ikinci nota ♫ ♪
Birinci ve ikinci bölüme olan ilginizden çok memnunum umarım böyle devam eder. Yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar ^^
Bölüm Parçası:
1. James Arthur - Supposed (Acuoustic)
2. Skylar Grey- Words
Üçüncü Bölüm ♫ ♪
Kaç dakikadır telefon ekranındaki fotoğrafa baktığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Telefonu, ekranını kilitledikten sonra sertçe sıraya çarptım ve bir hamleyle ayağa kalktım. Sınıftakiler bana aklımı kaçırmışım gibi bakıyordu. Belki de öyleydim? Sanırım, büyük ihtimalle öyleydim fakat umursamıyordum. Hışımla kapıya ulaşmıştım, saniyeler olması gerekenden çok daha hızlı ama aynı zamanda ağır çekimdeymiş gibi yavaş akıyordu. Kimseyi umursamadan kapıyı hızla açtığımda birine çarpmıştım ancak şu an bu, dikkat edeceğim bir konu da değildi. Çarptığım kişi arkamdan bağırırken kararlı adımlarla yemek haneye doğru gidiyordum.
Her şey onun yüzündendi. Uzun zamandır bu kadar acı çekiyor olmam, hepsi... Sussaydı ne olacaktı? Kimse bu gerçeği bilmeseydi her şey daha iyi olabilirdi!
Yemekhanenin kapısını iterek açtım ve hemen içeri girdim. Bana bakıp alay edercesine gülenler... Zamanında onları da boş verebilmeyi öğrenmiştim. Zaten gözüm kimseyi görmeyecek kadar dönmüştü. Aklımda kendime hedef olarak belirlediğim kişiyi fark etmem çok da uzun sürmemişti. Deminki kararlı adımlarımı aynen tekrarlarken gözlerini bana dikmişti. Öfke. Saf öfke vardı o gözlerde. Karşısında durduğumda buna pek de şaşırmış değildi.
"Sen yaptırdın değil mi," dedim dişlerim arasından.
Konuşmaya başladığımda gözlerinde oluşan alay dudak kıvrımlarında da boy göstermişti.
"Sen tanıdığım en aşağılık varlıksın," diye bağırdım.
"Ben internet haberleriyle uğraşacak kadar salak değilim..." Konuşmasını: "Evet, o kadar salaksın," diye resmen haykırarak kestim.
Gözlerini sıkıca yumup derin bir nefes aldı. Çene kasları gerilmişti. "Sözlerine dikkat et Neva," dedi dişleri arasından konuşarak.
Gözlerime biriken yaşlar görüşümün etrafında buğulu çerçeveler oluştururken içimde biriken öfke daha da kabardı. "Ne o küçük bey, size gerçeklerin söylenmesi zorunuza mı gidiyor?" Onunla alay ederek sorumu sorarken elimde olmadan çenemi dikleştirmiş ve ona meydan okumuştum. Karşısında kolayca pes edecek değildim.
"Neva, sözlerine dikkat et." Bu sefer kelimenin tam anlamıyla hırlamıştı.
İnatla konuşmaya devam ettim: "Sen yaptırdın, değil mi!" Sesim irademden bağımsız olarak yüksek çıkıyordu.
"Yeter ama!"
O da bağırmaya başlayınca ben hariç herkes olduğu yere sinmişti ancak benim için o kadar basit değildi. Bir yıl boyunca başına gelenler yüzünden bana karşı kinlenmesini sineye çekmiş, yaptıklarını görmezden gelmiştim ama artık susmak benim için katlanılamaz bir hâl alıyordu.
"Gerçekler ne kadar da kötü değil mi, Buğra? Sen suçlayacak birilerini ararken kendini masum mu sanıyorsun? Söylesene, şimdi senin babandan ne farkın kaldı?" Bir bardak her damlada biraz daha dolardı. Şimdi o bardak dolmuş ve taşmaya yüz tutmuştu. "Oysa ben, senin ne kadar zayıf biri olduğunu ortaya çıkartıp sırf bu zayıflığı örtmek için böyle davrandığını söylüyor muyum? Ah," dedikten sonra dudaklarım engel olamadığım tebessümle kıvrılıp kahkahalarım serbest kalmıştı. "Sanırım şu an söyledim ama ne, biliyor musun? Sen, sana kötülük yapılmasını bile hak etmiyorsun." Arkamı dönüp yürümeye yeltendiğimde onun sert, kemikli parmakları kolumu sardı ve beni kendine doğru çevirdi.
