ihanetin ilk tınısı ♫ ♪
Öncelikle sabrınız için hepinize çok teşekkür ediyorum. Sizi beklettim farkındayım, ama uzun bir bölüm yazmaya çalıştım. Hiç içime sinmese de bölümü yüklemem gerektiği için yayınladım. Umarım beklediğinize değer. Her şeyden önce bana destek olan herkese çok teşekkür ederim. Keyifli okumalar, yorumlarınızı bekliyorum! ^^
Bölüm Parçaları:
1. Digital Daggers - Where The Lonely Ones Roam (Piano Version)
2. Evgeny Grinko - Jane Maryam
On Üçüncü Bölüm ♫ ♪
İstediğim huzura asla ulaşamayacaktım. Onu hissedemeyecek kadar ona uzaktım zaten. Belki de o çoktan parmaklarımın arasından ince kum taneleri gibi akıp gitmiş ve geride sadece yalnızlığını bırakmıştı. Kaybedecek neyim kaldığını tartmaya çalışıyordum. Babam yoktu, ondan bana miras kalan piyanosu da yoktu. Kazanmak için didindiğim onurum ise her saniye çamurlu ayaklar altında eziliyordu. Güneş balçıkla sıvanmazdı, çamura düşen altın da değerinden bir şey kaybetmezdi ama her saniye biraz da kırık dökük hale gelen onurumu nasıl tamir edebileceğim konusunda bir fikrim yoktu. Derin bir nefes alarak sıkışmaya başlayan kalbimi rahatlatmaya çalıştım. Ancak her seferim tam bir boşa kürek sallamadan ibaretti. Mümkün olduğunca aklımı başka şeylere vermeye çalışıyordum ama annemin sözleri beynimin içinde yankılanırken bu pek mümkün olmuyordu.
Elimdeki su bardağını daha sıkı kavrarken dişlerimi birbirine bastırdım.
"Duyguların karşılıksız değil..."
Duyduğum kulak tırmalayıcı sesle ve elime yayılan acı hissiyle mutfak tezgahına baktım. Kırmızı sıvı anında cam parçalarının etrafını minik bir göle çevirmişti. Bardağın tam anlamıyla kırılmamış olan, sağlam kısmını tezgaha bırakıp avucumu kendime çevirdim. Kanım ince bir yol izleyerek elimden süzüldü ve tezgaha damlayarak oluşturduğu minik gölü biraz daha büyüttü.
"Neva?" Sesi mutfaktaki eşyalardan sekip kulaklarımı doldururken ona döndüm. "Neva ne yaptığını sanıyorsun," dedi endişesinin bana bile ulaştığı bir ses tonuyla ve hemen yanıma gelip sıkıca kapadığım elimi tuttu. "Aç elini." Fakat boş gözlerle ona bakmaya devam ettim. "Elini aç." Dediğini yapmak yerine gözlerine bakıyordum. Derin bir nefes alıp elimi kendine doğru çekti. Kemikli parmakları, parmaklarımı avucumdan zorla ayırırken canımı acıtmamak için çaba harcadığı oldukça belli oluyordu. "Neden kendine zarar veriyorsun?"
Sustum. Dudaklarımdan çıkmak için çırpınan kelimeler içimde avaz avaz bağırırken sessizliği giyindim ve sustum.
"Pekâlâ. Ecza çantasının banyoda olduğunu biliyorum." Beni sandalyeye doğru ondan beklenmeyecek kadar nazik bir şekilde itip omuzlarımı bastırarak oturmamı sağladı. "Sen otur, geleceğim."
Bir süre sonra elindeki ecza çantasıyla yanıma gelmişti. Çantayı masaya bırakıp hemen önümde diz çöktü. "Elini açar mısın," diye sorunca bu sefer ona zorluk çıkarmadan dediğini yaptım. Başını olumsuz anlamda iki yana sallarken görüntünün midesini bulandırıp bulandırmadığını merak etmiştim. Açıkçası benim avucuma göz ucuyla bile bakmaya cesaretim yoktu.
"Nasıl becerdin?"
Çenemle tezgahın üzerindeki bardağı işaret ettim. Bardağa hiç bakma gereği duymadan sinirli ve derin bir nefes alıp yeniden elime döndü ve cam parçası olduğunu tahmin ettiğim şeyi tutup çekti. Dudaklarımdan acı dolu bir inilti kaçarken parmaklarının titrediğini hissettim ya da benim elim titremişti. "Üzgünüm."
Derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum ancak o konuşmakta kararlıydı: "Dikiş atılması gerekebilir. Hastaneye gidelim."
Ona dünyanın en saçma cümlesini söylemiş gibi bakıyordum. Onun gözlerinde ise bana meydan okuduğunu belli eden pırıltılar dolaşıyordu. Bir şey yapmasına fırsat vermeden yaranın üzerini gazlı bezle kapayıp ecza çantasından sargıyı aldım. Sinirlenmemeye dikkat ederek tek elimle sargıyı bağlamaya çalıyordum ancak bir türlü iki ucunu bir araya getirip bağlayamıyordum. Zorlandığımı fark edince parmaklarım arasında can çekişen sargıyı kurtarıp kendisi bağladı.
İşi bitmiş olmasına rağmen hâlâ önümde, aynı şekilde duruyordu. Gözlerimi kaldırıp ona baktım.
"Konuşmayacak mısın?"
"Uyuyacağım. Git artık," diyerek bıkkınlıkla nefesimi üfledim.
