hissizliğin sınırlarındaki nota ♫ ♪
Öncelikle kurguda zaman aşımı olduğunu belirtmem gerek, şu anda 2012'nin Aralık'ındalar.
Bu zamana kadar yazabildiğim, sanırım en uzun bölüm bu. Zor bir bölüm oldu, ağır oldu. Umarım kalbinize dokunur kalbime dokunduğu kadarıyla. Dün ekleyecektim ama LYS sonuçlarından sonra devam edemedim bir süre, iki günü iki saatlik uykuyla tamamladım bu yüzden yazım yanlışları elbet vardır, affola. Bölümü çoğunlukla telefondan yazmak zorunda kaldım... Yorumlarınızı bekliyorum, sevgiyle kalın.
Bölüm Parçaları:
1. Jorge Mendez - Cold (1 Hour Mix)
2. Evi Vine - Down
*Özel Öneri: Cloves-Don't Forget About Me (Me Before You)
Yirmi Yedinci Bölüm ♫ ♪
27 Aralık. O gece dedem ölmüştü, üzerini beyaz bir çarşafla örtmüştük ve karnında, bedeni şişmesin diye bir bıçak duruyordu. Bir çınlama yayıldı kulaklarıma, başımın içinde bir sancı hissediyordum. Sanki biri bağırıyordu, kulağıma çok yakındı o biri; tüm ses sallıyordu beynimi. O gece öldü dedem. Oysa dedemi hiç tanımamıştım, hiç sarılmamıştık; onu birinci tekil aitlik ekiyle nasıl sahiplendiğimi bilmiyorum. Hayır, isyan etmiyordum; isyan değildi bu. Kabullenememek de değildi, sindirememek. Dedem ölmüştü. Hazmedemiyordu yüreğim, ciğerlerime bir şey ağır geliyordu ama bunlar nefes değildi, nefeslerim zaten boğazımda tıkanmıştı. Aralık ayındaydık, yağmur yağıyordu. Hava soğuktu alabildiğine, dedem ölmüştü. Havanın soğuğu bile yas tutar biçimdeydi. O an kendimden utandım. Ağlarsam düzelirdi belki, belki de dedem yeniden uyanırdı? Ağlayamıyordum. Suçluluk duygusu kaplıyordu içimdeki boşluğu ve ağlayamıyordum yine de.
Gözlerim yanımda duran adamın bileğindeki saate kaydı. Sabah ezanı okunalı iki saat kadar olmuştu ve hava sabahın da soğukluğunu taşıyordu. Siyah giysiler içindeki insanlarla doluydu cenaze namazı, bense aykırıydım hepsine. Basit bir kot ve kalın bir kazakla montum vardı üstümde, sanki yas tutmadığım belliydi kıyafetlerimden. Kendimden utanmak istedim, halim yoktu. Nasıl olmuştu anlamamıştım ama dedem ölmüştü. Son sözlerini de bana söylemişti üstelik, kendimi fazla hissediyordum bedenime ancak taşamıyordu da ruhum kalıplarından.
"Hakkınızı helal ediyor musunuz," diye sordu imam, cemaatten onay dolu bir ses yükseldi. Bense sustum, yapabildiğim en iyi şeyi yaparak sustum. Bir hakkım var mıydı üstünde ya da bir hakkı var mıydı üstümde, emin değildim.
İmam sorusunu iki kez daha yineledi, benim gibi susanlara denk gelmedim. Herkes haklarını helal ettikten sonra dağıldı cenaze. "İyi adamdı rahmetli," diyordu yanımdan geçen yaşlı adam karısına, kadın burun kıvırdı: "Hep o hayırsız oğlu mahvetti adamı. Yazık, toprağı bol olsun." Adam eşini susturmayı denese de pek başarılı olamamıştı, geç kalmıştı ve her şeyi duymuştum. Babam mahvetmiş babasını, inanasım gelmemişti. Babam kötü biri değildi ki, ellerimi bile tutarken parmak uçlarıyla dokunurdu avuçlarıma. Küçüktüm ama hatırlıyordum, hep saçlarımı öperdi uçlarından. Kötü bir adam olsaydı beni de sevmezdi, annemi nasıl sevsindi? Hem, iyi adamlar bilmez miydi sevgiyi?
Hafsa Hanım dik tutmaya çalıştığı omuzlarına binen yükün ağırlığında sendeleyerek ilerledi eşinin mezarına doğru, laf arasında duymuştum; Halit Bey'le yarım asırlık bir evlilikleri olmuş. Ciğerim yanıyor, demişti bir ahbabına; ciğeri parçalanıyormuş sanki. Onu çok fazla görmemiş olsam da bu kadar darmadağın olabileceğini hayal etmemiştim. Sözlerim, ucu kanlı birer ok gibi hedef almıştı göğüs kafesinin saklayıp sardığı et parçasını ama hiçbiri böylesine parçalara ayırmamıştı onu. Dile kolay elli yıl, çekilecek kahır mıydı? Bilemezdim.
Cenazeden sonra yeniden Hafsa Hanımların evine geçilmişti. Kadınların başında tülbentler, ellerinde tespihler... Kimisi oturmuş dedikodu yapıyordu böyle bir zamanda bile, onlara ayıplayan gözlerle bakanlar da vardı elbet. Cenaze evinde ayakkabıların düzeltilmeyeceğini öğrenmiştim manayla, gerçi ne işime yarayacağını da bilmiyordum ama olsundu. Bir sandalyede oturmuş izliyordum etrafı, dün gece beni buraya Buğra getirmişti. Apar topar çıktığımı görünce peşime takılıp hiçbir şey demeden arabasına yönlendirmişti beni. Yeni yeni sıyrılıyordum içine yuvarlandığım şoktan, o an tepki bile verememiştim ve söylediğine göre ruh gibiymişim. Herhangi bir yorumda bulunma gereği hissetmeden arabasına binerek ona dedemin öldüğünü söylemiştim, o arada bu evi nasıl bulduğumuzu ya da bulduğunu bile hatırlamıyordum ancak hiç unutamayacağım bir ana tanık olmuştu gözlerim: Gözlerimin önünde ölmüştü dedem. Ben gelmeden önce sadece benim ismimi sayıklamış, soğuk soğuk terliyormuş yattığı yerde. Yanına oturduğumda iki eliyle ve belki de son kuvvetiyle bir elimi kavramıştı, gözlerini hiç açmamıştı o süre boyunca. Son suyu ellerimden oldu dedemin, ona; damla damla içirdim dudaklarındaki çatlaklardan akıtarak suyu. Dedem o gece, saat onu çeyrek geçmeye yakınken ölmüştü. Son sözlerini fısıldamıştı kulaklarıma: "Affet, kızım."
Oturduğum sandalye kemiklerimi rahatsız etmeye başlamışken acıyan ciğerlerimi daha çok yakan bir nefesi çektim içime. Oda tanımadığım insanlarla dolu olmasına rağmen boş geliyordu gözüme, dedemin yattığı üçlü koltukta birkaç kadın oturmuş dedikodu yapıyordu şimdi. Bir an havanın yetersiz olduğunu hissederek oturduğum sandalyeden kalktım, çıkışa yöneldim. Dün gece beni kapıda karşılayan abla salonun girişinde duruyordu ellerini önüne başlamış bir şekilde, ona Hafsa Hanım'ın yerini sormaya karar verip adımlarımı çevirdim o tarafa doğru.
"Bu da Hakan'ın kızıymış, duydun mu," diyordu bir kadın fısıldadığını sanarak. "Hakan'a da benzemiyor hiç, meymenetsizin teki belli ki."
Kaşlarım çatılırken hafifçe güldüm. "Ayıp olmuyor mu," diye sordum gayet herkesin duyabileceği bir sesle. "Hem cenaze evindesiniz hem de ölünün arkasından laf yetiştiriyorsunuz."
Bütün fısıldaşmalar durup yerini koca bir sessizliğe bıraktığında az evvel konuşan kadın bana bakıyordu şaşkın gözlerle, "A-a, şuna bak! Terbiyesiz," dedi çatılı kaşlarıyla. "Ne biçim konuşuyorsun sen kendinden büyüklerle!" Bütün herkes ona hak verdi, aldırmadım ancak.
"Asıl siz ne biçim bir insansınız hanımefendi," derken sesime yerleşen alay tonu ruhumu gıdıklıyordu, bu pervasız görünen hallerim bir gün başıma bir dert açacaktı. "Hem buraya taziyeye gelmişsiniz hem de hiç utanmadan babamı çekiştiriyorsunuz. Ne olmuş yani Hakan'ın kızıysam? Ya da ona hiç benzemiyorsam veya meymenetsizin tekiysem?"
Kimse bir şey demedi sonra, deli görüldüm büyük ihtimalle. Yanıma ismini hatırlamadığım, belki de sormayı unuttuğum o abla gelince çaresiz gözlerimi ona çevirmiştim. İhtiyatın ne olduğunu tam olarak bilmesem de, daha önce hissetmemiş olsam da o ablanın gözlerinde görmüştüm bu ifadeyi; bana ihtiyatla bakıyor ve temkinle uzanıyordu ellerime. Ona izin verdim beni götürmesi için, zihnimde dönüp dolaşan kelimeleri daha fazla kana bulayıp kusmamalıydım. İnsanlara göstermemeliydim açık yaralarımı, kimse göstermemeliydi. Neden herkes bir başkasına akbabaydı?
"Biraz hava almak ister misin küçük hanım?"
Gözlerim daldığı o kör, kara boşluktan sıyrılırken bulanıklaştı görüşürüm; gerçek hayata dönüşüm sarsıntılı oldu. Başımı hafifçe soluma çevirip yanımdaki ablaya baktım boş olmadığını umduğum gözlerimle. Çaresiz hissediyordum, hissediyorlar mıydı?
"Ya da seni misafir odalarından birine götüreyim, istirahat et?"
