gerçekler ve acılar ♫ ♪

Öncelikle sabrınızdan dolayı hepinize çok teşekkür etmem gerek, biliyorum bölümler hiç olmadığı kadar geç gelmeye başladı. Ancak elimden geldiğince çabuk olmaya çalışıyorum. uzun bölüm yazmak daha bir tatlı gelmeye başladığı için sanırım artık kısa bölüm yazabileceğimi de sanmıyorum. Yani 'kısa ama sık eklenen bölümler' pek olmayabilir. ^^ Ancak benimle beraber beklerseniz böyle uzun bölümlerle karşınıza çıkabilirim. ^^ Biliyorum bölüm aslında dün gelecekti ama birkaç sorun olduğu için bugüne sarktı. Bir daha böyle bir aksama olmaması için uğraşacağım desem de hepimizin belası olan sınav haftaları yaklaşmakta. ^^

Her neyse, umarım bu bölüm, bölümü beklediğinize değecektir. Varsa yazım yanlışları için şimdiden özür dilerim. Keyifli okumalar, yorumlarınızı bekliyorum! ^^

Bölüm Parçası;
1. Daughter - Smother
2. İlker Kaleli - G Minor Bach (LuoNi Arrangement)

On Dördüncü Bölüm ♫ ♪

Öfkeyi belki de en yoğun hissettiğim anlardandı. Neye, kime öfkeliydim, bilmiyordum. Ancak içimde doğan yangının bastırılması zaman alacak, söndürülmesi uzun sürecekti. Belki de o yangın sönene kadar ben ve birçok duygum yangını daha da alevlendirecektik ve bizden geriye sadece küllerimiz kalacaktı. Az önce söndüğüne emin olduğum ben, şimdi cayır cayır yanıyordu.

Kendimden emin olarak attığım adımlar, beni, ezbere bildikleri o yola doğru sürüklüyorlardı. Ellerimi yumruk yaparak bedenimden kaçıp kurtulmak için direnen öfkeyi avuçlarıma hapsettim. Bu sefer başkaları bedel ödeyecekti, hak ettiklerini görecek ve hak ettiklerimi vereceklerdi. Hemen yanımda çalınan korna sesine aldırmadan yürümeye devam ettim. Aklımdaki her sorunun cevabını istiyordum. Merakım kabarırken iç sesim canımı yakarak onu bastırıyordu. Bir çıkarları olmalıydı!

"Neva!" Onu duymazdan gelirken adımlarımı hızlandırmıştım. "Neva!"

Derin bir nefes alarak öfkemi ona yönlendirmektense içimde tutmaya devam ettim. Ona da hesap soracaktım elbet, ancak şimdi zamanı değildi.

"Nereye gidiyorsun?"

Olduğum yerde aniden durup ona baktım boş gözlerle. Cevap vermek şöyle bir yana dursun ağzımdan bir şeyler kaçacak diye korkuyordum, çünkü konuşmaya başlarsam içimdekilerin hepsini kusardım. Bir süre daha ona öylece baktım ancak sonrasında yürümeye devam ettim, ta ki onun kuvvetli parmakları kolumdaki yerlerini alana kadar...

Beni kendine çevirdi, "Neden cevap vermiyorsun? Bir şey mi yaptım," diye sordu.

Ne zamandan beri tuttuğumu bilmediğim nefesimi sesli bir şekilde bıraktım. "Baban benden ne istiyor ya da annemden," diye sordum aniden.

Şaşkınlık Buğra'nın yüzünde milim milim yayılırken ani çıkışımı değerlendirdim. Bence gayet yerinde bir çıkış olmuştu. "Neyden bahsettiğin konusunda hiçbir fikrim yok," derken sesindeki titreme dikkatimi çekmişti. Gerçekten, bilmiyor muydu?

"Bilmiyormuş gibi davranmayı bırak," diye bağırdım onu omuzlarından iterek. "Ne istiyorsunuz benden! Yetmedi mi zaten yaptıklarınız, söylesene!" Cümlem bitmeden onu yine itmiştim ancak bu kez hazırlıklı olduğu için bileklerimi yakalayıp bu dikkatsiz hareketimi çok rahat bir şekilde engellemişti.

"Doğru düzgün anlatacak mısın artık?" Gözlerindeki kırmızı damarlar iyi bir gün geçirmediğinin simgesiydi ve iyice sinirlenmeye başlamıştı.

"Baban bursumu devam ettiriyor. Ahmet Abi'yi gördüm, İlge Hoca'yla konuşuyordu. Annemden mi bir şey istiyor? Yeter artık," diye bağırdım kolumu çekerek.

"Arabaya bin Neva. Konuşacağız," dedi kayıtsız bir sesle.

"Dalga mı geçiyorsun ya?" İsterik bir şekilde gülmeye başlamıştım. Sinirden ellerim soğuk soğuk terlemeye ve hissizleşmeye başlamıştı.