Ayağa kalktığımda o da ayağa kalkmıştı. Mutfaktan çıkarken kulağıma gelen ayak sesleri beni takip ettiğini açığa vuruyordu. Zaten Buğra'nın bunu gizlemek gibi bir çabası da yoktu. Odama doğru ilerlerken bir an olsun peşimden ayrılmamıştı. Olduğum yerde aniden durunca sırtımda vücudunun sıcaklığını hissettim. "Buğra, git artık." Titreyen sesim acizliğimin simgesi gibiydi.
Hiçbir şey söylemedi, ben de daha fazla konuşma gereği duymadan odama girdim ve kendimi yatağın serin kollarına bıraktım. Kalın yorganı omzumun üstüne kadar çekerken ona arkamı dönmüştüm. Koltuktan çıkan rahatsız edici sesler onun varlığını kanıtlarcasına odayı doldurdu. Gözlerimi sıkıca yumdum ve başka bir şey söylememesi için içimden yalvarmaya başladım. Konuşmaması bu durumda ikimiz için de en iyi olanı olacaktı. Bir süre daha uzayıp giden sessizliğin ardından uyku kalın bir perde gibi gözlerime örtünürken duyduğum son sesler onun düzenli olan nefeslerine aitti.
Ilık serinlik bedenimi okşarken elbisemin etekleri bacaklarıma dolanmıştı. Kollarımı göğsümde kavuşturup gökyüzünün maviliğinin ufukta yeşilin içinde kaybolmasına hayran gözlerle bakıyordum. Az sonra dikkatimi çeken ağaçlar olduğum uçuruma benzeyen yamacın hemen altında yeşil birer zümrüt gibi parlıyorlardı. Esen rüzgarla burnuma dolan güzel kokunun hangi çiçeğe ait olduğunu kestiremiyordum.
"Neva!"
Duyduğum sesle irkilerek arkamı döndüm. Nerede duysam tanıyacağım Buğra'nın sesi boş ve yüksek yamaçta yankılanırken içimi kaplayan huzursuzlukla tamamen sesin geldiği yöne doğru odaklanmıştım.
"Buğra?" Endişem sesime yansırken ileri doğru birkaç adım attım.
Yankılanan seslerimiz birbirine karışmıştı ancak bir daha onun sesini duymamıştım. Endişem içimde büyüyüp her yeri kaplarken yürümeye başladım.
"Neva!" Yeniden onun sesi yeri kapladı. Adımlarım benden bağımsız olarak hızlandığında görüş alanım gözlerime dolan yaşlardan dolayı bulanıklaşmıştı. "Dur!"
"Buğra?"
Ciğerlerim nefessizlikten isyan ediyordu. Bacaklarım adımlarını şaşırırken zorlanarak dengemi sağlamıştım. Olduğum yerde durup soluklandım ve etrafıma göz gezdirdim. Ancak Buğra'ya dair en ufak bir ize rastlamamış olmam daha çok korkmama sebep olmuştu.
"Buğra!"
Önümdeki yolu takip ederek yeniden koşmaya başladım. Kollarımı ve elbisemin açıkta bıraktığı bacaklarıma değen çalılar canımı yakarak değdiği yerlerde minik kesikler bırakıyordu. Yine de aldırmadan koşmaya deva ettim. Az sonra ileride, yerde yatan bir bedenle karşılaşınca bacaklarım beni taşımayacak kadar hafiflemiş, bedenim ise bir külçe haline gelmişti. Bedene doğru yaklaştıkça içimdeki çığlık atma isteği büyüyordu. Kahverengi saçları güneşin son demlerinden faydalanarak daha kızılımsı dalgalarla parlıyordu. Bronz teni canlılığından ödün vermiş ve yeşil gözleri ruhunu kaybetmiş gibiydi. "Buğra," diye fısıldadım ona doğru eğilerek.
Bir an gözlerinden korku geçti. "Buğra," dedim yeniden ancak sesim bir hıçkırık gibi çıkmıştı. Başımı dizlerime alırken yanağımdan yuvarlanan bir damla yaş onun dudağının kenarına düşmüş ve oradaki kana karışıp yoğun sıvıyı sulandırmıştı.
"Böyle olması gerekiyordu." Nefesleri kesik kesikti ve harfleri yutuyordu.
Başımı iki yana sallayıp ona karşı çıktım. "Hayır, hayır!"
Bir anda hissettiğim boşluk duygusuyla ve bedenimdeki baskıyla nefesim kesildi. "Hayır!"
"Neva? Sakin ol. Tamam, buradayım." Sesin tanıdıklığıyla kocaman aralanmış gözlerle ona döndüm. Az önce neredeyse cansız bir halde yerde yatan Buğra değildi karşımdaki. Gözlerinden ölümün endişesinin geçtiği adam değildi. Derin bir nefes alıp hıçkırıklarımı serbest bıraktığımda omzumda hissettiğim elinin sıcaklığı hemen sonrasında tüm bedenime yayıldı. "Tamam, geçti. Buradayım, güvendesin canım."
Etime iğne batırılmış gibi kollarının arasından sıyrılıp ona baktım. Neden buradaydı? Yeni bir kâbus görmüyordum değil mi? Ellerimi kaldırıp parmaklarımı saymaya başladım ancak ikinci seferde de sayı on çıkınca pes ettim. O gerçekten buradaydı, yanımda.
"Neva?" Temkinli sesi bütün odayı sarmıştı.
Başımı iki yana sallayıp ona baktım. Ağzımda hissettiğim metalik tat, kaslarımın gerilmesine sebep olmuştu. Hızla yataktan kalkıp banyoya doğru koşmaya başladım. Kapıyı arkamdan kapayıp kilitlerken Buğra kapıyı yumruklamaya başlamıştı. "Neva!"