Kuruluktan çatlamaya yüz tutan dudaklarımı ıslatarak iki yana salladım başımı. "Hayır," diye mırıldandım fısıltıdan öteye geçmeyen sesimle. "Hafsa Hanım'ın yanına gitmek istiyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum."
Sol koluma, dirseğimi tutarak destek verdiğinde benim tarafımda kalan elini sırtıma yerleştirerek beni hafifçe öne doğru itti hareket ettirmek için. "Koridorun sonundaki merdivenleri çıktığında hemen karşında kalan odadadır, muhakkak." Sessiz bir teşekkürü mırıldandıktan sonra en az teşekkürüm kadar sessiz olan adımlarla koridorun sonundaki merdivenlere doğru yürümeye başladım. Merdiven korkuluklarına tutunduğum sırada kulaklarım evin yaşanmışlık sesleriyle doldu, bir zamanlar bu merdivenlerden babam inmişti ve hatta belki küçükken koşuşturmuştu. Bu ev daha nelere tanıklık etmişti, kim bilir.
Merdiven basamakları birer birer azalıyordu adımlarımın altında, geride önünde ince bir koridor bırakıyor ve Hafsa Hanım'ın da içinde olduğu oda beliriyordu. Son bir basamak kala olduğum yerde durup derin bir nefesi doldurdum ağrıyan ciğerlerime, öksürüklerimin dizildiği boğazımı temizledim. İçimde cesaret namına hiçbir şey yoktu, aslında içimde şu an için herhangi bir duygunun barındığını da sanmıyordum. Boş bir zihin ve boş bir ruhla son basamağı da çıkarak birkaç adımlık koridoru geçerek arkasında beni ne gibi bir manzaranın beklediğini bilmediğim oda kapısını çaldım, bir ses gelmesini bekledim içeriden. Nafileydi. Belki duyulmamıştır diye yeniden kapıyı tıklattığımda Hafsa Hanım konuşmamıştı, geri gitmeye niyetim yoktu: Kapıyı açarak içeri girdim.
Hafsa Hanım, odayı neredeyse ortalayan bir yatağın pencereye bakan tarafında oturuyordu; bana arkası dönük ve omuzları düşüktü. Ruh halini anlamlandırmam için yüzünü görmeme gerek yoktu, omuzları gibi düşük bir haldeydi. Bir tepki vermek, belki de dikkatini çekmek için boğazımı temizlediğimde bile bana dönmemişti. Aynı tepkisizlikle yanına ilerleyerek izin almadan yanına oturdum, gözleri pencerenin ardındaki dünyaya takılı kalmıştı belli ki. Acı çok yoğundu, parmak uçlarımdaydı. Zihnimin içindeki piyano sesine keman eşlik ediyordu, keman sesinden ürkmüştüm oldum olası.
"Bir kere bile ah etmedi acısından," dedi Hafsa hanım kuru bir sesle, kucağında bir fotoğraf çerçevesi tuttuğunu o an fark ettim. Tahmin ediyordum ki, sol tarafta duran genç kadın kendisiydi; sağındaki eşi ve kucaklarında oturansa babam olmalıydı. Bizim böyle bir fotoğrafımız yoktu ailecek, o an babam için sevindim.
"Elli yıllık evliyiz, bir kere bile doktora gitmedi. Dişi için bile gitmedi."
Sessiz kalmayı denedim o an, fotoğrafa baktım üzgün gözlerle.
"Çok sigara içerdi Halit," derken ince bedeni aldığı nefesle şişti, Hafsa Hanım kısa boylu ve zayıf bir kadındı. "İçme demiştim bypass olduğunda, doktoru da içme demişti gerçi. O zamanlar koah başlangıcı görüldü, bundan ta beş yıl öncesi kızım." Başını hafifçe öne eğip bana çevirdiğinde benimde omuzlarım onunkiler gibi düşmüştü, kamburumu çıkararak oturdum. "Hiç belli etmedi ağrılarını, bana bir kere bile benim de şuram ağrıyor demedi bu adam," diye sitem etti sessizce.
Tam da bu sırada anladım ki Halit Bey, güçlü bir adamdı. Güçlü ve yaşlı, belki de biraz pervasız.
"Geçen yılın sonunda, zatürre geçirdi. Bir ay boyunca zatürre diye tedavi gördü, meğer kansermiş."
Kaşlarım çatıldı o an, şaşkın ve korkmuş bir şekilde Hafsa Hanım'a döndüm: "Kanser mi," diye sordum titremeye yüz tutan sesimle.
Başını sallayarak onayladı sessizce, "Genetik. Halit Bey'in babası da kanserdi, amcası da. Daha önceleri de varmış. Sadece iki ayda çöktü adam, şişti vücudu, ödem tuttu," diye mırıldandı. Bahçedeki ışık odanın içini loş kılıyordu, gözlerinden yuvarlanan yaşları gördüğümde kendimi boş verip onun acısını sırtlandım. "İlk başlarda Hakan'a da geçti diye çok korkmuştuk," dedi fotoğraftaki küçük çocuğun yüzünü başparmağıyla okşarken. "Ama onda kanser yoktu."
"Evet," diyerek onayladım onu. "Babam akciğer yetmezliğinden ölmüştü, kanser değildi."
Kaşları çatıldığında bakışlarına şüphe yerleşmişti. "Akciğer yetmezliği," derken sesinde soru sorar bir tını vardıysa da durdu. O an kaşlarının biraz daha çatıldığına yemin bile edebilirdim. "Evet, yetmezlik."
Kısa bir sessizlik yaşandı aramızda, uzun gelen bir sessizlikti. Hafsa Hanım'ın düşüncelerinin sesini duyar gibiydim, korkutucuydu. Gözlerimi kapayarak yüzümü ışığa çevirdim, başımı hafifçe geriye doğru yasladım. "Metastaz* yapmış mı," diye sordum bu kez sessizliği dağıtarak. "Herhangi bir yere, yoksa sabit akciğer kanseri mi?"
"Boynunda, karaciğerinde, pankreasta ve neredeyse tüm kemiklerinde metastaz vardı," dediğinde gülümsedim buruk bir tebessümle, onayladım onu. "Kötü huylu ve küçük hücreli miydi? İki ayda çöktü, demiştiniz. Zatürre de erken tüketmiştir."
Yeni bir sessizliğe daha gömüldük, ona bakmaya cesaretim yoktu ve sanıyordum ki o da bana bakmayı reddetmişti. Gözlerimi açıp sağ bacağımı kendime doğru çekerek kollarımı bacağıma sardım, çenemi dizime yasladım. Küçülmek istediğim nadir zamanlardan birindeydim, küçülüp yok olmak ve böyle bir günde toz zerrelerine karışmak istiyordum. Ölümü basitleştiremezdik, ölümü tarif dahi edemezdik aslında ölmeden. Elimizde ölümle ilgili onlarca rivayet vardı ancak hangisi doğruydu? Bilemezdik. Ancak yok olmak basitti, yol olduğu zaman insan her şeyiyle yok olurdu.
Hafsa Hanım'ın bakışlarının ağırlığını üstümde hissederken ayağımı yere indirip ona çevirdim başımı. "Sen mi," diye sordu gözlerinde yansımasını gördüğüm yaşlarla, yüzüne anlamını çözemediğim bir tebessüm yerleşmişti. "Sen mi kızım?"
Şimdiyse ben yeğledim sessiz kalmayı konuşmaya, oturduğum yerden kalkıp terlememiş olsalar da avuçlarımı kotumun kumaşına sildim. "Başınız sağ olsun Hafsa Hanım," diye mırıldandım sesim bir fısıltı halinde havaya kaşırken. "Ben artık gideyim."
Adımlarım sesim kadar sessizdi, merdivenleri inerken bile ruhum durgundu. Hafsa Hanım bana kapıya kadar eşlik etmiş, hatta benim için bir taksi çağırmıştı. Onunla vedalaşmadım, içimde yeniden görüşeceğimizi garantileyen o hissi dinledim. Taksinin arka koltuğunda otururken, başım cama yaslıyken bile yok gibiydim. Şoför kimi zaman dikiz aynasından bana çeviriyordu endişeli gözlerini. Arabasında ölüp kalmamdan korkuyor gibi bir hali vardı. Gülümsedim aklıma gelen fikirle ve yolculuğun geri kalanında adama daha fazla bir gerginlik yaşatmamayı deneyerek, yine de sessiz kalarak devam ettim. En nihayetinde taksi evimin önünde durduğunda adamcağıza iyi günler dileyerek indim arabadan, evime yürüdüm sakin adımlarla.
Anahtar ve telefonum montumun cebindeydi, çantam İlge Hoca'da kalmıştı. Anahtarla kapıyı açıp eve girerek rahat bir nefes aldım. Montumu portmantoya asarak cebindeki telefonumu kotumun arka cebine sıkıştırarak mutfağa geçtim hiç vakit kaybetmeden. Buzdolabının kapağını açarak var olanlara ve ne yapabileceğime baktım düz bir ifadeyle, uzun bir süredir yemek yemiyordum. Buzdolabında ilgimi çeken bir şey bulamayınca kilerden hazır çorba paketlerinden birini alıp arkada yazan talimatları okuyarak tencereye su doldurdum ve kendime çorba yaptım. Normalde de iştahsız biriydim, boğazımın delik olduğunu söyleyip benimle dalga geçenler de olmuştu ancak son zamanlarda iştahsızlığımın esas sebebi kanser ve şu ismini bile bilmediğim psikolojik rahatsızlığımdı. Aklıma, Buğra'nın beni hastaneye yetiştirdiği gün gelmişti; doktorun söylediğine göre geç kalan biriydim. Belki son belki de üçüncü evre olmalıydı, bilemiyordum.