"Neva, şu arabaya bin de konuşalım." Dişleri arasından konuşmuştu ancak onu dinlemek yerine yanından geçip ilerlemeye çalıştım, tabii bunu yine engellemişti. "Seninle daha fazla konuşmak istemiyorum," diye bağırdım kolumu çekmeye çalışarak fakat parmakları daha çok etime gömülünce acı dolu, minik bir inilti dudaklarımdan kurtuldu.

"Babam değil, bursu devam ettiren bendim!"

Bir insanın tüm doğruları bir anda nasıl şaşabilirdi? Nasıl rotasını kaybedebilirdi bir insan oldukça durgun bir denizde? Kaybolabilir miydi ki o ezbere bildiği yollarda? 

Damarlarımda hissettiğim kan zehirlenmişti. Acının o mayhoş zehri tüm etkisini göstererek yayılıyordu vücuduma. En nihayetinde beynimi ve kalbimi sarmalayacak, onları da kirletecekti. Öyle yavaş ilerliyordu ki bu zehir, her dakikada sadece bir milim. Belki vücuduma yayıldığı an benim için her şey bitmiş, dünyam başıma yıkılmış olacaktı. Şu an zorlukla bu enkazın altında dayanmaya çalışıyordum ve geriye kalan sağlam kısım da yıkılmak üzereydi. Her halükârda ölüme mahkumdum. Tüm vücudumdaki karıncalanma hissi ve içimde tutmaya çalıştığım öfke mantığımla çatışarak beni mağlup etmişti. Odağını kaybetmeye başlamış gözlerimi zorla onun üzerinde sabitledim. "Ne dedin sen?"

"Bursu devam ettiren bendim." Her kelimeyi, bir aptala anlatır gibi özellikle vurgulamıştı.

Bir kalp atışlık sürede zaman durdu, kulaklarım uğuldamaya, bedenim buzdan arınmışcasına titremeye başlamıştı. Bedenimdeki her hücre beynimin itaatlerine baş kaldırmış ve çıkardıkları küçük çaplı savaşta (!) galip gelmişti. Daha kendimi kontrol edemeden, engelleyemeden sağ elim benden izinsiz bir şekilde havalandı ve hemen ardından etin ete çarpma sesi aramızdaki boşluğu doldurdu. Elim Buğra'nın avucuna düştü ve onun tarafından sıkıca hapsedildi. Yapmak istediğim şeyden bir saniye bile pişmanlık duymamıştım. Öfke dolu gözlerle ona baktığımda başını bana doğru çevirdi. Yeşil gözleri siyahın en derin tonlarına doğru değişmiş ve şu an ölüm saçarcasına bana bakıyordu.

Kolumu sıkıca kavrayıp beni çekmeye başladı. "Sana konuşacağız dedim," diye bağırdı arabasının önünde durduğunda.

"Bırak! Bırak kolumu, bırak diyorum!" Kolumu elinden kurtarmaya çalışırken parmaklarının baskısı daha da artmıştı.

"Yeter be!" Birden kolumu bırakınca dengemi kaybetmiştim ancak toparlamam çok da zor olmamıştı. "Bin şu arabaya!" Kapıyı açıp beni kibarca (!) içeri doğru ittiğinde ona direnmeye çalıştım ama sonunda kendimi öndeki yolcu koltuğuna otururken bulmuştum. Çok geçmeden, hatta birkaç saniye içerisinde Buğra da sürücü koltuğundaki yerini almıştı. Arabayı çalıştırdı ve bana bakma gereği bile duymadan gaza bastı.

Bir evin önünde durduğumuzda içimi kaplayan huzursuzluk varlığını belli edercesine kalp atışlarımın hızlanmasına sebep oldu. Sorarcasına ona baktığımda beni görmezden gelerek arabadan indi ve hemen yanıma gelip kapıyı açtı. "İn."

Arabaya binmek istemeyen ben, şimdi inmemek için sızlanıyordu. Sanki biliyordu iyi şeyler olmayacağını, direniyordu gelecek olan felakete. Ancak onun sert parmakları yeniden kolumu kavrayıp beni dışarı çekene kadar oturmaya devam edebilmiştim. Beni dışarı doğru çekerken arabanın kapısını sertçe kapamıştı. "Ya bırak beni! Eve gitmek istiyorum," diye bağırırken kolumu kendime doğru çekiyordum. Her çırpınımışda kolumu saran parmakları daha da sıkılaşmıştı. Beni duymazdan gelerek eve yaklaştı. İki katlı evin şirin bir görüntüsü olmasına rağmen şu an için bana korkudan başka hiçbir şeyi çağrıştırmıyordu.

Kapıyı gürültüyle iterek açtığında beni içeri doğru itmişti. Düşmemek için büyük çaba harcamam gerekmişti. Dengemi sağladığım zaman ona öfkeyle döndüm ancak yanımdan geçip içeriye girerken omzuma çarpan omuzu yeniden dengemin bozulmasına sebep olmuştu. Komodine son anda tutunarak ayakta durabildim.