Birden tüm bedenimi esir alan öksürük krizi adeta ciğerlerimi ağzıma getirmişti. Nefes verişlerim birer hırıltı gibiydi ancak öksürmekten boğazlarımın tahriş olacağına emindim.
"Neva!" Kapıya inen darbeler yavaşlamamış aksine daha da sertleşmişti.
Aniden gelen öğürmeyle klozetin önüne diz çöktüm. Ağzımdaki saframsı tat daha çok midemi bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Sabahtan beri yediklerimin hiçbiri kalmayana kadar öğürmeye devam ettim. Titreyerek gevşeyen kaslarım şu an için midemin sakinleştiğinin göstergesiydi. Başımı elime yaslayarak boştaki elimle klozetten destek aldım ve ayağa kalkıp klozetin sifonunu çektim. Su tüm pisliği kendiyle beraber temizlerken korkarak aynaya döndüm. Dudağımın kenarındaki kan kötü haber verircesine parlıyordu. Elimin tersiyle kanı silerek lavabonun kenarına tutundum. Fakat lavaboyu kavrayan parmaklarım hâlâ titriyordu. Aynadaki aksime odaklandım. Birkaç ton atıp beyazlaşan tenim ve yorgun gözlerim, ev sahibesi olan yüzümde iğreti duruyordu.
Yeniden adımın bağırılmasıyla olduğum yerde sıçrayarak kapıya baktım. "Neva, iyi misin! Bir şey söyle!" Buğra'nın sesinde elde tutulur bir korku vardı.
Yeniden önüme döndüm ve aynaya bakmamaya özen göstererek musluğu açtım. Titreyen parmaklarımda bıçak etkisi yapan soğuk su avucuma dolarken Buğra konuşmayı ve kapıya vurmayı bırakmıştı. Soğuk suyu hızla yüzüme çarptım birkaç kez, sonrasında havluyla yüzümü kuruladım. Havluyu kirli sepetine doğru atıp kapıya yöneldim ancak ellerim yeniden titremeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp kendimi rahatlatmaya çalıştım ve kapı koluna uzanıp kilidi çevirdim.
Kapı açıldığında tam karşımda duran Buğra yarı endişe yarı temkin dolu gözlerle beni süzmüştü. Bundan rahatsız olsam da ona biraz zaman tanıdım. Hala üzerimde olan gözleri nihayetinde yüzüme odaklanmayı başarmıştı. Tam dudakları aralanmıştı ki gözlerimi ondan çekerek yürümeye başladım. Odama doğru ilerlerken, yine, peşimden geldiğini biliyordum. Hiçbir şey söylemeden ve kapıyı kapamadan odaya girdim. Ona hiç dönmeden yatağa geçtim ve yorganı yeniden omuzlarıma kadar örtüp ona arkamı döndüm. Koltuğun kulak tırmalayan gıcırtısından Buğra'nın koltuğa oturduğu anlaşılıyordu, belki o da yatmıştı. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım ve aklımdaki bütün düşüncelerden arındırdım kendimi.
"Neyin var?" Sesinde anlamlandıramadığım yabacı bir ton vardı.
"Bir şeyim yok," diye kestirip attım.
Yeniden kıpırdandığını belli eden sesleri duyunca ister istemez gerilmiştim. Ayaklarının parkede yaklaştığı sesler koltuk gıcırtısını takip ederek daha da yakınlaşmaya başlamıştı. Hemen sonrasında yatağın boş taradı onun ağırlığıyla çökmüştü.
"Bana dön." Ona itaat etmek yerine gözlerimi daha sıkı yumdum ve nefesimi tuttum. "Neva, lütfen bana dön."
Olduğum yerde kıpırdamamaya devam ederken omzuma elini koymuştu ve elinin ağırlığı vücudumu hareket ettirirken sırt üstü yatmamı sağladı. "Neyin var," diye sordu yeniden.
Boş gözlerle ona bakmaya devam ederken bıkkın bir şekilde nefesini verdi. "Niye umursayasın ki?"
"Çünkü umurumdasın," derken gözlerimin içine bakıyordu.
Başımı iki yana salladım ve sabırsız bir şekilde gülümsedim, sinirlerim gerilmeye başlamıştı. "O zaman evimden def olup gitmeyi denemelisin Buğra. Sinirlerimi bozuyorsun ve rahatsız oluyorum."
İşte şimdi o da sinirlenmeye başlamıştı. Dudakları alayla yukarı doğru kıvrılırken bu haline dönmesi beni hiç de şaşırtmamıştı. Dengesiz biriydi zaten.
"Karakoldan sonraki halini hiç beğenmedim ve senin için endişelendiğimden burada, seninle kalıyorum. Bu da yetmezmiş gibi bir de kabus gördükten sonra kendini banyoya kilitliyorsun. Ama şimdi de beni kovuyor musun?" Derin bir nefes alıp ayağa kalktı, "Gitmiyorum, Neva. Senin iyi olduğuna inana kadar da gitmeyeceğim."
Onu takip ederek ben de yataktan kalktım ve tam karşısına gelene kadar da yürümeye devam ettim. Aramızda birkaç santimlik mesafe bırakarak önünde durduğumda alaylı yeşil gözleri beni hedef almıştı. Çenemi dikleştirerek ona baktım. "Şimdi iyi çocuk olmanı gerektiren iyi bir sebep söylediğini sanıyorsun, değil mi? Çok yanılıyorsun Buğra. Karakola götürdün, eve getirdin, bitti. Bunun için teşekkür ederim ama git artık. Seni daha fazla bu evde görmek istemiyorum." Son cümledeki her kelimeyi özellikle vurgulamıştım.