Çorba kaynadıktan sonra talimatta yazılanları uygulayıp bir süre daha ocakta beklettim ve içine limon rendeleyip tadını alması için bekledim. Bir tabak, kaşık, bir dilim de ekmek alarak oturdum ocağa yakın olan sandalyeye, telefona gelen mesajları kontrol ettim. Savaş bana iyi şans dilemiş, Semih'se endişelendiğini dile getiren onlarca mesaj atmıştı. Buğra Aslan'ın mesajı netti: "Eve gidince haber ver." Yüzümü buruşturarak Buğra'nın emir veren mesajını es geçtim, Semih'i aradım.
Telefon çaldıysa da cevap veren olmadığı için telefonu titreşime alarak odama geçtim, üstümdekileri çıkardıktan sonra temiz kıyafetleri kucaklayıp doğrudan banyoya girdim. Ilık sayılabilecek sıcak su başımdan aşağı akarken aklımı dolduran tek bir şey vardı: Hastalıklarım. Kanserin Karaer soyundan miras kaldığını öğrenmiştim, peki ya diğeri neyin nesiydi? Kusurlu bir hayata sahip olabilirdik, hiç kimse mükemmel bir yaşam sürmezdi; bunu bilip kabullenmiştim ancak kusurun bu kadarını hak etmiş miydim, bunu sürekli sorguluyordum. Ne yapmıştım, üzerimde hangi kumar oynanmıştı?
Başımı hafifçe geriye yaslayıp suyun yüzüme çarpmasına izin vererek kapadım gözlerimi. Zihnimin içinde bir ses vardı, piyano çalıyor ve piyanoya keman eşlik ediyordu.Acı bir ağıt. Kaşlarım, alnımda minik bir v oluşturarak çatıldığında bu senfoniyi dinlemeye devam ettim. Piyanonun vuruşları bir bir ilerleyip zihnimde bir yankı bırakıyordu, acının çığlığı hemen peşi sıra duyuldu o an. Keman. Senfoni ölüm kokuyordu aslında, acının bir kokusu olsaydı sırf kemanın tozundan ibaret olurdu ve ben keman sesini sevmezdim, hiçbir zaman tek başına dinlememiştim üstelik. Bana, çığlık çığlığa feryat eden veya boğazı yırtılana dek çığlık atan bir kadın sesi gibi geliyordu kemanın iç gıcıklayan tınısı. Tüm sinir uçlarım şaha kalkıyor, üşüyordum; şu anda olduğu gibi.
Son anda şampuana uzanmaktan vazgeçip duş kabininin içinde asılı duran havluma sarındım, saçlarımı bir havluya sarma gereği duymadan banyodan çıktım. Islak ve çıplak ayaklarım parkede iz bırakıyordu, o an için umursamıyordum. Odama girdiğimde doğrudan yatağın köşesine bıraktığım pantolonumun arka cebine, telefonuma uzandım. Yıldıray'ın bende numarası yoktu ama annemde vardı. İstemeye istemeye onun numarasını tuşlayarak telefonun açılmasını bekledim.
"Hayrola, hangi dağda kurt öldü," diye açıldı telefon. Gözlerimi kapayıp yüzümü sıvazladım havluyu koltuğumun altına sıkıştırarak. "Yıldıray'ın numarasını verir misin?"
"Okul arkadaşın mı o senin," dedi bu kez alay yüklü bir sesle.
"Seninle uğraşmayacağım, altı üstü bir numara istiyorum senden," diyerek azarladım onu. "Vermeyeceksen uzatma lafı."
Derin bir iç çekiş sesi duyuldu telefonun diğer ucundan, sonrasında telefonun el değiştirdiğini anladığım o hışırtı ulaştı kulağıma. Ne tepki vereceğimi bilemedim, sevinmek istiyordum ama kızmıştım. Bu saatte orada ne işi vardı bu kadının? Ah, gece evine gelmek aklına gelmiş miydi ki!
"Neva?" Yıldıray'ın şüpheli sesi duyuldu ahizenin diğer ucundan, gözümde canlanan görüntüsünün kaşları bir miktar çatılmıştı anlam veremediğim bir ifadeyle. "Bir sorun mu var?"
Derin bir nefesi ciğerlerime doldururken hissettiğim acıyla birlikti boğazıma bir gıcık takılınca öksürdüm, sanki bütün hava ciğerlerimden çekilip nefes borumda tıkanmış gibi hissediyordum. Telefonun diğer ucunda Yıldıray bana sesleniyordu, parmak uçlarımdaki uyuşma hissi bütün bedenime yayılmak üzereydi ve canım yanıyordu. Tam da şu anda büyük bir sorun vardı, nefes alamıyordum. Dizlerim titremeye başlayınca yaşlarla bulanıklaşan görüşümün el verdiği ölçüde uzanıp yatağa oturdum, bir elim telefonu sıkıca kavramaya çalışıyor; diğeriyse boğazıma tutunuyordu.
Dünya karardı. Kirinden, pisliğinden arınarak; bembeyaz bir ışıkla gözlerimi kör ederek karardı. Bütün sesler uzaklaşıp yok olduğunda nefes alamayışlarımın can çekişleri tıkandı boğazıma. Öksürdüm. Sıcak bir sıvı dudağımın kenarından uzanıyordu ve ben elimi kıpırdatıp ağzımı kapayamıyordum. Belki son olacak nefesim için çırpınıp yine de rahatlatamıyordum ciğerlerimi. Kararan dünya durdu sonrasında. Derman denilen şeyin bir ruh gibi bedenimden çekildiğini, üşüdüğümü hissettim.
"Hastaneye gitmeme konusunda emin misin," diyordu tanıdık gelen bir erkek sesi. "Yasemin, kaçıncı evre olduğunu bilmiyoruz bile."
Gözlerim kapalıydı, elimin üstüne kapanmış sıcak ve yumuşak bir ten olduğunu hissediyordum. Dudaklarım birbirine yapıştırılmış gibiydi, açamıyordum; üstelik bu da yetmezmiş gibi dudaklarım gerildikçe yanıyordu canım. Ne olduğunu hatırladığımda yüzümü buruşturdum, nefessiz kaldığım için bayılmış olmam normal miydi?
"Bugün kolay bir gün geçirmedi Yıldıray, ona biraz zaman ver."
Elimi tutan annemdi, konuştuğu kişiyse Yıldıray. Rahatsız olarak gözlerimi açtım, annemin elinin altındaki elimi çektim. O da uğraşmadı zaten, elini çekti bir ateşe değmiş gibi. Dudaklarımı ıslatarak doğrulmayı denediğimde Yıldıray büyük eliyle omzumu kavradı, beni olduğum yere sabitledi hiç zorlanmadan. "Yorma kendini," dedi mırıltıdan öteye geçmeyen sesiyle. "Bir anda kalkmaman gerek."
Onu dinledim, zorluk çıkarmadım kimseye ve en başta kendime. Gözlerimi kapadım sakince ancak sakin kalamayarak bekledim kulaklarımdaki çınlamanın geçmesini. Unutup bir rafa kaldırdığım, önüne zihnimin puslu perdesini indirdiğim hastalığım kendini hatırlatmıştı. Belki bu psikolojik bir durumdu, Halit Bey'den etkilenmiş olabilir miydim?
"Yıldıray'la yalnız kalmak istiyorum," diye ortaya konuştum. Bey takısı getirmedim Yıldıray'ın isminin sonuna ya da ona mesleğiyle hitap etmedim. Benim için sadece ismi kadardı.
Odanın kapısının açılıp kapandığını duyduğumda sırtüstü yatmanın verdiği rahatsızlıkla birlikte gözlerimi doğruldum, sırtımı yatak başlığına yasladım. Şimdi odada yalnızdık. Yıldıray, yatağımda oturuyor ve keskin bakışlı mavi gözleriyle yüzümü inceliyordu. Aralık ayının sonundaydık, perdeleri açık penceremden dışarı baktığımda karın atıştırmaya başladığını görmüştüm. Soğuk bir ışık düşüyordu Yıldıray'ın yüzüne, mavi gözleri soğuk ışıkla parlıyordu.
"Neva?" Sesi temkinliydi. Beni nasıl gördüğünü, dahası nasıl göründüğümü bilmiyordum. Benden değil de, zihnimden korkar gibi bir hali vardı. Belki de korkuyordu benim korktuğumdan, biliyor olabilir miydi ne hissettiğimi?
Gözlerimi, maviyi güzelce saklayan gözlerine çevirdim ve gözlerinin içine baktım doğrudan. Tuhaf ve açıklaması benim için imkânsız olan bir his vardı içimde, ona karşı. Sorduğu sorulara cevap verebilirdim, veriyordum da zaten. Uzattığı yardım eli değildi, eğer zihnim bir arı kovanıysa onun elinde çomak vardı ve elindeki çomakla benim zihnimi kurcalıyordu. Biliyordu, biliyordum arı kovanına çomak sokmak iyi değildi ancak ikimizin de kestirememesine rağmen merakla beklediği sonuç hâlâ bize uzaktı. Gözlerinde gördüğüm o ifadeden çıkardığım tek şey ise, her ne olursa olsun yine karşımda duracağıydı.
"Nefeslerim daralıyor artık. Derin nefes alamıyorum ama belki bu psikolojik," dedim aklıma gelen ilk şeyi söyleyerek. Başını sallayarak beni onayladığında devam ettim: "Bir tanı koyabildin mi," diye sordum gözlerimi kaçırarak. Duyacaklarımın beni korkutmadığını söylersem şüphesiz yalan söylemiş olurdum.
"Üç alt tanı var elimde, bir de bunların birleşimi ama hepsi birer tahminden öteye geçmiyor Neva, kliniğe yatman gerek."
Hastanenin psikiyatri bölümü aklıma gelirken başımı iki yana salladım yumruk yaptığım ellerimden güç almaya çalışarak. Aklı yerinde bir insan bile orada durduğu sürece bir psikolojik rahatsızlık edinirdi. "Verdikleri ilaçların bağımlılık yaptığını biliyorum," dedim geçerli bir bahaneyi ortaya koyarak. Dizlerimi kendime çekerken ve hatta kollarımı dizlerimin etrafına sararken dikkatle beni izlemeye devam etmişti. "Sanırım, şu an önceliğim kanser olmalı."