"Geri zekal,!" diye bağırdım arkasından, "Hayvan herif!" Ve onun gittiği yere doğru yürümeye başladım. Her adımım sanki ateş korlarının üzerinde yürüyormuşum gibiydi. Yakıcı ve tehlikeli. Derin bir nefes alarak ciğerlerime gerginliği doldurdum.

Kitlenen kapı sesini duyunca irileşen gözlerim ve hızla atmaya başlayan kalbim ellerimin titremesini hızlandırmıştı, "Sen ne yaptığını sanıyorsun?"

"Tedbir alıyorum," dedi gözlerini kısarak. "Dinleyecek misin," diye sordu, sesinde elde tutulacak kadar somut olan bir endişe tınısı vardı.

"Beni neden buraya getirdiğini anlamaya çalışıyorum, Buğra ve emin ol aklımdaki düşünceler hiç hoş değil," derken özellikle son kelimeleri vurgulamıştım.

"Aç şu kapıyı." Burs konusunun yanında daha önceden Buğra'nın benim için söyledikleri ve bursumu babasının karşılamasının sebebi birer beden haline gelmiş kapkara bir hayalet gibi zihnimin içinde, her yerde dolaşıyordu. Hissettiğim huzursuzluğa paha biçilemezdi. Gözlerini devirerek yanımdan geçtiğinde beni ciddiye almadığını çok da güzel belli etmişti. Ellerimi iki yanımda yumruk yaptım. "Sana diyorum!"

Olduğu yerde durdu ve bana döndü, "Kapa çeneni!" Sesi her yeri kaplarken içim titredi.

Buğra Aslan'dan korkmak... O öfke dolu yeşilimsi gözlere sahipken bu zor değildi. Hatta bunu kolaylaştıran tok bir sesi varken, korkmamak elde değildi.

Derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım ve nefesimi verdikten sonra biraz daha sakinleşip yine ona baktım.

"Başkalarını dinlemeyi öğren azıcık, senin doğrudan gördüklerinle bitmiyor iş. Sadece senin doğrularınla, bildiklerinle dönmüyor bu dünya. Sadece sen kırılmıyorsun. Bir şeylere kendi kafanda değer biçmekten vazgeç artık, at şu bencilliği üzerinden."

Kendimi suçlu hissediyordum. Bencil miydim, başkalarının acılarını umursamıyor muydum? Evet, onu dinlememiştim ama o da beni hiç dinlememişti. "Sen peki beni dinlemeyi denedin mi?"

Yüzünde oluşan buruk bir ifadeyle yürümeye başladı. Ancak bu da çok uzun sürmemiş ve durup yeniden bana bakmıştı. "Orada öyle duracağına gel."

Başımı öne eğerek onu takip etmeye başladım. İçindeki oturma grubundan ve televizyon ünitesinden girdiği odanın salon olduğu anlaşılıyordu Buğra, beyaz üzerine mavi çiçek desenlerinin olduğu koltuklara doğru ilerlerken kapıda durdum.

"Gelip oturacak mısın?"

Gözlerimi ona çevirdiğimde başımı iki yana salladım. Kapının yanında öylece kalmıştım. Bacaklarım, yaşadığım sarsıntı yüzünden isyan bayraklarını çekmişlerdi. Sırtımı kapının menteşelerine dayayarak bedenimi rahat bıraktım ve olduğum yere oturdum. Kollarımı bacaklarımın etrafına dolarken sönmeye başlayan öfkeme sıkıca tutunmaya çalıştım, beni ne kadar yaktığını umursamadan sarıldım ona. Buğra'nın sabrının tükendiğini belli eden nefes sesi duyuldu önce, sonrasında bunu parkede çıkan adım sesleri takip etmişti. Tam karşıma geçip bağdaş kurarak oturdu. "Bak, özür dilerim. Sana öyle bağırmamam gerekirdi. Hatta seni zorla buraya getirmemeliydim. Ama beni dinlemiyorsun ki."

Ona baktım gözlerimi kaçırmadan. Sessizliğimi koruyordum ancak şu an gözlerimin, sözlere ihtiyaç bırakmadığının da farkındaydım.

"Bakma öyle," diye mırıldandı başını öne eğerek.

Kollarımı bacaklarımdan çekip onun gibi bağdaş kurdum ve ellerimi birleştirerek kucağıma bıraktım. Aynı zamanda gözlerimi de Buğra'nın üzerinden çekmiştim.

"Bana bakmamanı söylemedim Neva, sadece öyle derin bakıyorsun ki ruhundaki yaraları görebiliyorum. Seni böyle gördükçe kendimden nefret ediyorum ben."

Başımı ona doğru çevirmeme rağmen hala gözlerine bakmıyordum, "Neva, bana bak."