"Bir şeyleri kabullen ya! İyi değilsen, iyi değilsindir. Bir hastalığın varsa, hastasındır. Her şeyin altından tek başına kalkmaya çalışma bir kere. Ya bir kere de yanında birilerinin olmasına izin ver;" diye bağırdı.
Gür sesi içimi titretirken öfkemden ödün vermeyerek onu omuzlarından ittim. "Sana izin vermiştim!" Geçmişi hatırlarken içimde büyüyen kin belki de şu an her yeri ateşe verecek kadar yakıcıydı. "Ama sen ne yaptın?"
Birkaç adım geriye doğru sendelemesine rağmen hâlâ sağlam bir şekilde duruyordu. Çene kasları gerilmiş ve yeşil gözleri siyahın tonlarına doğru koyulaşmıştı.
"Şimdi evimden çık," diyerek kapıyı işaret ettim.
"Böyle yaptıkça kaybedeceksin. Her şeyini."
İsterik bir kahkaha atarken içimde bir yerlerde saklanan ve kaostan, karmaşadan beslenen kız çatlaklarımdan süzülüp gün yüzüne çıkmıştı. "Umarım sen de bir şeylerini kaybedersin ve durumumuz eşitlenmiş olur, Buğra." Yüzümdeki gülümsemenin keskin hatlarını hissediyordum; keskin, sinsi ve tehditkâr.
"Doğru çünkü benim hala kaybetmek için bir şeylerim var." Kapıyı çarparak çıktı.
Gözlerimi sımsıkı kapayarak elimi serbest bıraktım ve ciğerlerime yalnızlığı doldurdum. Odadaki sessizliği bozan tek şey yatağa doğru attığım adımların parkede çıkardığı seslerdi. Yatağa oturdum ve yavaşça yatar pozisyon aldım. Gözüm duvardaki saate ilişince içimdeki öfke ve kin biraz olsun solup yerini vicdan azabı almıştı. Gecenin üçünde onu evden kovmuş olmam kulağa çok aşırı saçma gelebilirdi. Aslında onu eve almış olmam bile baştan başa saçmalıktı.
Onu hayatıma almam bile saçma olabilirdi. Ancak yine de gözümü açmamı sağlamış ve çocuk kalan duygularımı da olgunlaştırmıştı.Gözlerimi kapanmaya zorladım ve iyi şeyler düşünmeye çalıştım. Önce nefeslerim düzenli bir hale geldi, sonra da uyku bana acıyarak bütün bedenimi esir aldı.
Uykumdan sıçrayarak uyanmama sebep olan alarm sesi tüm tizliğiyle odadaki sessizliği bölmüştü. Yavaşça yerimde doğruldum ve elimi saçlarıma götürüp dağınık olan saçlarımı iyice dağıttım. Yataktan kalkıp savsak adımlarla banyoya doğru ilerlemeye başladım. Banyo dün gece dağıttığım şekildeydi. Yüzümü buruşturarak musluğu açtım ve avucuma doldurduğum soğuk suyu yüzüme çarptım. Su akıp giderken lavabonun kenarına iki elimle tutunup başımı kaldırdım ve aynaya baktım. Gözlerimin hemen altında beliren kırmızı göz çizgileri ve uykusuzluğumu bağıran haleler hala tüm benlikleriyle yüzümdeydiler. Derin bir nefes alıp yüzümü kuruladım ve çekmeceden yeni bir havlu çıkarıp yüzümü kuruladıktan sonra havluyu askıya astım.
Banyoyu toparlama işini sonraya bırakıp odama geçtim. Yatağımı düzeltip topladım. Kesinlikle evi temizlemem gerekiyordu. Her yer iyice dağılmıştı. Gün içerisinde evde kimse olmadığı halde ev ancak bu kadar dağınık olabilirdi. Dolabımın karşısına geçip kapaklarını araladım ve kıyafetlerime bakınmaya başladım. Gözüme kestirdiğim ilk kıyafetleri dolaptan çıkarıp kapakları yeniden kapadı ve hemen eşofmanlarımı çıkarmaya başladım. Üzerime kalın, mavi gömleğimi giydikten sonra altıma lacivert pantolonumu giydim. Saçlarımı tarayarak elimle dağıtmaya çalışırken diğer elime çalışma masamın üzerindeki fondöteni aldım. Saçımı tarama işlemi bittikten sonra fırçayı gelişi güzel yatağıma attım ve fondöteni parmaklarımın ucuna sıktım. Sıvıyı önce parmaklarıma yaydırdıktan sonra göz altlarımdaki mor halelere ve hemen sonrasında tüm yüzüme sürmüştüm. Ten rengim yapay da olsa yerine gelmişti. Aynadaki aksimden memnun bir şekilde sırt çantamı alıp odadan çıktım.
İnce koridor hâlâ Buğra gibi kokuyordu. Onun kokusunu içime çekerken kendimi kendime ihanet ediyormuş gibi hissediyorum. Başımı iki yana sallayarak bu düşünceyi hemen aklımdan uzaklaştırdım ve portmantodaki bel kesiminde biten montumu alıp hemen üzerime giydim. Kapıyı arkamdan kapayıp arkamı döndüğümde karşımda hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaşmıştım. Evet, tam anlamıyla bir manzara. Sarı bir manzara... Savaş yüzünde çarpık gülümsemesiyle tam karşımda duruyordu. Ellerini cebine sokmuş, sırtını direğe yaslamıştı. Saçları her zamanki gibi dağınıktı ve yeşil gözleri parlıyordu. Üzerindekilere daha dikkatli baktığımda gri kumaş pantolonu, ceketinin gizleyemediği beyaz gömleğini ve lacivert tonlarındaki kravatını fark etmiştim.