Gözlerinde öfke harici çözemediğim bir duygu daha belirmişti ve o yeşil gözler tüm ihtişamıyla benim gözlerime sabitlenmişti. Daha önce önünden bile geçmediğim, adını dahi bilmediğim ağaçlara ev sahipliği yapan bir ormanın tam ortasındaydım şimdi; oradaki yangını hissediyordum. Kaybolacağımı, kavrulacağımı sandım. Sonra tümgüzelliği bozarak konuştu: "Buraya bana hesap sormak için geldin. Eğer orada yayınlanan haber gerçek olmasaydı bunu yapma gereği de duymazdın ama sen yaptın. Ne tuhaf! Bana ahkam keseceğine kendine bak! Çok basitsin kızım sen, annen gibisin."
Sözleri yavaş yavaş beynimin içinde yayılmaya başlamıştı, kanıma zerk edilen zehir gibiydi. Ama rotası kalbime ulaştıktan sonra şaşıyor, beynimi buluyordu. Mantığım uyuşurken öfkem uzuvlarımın kontrolünü ele geçirdi ve yaptığım şeyi birkaç saniye sonradan fark edebilmiştim. Buğra'nın yüzü, yanağına aldığı darbeyle yana düşmüştü. Kolumu elinden kurtarıp hızlı adımlarla yürümeye başladım. Adımlarım beynime ihanet edercesine hızlıydılar, bir yerden sonra su yüzünde kalmış balık gibi kuruyan ciğerlerim bedenime yük olmaya başlamıştı. Gözlerimdeki buğulu çerçeve gittikçe genişlerken kuvvetlice bir el tarafından sıkılan nefes borum durumu iyice berbat bir hale sürüklüyordu. Sanırım, nefessiz ne kadar yaşanırdı, bunu kanıtlıyordum kendime.
Sınıfa yeniden girdiğimde bu sefer içeridekiler alışmış oldukları için bana bakmamışlardı. Benim bile alışamadığım sessiz benliğim onların gürültüsüne bomba gibi düşse de onlar bana alışmıştı. Çantamı hışımla sıramdan çekip omzuma astım ve yine aynı hızla sınıftan çıktım. Koridorda çarptığım insanlar, duvar kenarında durup az önce yaptığım şeye inanamayarak bana bakmaya devam edenler...
Gözlerimi yere çevirdim söylenenleri duymazdan gelirken, bir kez daha insanları umursamadım, bahçeye çıktım. Nereye gideceğimi bilmeden yürüyordum. Ne yapacağım konusunda da bir fikrim yoktu. Sadece, bacaklarım beni bir yere sürüklüyordu. Kaldı ki onlar, gideceğim yeri benden daha iyi biliyordu.
Toprak bir yola girdiğimde gözlerim hala yere odaklıydı. Yolun bittiğini belirten taş duvar ve demir parmaklıklar görüş alanıma girince gözlerimi yukarı çevirerek önüme bakmaya başladım. İçimde büyüyüp nefes almama bile engel olan acı gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Ellerim, önce demir kapıya doğru uzandı; sonrasındaysa demir parmaklıkları kavradı cılız bir güçle. Kapıyı çekip açtım. Ruhsuz, ölgün ve yorgun, bir parça da savsak adımlarla içeri girerken ezbere bildiğim yolu ilerliyordum. İçimde tanıdık bir hüzün bulutu kıpırdandı ve hüzün, bir sağanak olup ruhumun derinliklerini doldurmaya başladı.
Hakan Karaer 1969-2000
Ölümün çığlık çığlığa bağırdığı, ruhların feryatlarının her yeri kapladığı o yerdeydim. Babamın mezarının tam önünde. İçim avaz avaz susmuştu, ne ruhumun yardım çağrılarını duyuyordum ne de kalbimin atışlarındaki biçareliği. Bacaklarım da kalbimdeki biçarelikten nasibini almış, ağırlaşan bedenimi daha fazla taşıyamayacaklarını hatırlatırca titremeye başlamıştı. Çantamı yere koydum ve mermere oturup sırtımı mezar taşına yasladım. Derin bir nefes alarak bir süre bekledim. Ciğerlerime dolmaya çalışan oksijen sanki katrandı, katran kadar yapışkan; ağırdı.