Başımı iki yana sallarken yeniden Buğra'nın sabrını zorladığımın farkındaydım. Aldırmadım, böylesi daha iyiydi.

"Sadece bana bakmanı istiyorum, lütfen. Konuşmuyor olman zaten canımı yakıyor, beni neden hep en kötüleriyle cezalandırıyorsun?"

"Beni buraya konuşmak için getiriyorsun ama bakıyorum konuyu başka yerlere çektin," dedim isterik bir şekilde kıkırdayarak. "Ah, haklısın tabii," derken gülmeye devam ettim, tüm bu olanlardan sonra sağlam kalmayı başarırsam ilk işim akıl sağlığımı kontrol ettirmek olacaktı.

Şimdi de o konuşmuyordu. Gözlerimin içine bakarken dudakları ince bir çizgi halini almıştı ve dikkatle ağzımdan çıkacak kelimeleri dinliyordu. Derin bir nefes aldığını duyunca istemsizce parmaklarımı sıktım. "Sinirleniyorsun, korkmam mı gerek? Aslında ne yapacağını merak ediyorum, bursum karşılığında istediğin şeyi almaya mı çalışacaksın?" Başımı hızla iki yana salladım, "Böylece kimin kızı olduğumu da tescillemiş olursun."

"Saçmalıyorsun," dedi, ayağa kalkarak bana doğru yürümeye başladı.

"Hayret dilini yutmamışsın." Gülümseyerek ona baktım ancak durmadı. "Nereye," diye bağırdım arkasından.

"Sen sakinleşene ve düzgün düşünmeye başlayana kadar konuşmayacağım." Kararlı bir sesle söylediği bu cümle son sözü olmuştu ve hemen ardından yürümeye devam etmişti.

"Korkaksın sen!" Bağırmama rağmen dönüp bana bakmaması beni daha çok sinirlendirmişti. Elimi yumruk yapıp sertçe yere vurdum, "Allah kahretsin!"

Yalnızlık ciğerlerime hatta hücrelerime kadar nüfuz ederken anneme duyduğum kin gittikçe büyüyordu. Bu işin içinde onun da olup olmadığını düşünmeden edemiyordum. Ondan her şeyi beklerdim ama aklımda beliren görüntülere bir türlü Buğra'yı yerleştiremiyor, onu o şekle yakıştıramıyordum. Öyle bir ihtimal olamazdı. Başımı iki yana sallayıp kendimi bu düşüncelerden arındırmayı denedim. Ancak sanki hepsi birer ok gibi daha da derine saplanmıştı. Derin bir nefes alarak başımı duvara yasladım ve gözlerimi sıkıca yumdum. Annemden nefret ediyordum. Yıktığı kaç kurulu düzen, parçalara ayırdığı kaç kadın kalbi ve acı çekmeye mahkum kaç çocuk bırakmıştı kim bilir gerisinde. Hepsinin şu anda nefret ettiği hayatlarına kim bilir kaçıncı ölümcül darbeyi indirmişti acımadan. O benim annem olamazdı, ben bu kadar acımasız birinin kızı olamazdım.

Aradan geçen dakikalar bana bir asırdan farksız gelmişti. Kimi zaman gözlerimi yakarak serbest kalmak için çırpınan göz yaşlarımı engellemiş, kimi zaman taşıp çağlamak için içimde debelenen öfkemi bastırmış, kimi zaman da boğazımdaki düğümleri yutmaya çalışmıştım. Önce ayaklarının parkede bıraktığı sesler ilişti kulağıma sonra vücudunun yakınlığını hissettim. Yavaşça gözlerimi araladığımda Buğra'yı hemen karşımda, bağdaş kurmuş bir şekilde otururken gördüm.

"Canı yanan sadece sen değilsin. Oradan çok mutlu ya da umursamaz biri gibi mi duruyorum?" Gözlerine baktım. Öyleydi, oldukça umursamaz. Hatta bunu defalarca kez kanıtlamıştı. Başımı hafifçe sola çevirerek içinde hüznün bulunduğu yeşil gözlerinin etkisinden kurtuldum. İlk kez herkese karşı takındığı soğuk ifadesinin yerini samimi bir duyguya bırakmıştı ancak o gözlerde görmeye alışık olmadığım parıltıydı hüzün.

"Herkesin zorundalıkları ve öncelikleri vardır. Senin önceliğin babanın istediği gibi biri olmak, değil mi? Peki ya zorunluluğun ne? Annene benzemekten kaçmak." Başını iki yana salladı, "Hepimiz böyleyiz Neva. Ben de annemi mutlu etmek isteyip babamın boyunduruğundan çıkamıyorum, elimden bir şey gelmiyor."