Derin bir iç çekiş sesi aramızdaki boşluğu kapladı, gözlerini bir an için kapayıp yüzünü sıvazladığını gördüm göz ucuyla; onu yoruyor olmalıydım. "Yasemin doktorla konuşmuş, üçüncü evredeymişsin. Bayıldığın gün," dedikten hemen sonra ayağa kalkıp odanın içindeki, kapının hizasındaki duvara yaslı olan ikili koltuğa oturdu. "Aslında ilk başta röntgene girecekmişsin ama Yasemin kan kustuğunu mu ne görmüş. Birkaç tahlil daha yaptılar."
Yüzümü ondan tarafa çevirip pencerenin ardında kalan soğuk dünyaya bakmaya başladım. "Annem neden böyle," diye sordum. Aklımda olan ama kimseye sormamam gereken bir soruydu, biliyordum. "Sen neden seviyorsun annemi? O iyi biri değil, senin canını hiç mi yakmadı?"
Gülümseyişinin sesini bir iç çekiş takip ettiğinde gözlerimi ona çevirip sessizce tepkilerini izledim: Ellerini birbirine bağlıyor, parmaklarını sıkıp gevşetiyordu. Dirsekleri dizlerine yaslıydı, başı hafifçe öne düşmüş ve siyah saçları gözlerini kapamıştı. Yorgun görünüyordu. Belki o da yorulmuştu yaşadıklarından, annemin ona yaşattıklarından.
"Ne kadar zamandır tanışıyorsunuz," diye sordum bu kez içimdeki zehre bir parmak bal çalarak, hafifçe öne doğru eğdim bedenimi onu daha rahat inceleyebilmek ve tepkilerinden anlamlar çıkarabilmek için.
"Annen sana yeni hamileydi, baban bilmiyordu," dedi derin bir nefes alarak. Onun aldığı nefesle benimkisi kesildi. Ben doğmamıştım, babam hayattaydı ve annem bir başka tenin peşine mi düşmüştü? Kendimi kirli hissettim, bana dokunmuş muydu o elleriyle?
"Sandığın gibi değil ama. Annenin de psikiyatristiydim." Ellerini indirip yeniden arkasına yaslandığında gözleri gözlerimi buldu, farklı bakıyordu; bakışlarındaki bir şey güzeldi. "Zaten anneni benim yanıma baban getirmişti. Neva, hiç dinledin mi anneni?"
Dinlememiştim ama bunda benim o kadar da suçum yoktu, annem onu dinlememi gerektirecek hiçbir açıklamada bulunmamıştı. Hatta aksine, çoğu yerde beni aşağılamış; bundan zevk almıştı, en azından bana yansıttığı bundan çok da farklı bir şey değildi. Aslında, daha da derinlerde onu dinlememem gerektiğini bağıran bir ses vardı; eğer onu dinlersem yaptıklarında kendisine bir haklılık payı biçeceğimden korkuyordum. Bunca yıl yaptıklarından tiksinirken, ondan nefret edebilirken ve tüm bunlar beni hayatta, ayakta tutarken ona hak verdiğimde ne halde olacağımı düşünmek istemedim; korkaktım belki de.
"Sana inanma mı bekliyorsun, sahiden," diye hinlik dolu bir soruyla saldırdım bunun yerine. "Anneme nasıl baktığını, ona resmen taptığını anlamadığımı düşünüyor musun, söylesene?" Sonlara doğru sesim iyice yükselmiş, soluduğum nefesler daha ciğerlerimi bularak tükenmişti. "Annem için her şeyi yapacak aptalın birisin sen de. Bana babamı kötü göstermekten vazgeç!"
Odanın kapısı açıldı, sustum. Annem, gözlerini benden ayırmadan ve elindeki tepsiyle girdi içeri. Tepsiyi çalışmama masama bıraktığında bile gözleri yüzümü inceliyordu bir suçluymuşum, duruşmadaymışım gibi. "Bunları masaya koyup yememişsin, çorbayı yeniden ısıttım," dedi ruhsuzluğunu giyinen bir sesle konuşarak. "Yemek ye."
Gözlerini benden çektiğinde boşta duran eliyle Yıldıray'ın elini tuttu, kendisini hiç zorlamadan kaldırdı Yıldıray'ı koltuktan. Bunun için kapıya doğru bir adım atması yetmişti üstelik, Yıldıray zaten onun bu sessiz komutuna uyarak kalkmış; onu takip etmişti sessiz adımlarla. Onlar birlikte odadan çıkarlarken üstüme bulaşan sessizliğe sarıldım. Burnuma çorbanın iştah kabartan kokusu doluyordu, midem kendini hatırlatırcasına guruldayıp beni rahatsız ettiğinde oturduğum yataktan kalkarak masaya doğru ilerledim savsak adımlarımla. Uzun bir zamandır yemek yememiştim, hastanede yattığım sürece verilen serumlar açlık hissettirmemişti gerçi.
Kendimi zorlayarak yataktan kalktım, adımlarım herhangi bir komut beklemeksizin ve her şeyi çoktan kabullenmişken ilerlediler masaya doğru. Sandalyeyi çekip külçe gibi ağırlaşan bedenimi bıraktım ahşap yüzeye. Kaşığı elime aldığımda zihnimin kendini kapadığını hissediyordum, yine de bir şekilde tüm bunları boş verip kaşığı elime alarak çorbayı yudumlamaya başladım. Uzun bir süredir, ilk defa boğazımdan gerçek bir yemek geçiyordu. Çorbanın sıcaklığının iyi hissettirdiğini kesinlikle inkar edemezdim, korktuğum gerçeğini inkar edemeyeceğim gibi. Çorbayı kaşıklarken birkaç düşünce doluverdi zihnime aniden, Halit Bey karısına şu an oturdukları ev dışında hiçbir şey bırakmamış ve bütün her şeyi, gelirleri bana bırakmıştı; bunları Hafsa Hanım avukatla konuşurlarken duymuştum. İyi hissettirmiyordu hakkım olmadığına adım kadar emin olduğum para, omuzlarımda koca bir dağ gibi birikiyordu bütün hepsiyle birlikte. Belki, zaten nadir olan uykularımı bile kaçırırdı yiyebildiğim şuncacık şeye olan iştahımı kaçırdığı gibi. Bu da beni korkutan şeylerden birisi ve en tehlikelisiydi.
Kaşığı tepsiye bırakıp kenardaki ıslak mendille sildim ağzımı, tepsiyi kenara doğru iterek hemen karşımda duran bir top A4 kağıdı içinden bir tanesini çektim önüme. Masamın üstündeki kalemlikten rastgele aldığım siyah pilota baktım, vasiyet pilot kalemle mi yazılırdı? Bilmiyordum ama bence, okullarda bunu da öğretmelilerdi. Güçlükle bir nefes alıp dudaklarıma zoraki tebessümlerden yerleştirdim, başımı hafifçe öne eğerek başladım düşünmeye. Kimlere dağıtabilirdim bu mirası? Yetimhaneler, Gazi ve Şehit Aileleri dernekleri, hayvan barınakları, çocuk ve kadın sığınma evleri... Eren.
Hemen oturduğum sandalyede doğrulup odayı taradım heyecanlı gözlerle, telefon hâlâ bıraktığım gibi yatağın üstündeydi. Sandalyeden kalktığımda bütün kuvvetimin yerine geldiğine yemin bile edebilirdim, ferahlamış hissediyordum bunun da ötesinde. Telefonu alıp kurcalamaya başladığımda saate çok da dikkat etmeden aradım Buğra'yı. Eren'i tanıyan bir o vardı, bir de ben vardım. Başka birine anlatmayı da istemiyordum minik dostumu rencide etmemek için.
"Neva," diye açıldı telefon birkaç çalışın ardından. "Evde misin?"
"Evdeyim ama seni bunun için aramadım," derken yatağa oturmuştum, vereceği tepkiyi bir müddet düşündükten sonra devam ettim cümleme: "Bana Eren'in soyadı lazım asında. Yardım edecek bir sen geldin aklıma. Eğer meşgul değilsen öğrenebilir misin?"
Konuşmadan önce derin bir nefes alıp bekledi, sanki her saniye heyecanımı öldürmek için akıp gidiyordu zamandan. Sabırsızlandım, sıkıldım beklerken. Halbuki çok değil, bir dakika bile dolmamıştı daha. En nihayetinde: "Ne yapacaksın," diye sordu Buğra. Yüzümü sıvazladım bıkkınlıkla, zaten anlatacak olsaydım telefonu açtığı gibi bütün planımı dökerdim ortaya. Yine de şikayetlenmedim, o da haklıydı kendince. Neden durduk yere, sorgulamadan, sırf ben istedim diye kabuk etsindi ki?
"Aklımda bir plan var," dedim kuru bir sesle, kaşlarımı çattım. "Ama eğer uğraşamam, diyorsan Semih'ten de rica edebilirim?"
Güldüğünü işittiğimde kalbim sancıdı, acıdı canım. "Gerek yok, hallederim."
Sonrası sessizlik. Ne o konuştu ne de ben cesaret edebildim sözcükleri tüketmeye. Kapamadı da telefonu, yine bir yük kondurmuşlardı omuzlarımdaki dağın tepesine; eğilip bükülecek gibi olmuştum. Gözlerimi kapayıp telefonu kulağımdan çekerek sonlandırdım aramayı, teşekkür etmek gelmedi içimden.
Kendime toparlanabilmek için tanıdığım zamanın bittiğine inandığımda oturduğum yataktan kalkıp masayı topladım ve elimdeki tepsiyle birlikte çıktım odadan. Yıldıray hâlâ buradaydı, annemle oturma odasında oturmuş sessizce konuşuyorlardı, artık bahsi geçen konu neyse tartışır gibiydiler. Onları kendimce görünmez ilan edip mutfağa geçerek tepsiyi tezgaha bıraktım. Madem annem evdeydi, o zaman biraz ev işi yapıp kızının bulaşıklarını yıkayabilirdi, asla hayır demezdim buna.
