ikinci beyaz tuş ♫ ♪

Öncelikle hepiniz hoş geldiniz, bugün 1,027 okumaya ulaştık ve ben hepinize çok teşekkür ederim! Bu bölüm benim için öenli bir bölümdü. Sadece Neva'dan değil diğer kararkterlerden de önemli parçalar taşıyor. Öcelikle Buğra konusundaki soru işaretlerini bir nevi bastıracak diye umuyorum. Keyifli Okumalar! :') Ayrıca yine söylemeden edemeyeceğim en az 5 kişinin yorumundan sonra yeni bölüm :')

Bölüm Parçası:

1. Nate Eiesland - Drifting

Beşinci Bölüm ♫ ♪

Zaman tüm hızıyla ilerleyip öğle arasına girdiğimizde her zaman yaptığım gibi kantinden sandvicimi alıp bahçeye çıkmıştım. Yürürken bana sanki daha önce çok büyük bir suç işlemişim gibi bakan insanlara aldırmadan gülebiliyordum, onlar beni mutsuz bile edemiyorlardı üstelik. Oysa bunu hissetmeyeli ne kadar uzun bir zaman olmuştu!

Neredeyse benim olarak resmileşmiş, hatta üzerime zimmetlemeyi bile aklımdan geçirdiğim ağacın hemen önüne bağdaş kurarak oturdum ve sırtımı hiç tereddüt etmeden ağacın sert gövdesine yasladım. Soğuk hava bacaklarımı uyuşturmaya yeni yeni başlarken aldığım her nefeste burnumu, soluk borumu yakıyordu. Buna aldırmayarak soğuk havayı solumaya devam ettim. Soğuğu seviyordum; bir şeylere karşı her an tetikte hissettiriyor, zihnimi kısa bir süreliğine işgal ediyordu kuru ve karanlık düşüncelerime meydan okuyarak. Şu sıralar ihtiyacım olan nadir şeylerden birisiydi yapabildiğimden fazlasını düşünmemek ancak düşünceler zihnimi bir arı sürüsü gibi istila etmekten an olsun vazgeçmiyordu, onların kovanını çalmışım gibi peşimdeydiler.

Bir müddet sonra birkaç farklı ses tonundan adımı duymak beni şaşırtmıştı. Yavaşça başımı seslerin geldiği yere doğru çevirdiğimde gördüğüm manzara beni şaşırtsa da gülümsemeden edemedim. Eslem'in grubu ve Beliz ile birlikte olan diğer kızlar beni yanlarına davet ediyorlardı. Alt dudağımı tereddütle dişlerimin arasına aldım, zihnim anında bir terazi olup gitmek ve gitmemek seçeneklerini ölçmeye başlamıştı ağır bir ahestelikle; kulaklarımda hissettiğim baskının oluşturduğu hafif basınç uğuldamaya başlamıştı bile. Düşüncelerinin üzerine elimde tuttuğum hayali yargıç tokmağıyla vurup onları susturmamın ardından derin bir nefes alıp verdim. Daha fazla bir şeyleri ince ince düşünmemeye karar verdim, düşündükçe içinden çıkılamaz bir hal almaya başlıyordu her şey benin benim için ki bu yüzsen sandviçimi elime alıp oturduğum yerden aldığık destekle kalktım ve yüzüme yerleştirmeye çalıştığım suratsız tebessümle onların yanına gittim.

"Henüz resmi olarak tanışmamıştık," dedi baterist çocuk, "Ben Semih," diye ekledi gülümseyerek ve diğerleri de teker teker isimlerini söylemeye başladılar. O kadar çok kişi vardı ki isimlerini unutacağımı bidliğim için sadece dinlemekle yetinmiştim. Hayatımda nadiren bu kadar kalabalık bir grup içinde yer almıştım; ortaokuldayken, lise birde piyano çaldığım ögrenildiğinde ve milli bayramlar için düzenlenen programlarda yer aldığımda ya da izlemeye gittiğimde... Ancak şimdi hissediyordum ki birçok şey farklı olacaktı, birçok şey değişecekti.
Konuşmamız ilerlerken Semih ve Eslem'in ikiz kardeş olduğunu duyunca şaşırmıştım, bunun üzerine onlara yönelttiğim tipik ikiz kardeş sorularına oldukça gülmüşlerdi. Kimsenin kolay kolay ikiz olan 'arkadaşları' olmazdı, söz konusu kimse ben oluyorsam; hiç olmaması daha muhtemeldi bu durum.