"Merhaba baba." Duraksadım ve gözlerimi kapadım, "Biliyorum, bana çok kızgınsın. Uzun zamandır gelmiyorum diye. Ama seni unuttuğumu düşünme." Toprağı okşadım yanan gözlerimi kapayarak, gözyaşlarımın akmasına engel oldum. "Oradan baktığında ne kadar da aciz biri gibi duruyorum değil mi? Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım baba. Hayat o kadar zormuş ki... Başa çıkamıyorum. Yoruldum. Şimdi sen olsaydın yanımda, her şeyi hallederdin, değil mi," derken sonlara doğru sesim çatlamış, hatta yok olmuştu.
Yutkunduktan sonra konuşmaya devam ettim: "Niye gittin? Beni yalnız bırakmayacaktın hani hiç? Ama yoksun baba. Daha küçük bir çocukken bile nefret ederdim sensiz geçen günlerden. Şimdiyi düşünsene? Ölüyorum, her gün biraz da batıyorum. Beni bu kadınla bir başıma bırakmamalıydın. Hayatımı mahvediyor. Bak görüyor musun?" Elimin tersiyle yanaklarımdaki yaşları sildim, "Nasıl da acı çekiyorum. Hissediyor musun? Senin minik piyanistinin kalbini kırıyorlar. Bir enkazdan farkım kalmadı artık ve ben her saniye kendi enkazımda eziliyorum baba." Dudaklarımdan kaçan bir hıçkırık ağlamamı şiddetlendirmişti.
"Seni özledim." Sonra sustum, ağlarken konuşmak gelmedi içimden ve zaten daha fazlasına da gerek yoktu. Gözlerimi kapayıp başımı soğuk taşa yaslayarak bekledim. Ruhumun bedenimden ayrılıp fütursuzca özgürlüğe kavuşmasını, arşa doğru süzülmesini bekledim. Olmadı.
Küçükken, en azından her babalar günü buraya gelirdim. Elimde, bana okumayı en sevdiği hikaye kitaplarım, en sevdiğimi sandığım çiçekler, bir kavanoz ve bir şişenin olduğu çanta olurdu. Önce çiçekleri temizler yerlerine yenilerini koyardım, sonra kavanozumdaki toprağını tazeledikten sonra onun toprağı sulayıp ona saatlerce kitap okurdum. Karanlık çökene kadar burada kalırdım. Biraz ağlardım hatta, kızardım babama. "Bugün burada olman gerekirdi," diye. O kadar özenirdim ki yaşıtlarıma... Yanaklarımın yeniden ıslandığını fark ettiğimde hemen elimle yanaklarımı kuruladım. "Burada olman gerekirdi."
Ne kadar süre orada kaldığım konusunda bir fikrim yoktu. Ancak hava soğumaya, güneşse batmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalktım ve babamın mezarına döndüm. "Yeniden geleceğim, söz veriyorum." Mezar taşına doğru eğilerek soğuk mermerin üzerine bir öpücük kondurdum. Öldüğünde nasıl soğuksa teni, mezar taşı da öyle soğuktu şimdi. Bu canımı yakıyordu, soğuk da olsa tenine dokunabilmeyi isterdim oysa.
Doğrulup arkama bile bakmadan mezarlıktan çıktım. Bir anda çöken soğuğu iliklerime kadar hissediyordum. Bu iyiydi, bir bakıma. Düşüncelerimin, ruhumu öldürecek kadar katilleşmesini engelliyor; dahası düşünememe fırsat vermiyordu. Yine de sevememiştim bu soğuğu. Tenimi döverken akşamüstünün kesif rüzgârları, bir an önce eve gitmeyi istedim. Ancak otobüs durağıyla bile aramda oldukça uzun mesafe varken el mahkum, adımlarımı daha da hızlandırdım. Kaldırım adımlarımın altında eziliyordu. Tıpkı ruhun gibi, diye tamamladı iç sesim beni: Tıpkı ruhunu başkalarının eziyor oluşu gibi. Dudaklarım sinsi, alay dolu bir tebessümle gerilirken kollarımı göğsümde bağladım. İç sesime kafa tutuyordum, iç sesim benimle alay ediyordu. Kendine düşman biriydim ben. Mantığı ve hisleri asla uyuşmayıp ruhunda nice feryatlar kopan, düşünceleri katliamlara gebe hastalıklı bir zihindim.