"Eminim ki Bahar Abla, senin bana yaptıklarının hiçbirini bilmiyordur. Eğer bilseydi bundan hoşnut olmazdı, değil mi, Buğra?" Durdum ve yüzünde oluşan ifadeleri tarttım, " Demek ki anneni mutlu etmeyi sadece istiyormuşsun. Bence bir daha ki sefere bunu yapmayı denemelisin," diye bitirdim sözlerimi.

Cevap vermek yerine bana öylece bakmaya devam etti. Aynı boşluğa sahip gözlerle ona baktım. beni buraya konuşmak için getiriyordu ve şimdi de konuşmuyordu, kafayı yemek üzereydim.

"Neden bursumu devam ettirdin?" Madem konuşmayacaktı, öyleyse onu konuşturmam gerekecekti. "Anlamıyorum seni." Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı hafifçe iki yana salladım. Gözlerim yanmaya başlamıştı ve onları artık ne kadar tutabileceğimi bilmiyordum. "Madem canımı yakacaktın, niye bursumu devam ettirdin? Daha çok canımı yakmak için en iyi fırsat bu değildi, değil mi? Eğer gitseydim canımı yakamazdın?" İçimi çekerek başımı kapının pervazına dayadım.

"Nereye gidecektin? Eski okuluna mı," diye sordu. Sesinden ne hissettiği anlaşılmıyordu, yine, "Gideceğin hiçbir okulda bu kadar iyi müzik eğitimi alamazdın. Bu, senden, benden öte senin geleceğinle alakalı ve ben bunun, senin elinden alınmasına izin veremezdim." Derin bir nefes alıp bir süre öylece durdu.

"Bu yine de mantıklı değil. Yaptıklarını açıklamıyor, Buğra. Vicdanını böyle, bursum üzerinden rahatlatamazsın."

"Amacım vicdanımı rahatlatmak değil zaten Neva." Boğazını temizledi, "İlk başa dönmek ister misin," diye sordu titreyen bir sesle.

"Yani..." Kararsız bir şekilde sustum, en doğru cümleyi beynimdeki havuzda ararken bir yandan da Buğraya bakıyordum, "bana neden bu kadar kötü davrandığın konusuna mı?"

Gerilen yüz ve çene hatlarından anlatacağı şeyin onun için ne kadar kötü olduğu açıkça belli oluyordu. Kendimi en ağırına hazırlamalıydım, duyacaklarımdan pek de memnun kalacağımı sanmıyordum açıkçası ve içimdeki huzursuzluk saniyeler geçtikçe katlanılamaz bir boyuta yükselmişti.

"O gün... Onları o şekilde gördüğüm gün en kayıtsız olduğum gündü. Her şeye karşı. Bir süre boyunca bunu herkesten sakladım, özellikle annemden." sustu ve başını öne doğru eğip bağdaş kurduğu bacakları üzerinde birleştirdiği parmaklarıyla onamaya başladı. Tabii annemin de bunu öğrenmesi çok zaman almamıştı. Yine her şey benim yüzümden, ya da sayemde, olmuştu. O an, hayatımda yaşayabileceğim en zor günü yaşadığımı düşünmüştüm. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Her gün daha da zorlaştı. İnsan bir kez batar, geriye kalanlar dibe çekilmekten başka bir şey değil." Başını kapı pervazına yaslarken yüzünü pencereye doğru çevirmiş, koltukların üzerinden, batmaya başlayan ve tüm kızıllığıyla odayı süsleyen güneşe bakıyordu.

Dikkatle yüzüne baktım. Gözlerinin altı kızarmıştı. Kendini ne kadar zorladığı o kızarıklıklardan o kadar belli oluyordu ki içimden bir ses ona sarılmam gerektiğini söylese de yıllardır bir sandığa koyup kilitlediğim, ruhumun en karanlık köşesine bıraktığım, yorgun, acı dolu benliğim gün yüzüne çıkmış ve varlığını hatırlatırcasına canımı yakıyordu. Boş gözlerle ona bakmaya devam ettim. Dudaklarımdan dökülmek için sabırsızlanan kelimelerim, cümlelerim vardı ancak kendimi konuşmama konusunda ikna etmiştim. Ben acı çekerken benimle konuşulmamıştı. Şimdi bana doğrudan acı çektiren birini dinliyor olmam bile onun için büyük bir hadiye, onu biraz da olsa affettiğimin simgesiydi. Bununla yetinebilmeliydi.

"Annem bir ay boyunca hiç konuşmadı, kimseyle. Az da olsa yemek yiyordu ama vücudu bunu kabul etmediğinden yediğinden fazlasını çıkarıyordu. O zaman bu evi tutmuştu kendine. Tüm gününü burada geçirirdi. Tabii babam hala hiçbir şeyin farkında değildi ve pisliklerine pislik eklemeye devam ediyordu." derin bir nefes aldı, "Sustum Ben de annem gibi, kimseye anlatmadım. Bir ayın ardından annem biraz toparlanacak gibi olduğunda babamın evine geri gittik. Oradaydılar. Annenle babam. Annem bir ayın birikimini kustu orada. Tüm öfkesini, tüm kırıklarını." Yeşil gözlerinde parlayan yaşlara rağmen hala güçlü duruyordu. Ağlamayacağına emindim, onu tanıyordum ancak bir o kadar da kırılgandı Buğra.

