi yüzümü yıkadım ve havluyu kirli sepetine attıktan hemen sonra yeniden kendi odama girdim.
Yatağıma uzandığımda yorgunluk kendini göstermişti. Omuzlarıma çöreklenen ağrı artık bütün bedenime hükmediyordu, sanki bir zehirdi bu; kemiklerimi saran ve iliğime kadar işleyen. Bedenimin titremesine sebep olacak kadar kuvvetliydi, bir o kadar da hayatta kalmamı sağlıyordu. Yine de bu, bazen ölmek istememe sebep olduğu gerçeğini değiştiremezdi. Gözlerimi kapayarak sıkıntıyla üfledim nefesimi, sırtımı duvara dönüp yorganıma sıkıca sarıldım uyuyabilmek için.
Çocukluğumu geçirdiğim babasızlık sokaklarında üzerime giyindiğim anne sevgisinden mahrumluğum, çoğu şeyin gerisinde kalmama neden olmuştu. Kapalı göz kapaklarımın ardında dönen senaryoların hepsi geçmişimin bir fragmanıydı ve her filmin tanıtımında olduğu gibi, geçmişimin tanıtımında yer alan o anlık saniyeler de şu ana kadar yaşadığım hayatın en can alıcı yerlerinden seçilmişti. Beni çocukluğumdan beri en çok yaralayan diğer çocuklar, doğal olarak da onların aileleri olmuştu. Annesinin okuldan almayı unuttuğu o çocuktum ben, çok nadiren karşılaşacağınız o çocuk. Bir cüzamlıymışım gibi başka anneler de çocuklarını benden sakınmıştı. Şöyle de bir gerçek vardı ki kirli zihinlerin filizlerini taşıyarak büyüyen, o filizleri kendiyle birlikte büyüten çocuklar kadar acımasız hiçbir canlı bulunamazdı yeryüzünde.
Yorgunluğun yavaş yavaş hâkimiyet kurmaya başladığı bedenim sızlıyordu, gözlerimi açıp odayı gereksiz bir tedbirle son kez kolaçan ederek gece kadar soğuk, karanlık kadar sinsi uykunun kollarına bıraktım kendimi.
Sabah, uykuya doymuş bir halde değil de çalan alarmın bedenimde bıraktığı panikle uyandığımda bütün vücudumda hissettiğim keskin ağrıyla inledim. Gerinmek istiyor ancak daha fazla acıyı kaldırabileceğime emin olmadığımdan buna yeltenemiyordum. Zorlukla yatakta doğruldum ve ayaklarımı yataktan sarkıtıp oturduğum yerden destek alarak ayağa kalktım. Dengemi bulabilmek için yavaş hareket ediyordum, aksi taktirde yeri boylayacağımdan adım gibi emindim. Kaldı ki bu, gerçekleşmesini istemeyeceklerim listesinde çok rahat ilk üçe girecek maddelerden biriydi. İlkiyse, uykusuzluktu. O da şekil A'da görüldüğü gibi bende fazlasıyla mevcuttu. Dün gece gördüğüm kâbuslar yüzünden kesik kesik uyuduğum uyku zihnimi tatmin etmemişti.
Banyoya geçip soğuk suyu açtım, yüzüme birkaç kez soğuk su çarpıp uykudan ayılmayı bekledim. Lavabonun beyaz mermerini sıkıca kavramıştım iki elimle. Yüzümden, burnumun ucundan ve çenemden düşen su damlacıklarının lavaboya çarparak çıkardıkları sesi dinledim bir müddet, nihayetinde uykum uzaklaşıp kaçabildiğinde başımı kaldırdım; yansımama göz gezdirdim. Aynadaki aksimden pek memnun olduğum söylenemezdi. Kızarmış gözlerim, dağınık saçlarım ve tüm bunlara ek olarak uykusuzluktan çökmüş göz altlarımla bir korku filminden son anda fırlamış gibiydim. Gözlerimin feri akmış, elalarım solup yeşillerim maviye çalmıştı. Cam kadar saydam, bununla birlikte bir o kadar da hastalıklı görünüyordu. Bu görüntüye daha fazla bakmak istemediğimden hemen banyodan çıktım. Odama yeniden geçtiğimde aşağıdan gelen tıkırtıları dinledim: Kapı açılıp örtüldü. Yine eve geliş saati sabahı bulduğu zaman dilimindeydik.