Otobüs durağına geldiğimde çok beklememe gerek kalmamış, otobüs hemen gelmişti. İnsanların tıklım tepiş olduğu,balık istifi gibi neredeyse üst üste bindiği otobüste zorla da olsa kendime bir yer bulabilmiştim. Demirlerdeki kemerlerden birine tutundum sıkıca, otobüs hareket ettiğinde içerideki insanlar birbirlerine çarparak uğursuz homurtular çıkardı, güldüm. Düşüncelerine çarpan kötücül, karşıt fikirlere ses çıkarmayan bu insanların temaslardan bu denli kaçıyor olması komik geldi bana.
Otobüsten inince rahatlayıp temiz havaya çıktığıma sevinerek derin bir nefesi doldurdum ciğerlerime. Hemen ilk aralıktan dönerek evimin olduğu sokağa çıktım. Tanıdık yabancılar, gözleriyle beni öldürenler, ayıplayanlar... Buğra'nın sözleri cirit atıyordu beynimde. Bana basit olduğumu söylemişti. Kulaklarım çınlıyor, nefes sesim kulaklarımda uğultu halinde yankılanıyordu. Çantamı önüme alarak elimi ilk gözden içeri kaydırıp elimle anahtarı bulmaya çalıştım. Parmaklarımın arasından kayıp giden uç kutusu, kalem ve silgiden sonra en nihayetinde parmaklarıma dolanan soğuk metale sıkı sıkıya tutundum. Anahtarı anahtarlığa bırakıp çantamı yerde sürükleyerek ilerledim ince koridoru. Koridorun ayrıldığı yerde, sol tarafta geniş bir oturma odası karşıma çıkıyordu ve devam eden koridorun sonunda ise mutfak vardı. Sağa dönüp odaların olduğu koridorda yürüdüm. Odama girdiğimde çantamı ve ceketimi yere bırakıp aynaya bakmadan odadan çıktım, karşı taraftaki banyoya girdim.
Üzerimdeki giysilerden yavaşça kurtulurken sıcak suyu açmış, suyun ısınmasını beklemiştim. Hiçbir şey yapmamış olsam da kendimi kirli hissediyordum. Sanki Buğra'nın sözleri her kelime başına bir benek olup tenime düşmüş, mürekkep gibi yayılmıştı bedenime. Sıcak suyun buharı kapısı kapalı olan küçük banyonun içine dolmuş, her yeri kaplamıştı.Suyun altına girdiğimde sıcak su en ücra köşedeki hücrelerime bile ulaşmıştı. Yavaşça tüm kaslarım gevşerken kendimi serbest bıraktım, mermer duvara yaslanıp yere doğru kayarak oturdum.
Canım ucunu bucağını bilmediğim bir ateşle yanıyordu. Öyle ki birileri özellikle her saniye kalbime büyük balyozlar indiriyor ve her saniye parçalara ayrılıyormuşum gibi hissediyordum..
"Annen gibisin." Sözleri beynimin içinde yankılanıyordu. "Basitsin kızım sen."
Ellerimi saçlarımın arasına daldırıp saç diplerimi kendime çektim. "Hayır," derken başımı iki yana sallamıştım görebilirlermiş gibi. "Hayır!"