Vokaller üç kişiydi ancak içlerinden sadece biri erkekti, Mete. Her sorumdan sonra oldukça komik espriler yapmış, ortamı daha da sıcak ve katlanılabilir bir hale getirmişti; kendimi içlerinden biri gibi hissetmiyordum ama olduğum yerde kendimi yadırgamıyordum da, onlardan biri olmaya hazır hissettirmişlerdi. "Ee şimdi bu grubun bir adı olmayacak mı," diye sormuştu yine Mete, esprileri ve bu komik konuşma bitince.

Alt dudağımı yeniden dişlerimin arasına almışken hepimizin beynindeki çarklar dönmeye başlamıştı. Aklıma gelen isimlerin hepsi ya çok komik ya da çok çocukça oluyordu ki bu da benim en büyük sıkıntılarımdan birisiydi: isim, başlık bulmak... Sıkıntıyla nefesimi üfledim gözlerimi bir suçlu gibi yere eğdiğimde..

"The Syllable," dedi Ayça elindeki tabletle bir şeyler yaparken, sesi oldukça normal bir şeyden bahsediyor gibi sıradan çıkmıştı. "Hece demek ama nota anlamına da geliyor. Hey, hadi ama bizler bir şeyler çalıyoruz ve hepimizin notalara ihtiyacı var, yani şarkı söylemek için çok da şart değil ama yine de bilmek daha iyi değil mi?" Sözlerini devam etirirken kızıl saçlarını tepeden toplamaya başladı. "Üstelik konuşurken hecelerden de yararlanıyoruz. Hepimizi tek bir isimle anlatmanın daha kolay bir yolu olamaz bence."

Herkesten onaylayan sesler çıkınca içimdeki mutluluk daha da büyümüştü, grupta bir mertebe istemiyordum; herkesin bir şeyler yapmasını istiyordum ve beklediğimden daha fazla, daha samimi bir katılım olduğunda kazanacağımızı garantileyen o ses iyice kuvvetlendi. "E," dedim dudaklarımdaki aptal gülümsemeye engel olamayarak, "Hiçbiriniz merak etmediniz şarkımızı?" Sesime yapmacık bir kırgınlık eklerken sormuştum bunu.

"Gerçekten hangi şarkıyı seçtin?", "Umarım çok zor değildir.", "Söyleyebileceğim bir şey olsun lütfen!" Gibi bir sürü yakarmanın sonunda hepsi sustu. "Üzerinde çok çalışmamız gerekiyor ama yapabileceğimize inanıyorum," dedim mırıldanarak, gözlerimi hepsinin üzerinde bir bir gezdirip tamamladım sözlerimi: "Umarım bana çok kızmazsınız ama Adele-Skyfall ve gençler üzgünüm ki artık müzik odasına gitmem gerek," diyerek ayağa kalktım ve gülümseyerek, yavaş adımlarla yanlarından ayrıldım. Okula doğru ilerlemeye başladığımda arkamda koca bir uğultu bırakmıştım, güzel hissettiriyordu.

Müzik odasına girdiğimde kapıyı yavaşça arkamdan kapadım, içimden taşan; taşıp etrafıma saçılan ve saçıldıkça bana daha çok sarılan mutluluğumla piyano koltuğuma oturdum. Derin bir nefes alıp sesli bir şekilde verirken parmaklarımı yavaşça piyano tuşlarının üzerinde gezdirdim onlara hiç dokunmadan, henüz.