Dolabımdan birkaç parça -ne olduklarına bakma gereği duymadan- kıyafet çıkarıp üzerime geçirdim ve elime tarağımı alıp bedenimde barındırdığım negatif enerji yüzünden kabaran saçlarımı taramaya başladım. Aynanın karşısına geçerek yüzümü atlayıp doğrudan üstümdekileri inceledim. Gayet normal bir siyah kot, krem rengi üzerine; göğsümün üstüne denk gelen kalın iki bordo çizgisi olan balıkçı yaka kazağımı giymiştim. Saçlarımla uğraşamayacağımı anlayarak beceriksiz ve hızlıca örerek ucuna siyah bir lastik toka geçirdim. Çantamı, içini kontrol etmeden omzuma asıp kalın hırkamı da yanıma alarak odadan çıktım.
Annem mutfaktaydı, kendisine kahve yapıyordu. Varlığımı, onu izlediğimi hissetmiş gibi omzunun üstünden bana çevirdi başını: "Eşlik etmek ister misin?"
Yüzümü buruşturarak kıstığım gözlerimle onu inceledim. Üstünde, bacaklarını saran açık renk bir kot ve belinde örgü bir kemer vardı. Kot pantolonunun üstüne giydiği beyaz gömleği inceydi, içindeki askılı beyaz badisi belli oluyordu. Kahverengi saçları yüzünü çerçevelemiş, dalgalar halinde omuzlarına düşmüştü. Güzel yüzü ustaca bir makyajla aydınlatılmış, kirpikleri yukarı kıvrılmış ve kehribar rengi gözleri canlılıkla parlıyordu, benimkilerin aksine. Fazla sinsi bir görüntüsü vardı annemin, gözlerindeki anlam dehlizleri kabarıp kendisine bakan kişiyi tam içinde boğuyordu.
"Fare zehri katarsın içine. Almayayım," dedim huysuzca. "Kırk yıllık hatırını da istemiyorum zaten." Çantamı bacak arama sıkıştırıp hırkamı giydikten sonra alelade bir el çabukluğuyla çantamın yerini değiştirip kapıya ilerledim. Sırtımda hissettiğim gözleriyle beni öldürürcesine inceliyordu, gülmeden edemedim fakat bir şey de söylemedim. Arkamı dönüp öylece çıktım evden.
Hava soğuktu, yürünmeyecek kadar kötü sayılmazdı aslında. Soğuk iyiydi bir bakımdan. Zihnimi uyandırıyor, beni dinç tutuyordu. Düşünecek çok şey vardı ve tenimi ısıran soğuk hava buna mahal vermiyordu. Ellerimi ceplerime sokarken gülümsedim. Beni tanıyan, kim olduğumu bilen insanlar bana küçümserce bakarken onlara inat gülümsedim. Hatta birkaç tanesine başımla selam bile vermiştim. Ruhumun arsızlığınaydı, olsundu. Onlar gülebiliyorsa yüzüme bakarak, ben de gülebilmeliydim zihinlerini bir böcekmiş gibi ezerek.
Kulaklıklarımı takıp soğuk havalarda zihnimi daha dinç tutacak şarkılardan oluşturduğum listeyi açtım. Tüm duygularımı besleyen de, saklayan da müzikti. Kulağıma üflenen şarkı sözleri kendimi daha rahat hissettiriyordu. Çoğunlukla kalabalığın kuru gürültüsünden kaçmak için kullandığım bir yöntemdi bu; ellerimi hırkamın cebine saklar ve kulaklıklarımı takarak öylece yüyrdüm gideceğim yere doğru. Yaptığım şeyir belki bir anlamı yoktu hizmet ettiği amaç benim için çok değerliydi. Her insanın bir kaçış yolu ya da sığınağı olmalıydı hayatta, benimkisi müzikti.