Bu işkenceye daha fazla katlanamadım ve havluma sarılarak duştan çıktım. Islak saçlarım çıplak omuzlarıma düşmüştü. Burnumun ucundan, kirpiklerimden düşen su damlaları tenimden kayarak havlunun başladığı yerde duruyordu. Başımı kaldırıp nihayetinde aynadaki aksime sabitledim gözlerimi. Tenim iyice solmuştu ve elanın karıştığı, yeşilinin aralarda kaybolduğu gözlerim cam berraklığındaydı. Burnumun ucu, vücudumdan buharlar çıkmasına rağmen soğuk ve kırmızıydı. Sağ elimle havluyu tutarken sol elimi yanağıma koydum. Son günlerde kilo vermiş olmalıydım. Uykusuzluktan, fazla ağlamaktan göz altlarım çökmüş ve göz altlarımda hafif bir morarma baş göstermeye başlamıştı. Kesinlikle bağımlılar gibi görünüyordum. Aynaya bakmayı bir kenara bırakarak banyodan çıktım. Odama geçerken giriş kapısı açıldı. Aldırmadan odama girdim ve kapıyı sertçe örtüp giysi dolabıma ilerledim. Dolaptan önce iç çamaşırlarımı, sonra lacivert örgü kazağımla siyah taytımı aldım ve giyinmeye başladım. Saçlarımı kurutmak ise çok da önemsemediğim için birkaç dakikamı almıştı. Odayı toparladıktan sonra odadan dışarı çıktım.
Koridorda yürüdükçe netleşen seslere kulak kabarttım: "Anlayışla karşılayacağına eminim tatlım," dedi annem. Kiminle konuştuğunu cidden merak etmiştim ancak bir süre daha dinlememin bir zararı olacağını sanmıyordum.
"Emin misin? Yasemin, Neva biraz yabani bir kız." Erkekti. Konuştuğu kişi bir erkekti.
Konuşmayı dinlemekten vazgeçip hızla mutfağa girdim. "Anne?" Sorarcasına mırıldanırken adama bakıyordum.
"Ah, kızım!" Sesindeki şaşkınlık elle tutulur cinstendi. Ona döndüm ve hiç konuşmadan gözlerine baktım. "Tanıştırayım, Yıldıray bu kızım Neva, sen zaten onu biliyorsun. Neva, bu Yıldıray." Daha fazla konuşmasına izin vermeden söze girdim: "Bir arkadaşın." sesimdeki iğneleme tonunu ben bile beklemiyordum ancak ikisi de ne demek istediğimi anlamıştı.
"Merhaba Neva," dedi adının Yıldıray olduğunu öğrendiğim adam, ortamdaki gerilimi dağıtmak istercesine sakin bir sesle konuşmuştu. Oysa sesini duymak bile daha çok sinirlenmeme yetmişti. Ona bakmadan mutfaktan çıktım. "Ben çıkıyorum," diye seslendim içeri ve bir cevap gelmesini beklemeden dışarı çıktım.
Daha ne kadar incinebilirdim bilmiyordum ancak annem hayatımı daha da mahvetmek konusunda kararlıydı. Derin bir nefes aldım. "Özür dilerim baba." Senin gibi dik duramadığım için özür dilerim.
Kollarımı belime sararak ilerledim sokak lambalarıyla ışıklandırılan karanlık kaldırımda. Birçok duygu çatışıyordu zihnimde, eğer bu mümkün olabilseydi, zihnimde birbirine çarpan kılıç sesleriyle kulaklarım çınlardı. Kalbim haklı çıkıyordu bazen, bazense beynim bastırıyordu onu; bir duygu silsilesi büsbütün bana hükmediyordu. Hareketlerim beynimin esiriyken duygularımın ipi elimden kaçmıştı, onları kontrol edemiyordum. Bir kasırgadan çıkmışçasına yorgun ve bitiktim ancak gözlerim ilk kez bana ihanet etmiyordu, ağlayamıyordum. Belki de artık bitmişti göz pınarlarımda birikmesi gereken yaşlar, belki de onlar da benim gibi yorgun düşmüş ve ruhum gibi kurumuştu.
Ya da her şeyi ben abartıyordum.
Yürüdüğüm yolda dikkat etmeden attığım adımlar içten içe beni ürpertiyor olsa da yürümeye devam ettim. İnsanlar her iki yanımdan da geçiyordu, kalabalık değildi sokak ama tenha da sayılmazdı. Gülüşen gençlerden kimileri omzuma çarpıyor; tıpkı benim de yaptığım gibi özür dilemeden devam ediyorlardı gülüşmelerine, yollarına. Ayaklarım artık durduğunda başımı yerden kaldırdım ve etrafıma bakındım. Karşımda uzunca bir iskele vardı denizi olduğu gibi gören, tahtası sağlam görünüyordu. İskelenin ucuna yakın bir mesafe kalana kadar yürüdüm, oturdum sonrasında. İyot kokusunu içime çekerken düşüncelerim yeniden baş gösterdi.