Mutfaktan çıkıp odama gitmek için koridora yöneldiğimde durdu ayaklarım, tam üç hafta sonra müzik yarışması vardı; benimse gruptan haberim yoktu. Oturma odasına dönüp kapıya yasladım bedenimin yarısını, öne eğildim: "Okula gideceğim, çocuklarla prova yapmamız gerek."
Annem bir şey söylemek için yeltendiğinde Yıldıray'ın onu, elini tutarak durduğunu görmüştüm, tiksintiyle buruşturdum yüzümü. "Tabii, arkadaşlarının yanında kendini daha iyi hissediyor gibisin." Gözlerinde samimi bir tebessümün yansıması vardı, yüzümü buruşturduğumu görmemiş ya da gördüyse bile göz ardı etmişti. Tuhaf adamdı şu Yıldıray, kelimenin tam anlamıyla yani.
Başka herhangi bir şey söylemelerine gerek yoktu, arkamı dönüp odama geçerek kapıyı arkamdan kapadığımda yatağımın ayak ucundaki demirlere asılı olan havlu ilk kez dikkatimi çekti. Tabii ya, ben duştan çıktıktan sonra giyinmemiştim ki!
Tam arkamı dönüp kapı koluna uzandığımda kapı aniden geriye doğru çekilip açıldı, annem belirdi karşımda. "İlge Hoca'n dün akşam çantanı getirdi, içinden lazım olanları al da diğerlerini kirliye atayım," dedi beni bir sorun var gibi süzerken. Başımı sallayarak onu onayladığımda geri çekilmişti ancak gitmeden hemen önce ona üstümdekileri onun giydirip giydirmediğini sordum.
"Bir sakıncası mı vardı?"
Yoktu, sanırım. Bunu ona söylememe de gerek yoktu, sustum bu yüzden ve kapıyı kapayıp üstümdeki eşofman takımını çıkarak normal siyah bir kotla küçükken o çok sevdiğim anne gardırobu kurcalama saatlerimin sonucunda ele geçirdiğim; seksenli yıllara ait olan, kısa kesimli siyah kazağımı giydim. Kazağın yakası yarım boğazlı sayılırdı, kolları epey boldu. Kazağın ön yüzündeki krem renkli desenler kazaktaki siyah dışında tek renkti, güzeldi. Saçlarımı alelacele tarayıp salık bırakmış olsam da bileğime turuncu renkli lastik tokamı tarak doğrudan banyoya geçtim. Çantam banyodaki kirli sepetinin üstünde duruyordu, içinden sadece defterim ve babamın günlüğünü alarak hiç vakit kaybetmeden; yeniden odama girince sırt çantamın içine tıkıştırdım elimdekileri. Tamamdım, hepsi sadece bu kadardı.
Telefonumu pantolonumun arka cebine sıkıştırıp odadan çıktığımda annemlerin sesi uğultu halinde geziniyordu ince koridorda, babamın nefes izlerini hâlâ taşıyan bu evde babamdan başka bir adamın rahatça gezinebilmesi kanıma dokunuyordu. Her şeyden öte benim toplasam on kez ancak sarıldığım kadının elini rahatça tutabiliyordu o adam, gerçi onun da bir suçu yoktu. Salıncaktan düştüğümde elimden tutup beni kaldırmak yerine başımda dikilip kalkmamı söyleyen annemdi, kendisi değildi.
Derin bir nefes alarak başımı iki yana salladım, bunları şimdi düşünmemem daha iyi olacaktı. Portmantonun önünde durup montumu alarak giydim üstüme, çantamı yeniden omzuma astım. Botlarımı giymiş çıkmak üzereyken Yıldıray durdurdu beni. "Bekle, birlikte gidelim."
"Otobüsle gideceğim," dedim kapının önünde durarak, omzumun üstünden ona baktım.
Omuz silkti tasasızca. "Ben de gelirim."
"Rahat bir nefes aldığım yerlerde beni rahatsız etmemeyi deneseniz?" Gelmesini istemiyordum.
"Bir süre bana katlanmak zorundasın."
Göz devirip kapıyı arkamdan kapamadan çıktım evden, zaten çok beklememe gerek kalmadan Yıldıray da çıkmıştı. Kollarımı göğsümde bağlayıp ondan olabildiğince uzak durarak yürümeye başladım. Zihnimde birçok düşünce çatışma halindeydi, birçoğunun dili keskin bir kılıçtı; geri kalanın elleri kanlıydı. Belli olmayan bir dava uğruna birbirlerini katleden onlarca düşünceye ev sahibeliği yapıyordu zihnim, yanımda yürüyen adama baktım yan gözle; sesleri duymuyor muydu hâlâ?
"Bir sorun mu var?"
Başımı iki yana sallayıp derin bir nefes alırken kollarımı çözerek ellerimi ceplerime soktum. Sorun vardı ancak dile getirebilecek kadar cesur hissetmiyordum o anda kendimi, sessiz kaldım. Yıldıray da sınırlarını biliyor olsa gerek, rahatsız etmedi beni. Arka cebimde duran telefonumla çantamdan kulaklığımı çıkararak müzik dinlemeye karar verdim. Kulaklığı kulaklarıma takarak şarkı listeme bakmadan rastgele yürüttüm şarkıları. Harun Tekin'in sesi duyuldu elektro gitardan ve bateriden sonra, "Bir derdim var, artık tutamam içimde," diyordu.
Dudaklarım kırık bir tebessümle kıvrılırken şarkıyı sürekli moduna alarak telefonu elimle birlikte cebime soktum. Gitsem nereye kadar, kalsam neye yarar; diyordu: Hiç anlatamadım, hiç anlamadılar. O kadar bendi ki bu dizeler, sanki ruhum doldurmuştu şarkıyı ve sanki sözlere eşlik eden müziğin asi vuruşları hiç özümseyemediğim ruh halimi örtüyordu.
Okulun kapısına yaklaştığımızda olduğu yerde durmuş, hiçbir şey demeden içeri girişimi izlemişti. Onu ve bu sessiz yolculuğu bir şekilde zihnimin gerilerine gömerek hızlı adımlarla okul bahçesinde ilerledim. Beliz ve Ayça'yı hararetli hararetli konuşarak merdivenleri tırmanırken görmüştüm, şarkıyı durdurup onlara seslendim adımlarımı hızlandırarak. Beni duyduklarında durup dönmüşlerdi, koşar adım yanlarına gittim o an bir nebze de olsa bununla mutlu olarak. "İlge Hocadan izin alsak, provalara devam etsek olur mu? Çok ara verdik."
"Aslında biz ara vermedik," dedi Ayça omuz silkip, merdivenleri çıkmaya devam ettik bu sırada. "Sen yoktun."
Elim Ayça'nın kolunda donup kaldı, hareket edemedim. Diyecek bir şeyim yoktu açıkçası, haklıydı. Derin bir nefes alarak Elimi Ayça'nın kolundan çekip cebime soktum ve zoraki bir tebessümle gülümsedim onlara. "İyi dersler size." Sonrası ter ediş, belki de terk edilişti. Yanlarından uzaklaşıp hiç kimseye selam sabah vermeden müzik odasına doğru ilerlemeye başladım.
Anlam vermek istemediğim yaşlar gözlerime doğru ilerliyordu, görüşüm bu yaşlarla bulanıklaşıyordu. Benim, ilkokul ya da ortaokul dönemindeyken bile doğru dürüst arkadaşlarım olmamıştı ki; şimdi niyeydi bu kırılmalarım? Hastaneden çıktıktan sonra Semih dışında kim gelmişti yanıma, kızlar yüzüme bakmışlar mıydı? Nefret ediyordum kendimden, her şeye bu kadar çabuk bağlanıyor oluşumdan. Bu zamana kadar kendimden başka kimse olmamıştı manevi olarak yanımda, bundan sonra da kendi isteğiyle yanımda duranlardan öte kimseye ihtiyacım yoktu.
Ne kadar da zavallıca, diyordu zihnimde bir tahta oturup düşüncelerimin kavgasına hakemlik eden Neva: Bu, yenilgiyi bahanelerle kabulleniş şekillerin...
Ona aldırmadım, müzik odasının kapısını açarak içeri girdim sessizce. Kapı arkamdan örtülürken derin bir nefes daha almıştım, adımlarım piyano sandalyesini kendine istikamet tutturmuştu; çantamı sandalyenin yanına bırakıp üstüne montumu koydum ve sandalyenin puf yüzeyine oturduktan sonra piyano tuşlarının ahşap kapağını kaldırdım. Boş gözlerle baktım piyano tuşlarına, bir şeyler çalmak istiyordum ya da en azından Skyfall'a biraz çalışmak. Her şey zihnimdeydi; çalmam gereken parçanın ismi, dizeklerde sıralı notalar... Parmaklarımın ucu karıncalanmıştı ama ellerim kalkmıyordu. Gözlerimi kapayıp sıvazladım yüzümü, ellerimi piyano tuşlarının üstüne indirdim. Sanki felç düşmüştü parmaklarıma, kıpırdamıyorlardı tuşların üstünde.
Ellerimi kucağıma indirip güldüm elimde olmadan, neden yapamıyordum?
Alnımda birikmeye başlayan terleri elimin tersiyle silerek yerdeki montu elime alarak çantamı omzuma astım ve odadan çıkmak üzere hazırlandım. Piyano tuşlarının üstüne ahşap tahtayı kapadığımda içimde tarifi mümkün olmayan bir boşluk can bulmuştu, o boşluk kara delik gibiydi. Minikti ve her şeyi yutup yok edebilirdi.