"Annemi ilk kez bu kadar güçlü görüyordum ama o güç onu orada tüketti. Birkaç saat nöbette kaldı, sonra yorgunluktan olsa gerek uyudu. Ertesi gün onu hastaneye götürdüm, zor bela. Annem yine konuşmuyordu. Konuşamıyordu. Doktor travma geçirdiğini söyledi, rehabilitasyon merkezine yönlendirdi." Sonra tekrar sustu. Gözlerindeki boşluk o kadar somuttu ki, uzansam içine kayıp yuvarlanacak gibi hissediyordum. Sessizlik aramızda büyürken Buğra gözlerini yeniden dışarıya doğru çevirdi. O anı yaşadığı her halinden belli oluyordu.

Boğazını temizledi, "Bir ay da orada kaldı. Ben okuldan çıkıp onu ziyarete gidiyordum, sonrada bu eve dönüyordum. O bir ay boyunca babamla hiç görüşmedim. mümkün olduğunca seninle de konuşmadım." Yeniden sustuğunda konuşmasına fırsat vermeden aklıma ilk gelen soruyu sordum: "Neden?" Sorum ilgisini çekmiş olacak ki artık bana bakıyordu. "Bana anlatsaydın ben sana yardım etmeye çalışırdı, yanında olurdum. Böyle olmak zorunda değildi."

Buruk bir gülümseme yerleşti dudaklarına, "Bekledim. Görmeni, hissetmeni, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamanı... Ben yapamazdım Neva, gelip sana anlatamazdım ki. Ama sen fark etseydin belki, o zaman her şey farklı olurdu."

Başımı iki yana salladım, "Gururcusun," diye fısıldadım, inkar etmedi. Doğru olan bir şeye karşı çıkmazdı zaten.

"Annem çıktıktan sonra birkaç hafta bekledi, belki babam hatasını anlar da anneni bırakır diye. Ama öyle bir şey olmadı, aksine evin anahtarını annene vermiş babam. Bunun üzerine annem boşanma davası açtı ve kısa sürede boşandılar. Zaten babam da karşı çıkmamıştı."Yüzünü buruşturdu, "Bu olaydan sonra babam annenle ilişkisini kesmiş. Annen bir gün anneme zarar vermeye kalktı. Sarhoştu, hem de fazlaca. Annemin evine gitmiştim. Biraz oyalansaydım belki anneme neler yapacaktı o kadın. Annemi zor aldım elinden sonra da onu evden dışarı attım."

Duyduklarım ruhumda ve beynimde balyoz etkisi bırakıyordu. Sarsılmıştım, o kadar açıktı ki yaralarım, üzerine yenileri eklendikçe onlar daha çok kanıyordu. Yeni depremlere gebeydi her biri. Sanki acının tohumları içimde filizlenmişti önceden, şimdi de çiçek açmış hatta meyvelerini bile vermişlerdi.

"O ana kadar hiçbir şey yapmadım." Dikkatim Buğra'nın sözleriyle dağıldı. "Yani o haber meseleleri. Ama annemi o halde görünce kendim olamadım Neva. Sana veya annene fiziksel olarak ya da doğrudan zarar veremezdim ama bunu başka şekilde de yapabildim." derin bir nefes aldı, "Bencil olan sadece sen değilsin, ben de bencilim. Acı çektim ve senin gibi sadece kurbandım, senin de acı çekmeni istedim."

Artık göz yaşlarımla savaşmıyor, onlara keyiflerince akmaları için izin veriyordum. Tıpkı içimdeki acılar gibi onların da kaynakları kurumamış aksine bir çağlayan kadar kuvvetlenmişti. O kadar güçlülerdi.

"Ben sana gelmiştim, defalarca kez hemde. Hiç usanmadan peşinden koşmuş, sana kaç kez neyin olduğunu sormuştum," diye bağırdım. "Sen benden kaçtın. Bir kez olsun bana tepeden bakmamayı denemeliydin.

"Bir de bana ahkam kesiyordun, iyi değilsen iyi değilsindir diye. Sen çok mu iyiydin!"

Buğra doğrudan gözlerime bakıyordu. Büyük ihtimalle bir şey söylemeyecekti ve bunu bilmek daha çok sinirlerimi bozmuştu.

"Beni suçlayamazsın!" Bağırmaya devam ettim ancak sesim titremişti. "Yeter artık, beni suçlamaktan vazgeç! Ben gördüm, iyi olmadığını. Sana geldim, oysa sen anlatsaydın dinlerdim seni. Bahar Abla'yla konuşurdum. Gereken her şeyi yapardım. Ama sen yalnızlığı istedin ve sonra benden hıncını çıkardın. Soy adına o kadar yakışır bir şekilde davrandın ki... Bir aslan gibi, sessizce pusuda bekledin. Ama seni tebrik etmemi bekleme sakın." İçimi çektim ve elimin tersiyle gözlerimden süzülen yaşları temizledim.