Bir insan ne kadar nefessiz kalabiliyorsa ben de piyanosuz o kadar kalabiliyordum. İçimdeki bütün kötülükler birer birer dışarı dökülürken lekelerimden arınırcasına rahatlıyordum, o tuşlara dokunmadan sadece piyano başında oturuyor olsam bile. Güven her hücremi sarmalarken huzur büyüleyici bir şekilde dalgalanıyordu kalbimde. Gözlerimi kapadım ve parmaklarımı zihnimden geçen notaların üzerine yerlestirip tuşlara dokunarak onların piyanodan dökülmesine izin verdim. Daha önce kaç kere çaldığımı hatırlamıyor olmama rağmen her seferinde apayrı duygular tattırmıştı bana bu şarkı, her seferinde bambaşka dünyalara gitmiş ve geri gelmiştim. Güveni hissetmiştim iliklerime kadar, sessizlik kimi zaman huzuru önüme koymuş; kimi zaman ise onu çekip almıştı benliğimden. Sessizlik bazen ürkütücü olup dolaşmıştı parmak uçlarımdan birer birer süzülen notaların kuyruğuna, karanlık bir huzursuzluk bırakmıştı gerisinde ve bazen, sessizlik sahip olabileceğim en güvenli sığınak halini almıştı.

Gözlerimi yavaşça araladım kirpiklerimdeki ıslaklığı, dolan gözlerimden akmak için can çekişen yaşlara hakim olmaya çalışarak. Parmaklarım, bulanıklaşan görüşüme, acıyla sızlayan gözlerime rağmen hiçbir hata yapmadan çoktan ezberine katıp sakladığı tuşların üzerinde dans ediyor ve bir öncekinden farklı melodiler yükseltiyordu piyanodan. Belki gökyüzüne kadar ulaşıyorlardı melodilerim belki de dünyanın kirli havasında tertemiz bir şekilde dans etmeye devam ediyorlardı. Beni temizledikleri gibi temizleyebilir miydi bu kirli dünyayı melodiler yoksa orada öylece kirlenirler miydi benim gibi? En karanlıktaki ruha bile erişebilecek güçteydiler, bundan kesinkes emindim. Her ruhun binlerce melodisi olduğu gibi her melodi bir ruha aitti, bir ruha sahipti.

Şarkının nakarat kısmına girince içimde büyüyen duygu silsilesi bir parça hüzün bulutu yerleştirdi parmaklarıma, yalpaladım. Acı acı dökülen notalar daha doygun ve üzgün melodilerde can buldu gökyüzüne ulaştıkları yerde, bu kez danslarına karışan o yavaş adımların arkasına gizlenen hüznü görüyordum; bu kez o kaçamak, çekingen hüznü hissetmekten çok daha öte bir yerdeydim.

Gözlerimi yeniden kapadım, şarkının bittiğini belirten son nota da takılı kaldım bir süre; o nota son saniyelerini parmak uçlarımda can çekişerek geçirdiğinde bir damla yaş kirpiklerimin esaretinde kurtularak düşmüştü yanağımdan. Derin bir nefes aldım iç çekercesine, parmaklarımı tuşların üzerinden ayırmadan, odayı bir anda kaplayan sessizliği dinledim.

"Nefeslerimiz bile bize ait değilken, sen, müziğe nasıl bu kadar ait olabiliyorsun?"

Aniden duyduğum bu sesle oturduğum yerde irkilmiştim ancak soruyu idrak edince şaşkınlığım her şeyin önüne bir perde çekti. Ellerimi kucağıma indirmeden önce hızlıca yanağımdaki ıslaklığı kurulayarak derin bir nefes alıp kendime düşünmek için zaman tanıdım: Sahi, o kadar ait miydim müziğe?

"Açıkçası bilmiyorum," derken yanımda oluşan ağırlıkla içimde farklı bir şeyler kıpırdandı: Tam olarak hüzün olmayan, nefrete sığmayan, kine bulanmayan bir şeyler. Huzursuz edici ve yanlışlığına dört elle sarıldığım bir histi bu.