"Günaydın, Sarı."
Ah, inanmıyordum. Her akşam duyduğum sözün sabaha uyarlanmış halini duymak... Gün kesinlikle aymıştı.
"Savaş? Ne işin var burada?" Dünyanın en mantıklı sözüydü bu! "Memnun olmadığımdan değil, merak ettim sadece," diyerek bir önceki saçmalığımı kapatmaya çalıştım.
Yüzündeki gülümseme genişledi. "Ben de seni merak ettiğim için gelmiştim." Yaslandığı direkten uzaklaşarak bana yaklaştı. "Hem sabah buluşamayacağız diye bir kural yok değil mi," diyerek göz kıprtı.
Yutkundum, "Şey...0 Tabii."
Ve onun tatlı kahkahası... İçimin ısındığını hissetmiştim. Hatta ısınmaktan öte içimdeki boşluk duygusu dolmuş, karalarıma gün doğmuştu.
"Yine beni gülümseyerek öldürmek istiyorsun, Sarı." O söyleyene kadar gülümsediğimin farkında bile değildim. Yanaklarımın kızardığını hissedip başımı öne doğru eğince bana doğru iyice yaklaşmıştı. Kendimde bulduğum son cesaret kırıntısıyla başımı kaldırdım ve gülümseyerek ona baktım. Ela çalan gözlerinde kendi yansımamı görüyordum.
Savaş'ın yüzündeki gülümseme soldu ve yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. "Güneşe benzediğini biliyor musun? O kadar güzelsin ki..." Sağ eli elimi kavrarken sol elinin parmakları çenemi yakalamış ve yüzlerimizi aynı hizaya getirene kadar başımı kaldırmıştı. "Ama aynı zaman da ulaşılamaz."
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir kaçış yolum da yoktu, zorlukla yutkundum ve bakışlarımı yere çevirdim.
"İnsanların ısınması için gülümsemen yeterli." Alnını alnıma dayadı ve baş parmağıyla yanağımı okşadı. "Benim için gülümser misin, Sarı?"
Sanırım bazı insanlar, bir cümleleriyle her şeyi silip atabiliyor ve dedikleri şeyleri bizlere kolayca yaptırabiliyordu. Bu fazla hastalıklı bir davranış olsa da Savaş'ın dediğini yapıp gülümsedim. Ancak elimde değildi. Dudaklarım kendi iradem dışında kıvrılmış ve minik bir tebessüm halini almıştı. Dudaklarının sıcaklığını ve sonra nefesini alnımda hissettiğimde bir an kalbim tekledi ve ayağımın altındaki yer sarsıldı. Boğazımı temizleyerek kendimi bu duygu silsilesinden uzak tutmaya çalıştım.
"Okula gitsem iyi olur," dedim fısıltı gibi çıkan bir sesle.
Savaş'ın nefesi saçlarıma çarptı ve göz ucuyla ona baktığımda gülümsediğini gördüm. "Peki, gidelim." Benden uzaklaştı ancak elimi bırakmamıştı. Yürümeye başladığımızda sessizliğimizi bozmamıştık. Bazen ona bakıyordum ve o bakışlarımı yakalıyordu, sonra gülüşüyorduk. Bazen ise onu bana bakarken yakalıyordum, sanki ruhumu okuyordu. Gözlerimde oynayan alaca gözleri yumuşacıktı. Belki şefkat vardı o gözlerde, belki de acıma duygusu, bilemezdim. Ancak içimi ısıtan nazarlarla parlıyorlardı. Onun yüzünün yanında, hafızama kazınmış hatlarıyla babamı görüyordum. Benzer çene ve yüz yapısı, fazla çıkık olmamakla birlikte belirgin elmacık kemikleri, aynı ışıkla parlayan yeşil gözler ve birbirine yakın tonlardaki sarı saçlar...
Ne kadar canımı yaksa da bu benzerlik yine de halimden memnundum. Hatta bana daha çok babamı anımsattığı için Savaş'a karşı kendimi borçlu hissediyordum. Yanımda olduğu için, beni dinlediği ve anlamaya çalıştı için ona minnettardım. O benim için nefes alabileceğim yer gibiydi, bir çıkış kapısı, huzur odası... Ancak bu hissettiğim duyguların yabancılığından çok ona o kadar yabancıydım ki, en kaçınılmaz son olacak ona kıracaktım ve ben bundan korkuyordum. Onu kendi ellerimle kırmak, ürkütücüydü.
"Sarı, iyi misin?" Sesini duymamla düşüncelerimden sıyrılıp gerçek hayata döndüm.
Tebessüm ederek başımı salladım ve etrafa bakmaya başladım. Okula çok az kalmıştı. Okuldan birilerinin bizi görmesini, yine o saçma sapan haberleri çıkarmalarını istemiyordum. Bu yüzden olduğum yerde durdum.
"Şey... Aslında burada ayrılsak çok iyi olacak," dedim yere bakarak.
"O niye?"
Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp mantıklı bir cevap düşündüm. Eğer açıklayamazsam yanlış anlayacağını, hele ki Buğra'yla olan kavgasından sonra, çok iyi biliyordum. Boğazımı temizleyerek ona döndüm. "Bizim okulda bir kız var, benim hakkımda olur olmadık şeyler söylüyor," dedim yüzüne bakarak. Devam etmemi istercesine bana bakıyordu, bir kaşını merakla havaya kaldırdı. "Anlatmıştım sana," diyerek gözlerimi kaçırdım ve yüzümü başka yöne çevirdim. Yanaklarımda ve yüzümde hissettiğim sıcaklık kızarmak üzere olduğumun habercisiydi. Derin bir nefes alıp yavaşça boğazımı temizledim.