"Ben senin yüzünden ağladığımda bile sana ağladım. O gün kapına kadar gelmiştim, Buğra, canımı yaktığın ve beni herkesin içinde rezil ettiğin için. O zaman da bana böyle tepeden bakmıştın." 

Gözümün önünde onun kolları arasında, göğsüne indirdiğim zayıf yumruklar belirmişti. Sınıfın içinde bana bir fahişenin kızı olduğumu ve annemin devamlı babasıyla birlikte olduklarını açıkladığında ilk söylediği için olmasa bile diğeri için oldukça şaşırmıştım. Sınıftan koşarak çıkmış ve okuldan ilk kez o gün kaçmıştım. Tüm bu olayların takibinde okulun magazin sayfasında bu haberler yayınlanmış ve Onur Bey bursumu kesmişti. O günün akşamı ağlamaktan bitap düşmeme rağmen saat onu geçince kendimi sokağa atmıştım. Yürüdüğüm yola dikkat etmiyordum ama ayaklarım gitmeleri gereken yeri çok iyi biliyormuşcasına ilerliyorlardı. Buğraların evinin önüne geldiğimde eğer bahçede Buğra'yla karşılaşmasaydım bir rezillik çıkarabilirdim ki zaten buna bile gerek kalmadan rezil olmuştum. Ağlayarak ona bağırmış ve en nihayetinde sinirlerim gittikçe bozulmuş sonrasında onu yumruklamaya başlamıştım. O ise, ben onu yumruklarken kollarını etrafıma dolayıp beni göğsüne doğru bastırmıştı.

Aklıma bu takılınca istemsizce kaşlarımı çattım. Ben, onun yüzünden ağlarken bile onun kolları arasındaydım. Gerçi ondan koptuğumu da hiç hissetmemiştim. O canımı acıtsa da hep yanımdaydı.

"Neden bursumu devam ettirdin Buğra," diye sordum konuyu değiştirerek. "Vicdanın için değilse neden?"

"Cengiz'in İlge Hoca'yla konuşmalarını duymuştum. Babamın bursunu çekeceğini hiç düşünmemiştim. Ama tam bir ay geçmiş bursu çekeli. Bir sonraki ayın da aidatı ödenmezse seni okuldan atacaklarını söylemişti Cengiz. İlge Hoca burunu karşılayacak birini aradıklarını, seni biraz daha idare etmelerini isteyince de İlge Hoca'ya bağırmıştı." Derin bir nefes alıp bana baktı, "Her ne kadar babamın yanında çalışsam da reşit değildim, olsaydım da bir şey değişmezdi. Sonuçta ne okul buna izin verirdi ne de ben babamdan saklayabilirdim. Ama Ahmet Abi'den rica ettim. O da kırmadı beni ve yardım sever bir emekli, iş yapmaktan hiç bıkmayan bir bahçıvan olacak sözde banka hesabında uzun yıllardır biriktiridiği parayla sana burs vermeye başladı. Her şeyin gizli tutulmasını istemiştim, öyle de yaptık. Sözleşmeler falan derken her şey halloldu ve Ahmet Abi de senin kağıt üzerindeki bursunu karşılayan kişi olarak kabul edildi. Böylece her ne olursa olsun eğitimine devam edebilecektin." Konuşması bittikten sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı.

"Nereye," diye sordum arkasından. Konuşmaya yeni başlamışken giderse bir daha zor konuşacağından korkuyordum, öyle de olacaktı. Konuyu toparlamak ve tekrar anlatmak... Hem kaldırabileceğimden de emin değildim. Ona da fazla gelebilirdi.

Sesimi duyunca durdu ama bana dönmedi "Sigara içeceğim." Ve yürümeye devam etti.

Buğra'nın sigara içtiğini bilmiyordum. Gerçi Buğra hakkında artık çok az şey bildiğimin de farkındaydım. Oturduğum yerden kalkıp onu takip etmeye başladım, bir yandan da ellerimle yüzümdeki ıslaklığı siliyor, kendimi kurulamaya, toparlamaya çalışıyordum.

Koridoru geçip mutfaktan arka bahçeye çıktık. Mutfak camının mermerinde duran sigara paketine uzandı. "Dumandan rahatsız olacaksan içeri gir istersen," diye mırıldandı pakettin içinden bir sigara ve çakmak çıkarırken.

"Ne zamandır sigara içiyorsun," dedim sorduğu soruya soruyla karşılık vererek konuyu değiştirdim.

"Lise ikinin son döneminden beri."