Parmaklarını hiç değdirmeden tuşların üzerinde gezdirdi, çalmaya başlamadan yaptığım gibi. Benzer hareketi tekrarlaması dudaklarıma bir tebessüm yerleştirirken onu izlemeye başladım sessizleşerek, daha sonra parmakları yavaşça tuşlara değerken çıkan uyumsuz sese büyüyen tebessümümle gülümsedim. "Daha önce böylesine aitlik görmemiştim," dedi gözlerini piyano tuşlarından ayırmadan, ellerini kucağına yerleştirdi ve bana döndü "Ancak bu seni köleleştirmiyor," diye ekledi, kaşlarının çatık olduğunu hissediyordum ses tonundaki o çelişkinin etkisiyle.

Soran gözlerle ona baktığımı fark ettiğinde o da gülümsemişti benim sönen tebessümümden sonra. "Duygularının kölesi değilsin, Neva. Aksine onlara hükmedebiliyorsun." Buğra'nın her şeye rağmen beni böylesine tanıyor olması kendimi kış ayazında çırılçıplak kalmış gibi hissetmeme sebep oluyordu. Birbirimizin hayatlarından çıktığımızda arkamızda çok büyük yıkımlar bırakmıştık, bir daha asla birbirimizi tanıyamayacağımız hale gelmiştik ancak o halâ beni bu kadar iyi tanıyorken nasıl aynı zamanda canımı yakabiliyordu, bilmiyordum.

"Neden buradasın," diye sorarak konuyu değiştirdim.

Kaşlarının çatıklığı bozulup bocalama eşliğinde değişti, şaşkınlığını taşırcasına yukarı kavislenmişti kaşları. "Açıkçası bilmiyorum."

Bir anda tüm huzurlu dinginliğini yitiren hislerim ruhuma, zihnime koca bir balyozla darbe indirerek yerle bir olmuş; sinir uçlarım şaha kalkmıştı. Bozulan sinirlerim kadar sinir bozucu bir kıkırdama döküldü dudaklarımdan. "Benden ne istiyorsun Buğra," dedim ona bakmayı reddederken.

"Hiçbir şey," dedi kısaca, sanki inatla yapar gibi gülümsemesine sinirle soludum.

"Elbette hiçbir şey istemiyorsun, isteyemezsin zaten!" En nihayetinde sustuklarımı bağırdım.

Sabır dilercesine gözlerini yukarı çevirdi, bıkkınlıkla bıraktığı nefesinin abartı dolu sesi odayı doldurken öfkeyle çantamı alıp oturduğum yerden kalktım ve kapıya doğru yürümeye başladım onu arkamda bırakarak. Sinirden titreme seviyesine ulaşan parmaklarımı sıkıp yumruk yaptım elimi; buradan kurtulmam, onda uzaklaşmam gerekiyordu.

"Sana kötü bir şey yapmadım ben Neva," dedi sıkıntı dolu bir sesle.

Cümlesini idrak edebildiğim anda hızla arkamı döndüm ve inanmayan gözlerle ona bakmaya başladım: "Ciddi olamazsın ya, şaka değil mi bu?" Sesimdeki tona bir isim veremiyordum, şaşkınlığın en ileri boyutları olabilirdi fakat bir parça hayal kırıklığı da yok değildi.
Ondan hiçbir ses çıkmayınca arkamda kalan kapı koluna uzandım ancak içimdeki birikmişlik duygusu boğazımda büyük bir yumru oluştururken canım daha çok yanmaya başlamıştı. "Sen bana çok şey yaptın Buğra, hem de hepsi kötü olan çok şey." Bir elim kapı kolundayken tamamen ona dönmüştüm. "Evet, annem aileni dağıtmış olabilir, anneni üzmüş ve babanla iğrenç şeyler yaşamış olabilir. Ben bunu zaten onaylamıyorum ki! Ama benim suçum değildi, ben suçlu değilim." Gözlerim yavaş yavaş, yeniden dolmaya başlamıştı.