"İyi dersler, Sarı. Çıkışta gelmemi istersen bana bir ders önceden haber ver, olur mu?" Yüzüne yerleşen anlayışlı ifade korkularımı silip atmaya yetmişti.
Başımı olumlu anlamda salladım ve ona gülümsedim, "İyi dersler, Savaş."
Tam gitmek için arkamı dönmüştüm ki aniden durup yeniden ona döndüm. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu ancak aldırmayıp ona yaklaştım ve parmak ucumda yükselip yanağına minik bir öpücük bıraktım. Hemen sonrasında arkama bile bakmadan hızlı adımlarla okula doğru yürümeye başladım. Oysa bakışlarının yoğunluğunu hâlâ hissediyordum.
Bahçeden içeri girdiğimde gruptan birkaç kişiyi görmüştüm. İçlerinden bazıları bana gülümseyerek selam verirken diğerleri yüzüme bakma gereği bile duymamıştı. Benim hatamdı, sinirlerimi bastırmayı, onu kontrol etmeyi öğrenmeliydim. Yoksa yeni kazandığım arkadaşlarımı da kaybedecektim. Diplerde yaşayan, kuyudan dışarısını göremeyen ve bundan sıkılmış olan Neva'yı hissettim. Onun korkusu öyle elde tutulurdu ki, birileri elime birkaç tonluk bir ağırlığı tutuşturmuş gibiydim.
Sen zaten yalnızsın!
Kulak ardı ettiğim iç sesim bundan rahatsızdı ve korkumu bastırıyordu. Ama, belki de artık benim de yalnızlıktan sıyrılma vaktim gelmişti? Belki böylesi daha iyi olacaktı, yaşamadan bilemezdim ya.
Merdivenleri hızlı adımlarla çıkıp okulun içinde sağ kanadına, dersliklerin olduğu kata yöneldim.
--
Omzumda bir el hissedince aniden irkilip başımı koymuş olduğum çantamın üstünden kaldırdım ve şaşkın gözlerle elin sahibine döndüm. Öykü biraz ürkek biraz da mahcup gözlerle bana bakıyordu. Konuşmama fırsat vermeden eliyle arka tarafı işaret etti. "Müzik odasına çağırılıyormuşsun," dedi kısık sesle. Kaşlarımı çatıp ona bakmaya devam ederken omuz silkti ve arkasını dönüp sırasına doğru yürümeye başladı. Bıkkın bir nefes alıp yavaşça yerimden kalktım ve sınıfın kapısına doğru yürüdüm.
Müzik odasına girdiğimde içerisi karanlıktı. Kapıyı yavaşça arkamdan kapayıp sırtımı kapıya yasladım ve etrafa bakındım. Gözlerim karanlığa uyum sağlamış ve görüşüm netleşmişti, ancak ortalıkta kimse yoktu. Piyanoya doğru yürüdüm. Tüm karanlığa rağmen beyaz kağıt göz alıcı bir şekilde piyanonun üzerinde duruyordu. Kağıda uzandım ve onu parmaklarım arasında çevirerek açtım.
"Ruhunu bu tuşlara saklamışsın, sen ne kadar içindekileri akıtıyorsan o da o kadar kuvvetli acı üflüyor. Ruhun kayıpsa bulup çıkarmalısın. Kimse seni rahatsız etmeyecek, sadece dinleniliyorsun. Unutma, ruhun yokken acizsin sadece. Ruhunu bulman dileğiyle..."
Satırları okuduktan sonra içime dolan kuşkuyla kapıya döndüm. Benimle dalga mı geçiyorlardı?
Derin bir nefes alıp sinirimi bastırmaya çalıştım ve kapıya doğru yürüdüm. Ancak piyanonun başına oturmayı ve piyano çalmayı delicesine istiyordum. Parmaklarım tuşların üzerinde dolaşmadıkça içimdeki boşluğu hissediyordum. Hastalıklı bir duyguydu, ciddi anlamda hastalıklı.
Ayaklarım bana itaat etmek yerine kendi bildiklerini okuyarak geri döndüler ve beni piyanonun hemen yanına doğru götürmeye başladılar. Duygularımı ikiletmeden sandalyeye oturdum ve gözlerimi kapatıp bir parça düşünmeye başladım. Aklımda beliren notalar ve piyano tuşlarının üzerinde ritimsizce gezinen parmaklarım çoktan yeşermeye başlayan acıma eşlik ediyordu. Gözlerimi kapayıp ezberime yerleşen notaları tuşlara dökmeye başladım. Piyanonun o ahenkli sesi tüm odayı kaplarken gerilmiş olan kaslarım gevşemeye başlamış, sinirlerim yatışmıştı.
Derin bir nefes alıp öfkemi kustum notalarla. Öyle çok yorulmuştum ki, başkalarının istediği gibi olmak, onların istedikleri kalıba girmek beni tüketmişti. Hatalarımla dolu olan şu esrarengiz kuyuda her çırpınışımda dibe batmış, her darbede dibi görmüştüm. Artık yerin altındaydım ve inancımı kaybetmiş hissediyordum. Sanki bir sonraki adımım yokmuş gibiydi, oysa yorgunluktan çökmüş adımlarla ilerliyordum bu taşlı yolda. Aslında tüm yapmak istediğim kendim gibi olmaktı ya da babam gibi. Ama artık inancını yitirmeye yüz tutmuş bir ruha sahiptim. Her şey öyle çok boğuyordu ki beni... Sanki bir okyanusta, o okyanusun en ortasında, en derin noktasında kalmıştım. Birileri ayak bileklerimden yakalamış ve beni dibe zincirlemişti. Nefeslerim sınırlı, zamanım azdı. Yaşamak için çabam vardı ancak çarem yoktu. Harcadığım her saniye dayanabileceğimden fazlaydı, hüsrana uğrayabilirdim.