"Nixon: İnsan yenilince tükenmez, pes edince tükenir, demiş."
İrkilerek arkamı döndüğümde Buğra sessiz adımlarla bana doğru ilerliyordu okulun koridorunda yanan ışığı da arkasında sürükleyerek, omuzları dikti ve elleri ceplerindeydi umursamazca. Nasıl bu kadar sessiz hareket ettiğini hep merak etmiştim, bir açıklama getirememiştim buna. Gözlerimle ve onun kadar sessiz olmaya özen göstererek onu takip ettim: Sessizliğini koruyarak yanıma geldi, puf sandalyede yanıma oturduktan sonra piyano tuşlarının üstündeki kapağı açtı. "Orada, neyle cebelleştiğini bilmiyorum ama pes ediyorsun," dedikten sonra ellerimi tuşların üstüne bıraktı. "Eğer hiçbir şey gelmiyorsa aklına Çoban Yıldızı'nı çal?"
Yutkundum, gözlerim ağırca örtüldü ve nefesim kesilir gibi oldu. "Daha önce çalmadım," dedim sessizce konuşarak, yalan değildi. "Bilmiyorum notalarını."
Telefonunu çıkarıp bir süre bir şeylerle uğraştığında bile ellerimi çekmemiştim piyanodan, elinde duran telefonu yan duracağı şekilde nota defterimin önüne iliştirdi. "Şimdi bunları çizmek epey zaman alacak, bakarak çalabilir misin?" Sesi ondan nadiren duyduğum, duyduğumda geçirdiğimiz iyi zamanları hatırlatan o sıcak tona bürünmüştü. Oldukça uzamış olan saçları alnına düşüyor, kahverengi gölgeler bırakıyordu teninde. Tehlikesinin yanında bütün güzelliğini de kuşanarak gelmişti yanıma, uzansam dokunacağım kadar yakınımdaydı ancak dokunduğumda yanacağım kadar da tehlikeliydi. Teninde, saçlarında gezinmek için karıncalanan parmak uçlarımı azarladım kendi kendime.
Ekranda iyice küçük duran notalara baktım bir süre, başımı iki yana sallayarak kapadım ahşabı son kez. Telefonunu alıp ekranını kilitledikten sonra bıraktım ahşap kapağın üstüne, montumu sıkıca tutarak kalktım sandalyeden ve yanından bir iki adım uzaklaştım. "Birçok efsane var Çoban Yıldızı hakkında ama hepsinin sonu aynı bitiyor, ayrılıkla." Kaşları çatıldığında hafifçe gülümseyip kaşlarının arasında oluşan o sinir tepeciğine bastırdım başparmağımı. Tenine dokunmuş olmanın getirdiği his yayıldı bütün bedenime, gözlerimi kapayıp gülümsedim ve derin bir nefes aldım. Parmaklarım tenini takip edip yanağına doğru bir yol izledi sessizce, usulca tenini okşuyordu. Dokunuşlarımın hiçbir farkı yoktu bir kuş tüyünü hiç hissetmeden bir tende gezdirmekten, bana özeldi.
"Ama hepsinin sonunda Çoban Yıldızı'nın ölüme mahkum olduğu vurgulanıyor. Senin Çoban Yıldızı'n da ölecek." Ve hiçbir şey demesini istemedim, kaldıramazdım. Hayır, kaldıramazdık. Bu yüzden arkamı dönüp bir korkak gibi kaçtım ondan, odadan. Kendime bile güç bela kabul ettirdiğim bir gerçeği az önce kendi rızamla itiraf etmiştim, yaptığım bariz ve büyük bir aptallıktı.
Merdivenlere ulaştığımda duvardan destek alma gereği duyarak basamakları indim çabucak, daha zil çalmamıştı; öğle arasındaydılar, yani biraz elimi çabuk tutarsam derse yetişebilirdim. Yanından geçtiğim öğrencilerden selam verenler olmuştu, sessiz bir baş selamıyla onları onaylayıp yoluma devam ettim ve en nihayetinde sınıfa girdim. Nefesimi tuttuğum o andaydım, sıraların üstlerindeki test kitaplarına eğilmiş olan başların çoğu yavaşça hareket ederek kalkıyor; gözler bana dönüyordu. Kendi sırama doğru ilerleyip çantamı sıraya bıraktım, montumun masanın altındaki bölmeye sıkıştırıp oturdum yerime. Özellikle Ali ve Öykü'ye bakmaktan kaçınmış olsam da onların da farklı bir durumda olduğu söylenemezdi, ikisi de başlarını kaldırmamıştı.
Bir süre sonra ders zili çaldı, zilin hemen ardından derse öğretmenler zilini beklemeden giren; bugüne kadar bir kere bile geç kalmayan ve hatta okula gelmemişlik yapmayan tek öğretmen girdi sınıftan içeri: Coğrafyacı Selda Hoca. Coğrafya dersini severdim, lisenin ilk yılından beri sadece dersini dinleyip başarılı olduğum tek dersin coğrafya olduğunu dahi söyleyebilirdim hatta. Selda Hoca'yı da severdim, elinde denemelerle gelmemiş olsaydı. Sınıftan memnuniyetsiz homurtular yükselirken Selda Hoca elini kaldırarak herkesi susturdu, çantasını öğretmen masasına bırakıp teker teker optikleri ve kitapçıkları dağıtmaya başladı: "Süreyi biliyorsunuz, sonrasında okuldan çıkış yapabilirsiniz ya da isterseniz burada durup hocalarınıza yapamadığınız soruları sorabilirsiniz." Durup kolundaki saate baktı sessizce: "Süreniz başlamıştır arkadaşlar."
Çantamın içinde her zaman numunelik tuttuğum kurşun kalemi ve silgiyi alarak kitapçığı açtım. İlk sayfaya koyulan boşluk doldurma soruları gözümde büyüyordu, sayfaları kurcalayarak dil bilgisi kısmını bulduktan sonra soruları teker teker, zorlanmadan çözüp paragrafları da bir şekilde hallettim.
Zaman geçmek bilmiyordu. Türkçe bitmiş, sosyali kendi bildiklerime göre tamamlamış ve hatta sıkıntıdan ne yapacağımı bilmesem de deneme-yanılma yoluyla sekiz tane matematik ve beş tane geometri sorusu çözmüştüm, bu benim için oldukça dolu bir optik anlamına geliyordu. Optik hariç, masamın üstünde ne varsa çantama koyarak masanın altındaki montumu aldım. Öğretmen masasına optiği bıraktıktan sonra hiç vakit kaybetmeden çıktım sınıftan. Okulun çıkışına doğru yürürken bir düşüncenin puslu gölgesi doldurdu zihnimi. Dünü düşündüm: Aslında, nasıl da mutlu olmuştum o minik çocuklarla geçirdiğim kısa zaman diliminde.
Senin peşini hiç bırakmayacak bu mutsuzluk ama sorumlusu sensin, diyordu hemen yanı başımda benimle birlikte yürüyen on beş yaşımdaki halim: Müzik yarışmasına baştan katılmayacaktın.
Ona bakıp göz devirdim, montumun cebinden telefonumu alıp kulaklığımı takacağım sırada telefona düşen mesaja baktım gülümseyerek. Savaş'tandı, okulda olup olmadığımı soruyordu.
Mesajına geri dönmektense aramanın daha iyi olacağını fark ederek ekrandaki numarayı çevirdim, telefonu kulağıma yaslayıp okul bahçesinin çıkışına ilerledim adım adım. Telefon meşgule düşünce kaşlarımı çatarak telefonu kulağımdan çektim ve ekrana baktım şaşkınca. Savaş meşgule atmıştı aramayı? "Pekâlâ," diye geçirdim içimden, kulaklığı takıp şarkı listelerimde dolaşmaya başladım. Çok değil, birkaç dakika sonrasında Savaş'ın ismi ekranda yanıp sönüyordu.
Gereksiz bir heyecan hissetmeden, gülümseyerek yanıtladım aramayı: "Efendim?"
"Telefon elinde mi bekliyordun, Sarı, itiraf et?"
Yanaklarım ısınırken alt dudağımı ısıtmıştım, görmese bile omuz silktim o an. "Şarkı dinleyecektim aslında, şarkılara bakıyordum."
Gülümsediğini işittiğimde gerginliğim yerini tuhaf bir rahatlama hissine bırakmıştı. "Okulunuzun önündeyim, arabayla geldim ama. Hatta şu an seni görüyorum."
Şaşkınca telefonu kulağımdan indirip karşımdaki arabalarda göz gezdirdim. Siyah renkli spor bir arabadan yükselen korna sesiyle telefonu kapayarak ona doğru ilerlemeye başladım kendiliğinden hızlanan adımlarım söz dinlemezken. Okul bahçesinden çıkıp neredeyse koşarak karşı kaldırıma geçtiğimde Savaş oturduğu sürücü koltuğundan uzanarak ön yolcu kapısını açmıştı. Derin bir nefes alarak yanına oturdum ve kapıyı kapadım ardımdan, kemerimi taktığım sırada ise Savaş yanağımı öpmüştü. Gülümseyerek ona baktım kirpiklerimin altından baktım, yanaklarındaki gamzeler teninde minik bir çukur oluşturana dek gülümsemişti. Utandığımı hissederek derin bir nefes aldım, önüme döndüm.
"E, şoför bey... Nereye götürüyorsun beni?"