Tam dudaklarını aralamıştı ki boşta duran elimi kaldırıp onu susturdum. "Ama üzgünüm, bu her ne kadar aileni bir araya getirmiyor olsa da üzgünüm Buğra. Ailen dağıldı, iğrenç bir hayat sürmeye başladın, biliyorum. Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de senden farklı değilim, hatta senin durumun benimkine göre eminim ki daha da iyi." Titreyen sesimi bastırmak için bekledim bir süre sessizce, bu süre içerisinde o da konuşmadan bitmesini beklemişti. "Ama benim hayatım zaten berbat değilmiş gibi daha da berbat hale getirdin, unutma. Canın yandı diye bunun acısını benden çıkardın," derken dudaklarım acı bir tebessümle yukarı kıvrıldı.

"Neva..." diye başladığı sözlerini bitirmesine fırsat vermeden konuşmamı devam ettirdim: "Oysa okula geldiğim yıl bana en iyi davranan da sen olmuştun."

Bana doğru yaklaşmaya başlarken başımı yere doğru eğdim hafifçe, gözyaşlarım artık dayanamadıklarından dolayı beynime işkence ederek nihayetinde özgür kaldılar. Kapı kolunu tutan elim daha da gerilirken yavaşça kapıyı açtım ve gözlerimi yerden kaldırıp ona baktım usulca. "Evet, benim canımı çok yaktın, hâlâ daha buna devam ediyorsun ama üstesinden gelebilirim," dedim yeniden hafif bir tebessümle gülümseyerek. "Çünkü daha önce bunu başardım." Ve onu arkamda bırakarak çıktım müzik odasından.

Bacaklarımın itriyor oluşuna rağmen hızlı adımlarımla okul çıkışına ilerlerken tamamen ezbere gidiyordum koridorda ve merdivenlerde, bulanık görüşüm işlerimi zorlaştırıyordu. Merdivenleri inip bahçeye geldiğimde kimseyi umursamadan dışarı çıkmıştım, arkamdan seslenen birkaç kişiyi duymazdan gelerek adımlarımı sıklaştırdım. Sadece bir günün yarısında mutlu olmuş ve diğer yarısının çoğunu da mutsuzluğumla ödüllendirmiştim. Mutluluk dediğimiz hissiyat böyleydi işte; biz ona uzanamaz, onu tutamazdık. Saydam sınırlarımızın arkasından ona bakabilirdik sadece. Eğer o isterse kısa bir anlığına saydam sınırlarımızı biraz zorlar ve sonra arkasına bile bakmadan giderdi, bizlerse arsızca mutlu olmayı beklerdik. Oysa mutluluk peşinde hüznü sürüklerdi.
Başımı iki yana sallayarak düşüncelerimden çabucak sıyrılmaya çalıştım ve okulun bahçesinden çıkıp eve doğru yürümeye devam ettim, güvenlik görevlisi buna artık o kadar alışıktı ki durdurmaya bile yentenmiyordu beni gördüğünde.

Öğlen saatlerine rağmen İstanbul'un diğer yerlerine göre daha sakin olan sokaklarını aşıp evime geldiğimde birilerinin eve gelip gelmediğine dair bir iz aramaya başladım dikkatle etrafa bakınarak fakat kimsenin gelmediğini fark edince biraz da olsa rahatlamıştım. Üzerimdeki ceketi çıkarı portmantoya astıktan sonra ince koridorda ilerlemeye başladım duygusal yorgunluğun getirisi olan savsak adımlarla. Mutfağa bir bardak su içmek için girdiğimde etrafın dağınıklığına iç geçerirerek yavaş yavaş mutfağı toparladım ve kendime yiyecek doğru düzgün bir şeyler hazırlayıp uzun bir aradan sonra karnımı ilk kez adamakıllı doyurmuştum. Yemekten sonra üzerime iyice çöken yorgunluk ve yeniden baş göstermeye başlayan, büyük ihtimalle yorgunluk kaynaklı olan ağrılarımla kendimi oturma odasındaki üçlü koltuğa bıraktım sırtüstü. Göz kapaklarımı açık tutmaya çalıştıkça onlar yer çekimine ayak uyduruyor, inatla kapanma savaşı veriyorlardı benimle. Bir süre sonra acının keskinliği hafiflemeye başlamıştı, bu sebeple kendimi karanlığın güvenli kollarına bıraktım.