Sen güçsüzsün, diyordu iç sesim; Kabuğuna sığınan bir zavallısın. Başımı iki yana sallayarak kendimi bu sesten kurtarmaya çalıştım.
Bazı insanlar geceden nefret eder çünkü gece başlar tüm hesaplaşmalar, yalnızlıktır iç sesin çıktığı zaman. Yine aynı insanlar geceden nefret ederler çünkü kulaklarını sağır edecek kadar bağırır iç sesleri, nefret ederler çünkü vicdanları onları ölüm derecesinde rahatsız eder. Bir vicdanım var mıydı, emin değildim ama geceyi sevdiğim pek söylenemezdi. İç ses zırvalığı kulaklarımı çınlatan kahkahalar atan bir psikopattan başka bir şey değildi, korkutucuydu. Beni öldürmek için yine benimle kârlı bir anlaşma yapacağından da emindim üstelik.
İnsanların seninle dalga geçmelerini izleyecek kadar basitsin sen!
İç sesimin işkencesine karşı sessiz kalarak gözlerimi kapadım ve Marmara'nın sesine odaklandım. Dalgalar sertçe kıyıyı, iskele ayaklarını da diğer tüm engellerle birlikte döverken oturduğum yerde yavaşça doğruldum. Kulaklarımda yankılanan sözlerin hepsi belki de zihnimdeki kara lekelerdi, onların her biri kendi ellerimle zihnime asmıştım. İnsan farkında olmadan kendi sonunu hazırlayabilirdi fakat beklenenden daha erken gerçekleşen sonu tam olarak kişinin çevresindekiler belirlerdi. Yıllar boyu ezilmişlik... Etrafımdaki dünya o an için kararmıştı, kulaklarım uğulduyordu. İçimde oluşturduğum kalın duvarların üstünde oturan ben, esas bana aşağılarcasına bakıyor ve isteğine ulaşmış gibi gülüyordu. Kalbim yavaş yavaş ezilmeye başladığında yeniden derin bir nefes alarak kendimi cesaretlendirmeye çalıştım, iskelenin ucuna iyice yaklaştım.
Yine de suçu anneme, Buğra'ya ya da diğerlerine atamazdım. Bunun için pes edemezdim.
Sol ayağımı diğerinin önüne doğru çekip iskeleden sarkıttığımda kayaları döven dalgaların köpüklerini ayak bileğimde hissettim, iyot kokusu burnuma dolarak düşüncelerimi bir bıçak gibi kesiyordu. Dudaklarımda bir gülümseme belirirken daha da derin bir nefes alıp dengemi kaybetmeyeceğime emin olduğum an ayağımı biraz daha suya yaklaştırdım. Ayakkabılarımın su geçirebilecek olması, ıslanmak umurumda bile değildi, dalgaların serinliğini hissetmek istiyordum ve bu bekkene sürecinde havada asılı kalmış ayağımla birlikte birden geri çekildiğimde şaşırmadan edememiştim. Kolumu sertçe kavrayan ince, uzun parmaklar etime gittikçe batıyordu ve o parmaklar beni biraz geri çekerek kendine çevirdi. Şu an burada herkesi görmeyi beklerdim: Annemi, yoldan geçen herhangi birini ama onu değil.
"Ne işin var burada," diye sorarken öfkeyle ona baktım.
Gözlerinden geçen anlık öfkenin ardından çabuk toparlandı ve "Birilerini kurtarmam gerektiğini fark ettim sarışın," dedikten sonra gülümsedi Savaş.
"Beni mi takip ediyordun sen?" Sesim istem dışı öfkeyle çıkmıştı. Aslında öfkem ona değil kendimeydi, bir ölmeyi bile becerememiştim.
"Yapma, bu iskele seninle dün oturduğumuz yere gelmeden önce var," derken gülümsemesi, sanki bu mümkünmüş gibi, iyice yayıldı yüzünde. Beni, yaptığım şeyi sorgulamadı; sadece gülümsedi. Sessizce ona bakmaktan vazgeçip tekrar oturdum. O da oturduğunda gözlerimi devirmeden edemedim.