Okula geldiğimde hiç kimseye takılmadan direkt olarak sınıfıma girdim. Aslında bu kolejde öyle havalı olduğu için kendini başkalarından soyutlayan insanlar bulunmazdı. Ülkemizin iğrençlik sınırlarını zorlayarak çıkardıkları lise dizilerinde olduğu gibi kimse bir öğrenciyi burslu olduğu için ezemezdi. Ayrıca 'en popüler' benim gibi bir dertleri de, okulun çekici ve art niyetli kraliçesi de yoktu. Sadece ben, Buğra yüzünden biraz fazla kötü ilgi görüyordum, bunun en büyük sebebi de biricik annemdi. Aslında önüme sıraladığım nedenleri tek tek ele aldığımda onun yerinde ben olsaydım farklı bir tepki verir miydim, emin değildim.
Sırama yerleşirken sınıfın yavaş yavaş dolmasını izledim. Sabahın ilk saatlerine yerleştiren matematik dersini oldum olası sevmemiştim zaten. Çantamda numunelik gibi bulunan defterimi masama koyup boş gözlerle sınıfı taradım. Sınıfta benim gibi burslu olan birkaç kişi daha vardı. Onların tek dertleri ders notlarıydı. Ders notlarını düşürmemek için çabalayıp duran iyi öğrencilerdi. Bir köşeye çekilmiş derslerine çalışan, normal baba parasıyla okuyan öğrencilerin dışında kendi halinde ya da gruplarıyla takılan toplam yirmi kişi.
O sırada çalan öğretmenler zili beni bu boş düşüncelerimden sıyırdı ve her zaman dakik olan Mehtap Hanım anında içeri girdi. Sıradan, geleneksel selamlaşmayı tekrarladıktan sonra hiç vakit kaybetmeden konuya geçip sınavda bu konudan sorumlu olduğumuzu söyledi. Başımı sıraya koyup bu dersin çok çabuk geçmesi için yalvarmaktan başa şansım yoktu. Bir klasiği yerine getirerek, zaten uykumu alamadığım için yerçekimine çok da meydan okuyamayan gözlerimi kapadım ve beynimi kemiren düşüncelerden fırsat bulduğum ilk an uyudum.
Öğle arasına kadar her şey çok sıkıcıydı, daha fazlası mümkün olabilirmiş gibi. Matematik dersi bitene kadar başımı sıramdan kaldırmamış, sonrasında önümdeki kağıda bir şeyler karalamıştım. Son teneffüs zili çaldığında ise sonunda öğle arasına girmiş olmanın verdiği rahatlıkla kantine girdim ve kendime yiyecek bir şeyler alıp hiç vakit kaybetmeden bahçeye çıktım. Her zaman oturduğum yere doğru yürürken bana bakmamaya çalışan insanlara alayla gülümsedim. Dünkü kavganın onları doyurmuş olması gerekiyordu ama hepsi hadlerinden çok fazla meraklı olduğundan çoğu zaman bana olan kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Merak kediyi öldürürdü, onların da ölme zamanları gelmiş olmalıydı.
"Gerçekten," diye söylendim kendi kendime. Gerçekten bu kadar korkak mıydılar? Sırf birçoğundan daha kalıplı ve zengin olduğu için bir kişiden korkmak neye özeldi? Para... Dünyada varlığını sürdüren en kanlı ve canlı gerçeklerden biriydi. Henüz, satın alamadığı hiçbir şeye denk gelmemiştim. İnsanlar sevgilerini, hislerini, bilgilerini, karakterlerini bile belli bir ücret karşılığında salıveriyordu ucunda en büyük çirkinliklerin bulunduğu kuyuya.
Homurdanmalarım eşliğinde çimenlere oturup sandviçimden büyük bir ısırık aldım ve sırtımı ağacın ince gövdesine yasladım. Soğuk hava tenime işliyor; zihnimde dolanan kırkayaklara, kulağıma fısıldama imkânı vermiyordu. Yine de kulaklarımda dolanan o gezinme çıtırtılarına aldırmayıp oturduğum yerde keyif sürmeye devam ediyordum.
Görüş alanıma önce siyah spor ayakkabılar sonra ise aynı renkte dar pantolon girmişti. Gözlerimi yavaşça kaldırdım ve bana doğru yürüyen kıza baktım. Uzun sayılabilecek kahverengi saçları sevimli yüzünü çevrelemişti. Ona baktığımı fark edince gülümsedi, hemen akabinde adımlarını hızlandırdı. Şaşırmıştım. Ancak elimdeki sandviçi jelatinine sarıp kucağıma bıraktım.