-o-

Yerimde huzursuzca kıpırdanmaya başladığımda uyku bedenimi henüz terk etmiş sayılmazdı ancak tüm bu uykuma rağmen gözlerimi yavaşça araladım ve duvarda asılı olan saate baktım: Akşam olmuştu. Acı içinde koltuktan kalktım dengemi sağlamaya çalışarak, odadan çıkıp duvardan destek alıyorken banyoya doğru ilerledim. Uykum her adımda açılıp yerini dingin bir rahatlığa bırakıyordu, dinlenmiş hissediyordum kendimi ancak aynı şeyi aynadaki aksim söylemiyordu; ona göre dinç olmama meydan okurcasına yorgun görünüyordum ki çökmüş göz altlarıma binen morluklar bunun en iyi örneğiydi. Tam manasıyla sağlam bir dayak yemiş gibi solgundum.
Yüzüme birkaç kez soğuk su çarpıp zihnimdeki pusu dağıtıp iyice kendime geldim. Havluya uzandığım sırada elime havdan başka hiçbir şey gelmemişti, gözlerimi hâlâ diktiğim aynadan çekip havluluğa baktım ama boş olması beni pek de şaşırtmamıştı.

Aynanın üzerindeki dolabı açıp havlulardan birini çekerken banyoya göz atma fırsatı yakalayabilmiştim, gördüğüm manzara karşısında sinirle inledim. Dağınıktı! Havluyu askısına astıktan sonra bir süre banyoyu topladım ve iyi iş çıkardığımı bilerek bununla memnun oldum. Banyodan çıkıp odama geçtiğimde aynı dağınıklık benim odam içinde geçerliydi, gerçi odamın dağınık ya da toplu olması beni diğer odalar kadar rahatsız emiyordu. Şimdilik odamı toplamayı sonraya bırakarak dolabımın kapaklarını açıp kot pantolonumu aldım, şortumu kotla değiştirdikten sonra onu odamda bulunan sepete attım dikkatsizce.
Odadan çıktıktan sonra giriş kapısının yanındaki portmantodan ceketimi alıp üzerime geçirdim ve anahtarı kaptığım gibi dışarı çıktım. Yavaş adımlarla yolda yürürken birden aklıma gelen fikirle dudaklarıma bir gülümseme yayıldı, yolumu değiştirerek çay bahçesinin yolunu tuttum.

Yol boyunca anlam veremediğim bir keyifle etrafıma bakınmıştım, akşam saatkerinin kalabalığı kaldırımları doldururken gülümsediğimi gören insanlar anlam veremeseler de bana minik bir tebessümle karşılık veriyorlardı. Minik huzurlar daha büyüklerine temel hazırlıyordu böylece, katlanarak büyüyordu. İstediğim yere ulaşınca tebessümüm de hissettiğim dingin, ruhuma tanıdık olan huzur gibi büyüyerek hoş bir gülümsemeyle kıvrılmıştı yukarı doğru. Çay bahçesinin kapısından içeri girdikten sonra hiç tereddüt etmeden Savaş'la ilk tanıştığımız gün oturduğum masaya oturdum yeniden ve kendime sıcak bir çayla portakallı kek söyledim, garson kız siparişlerimi getirirken Savaş'ı elinde gitarıyla sandalyeye oturmuş halde görmüştüm. Göz göze geldiğimizde başını hafifçe omzuna doğru eğerek yanaklarındaki gamzeleri gizlemeden gülümsedi.