Bir kere kırılmıştım sonuçta. Bir kere parçalar haline gelmiştim. Artık kırıklarımın üzerine inen darbeler o kırıkları daha da küçük parçalar haline getirmekten başka hiçbir işe yaramıyordu.
Nakarat kısmına girdiğimde birçok açıdan hafiflemiştim. İçimdeki boşluk dolmuştu ancak bu doluluk bana ağırlık değil de huzur gibi geliyordu. Derin bir nefes alıp parmaklarımın piyano tuşları üzerindeki dansına devam ettim.
Babamın gülümsemesi yavaşça gözlerimin önüne gelirken geçmişi anımsadım. İlk kez bana öğrettiği parçayı yanlışsız bir şekilde çalabilmiştim ve babam beni, benimle gurur duyduğunu belirten bir tebessümle ödüllendirmişti. Dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleşirken gözlerim dolmaya başlamıştı. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp hıçkırıklarımı bastırdım. Onu çok özlemiştim. Beni saran kollarını, hissettirdiği güveni... Ancak öyle kötü bir durumdaydım ki, gün geçtikte ezbere bildiğim yüzünden bir şeyleri unutuyordum. Ses tonu silik silikti, bazen en çok neleri yapmayı sevdiğini unutuyordum. Hangi yemeği severdi, en çok sevdiği renk neydi? Hiçbirini hatırlayamıyordum.
Onun kötü haline hiç denk gelmemiş bir çocuktum ben, kötü alışkanlıkları var mıydı, bilmiyordum. Ama bir insan sırf üzüntüden de akciğer yetmezliği yaşayabilir miydi? Eğer öyleyse onun ölümündeki en büyük sebep annemdi.
Görüşüm iyice bulanıklaşırken yanlış bastığım bir nota ve o notanın çıkardığı doygun, yanlış olduğunu belli eden ses tüm odayı kapladı. O sırada gözlerimden birer damla yaş düştü parmaklarıma. Babamın gülümsemesi yavaşça silinirken çığlık çığlığa bağıran kalbim canımı yakmaya başlamıştı. Onu memnun edememiştim, yine yanlış adımlar atmıştım.
Tüm gücümle piyanonun tuşlarına vurdum.
Ben başarısızdım, olmaktan korktuğum kişiye dönüşmüştüm. Tamamen yanlıştım belki de. Hatlarla dolu bir hayatın izlerini taşıyordum, sönmüştüm.
Derin bir nefes alarak elimin tersiyle gözlerimi sildim ve kendimi ayağa kalkmaya zorladım. Odadan dışarı çıkarken bir kez daha karanlıktaki piyanoya baktım. Hemen sonrasında hızla arkamı dönüp dışarı çıktım. Koridordaki insanlar meraklı gözlerle bana bakıyorlardı, ancak o merakın yanında başka şeyler de vardı. Çoğu bir eksiğimi yakaladıklarının farkındaydı, bazıları acıyordu, geriye kalanları ise temkinliydi. Onları görmezden gelerek yürümeye başladığımda konuşmalarını kulak ardı etmeye çalıştım.
"Nesi var bunun?"
Canım acıyordu.
"Ağlamış sanki, gözleri kızarmış."
Ağlayamamıştım.
"Duydunuz mu, piyanoya vurdu herhalde."
"Sanırım şaşırdı, ilk kez Neva'nın şaşırdığını duydum."
"Aman, fazla havalı."
"Onun da eksikleri olacak herhalde canım, insan o da."
Zorlukla yutkundum. Ancak boğazımdaki düğüm daha çok canımın acımasına sebep olmuştu.
"Soğuk nevale, ne olacak. Herkese tepeden bakarsa böyle yere çakılır işte."
Oysa çoktan yere çakılmıştım.
Merdivenleri inip bahçeye çıktım. Soğumaya başlayan ve gri bulutlarla kaplanan hava davet edilmeyi beklemeden her yanımı sarmıştı. Kollarımı birbirine dolarken titrememek için kendimi rahat bırakmayı denedim ancak içten içe sarsılırcasına titriyordum. Yine de buna aldırmayıp yürümeye devam ettim. Her adımda içimde büyüyen ağlama isteğini bastırmak hiç de kolay değildi. Ama her şeye rağmen başarmıştım.
Bir ağacın yanına gelince durdum ve hemen olduğum yere oturup sırtımı ağacın gövdesine yasladım. Yer, havadan daha soğuktu. Gözlerimi kapayıp derin nefesler aldım ve soğuk havanın nefes borumu yakmasına izin verdim. Fiziki bir acıyı hissetmedikçe içimdeki acı tüm benliğiyle ortaya çıkıyordu ve bu daha çok hata yapmama sebep oluyordu. Zaten fazla hatam vardı, bir yenisini eklememeliydim. Hem de hatalarımdan, eksiklerimden yararlanan insanlar varken daha dikkatli olmalıydım.
Omzumda hissettiğim elle irkildim ve dudaklarımdan korktuğumu belli eden bir inilti döküldü.