Tam karşıma geçip benim gibi bağdaş kurarak oturdu. "Merhaba?" Gülümsedi.
"Merhaba," diyerek karşılık verdim renk vermeyen sesimle.
"Beliz ben," derken elini uzatmıştı. Önce eline baktım, sonra gözlerimi devirme isteğimi bastırarak elini sıktım. Tam ağzımı açmıştım ki bana fırsat vermeden konuştu; "Sen de Neva." Başımı sallayarak onayladım. "Şey, beni İlge Hoca sana yönlendirdi." Devam etmesi için ona baktım. "Biraz keman çalabiliyorum. Yani biliyorum, deniyorum," dedikten sonra utanmış ve bu sebeple yanaklarına biraz renk gelmişti.
Gülümseyerek ona baktım. "Yani İlge Hoca seni, bana eğer dönem sonunda yarışmaya katılacaksam benimle birlikte çalabileceğini söylemen için gönderdi?"
Gözlerindeki şaşkınlık elle tutulur cinstendi. Hey, hadi ama! Ben bir uzaylı değildim. Gülebiliyor, konuşabiliyor olmam gayet normal değil miydi?
"Evet, yani sen de istersen?" Tereddütlüydü ya da ben fazla abartıyordum.
"Olur, tabii," diyerek onayladım onu hala gülümsüyorken, "Yarın öğle arasında müzik odasında beklerim. Gelirsen bakarız," dedim gülüşümün aksine düz bir sesle. Gülümsedi.
Boş boş, ne yapacağımızı bilmez şekilde birbirimize bakakaldığımız sırada birilerinin ona seslenmesiyle Beliz omzunun üstünden kendisine seslenen kişiye baktı. "Ne var," diye söylendiğinde karşı taraf onu beklediğini belli eden birkaç kelimeyle yanıtladı Beliz'i. Bana döndü. "Gitsem?" Tereddüdü bana tebessüm ettirmişti.
"Önemli değil," diyerek gülümsedim ve ondan önce yürümeye başladım.
Alışkındım ben. Erkek arkadaş sorunlarımı anlatacağım, sabaha kadar dedikodu yapacağım, her sırrımı tereddüt etmeden söyleyeceğim arkadaşım yoktu. Uzun bir süredir de arkadaşım olmamıştı. Zaten bir ilişkim de olmamıştı bu zamana dek. En dolu geçmesi gereken ergenlik yıllarımı koca bir boşlukta sürüklenerek geçirmiştim. Bildiklerim, kitaplardan okuduklarım ve filmde gördüklerimden ibaretti. Acı, öfke, nefret ve kin haricinde iyi olan kaç tane duygu varsa zihnimde, hepsi birer taklitti. Tüm bunlara rağmen çevremde gördüğüm o sahte samimiyetlerin yanında benim duygularım daha gerçekçiydi.
Hızla merdivenleri çıktım ve okulun içinde doğu kanadına yöneldim. Adımlarım sıklaşırken insanların alaycı gözlerinde kaybolmamak için büyük bir çaba harcamıştım. Zaten kayıp değil misin, diyordu bendimdeki kötücül ses. Kayıptım, kaybolduğumu bilen kimse yoktu.
Kütüphaneden içeri girip derin bir nefes alma fırsatı verdim kendime. Şu dünya üzerinde bir insana en iyi arkadaşlığı edecek varlığın yanındaydım, huzurun evindeydim. Oyalanmadan raflardaki kitaplara doğru yürüdüm. Romanların bulunduğu kitaplıktan gözüme çarpan bir kitabı çekip kitaplığın hemen önündeki masaya oturdum ve okumaya başladım. Zülfü Livaneli'nin Serenad'ıydı bu kitap. Maya Duran'ın uçak yolculuğunda anlattıklarıyla başlıyordu.
Önümden geçen üç kız önce bana sonra da birbirlerine bakıp fısıldamaya başladılar: "Siz de dün gece olanları duydunuz mu," diye sordu esmer olan diğerlerine. İki kız da kafasını sallarken kısa boylu olan konuştu: "Demek ki dün gece o kadar da hareketli değilmiş," dediğinde diğer kızlar ona şaşkın gözlerle bakınca devam etti: "Eğer öyle olsaydı burada olabilir miydi sizce," derken arkadaşlarına sanki anlama sorunları yaşıyorlarmış gibi baktı. Sonra üçü birden gülmeye başlayınca sinirlerim iyice gerildi. Kitabı sertçe kapayıp masaya bıraktım ve onlara kaşlarımı çatarak baktım.