Bir şarkıya başlamış, o bitince diğerine geçmiş ve bu döngü böyle devam etmişti. Saat iyice ilerlediğinde Savaş sahneden inerken bana baktı, yüzüne hafif meşrep bir sakinlik ve ciddiyet hakimdi o an; işini ciddiye alıp iyi yaoan bir iş adamına benziyordu. Gözlerinin içini çok net göremiyordum ancak hislerim beni yanlıtmıyorsa iyiydi, o sırada bana başıyla kapıyı işaret etti. Garsonu yanıma çağırıp hesabı ödedim ve vakit kaybetmeden dışarı çıkarak daha çok onun yaptığı gibi sırtımı duvara yaslayıp onu beklemeye başlamıştım, zaten çok beklemeden o da gelmişti.
"Gözlerimi yaşarttın, Sarı," dedi karşıma geçip hülyalı hülyalı bana bakarken.

Başımı iki yana sallayıp onun bu oyuncu, muzır haline keyifle gülmüştüm. "Memnun değilsen gelmem," diye sordum gülerek, gülüyor olsam da hafif bir dokundurma vardı bu sözlerin altında ki eğer gerçekten memnun değilse onu zorlamaz ve gelmezdim.

"Biliyor musun, çok konuşuyorsun hadi yürü," dediğinde şaşkın gözlerle ona baktım, galina birazcık bozulmuştu... Bir şey demeden yürümeye başlayınca çaresiz yanında yürüdüm ben de ona ayak uydurma gereği hissederek.

Artık onun da yolunu ezberlediği banka oturduğumuzda ikimiz de tuhaf bir şekilde sessizdik, bir süre bu böyle devam etmişti. Savaş cebinden sigarasını çıkardı çakmağıyla birlikte ve bana bir şey demeden, sadece dümdüz denize bakarak ucunu ateşledi sigarasının. Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip derince bir nefes çekti içine, bir şeyler düşünüyor gibi görünüyordu; düşündüğü şeyler her neyse sanki ona Marmara'nın şu andaki öfkeli dalgaları gibi sert tokatlar atıyordu, yüzündeki ifadesizlik hoşuma gitmemişti bunların da ötesinde. Sigarayı parmakları arasına alarak dudaklarından ayırdı, nefesini dışarı üflemek yerine içinde tutmaya devam ettiğinde burnundan gri dumanlar süzülmüştü akşamın geç saatlerinin hâkim olduğu serin havaya; ardından, o an beklemdiğim bir şeyi yapıp aniden bana dönünce kendimi onu röntgenliyormuş gibi hissettim ve büyük bir suçluluk duygusuyla boğuşmaya başladım. Yüzüm kan basıncından dolayı ısınırken yüzümü hırçın dalgaların kayaya vurduğu denize çevirdim, çok fazla utanan ya da kızaran bir insan değildim fakat şaşan dengem benimle dalga geçer gibi salıvermişti kendini kumların üzerine.

Sessizlik artık sinir bozucu bir seviyeye ulaşınca konuşmaya başlamıştı. İlk kez bu kadar uzun susuyordu ve biraz endişeleniyordum onun için. Biraz aklını dağıtmak isteyerek konuyu ben açtım: "Bugün okulda iyi bir şeyler yaptım," dedim gözlerimi onun saç rengine epey benzeyen kumlardan hebüz ayırma cesaretini kendimde bulamayarak, sonrasında cesaret denilen âeyi de bir kenra bırakıp ona döndüm. Yüzündeki şaşkınlık ifadesinden bunu hiç beklemediği anlaşılıyordu ki haksız da sayılmazdı çünkü genelde konuşan taraf o oldurdu, susup dinlemek ya da öyle yapıyormuş gibi görünmek bana kalırdı.
Gülümseyerek devam ettim: "Müzik yarışması var, ben her sene katılıyorum zaten. Bir de okulda bir grup var onlar da katılıyordu, ben de bu sefer farklı bir şeyler yapmak istedim. Grubu ve birkaç kemanisti topladım. Birlikte bir şeyler yapacağız," diyerek konuyu özetledim ona.