"Gerçekten bunu yapacak mıydın?" Sesi birden ciddileşince kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırarak ona baktım. En az sesi kadar yüzü de ciddileşmişti. Çıkık elmacık kemikleri ve sivri yapılı çenesi iyice belirginleşirken bedeninin gerildiğini fark etmiştim.
"Evet," diyerek kısa bir cevap verdim. Tam olarak onun sorusunun cevabı olmadığını hissediyordum, yanlış soruyu sorduğunu ancak bunu düzetlmedim.
"Anlatmak ister misin," diye sorduğunda başımı iki yana sallayarak onu susturdum. Üstelemedi zaten. O konuşurken onu dinliyormuş gibi görünmek zor değildi, dinlemediğimi fark ettiği zaman alınmıyor ya da bunun sebebini sormuyordu ancak susmuyordu da. O, gülerek bir şeyler anlatmaya devam ederken gözlerim bazen ona takılıyordu, gülümsüyorduk birbirimize ve ben yeniden Marmara Denizi'ne çeviriyordum gözlerimi. Sessizliğimi kabullenişi rahat hissettiriyordu, hırçın dalgaların sesine karışan sesiyse güvende.
"Bugün sen gelirsin diye bekledim," dediğinde bütün düşüncelerimden sıyrılmış, tamamen ona odaklanmıştım.
"Beni hatırlayacağını bile düşünmüyordum," diyerek aklımdan ilk geçen şeyi söyledim, yalan değildi de zaten. Ardından onun konuşmasına fırsat bile vermeden ayağa kalktığımda beni takiben o da kalktı. Yine hiçbir şey konuşmadan yürümeye başlamıştık. Bazen onu, bana bakarken yakalıyor ve gülümseyip önüme dönüyordum. Kollarımı göğsümde bağlamıştım, onunsa elleri ceplerindeydi. Tuhaf, farklı bir çocuğa benziyordu Savaş: Sarı saçları okulda gördüğüm erkeklere göre uzun sayılırdı ama ona yakışıyordu, sol kulağında ince bir halka küpesi vardı mesela. Serseri birine benziyordu görünüş olarak, oysa konuşmalarından öyle biri olmadığı izlenimi bırakıyordu insan üstünde. Çelişkiliydi, fazlaca çelişki doluydu.
Eve doğru attığımız her adımda içimde biriken kasvet bulutu tüm kaslarımın gerilmesine sebep oluyordu, annem hâlâ evde olabilirdi. Kapının önünde durduk ancak ikimiz de aramızda var olan sessizliği bozmadık. Bir süre sonra kendimi ona borçlu hissettiğim için minik bir tebessümle konuşmaya başladım: "Neva," dedim, bana şaşkın gözlerle bakmaya başlayınca gülümsemem yüzüme yayıldı. "Bana sarışın diye seslenilmesinden pek hoşlanmam," diye açıkladım ve iyi geceler dileyerek kapıya yöneldim. İçeriye girmeden önce duyduğum tek ses: "İyi geceler Sarı!" olmuştu.
Karanlık holde ilerlemeye başladığımda aniden ışığın yanmasıyla karanlığa alışan gözlerim bir müddet acıdı ve görüşüm yavaş yavaş düzeldi. Tam karşımda duran annem ellerini nereye koyacağını bilemediğinden kollarını göğsünde kavuşturmuş, öfkeli ve sinsilikle parlayan gözleriyle beni izliyordu. "Beni ne kadar rezil ettiğinin farkında mısın!" Bu bir soru değildi aksine annem tüm öfkesini bu soru kalıplı cümleyle bana kusmuştu.
Gözlerimi kısarak ona baktım. "Kendi yaptıklarına say."
"Neva sınırları aşıyorsun," diye bağırmaya devam etti.
Onu görmezden gelerek yanından geçmek için ilerlediğim sırada kolumu tutarak beni durdurdu. "Senin karşında annen var!"
Öfkeyle dişlerimi birbirine bastırdım, gözlerimi yumdum. Tüm gücümle kolumu kendime çekerek canımı yakan tutuşundan kurtardım kendimi. "Olmasaydı!" Artık ben de bağırıyordum: "Olmasaydı!"