"Pardon, dün gece ne olmuş?" Ses tonum engel olamadığım bir biçimde sertti.
Bana morunmuşum gibi baktılar. Sonra içlerinden ince, uzun olan kız cüretkar bir şekilde gülümsedi: "Onu senin bize anlatman gerek şekerim!" Ciddi anlamda öz güven patlaması yaşıyor olmalıydı ki benimle böyle konuşabiliyordu. Bunun daha mantıklı bir açıklaması yoktu.
Oturduğum sandalyeden bir hamlede kalktım ve büyük adımlarla aradaki mesafeyi kapadım. Yüzüne doğru eğilirken gözlerimi gözlerine kenetlemiştim. "Ne olduğunu bir daha sormak istemiyorum. Anlayabiliyorsun değil mi," diye mırıldandım dişlerim arasından. Bu kızlar gittikçe sinirlerimi bozuyordu. Bu gidişle kendime hâkim olamayıp bağıracak ya da bir kavgayı başlatacaktım, böylece kütüphane görevlisi özellikle bana kızacaktı ki bu hiç de işime gelmezdi.
"Okulun sosyal medya hesabına bak," dedi bana boş gözlerle bakıp, ekledi: "Hani dedikodular için açılan."
Hiçbir şey söylemeyip ikisinin arasından onları iterek geçtim, kütüphaneden çıktım içimi kavurmaya başlayan öfkeyle. Sınıfa doğru çıkarken adımlarımı sıklaştırdım. Avuç içlerimin soğuk soğuk terlemesine rağmen sanki beynimin içi uyuşmuş gibiydi, yanıyordu. Kulaklarımdaki uğultuyu saymıyordum bile. Ensemdeki yanma hissi yavaş yavaş bütün başımı esir almaya başlamıştı. Kötü şeylerin habercisiydi bu, gerçi bunu anlamak için bu yanma hissine ihtiyacım yoktu. Sınıf kapısından içeri girdiğim gibi cam kenarında bulunan sırama ilerlemeye başladım. İçeride ders çalışan birkaç öğrenci dışında kimse yoktu ve onlar da kapının çıkardığı sesten biraz ürkmüşlerdi ancak kimse bir şey söylememişti.
Sırama doğru yürürken o kadar dikkatsizdim ki birkaç sefer kendi ayağıma bile takıldığım olmuştu. En nihayetinde bir kazaya kurban gitmeden sırama yerleşebildim. Çantamı kurcalayıp içinden cep telefonumu çıkardım. Beynimdeki uyuşukluk sanki tüm vücuduma yayılmış gibiydi, ellerim titriyordu.
Yavaş olan ve zor çeken internete küfrederken sakin olmaya çalışıyordum. Titreyen parmaklarımla sayfa adını girdim, sayfaların çıkmasını bekledim. Gittikçe tüm bedenimi ele geçiren soğuk, buna ek olarak içimde çağlayan heyecan mantıklı düşünmemi engelliyordu. Derin bir nefes alıp ilk siteye girdim.
Bir, iki, üç, dört, beş... Sakin ol Neva.
Sayfa açıldığında ilk haber dikkatimi çekmemişti. Parmağımı ekranda kaydırıp bir sonraki habere geçtiğimde güç bela yutkunabildim. Az önce ensemden yukarı tırmanan ateş şimdi başımdan aşağı dökülenin yanında bir hiçti. Öfkeden yanıyordum, cayır cayır yanıyordu mantıklı yanım.
"Sonunda kendisiyle arkadaşlık edecek birilerini buldu."
---
Düzenlenen ikinci bölümün de sonundayız. Bu hikâyeyi ikinciye okuyanlar henüz pek bir farklılık keşfedemeyecek ama ilerleyen bölümlerde tüm farklılıklar başlayacak. Okumaya yeni başlayanlar ise kendisini belli ederse çok mutlu olurum. Umarım okurken keyif almışsınızdır.
İletişim adresleri:
instagram: myrockerruh / myrockerruhunkitapligi
ask.fm : cistiliste
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top