Arabayı çalıştırdığında çantamı arka koltuğa bırakarak sol omzumu koltuğa yaslayacağım, hemen hemen yan duracağım şekilde oturdum koltukta; bir bacağımı diğerinin altına almıştım ve öylece Savaş'ı izliyordum. Sol eliyle direksiyonu yönlendirirken sağ eli vitesteydi, ara sıra göz ucuyla bana bakıyor olsa da dikkatinin büyük çoğunluğu yolda toplanmıştı; dudaklarındaysa minik bir tebessümün izi vardı. Gözlerimi kapadım sakince, hasta olmasaydım nelerin olabileceği düşüncesine izin verip bir müddet bunu hayal ettim. Savaş'a hayatımda yer verir miydim? Büyük ihtimalle... Aslında, şu an onu yanımda tutarak büyük bir bencillik yaptığımı tam da bu anda fark ettim; canını yakacaktım. Üzmekten korktuğum halde üzecektim onu. Derin bir nefes alıp bunun ağırlığıyla güçlükle yutkunduktan sonra gözlerimi açarak arka koltuğa baktım: Çantamın hemen yanında Savaş'ın gitarının çantası duruyordu.
Elimi örten elinin sıcaklığı tenimi gıdıklarken kucağımda duran ellerime indirdim gözlerimi. Araba durmuştu, merak edip başımı hafifçe kaldırdığımda kırmızı ışığın yandığını fark ettim. "Yine gerginsin, durgunsun da biraz. Ne olduğunu anlatmak ister misin Sarı," diye sordu Savaş şefkat dolu bir sesle konuşarak.
Gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Açık bir alana gidebilir miyiz? Hava soğuk ama biraz nefes almam gerekiyor gibi hissediyorum," dedim anlatmaktansa başka bir kaçışı tercih ederek. Savaş anladı, hep anladı beni ve hiç karşı çıkmadı. O da sessiz kalmayı kendisine görev bilmiş olacak ki, arabayı sessizliği lekeleyen hiçbir sese izin vermeden kullanmaya devam etti. Bunun haricinde yolculuk boyunca vitesi değiştirmek haricinde elini ellerimin üstünden çekmemişti, kimi zaman parmakları usulca okşuyordu elimi kaplayan gergin deriyi.
Savaş arabayı durdurduğunda etrafa bakınmayı akıl edebilmiştim. Savaş'la daha önce geldiğimiz ve içeride otururken arkadaşlarıyla karşılaştığımız o kafenin önündeydik, memnun bir tebessümle ona döndüm: "Burayı seviyorsun?"
Başını sallayarak onayladı beni, avucunun içinde kalan elimi hafifçe sıkarak kemerini açtı, "Güzel bir yer ama, sevilmeyecek gibi mi," diye sordu. Cevap vermem için değil de tasdikletmek için sorulan bir soruydu bu. Tebessümüm büyüyüp samimi bir gülümsemeye bürünürken başımı iki yana salladım, kemeri açtıktan sonra çıktım arabadan Savaş'ı beklemeden. Hemen ardımdan Savaş da çıkınca hızlı adımla onun olduğa tarafa geçip kolunu tuttum yanında durmak iyi geldiği için.
"Yine sıcak çikolata içer miyiz?" Sesim kendimden beklemediğim kadar ince çıkmıştı.
Savaş'ın tatlı kahkahası havaya karışıp kulaklarıma dolduğunda afallamıştım. Ona haksızlık ediyor, onu kendimle birlikte harcıyordum hiç düşünmeden. Her şeyin bittiği zaman onu da kendimle birlikte ölü toprağımın altına mı sürükleyecektim yani, kendimden nefret etmem için kendime çok fazla sebep veriyordum. Bir anda olduğum yerde durdum, ayaklarım daha fazla ilerlemedi. Gözlerim Savaş'ın dudaklarındaki gülümsemeden neredeyse tutuşan ellerimize kaydığında yutkundum ve işte olmuştu, yaşlar yuvalarından taşmak için birikmişti kirpiklerimin diplerine.
Durduğumu fark eden Savaş bana doğru dönüp neyim olduğunu anlamaya çalışır gibi baktı gözlerime. "Ne oldu, iyi misin?"
Başımı iki yana sallayarak derin bir nefes alır gibi burnumu çektim. "Babamın günlüğü," diye başladım söze gözlerinin içine bakarak. "Çantamda kaldı, onu alabilir miyim?"
Gülümsemesi küçülüp bir tebessüm olarak kaldı yüzünde, gözlerinin içi bu tebessümle parlıyordu. "Sen geç otur bir yere, ben çantanı alıp geleyim," derken beni boş masalara doğru hafif bir ittirmeyle yönlendirmişti. Onu başımla onaylayarak geçen sefer oturduğumuz masanın hemen arkasındaki boş masaya ilerledim. Bu sırada Savaş çoktan kafeden çıkıp arabasının yanına gitmişti bile. Erkekler ve hızlı hareket etme adetleri... Sandalyelerden duvarın hemen önünde, cam kenarında kalanına oturup arabadayken çıkarmadığım montumu üstümden çıkararak sandalyenin sırtlığına astım.
Garsonun gelmesi hemen hemen Savaş yanımdaki sandalyeye oturduğu zamana denk gelmişti, siparişleri verdikten sonra masanın üstüne bıraktığı çantamı çenesiyle işaret etti; dudaklarında hiç silinmeyen bir tebessümün debdebeli izleri duruyordu. Sessiz sorusuna sessiz bir yanıt vererek çantama uzandı parmaklarım, fermuarı açtıktan sonra arama gereği bile duymadan çıkardım eksi yüzeyli defteri. Babamın günlüğünü açıp sayfalarını çevirirken en son kaldığım sayfayı bulana dek gözlerimle dolaştım sayfalardaki satırları. Bu süre boyunca garson siparişlerimizi getirmiş, Savaş ise arkasına yaslanıp beni izlemekle yetinmişti; sandalyemi kendisininkine çevirip hiç alışık olmadığım bir oturuşla bacaklarımızı birbirine bağladı. Savaş'a gülümserken kaldığım sayfada durdum ve derin bir nefes aldım güçlükle. Savaş ise elinde tuttuğu, içi sıcak çikolata dolu olan kupayı bana uzattığında elinden alıp bir yudum içtim sıcak çikolatadan, kupayı masaya bıraktım.
"Annemle babam lisede tanışmışlar, ilk yıl hem de," dedim gülümserken, gözlerimi defterden kaldırıp Savaş'a çevirdiğimde ilgiyle beni dinlediğini gördüm. Bundan memnun olup devam ettim: "Babamınki ilk görüşte aşk sanırım, yani burada yazılandan anladığım bu... Bana öğütler verip ailemi, kendisini anlatmak istemiş," derken sonlara doğru kısılmıştı sesim. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım ve elimin üstüne kapadım defteri, okumaktan vazgeçtim o an; yeniden. "Bir yerde, "Kimde huzuru bulduysan ona git," diyor babam. Sanırım bu zamana dek aklımı başımda tutan tek öğüt bu oldu."
Eli elimi bulup uzun parmakları parmaklarımı sardığında tuttuğumu bile fark etmediğim nefesimi bıraktım gergince, gözlerimi açıp elalığını giyinmiş alaca gözlerinin içine baktım. Bu çok acı vericiydi, eğer kendimden nefret etmek için bir sebebim olacaksa; tek sebep olarak bunu benimseyebilirdim çünkü Savaş'ın gözlerinde kırgınlığı ancak bu kırgınlıktan nasibini almayan sevgiyi gördüm, içim acıdı ve ezilip parçalara ayrıldı kalbimde bir şeyler. Ben ne yapıyordum bu çocuğa böyle?
"Kalbinin sesini dinlemeni söylerdim ama bundan deli gibi de korkuyorum."
Güçlükle yutkunup elimin üstündeki elini tuttum, defterin arasındaki elimi çıkararak derin bir nefes aldım. "Kalbimin sesini duyamıyorum ki. Burada," dedim şakağıma iki parmağımla dokunarak. "Burada konuşuyor sürekli birileri. Kafamın içinde birçok ben var ve hepsi canlı, Savaş." Sesim sitem ederceydi, canım yanıyordu. "Ne olduğunu bulamadılar daha ama bilimsel bir tanıya gerek var mı ki? Katil var işte beynimde, hem de bir sürü!"
Gözlerinde tuhaf bir ifade vardı, korku değildi; ne olduğunu bilmesem de ne olmadığını bilecek kadar tanıyordum artık onu. "Şu anda da seninle konuşuyorlar mı?" diye sordu hiçbir duygudan renk vermeyen ses tonuyla.
Yutkunup gözlerimi kaçırdığımda derin bir nefes alarak zihnimin karanlık dönemeçlerinde ilerledim. Bir ize, bir sese rastlamak için bekledim: Benimle sürekli dalga geçip beni intihara kadar sürükleyen o kızı, piyano çaldığımda yanımda oturan on beş yaşımı, biri bağırdığında korktuğu karanlıktan çıkmasına rağmen hâlâ saklanan küçüklüğümü bekledim; yoktular. Yalnız kaldığım anları kollayıp beni çoğu kez, bir şekilde gafil avlayan o ölü ruhlar yoktu. Belki de, aslında oradaydılar ama beni böyle şaşırtmayı istemişlerdi; olabilirdi. Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım yeniden gözlerine bakabildiğimde, elleri öne uzanıp kollarımı kavrayarak beni yanına çekti; başım omzunun boynuyla birleştiği o girintiye yerleşince defter aramızda sıkışıp kaldı, gözlerimi kapadım ve ona izin verdim.
Kolunun biri bel kıvrımımı kapamışken diğeri ona paralel duracak şekilde sırtımda duruyordu, parmakları kolumu sarmıştı. Dışarıdan bakıldığında oldukça rahatsız bir sarılma gibi gözüktüğünü düşünüyordum, tuhaf bir duruştu ama kesinlikle rahatsız değildi. Parmaklarım, aralarına aldıkları kazağın kumaşını yumruklarımın içine sıkıştırmıştı; ona sarılamıyordum. Nefesinin sıcaklığını saçlarımın arasında hissedince daha da sıkı yummuştum gözlerimi. "Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyorum Savaş, sanki kendimi kaybetmiş gibiyim." İstemsizce titreyen sesim, az sonra gözlerime birikip acımı taşlandıracak yaşların habercisiydi, boğazımı temizledim geri çekilmeden. "Sadece içimdeki boşluk, artık içimde tutamayacağım kadar fazla. Bazen nefes aldırmıyor."