Bıçak kadar keskin bir acı hissettim yanağımda, soğuk hava yanmaya başlayan yanağımı yarıyordu sanki ya da hava bana bu denli soğuk geliyordu yanağımdaki yanma hissinden. Sol tarafa düşen yüzümü saçlarım örtmüştü, bu karanlık perde bir nebze saklamıştı beni ve en nihayetinde sabahtan beri akmak için çırpınan göz yaşlarımı bu kez tutamadım. Fiziksel acılara dayanıklıydım ben, her canım acıdığında ya da biri tarafından şiddet gördüğümde ağlayacak biri değildim. Oysa içten içe çok yumuşak bir kabuğa sahiptim. Beni kanatan hep kaldıramadığım duyguların ardında kalan acılar olmuştu. İçi yanarken birinin dışından ağlaması neden söndüremezdi ki o yangını? Neden daha çok körüklerdi? Muamma sorularla boğuşuyorduk hep. Şu an söze dökebileceğim onca cümle varken sadece iki kelime beni özetliyordu: İçim acıyordu.
Yavaş yavaş yüzümü ona çevirdiğimde geçmişte yaşanan her olayın getirdiği kırıklarla gözlerine baktım. Gözyaşlarım yanaklarımdan fütursuzca akarken aniden içimi kaplayan nefretle biriktim. Bir elim koluna sertçe gömülürken onu kapıya sürüklüyordum. "Def ol evimden!"
Çaresizlikle dudaklarından dökülen adım bana onun sesiyle o kadar yabancı geliyordu ki... Kolunu çekerek beni durdurdu. "Neva, lütfen. Saçmalıyorsun kızım."
Olduğum yerde mıhlandım. Kızım, benim için babamdan sonra zehirli bir sözcük gibiydi. Hele hele bu kirli ruhtan duyunca...
"Evimden def ol," diye bağırdım ve yeniden kolundan tutup kapıya sürükledim onu. Boy olarak annemden daha uzundum, öfkemin verdiği cesaret ve güç benim için bir avantajdı. Büyük ihtimalle kolunu sıkarken canını yakıyordum ancak umursadığım da söylenemezdi. Kapıyı açıp onu dışarı ittikten sonra portmantodaki ceketiyle çantasını alıp ona attım. "Sakın ama sakın gelme buraya!" Ardından kapıyı kapayıp kilitledim.
Bacaklarım bedenimi taşıma görevini yerine getiremezken çığlıklarımı serbest bıraktım ve sırtımı kapıya yaslayarak yere oturdum. Hıçkırıklarım boş koridorda yankılanıyordu, bense içimdeki kırıklıkları toplamaya çalıştım. Cam kırıkları gibiydi içimdeki can kırıklarım. Darbeler birer balyoz gibi inerken üstlerine çığlıklar atarak parçalanıyorlar ve her bir yana saçılıyorlardı. Bazen o küçük can kırıklarım kalbime öyle bir saplanıp kalıyordu ki uzun uğraşların sonrasında sadece daha da derine batıyordu.
Ağlamak temizler miydi bir kalbi? Arındırır mıydı arkası gelmeyen gözyaşları acıtan duygulardan ruhu? Yoksa her şey insanların suçu muydu? Önemsemek, önemsemez gibi görünürken daha çok yaralamaz mıydı bedeni? Peki ne kadar doğruydu her zaman korların üzerinde çıplak ayaklarla yürümek?
Üşüyordum. Soğuk öylesine sarmıştı ki vücudumu, adeta ikinci bir deri gibi nüfuz etmişti tenime. Her şey bir yana, çaresizliğin ateşi içimi yakıp kavururken gözyaşlarım soğuk tenimi daha da bir üşütüyordu.
Ben kendi iç savaşında kendine yenilmiş bir insandım. Ben, kendimi, kendimde kaybetmiştim.
---
Evet diğerlerine göre daha kısa ve daha olaylı bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Yeni gelenler kendilerini bölüm içinde, yorumlarda belli ederse mutlu olurum. Düşüncelerinizi, hislerinizi okumak benim için büyük bir ilham kaynağı.
Keyifli okumalar ve yorum yapmayı unutmayın!
Sevgiyle kalın!
İletişim:
instagram: myrockerruh / myrockerruhunkitapligi ve sizleri muziktenbedenler isimli insatgram sayfamıza beklerim.
ask.fm: cistiliste
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top