"Özür dilerim, korkutmak istememiştim." Beliz'in sesi korkumu silip götürürken yaşadığım deja vu tüylerimin diken diken olmasına sebep olmuştu. En son bunu söylediğinde hiç de iyi şeyler olmamıştı.
"Önemli değil. Kötü bir şey olmadı ya," diye sordum Beliz karşıma otururken.
Başını iki yana salladı. "Seni dışarı çıkarken gördüm. Üşüyeceğini düşündüğüm için montunu getirdim," dediğinde ilk kez elinde tuttuğu montuma bakmıştım.
"Teşekkürler," dedim gülümseyerek ve bana uzattığı montumu alıp giydim.
Beliz boğazını temizledi. Söylemek istediği bir şeyler olmalıydı, ne kadar zorlansa da.
"Dinliyorum?" Gülümseyerek ona cesaret vermeye çalıştım.
"Biliyor musun, sana çok özeniyorum," diye mırıldandı Beliz.
Hayretle ona baktım. Bana mı özeniyordu? Dünyada özenilecek en son kişi ben olmalıydım, hatta belki o bile değildim. Hayatım, kendim... Onun sıcak kahverengi gözleri, yuvarlak yüz hatları ve hatırı sayılır derecede buğday teni vardı. Her insanın koruyup, himayesi altına almak isteyeceği gibi biriydi. Orta boylu ve zayıf. Gülümsediğinde, gözleri ışıldıyor ve gülümsemesi içinizi ısıtıyordu. Bense son derece sert yüz hatlarına, solgun tene, son zamanlarda yaşam parıltılarını yitirmiş, cansız ve yeşilimsi gözlere sahiptim.
"Sen güçlüsün, Neva. Ben senin yerinde olsaydım bunalıma girer ve bir daha hiç çıkamazdım." derin bir nefes alıp gözlerime baktı, "Ayrıca o kadar güzel piyano çalıyorsun ki, dinleyen biri senin sadece piyano çalarken nefes aldığını düşünür. Ama o nefesler bile duygu yüklü."
Şaşkın bir şekilde onu dinlerken duyduklarımdan biraz da olsa memnum olabilmişti. Ancak içimdeki burukluk daha ağır basıyordu.
"Haklısın, senin yanında olmadık, olamadık. Hiçbirimiz bunun için çabalamadık ama şimdi yanındayız. Ben, diğer kızlar ve grup. Sen de bizden birisin, hep öyle kalacaksın. O gün sinirliydin ve biz farkında olmadan senin üzerine geldik. Sen de bize patladın, hepsi bu." Gülümsedi, "Dün için özür dileriz, en azından ben dilerim."
"Hey, o kadar büyütülecek bir şey değildi. Sadece çok," doğru kelimeyi bulmak için durup düşündüm, "Sert... Çok sert çıktım orada size. Bana kızmakta haklısınız aslında. Ben de özür dilerim." diyerek gülümsedim.
Bir anda Beliz'in kolları boynumu sardı ve beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Nefesim kesilmişti. Şaşkınlığım biraz da olsa geçince ona sarılmayı akıl edebilmiştim. Sarılmasına karşılık verdiğimde boynumdaki kollar daha da sıkılmıştı.
"Beliz," diye mırıldandım, "Nefes alamıyorum."
Kollarını önce gevşetip sonra serbest bıraktığında birbirimizden uzaklaştık. "Ah, şey. Pardon." dedi gülümseyerek.
Ağacın gövdesinden destek alıp ayağa kalktım. "Hadi, okula girelim. Yoksa zatürre olacağız."
O da beni takip ederek ayağa kalktı ve gülüşerek okula girdik. İlk kez bir arkadaşım bana içten bir şekilde sarılmıştı. İlk kez kendimi değerli hissediyordum. Belki öncesinde hep yanlış kişilerle arkadaşlık kurmuştum?
Başımı yavaşça iki yana sallayarak bu düşünceleri aklımdan uzaklaştırdım ve "Ben bir İlge Hoca'nın yanına gitsem iyi olacak," dedim ona dönerek.
"Peki, sonra görüşürüz."
Kendi sınıfının olduğu istikamete doğru ilerlemeye başladığında ben de İlge Hoca'nın minik odasına doğru yürümeye başlamıştım. Adımlarım gittikçe ağırlaşırken sebebini bilmediğim bir şekilde tedirgindim. Kapıya doğru yaklaştıkça İlge Hoca'nın bir adamla konuştuğunu duyuyordum. Tam kapının önündeki duvara sırtımı yasladım ve alakasız şeylerle ilgilenmeye başladım. Ta ki konuşmada adım geçene kadar.
"Bu ay banka hesabına bursu yatırdık. Ancak bu aydan sonra Neva'nın bursunu biraz daha arttırmaya karar verdik. Ayrıca şu üniversite meselesi. Siz ne diyorsunuz, Öğretmen Hanım?" Adamın sesi oldukça tanıdık geliyordu ama sahibini çıkaramıyordum.
"Ben konservatuvar okuması düşüncesindeyim. Ayrıca, yurt dışında olursa eğitimi daha iyi olacaktır." Sözlerine eşlik eden hışırtıyla İlge Hoca'nın kağıtları karıştırdığını anlamıştım. "Şu an elimde okulların kağıtları yok. Bir sonraki gelişinizde onlardan konuşuruz, olur mu?"
Birbirini takip eden sesleri dinledim. Kapıya doğru iyice yaklaşmışlardı. Adrenalin artık tüm bedenime yayılmış ve yanında öfkeyi getirmişti.
Kapı açıldı. Önce İlge Hoca çıktı dışarı sonra ise yaşını almış bir adam. Tanıdık bir çehre...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top