Yüzünde yer edinen gülümseme o kadar... ona özeldi ki! İster istemez ben de gülümsemiştim onunla birlikte. Kendime onu incelemek için fırsat verdim: Yeşile çalan ela gözleri, bronz teni parlıyordu. Gözlerine dikkatlice bakmadıkça onların yeşil olduğunu düşünebilirdiniz ancak alacaydı, sanırım daha çok havaya ve üzerindeki kıyafetlere uyum sağlıyorlardı. Aralara kumralın en açık tonunun karıştığı sarı saçları omuzlarının biraz üzerinde bitiyordu ki bu da kemikli yüzüne çekici bir hava katıyordu. Gözlerimiz buluştuğunda konuşmaya başladı: "İyi bir kızsın."

Dudaklarımdan kopup canlanan kıkırdama bana bile yabancıydı. "Okuyor musun," diye sordum neşeli, eğlenen sesimle.

"Hayır." Gözlerini denize çevirdi. "Ama okula gidiyorum," dedi serseri bir gülüşle konuşarak.
Ben öylece şaşkın şaşkın ona bakarken o devam etti sözlerine: "Senin bahsettiğin okuma eylemi okula gidip ders dinlemek. Ben son kısmı yapmıyorum," diye açıkladı.

"Tuhaf bir çocuksun."

Ve orada saatlercekonuşmaya devam etmiş, hatirımda kalmayan birçok şeyden bahsetmiştik. Artık kalkmam gerektiğini düşündüğümde o da benimle kalkmıştı, yine beni eve kadar bırakacaktı. Sadece iki gündür tanıdığım bir çocukla saatler boyunca konuşabiliyor, hatta onunla evime kadar yürüyordum; böyle bakılınca kulağa cidden çok kötü geliyordu ama değildi işte. Anlayamadığım bir şeyler vardı bunda, onun yanındayken kendimi güvende hissediyorum ve bu güven başıma bir şey gelmesi ihtimalinde beni koruyacağını bilmenin getirdiği fiziki güven değildi, heyecan vermiyor; dinginlik sağlıyordu. Fazlaca tanıdık geliyordu ruhu ruhuma. Eğer daha önce bir yerlerde karşılaşmış olsaydık hatırlardım, görsel hafızam kuvvetliydi ancak onu daha önce hiçbir yerde görmediğime emindim.
Yol boyunca konuşmaya devam etmişti Savaş, yine kendi düşüncelerimde kaybolarak onu dinlemeyi unutmuştum; evimin önüne gelince durduğumuzda anlamıştım nerede olduğumuzu. Bana doğru döndü, yüzü ciddileşmişti fakat bakışları hâlâ kendine has, yumuşacıktı. "Bir gün bir adama sormuşlar: 'Para için mi yaşıyorsun,' diye. Adam durmuş, düşünmüş. 'Hayır,' demiş 'Ama yaşamak için paraya ihtiyaç var.'" Gözleri beni buldu, orada bir şeyler farklıydı; farklı bakıyordu. "Sen de bir nevi böylesin. Acı çekmek için yaşamıyorsun ama güçlenmek için acı çekmeye ihtiyacın var."

Ben daha duyduklarımın şokunu atlatamadan bana doğru eğildi yavaşça, sonrasında hiçbir şey söylemeden yanağımı öptü. Öpmek gibi değildi aslında, sadece yumuşak dudaklarını hissetmiştim. Belki hafif bir dokunuş... Kirpiklerinin tenimdeki dansı içimde tuhaf, tatlı bir huylanma bırakırken nefesimi tutmuş onu bekliyordum ne yapacağımı bilemeyerek.

"İyi geceler," diyerek aynı ahestelikle uzaklaştı, arkasını döndü ve tüm sessizliğini yeniden kuşanarak yürümeye başladı.

Bir anda duygularım bedenimi ele geçirdi, ben daha kendime hâkim olamadan -olmak da istemeyerek- onun duyacağı şekilde bağırdım arkasından: "İyi geceler, Sarı!"

--
Merhaba merhbaa... Düzenleme tam gaz devam ederken biten bu bölümü de aradan çıkarmak istedim. Umarım beğenmişsinizdir, yorum yapmayı unutmayın!

Sevgiyle kalın!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top