Konuşmadı Savaş, sözcükleri yerine kolumdaki parmakları saçlarımın ucuna dokunduğunda iç çektim, burnumun kemeri sızlıyordu acı içinde. Gözlerimi açıp boş duvara baktım en az duvar gibi boş bakan gözlerimle, gülümsedim. "Dedem öldü, üzülsem geçecek ama üzülemiyorum."
"Dedenle iyi anlaşamıyor muydun?"
"Biz anlaşmıyorduk ki," derken omuz silkmiştim hafifçe. Tişörtünü tutan ellerimden birini göğsüne kaydırıp kendimi hafifçe geri ittim ancak çıkmadım kolları arasından, zaten o da izin vermedi buna. Buna, o an için takılmak yerine konuşmak istedim: "Tanımıyordum ben dedemi. Bir tek adını biliyorum, yaşını ve nereli olduğunu. Başka hiçbir şey bilmiyorum onun hakkında. Babam öldüğünde benimle de iletişimlerini kesmişler."
Sağ elinin baş parmağı yanağımı okşarken hafifçe gülümsedim ve elini tutup çekildim kolları arasından. "Hadi, akşam oldu artık."
Kolları etrafımdan çekilince günlüğü yeniden çantama koyup montumu ve çantamı alarak ayağa kalktım. Hiç konuşmadı Savaş, elimi tutarak kalktı ayağa; benimle birlikte yürüdü. İki kişinin bildiği sır değildir, derler ama Savaş o kadar çok benden biriydi ki... Ona her şeyi anlatabileceğimi hissediyordum, hatta bunun da ötesinde anlattıklarımızın aramızda kalacağına emindim. Bu güveni sağlamıştı. Bazı insanlar vardı, dışarıdan bakıldığı zaman karşısındakini kendisine çekecek hiçbir şeyleri olmazdı ama en güçlü fırtınalardan, dünyayı yerle bir edebilecek her türlü felaketten koruyabilirlerdi seni. Ev gibiydiler; soğuktan ve sıcaktan, dışarıdaki kötülüklerden koruyup içeride sıcacık bir yuva, huzur dolu anlar verebilirlerdi. Sadece ellerinden tutmak yeterdi bunun için, belki minik birkaç tebessüm. İşte Savaş, o insanlardan biriydi. Sol yanağındaki gamzesi sağdakine göre daha belirgin olan, dağınık sarı saçlı çocuk...
Arabanın yanına geldiğimizde kapıyı açmadan durdum öylece, çantamı sıkıca kavramıştı parmaklarım. "Ben gelmesem, biraz yürüsem?"
Kapıyı açtığında söylediklerimle durmuştu Savaş, kaşları bir an için çatılsa da yüzü çok geçmeden gevşeyip eski halini almıştı. Başını sallayarak onayladı beni sessizce, ona gülümseyerek karşılık verdim ve el sallamak ister gibi kaldırdım sağ elimi. "Sonra görüşürüz, bu gece benim için bir şeyler çalmayı unutma."
"Görüşürüz, Sarı."
Geldiğimiz yönde ilerlemeye başladım rüzgâra meydan okuyarak, bugün ruhum sessizdi; zihnim sessizdi. İçimdeki boşluk kocamandı bunların aksine, bedenimde bir hissizlik almış başını gidiyordu. Büyük ihtimalle, mantığım devreye girmeye üşenmediği bir vakit gelince kendime bugün için kızacaktım. Savaş'a anlattıklarım, Hafsa Hanım'la olanlar... Zor bir günün sarhoş ruhuydum, zil zurnaydım. Adımlarımın savaklığı beynimin uyuşukluğundan kaynaklanıyor olmalıydı, üfleseler uçar mıydım?
Soğuk havaya rağmen dışarıdaki insanlara göz gezdirdim. Kimi yalnız, kimi çocuğunun elinden tutmuş, kimiyse eşiyle dolaşıyordu kaldırımların üstünde. Ay, gökte parlamıyordu; yıldızlar gülümsemiyordu gecede. Bulutlar kaplamıştı gökyüzünü içimin kasvetli havaları gibi, başka insanlar nasıl anlamıyorlardı bunu? Belki de anlamazlıktan gelmek basit olduğu için anlamamayı tercih ediyorlardı; tıpkı duymamayı yeğledikleri gibi. Kollarımı birbirine sarıp adımladım kirli kaldırımlara bir leke de ben bırakarak. Durgun denizin sesi duyulmuyordu yoldaki arabalardan, insan şamatalarından ama durgundu işte. Düz değildi, dalgalanıyordu ara sıra. Sahi, o rüzgâra rağmen nasıl böyle kalabilmişti; anlamamıştım.
Doğrudan iskeleyi gören banklara baktım bir süre, hepsi doluydu. Kahverengi saçları uzun sayılan bir kızın yanına doğru ilerledim bana da yer vermesini umarak. Bankın bir ucuna oturmuş, oturduğu bankı tümden sahiplenmemişti; kırık görünmüştü o an gözüme, yakın gelmişti bana. Yanında durduğumda elimle yanındaki boş yeri işaret ettim: "Oturmam sorun olur mu?"
Başını hafifçe iki yana sallarken gözleri şöyle bir değip geçmişti gözlerimden, bense gözlerine bakmamıştım ruhunun acıları belli olur korkusuyla. Kendi acımı başkasınınkine karıştırmayı istemedim, bencillik değildi bu.
Bir teşekkür mırıldanarak bankın diğer ucuna da ben oturdum, onun sahiplenmediği bu bankı ben de sahiplenmedim bunu haksızlık olarak bilip. Gözlerimi kapayıp çantamı kucağıma çektiğimde derin bir nefesle denizin iyot kokusunu doldurdum ciğerlerime, bu kokuyu seviyordum. Ciğerlerimi yakıyor, bana hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyordu.
"Gidişleri bilen birisin, değil mi," diye sordu yanımdaki kız. Sesi yorgun geliyordu kulağa.
Buruk bir tebessümle gülümsediğimde gözlerimi açarak hafifçe ona döndüm yüzümü. Dağınık saçlarının esen rüzgârla gizlemek istercesine kapamaya çalıştığı yüzüne baktım: Belli belirsiz elmacık kemikleri belki de soğuğun etkisiyle kızarmıştı, gözlerinin rengini çözememiştim yine de. Tuhaf, duru bir güzelliği vardı kızın. Omuzlarındaki şal boynunu sarmıyordu ama üşümekten kurtarıyor olmalıydı omuzlarını.
"Sanırım," dedim yeniden önüme dönüp. Küçükken kaybettiklerim aklıma bir bir düşünce sanmaktan öte, emin olmuştum buna. "Erken yaşta öğrenenlerdenim. Bilince de pek bir şey değişmiyor ki, giden elbet gidiyor."
Gülümseyen sesini işittiğimde bir parça daha şaşkınlık dolmuştum. "Gitmek güzel bir eylem," dedi elini şalının üstünden koluna sarmışken. Başımı hafifçe iki yana salladım: "Sancılı bir eylem."
Kaşlarının çatıldığını gördüm göz ucuyla, dudaklarında bir tebessümün hayaleti vardı. "Öldüren bir güzellik aslında." Sonra durdu, gözlerini kapadı bir anlığına. "Korkaklı mı, cesaret mi bilmiyorum."
"Bana kalırsa," diye başladım sözlerime, işin bence kısmı biraz karışık olsa da kendi ifade etmeyi denedim kelimelerimin yettiği kadarıyla: "Korkaklık içeren bir cesaret."
Sessiz kaldık ikimiz de, iki tanıdık yabancının sessizliğini paylaştık. Sanki gök biraz daha kararıp hava biraz daha soğur gibi oldu, mümkünmüşcesine... Kucağımdaki çantaya daha sıkı sardım kollarımı babama sarılır gibi, onun karanlıktan korkan küçük kızı olmayı istedim. Bana yine sarılmasını, saçlarımı okşayıp güneşin doğacağını söylemesini... Güneş doğunca tüm kötülüklerin ve kötü olan şeylerin biteceğini duymak istedim sesinden, deniz dalgalandı; dalgaların kumsala çarpan sesi duyuldu. Gülümsedim.
"Gün," dedi yanımda oturan kız, ayağa kalkıp arkasını dönmeden hemen önce durarak bana çevirdi gözlerini. "İsmim, Gün."
"Neva," diye mırıldandım gözlerimin kısılmasını sağlayan bir tebessümle ona gülümseyip. "Ben de Neva."
Gün, gitti. Şalı uçuştu rüzgârla birlikte hemen arkasında, saçları savruldu. Karanlık bir gecede, sokak lambalarının altından geçip gölgesini peşinden sürüklerken can mı verdi bilmem ama can çekişir gibi bir hali vardı Gün'ün akşamın geceye çalan vaktinde. Ruhu yiten bir kadındı belki de, yakındı bana; tanıdıktı. O giderken ben kaldım başka bir sokak lambasının altında, yalnızlığı kucakladım. Gidenlerin olduğu yerde kalanların çektiği acıyı anlatmaya yetecek kaç sözcük vardı? Daha doğrusu, var mıydı?
Ve biz, geride kalanlar, binlerce acı çektik ruhumuzun karanlık soluklarında.
*
Öncelikle son kısımda ismi geçen Gün, benim karakterim olmayıp her bölümünde ağlayacak hale gelip çoğu zaman bir şekilde ağladığım Islak Kirpikler Sonesi ( @Asmenda) adlı kitabın karakteridir. Okumanızı tavsiye ederim...
Metastaz: Yer değiştirme. -Kanser hastalığında kanserli hücrenin bulunduğu yerden başka bir yere sıçraması anlamında kullanılan tıp terimi.-
Bunları da şuraya bırakayım diyerekten...
ask.fm/cistiliste
ask.fm/nevakaraer
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top