Şaşkın gözlerle ona baktım. Lise ikiden beriyse ben buna nasıl hiç denk gelmemiştim Kaşlarım yay gibi kalkarken Buğra'nın bakışları yüzümde yoğunlaştı. "Arada bir içiyorum, öyle bağımlısı değilim."

Başımı olumlu anlamda salladım ve sırtımı duvara yaslayarak etrafa bakınmaya başladım. Bahçe ne çok büyük, ne de çok küçüktü. Çimenlerin üzerinde paket taşlarla ince bir yol yapılmış ve kapıya kadar Arnavut kaldırımı süsü verilmişti. Duvarların üzerinde uzun plastik saksılara yerleştirilmiş menekşeler vardı ve demir kapı sarmaşıkla sarılmıştı. Duvara yakın bir yere, çapraz kurulan büyük salıncak ve ona paralel şekilde hazırlanan, hemen karşı taraftaki masa takımı, armut koltuklar oldukça şirin duruyordu.

"Birinden nefret ettiğin zaman istemsizce bu doğrudan onun kanını taşıyanlara da yansır. Kime kin besliyorsan aslında onun soyunu paylaşan herkese karşı bir ön yargın, kinin olur," diye mırıldandı Buğra sigarayı dudaklarından çekerken.

"Bu yüzden benden aldın hıncını," diye sordum onun gibi fısıldayarak.

Dudakları arasından ince, gri duman dans ederek çıkarken başıyla onayladı beni. Sigarayı sevmezdim, hatta kimsenin eline yakıştırmazdım. Ta ki Savaş ve Buğra'da görene kadar. Daha fazla dikkatimin dağılmasına izin vermeyerek bakışlarımı başka tarafa çevirdim.

"Ama bana yardım da ediyorsun?" Sesim ikilemlerime tercüme olacak soruda beden bulurken vereceği cevabı nefesimi tutarak bekliyordum.

"Birinden nefret etmek ona karşı duygu barındırmaktır. Bir süre sonra o nefret bambaşka bir duyguya dönüşebilir ya da zaten var olan o duyguyu ortaya çıkarabilir." Omuz silkti, "Eğer tüm olanlardan sonra sana karşı bomboş hissetseydim o zaman ne olacağın umurumda olmazdı, ama umurumdasın." Parmakları arasındaki sigarayı son kez dudakları arasına alıp derin bir nefes çekti içine ve elindeki sigara izmaritini camın önündeki mermere bastırarak söndürdü.

Doğrudan gözlerine baktım. Evet, hayatımda babama ciddi anlamda benzeyen ilk insan Savaş'tı ancak onun gözleri daha çok elaydı. Ancak Buğra'nın gözleri... Tonları bile birbirine bu kadar yakın olabilir miydi?

"İlk kez babamın gözlerini bu kadar andıran gözlerde nefreti görüyorum," diye mırıldandım.

Sessizlik... Büyüyüp en nihayetinde aramızda patlamış ve tüm lekelerini üzerimize sıçratmıştı. Bir ara gözleri titredi Buğra'nın ve gözlerini benden kaçırdı. "Hadi, içeri girelim."

Kapıdan içeri girip beni bekledi. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım ve kendimi az sonra yaşayacağıma emin olduğum sinir krizine hazırlamaya çalıştım. Onun yanındayken tutunabildiğim, en ağır basan tek duygu sönüp bitmeyen öfkemdi. Kapıdan içeri girip onu beklemeden ilerlemeye başladım. Bahçeye çıkmadan önce oturduğum yere gelince durdum ve bacaklarımı birbirine çaprazlayıp dizlerimi karnıma doğru çektim. Kollarımı dizlerimin etrafında dolarken Buğra da karşımdaki yerini almıştı. Konuşmaya devam etmeyeceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Gerçi konuşmasını istiyor muydum, onu da bilmiyordum.

Buğra nefesini sesli bir şekilde verince gözlerim istemsizce ona kaymıştı. Sanki konuştuğumuz saatler onu tüketmiş gibi yorgun görünüyordu. Gözlerinin altındaki kızarıklığı olduğum yerden bile oldukça rahat seçebiliyordum.

"Aklındakileri sorabilirsin Neva. Soruları gözlerinden yakalayıp cevaplayamam," diye mırıldandı başını kapı pervazına yaslayarak, ellerini kucağında birleştirmişti.

"Neden o gün Savaş'ın seni o hale getirmesine izin verdin?"

Buğra Aslan, birisinin onu dövmesine izin veriyordu. Gözlerimle görsem inanmayacağım tarzdan bir olaydı ki sebebini ciddi anlamda merak ediyordum.

"Haklıydı, hem de birçok açıdan. Seni kendim dışında herkesten korudum ama sana en çok zararı ben verdim." Durdu ve dişlerini birbirine bastırıp dudaklarını sıkıca örttü. Kasılan çenesi bir şeyleri bastırmaya çalıştığının en büyük simgesiydi. Öfke, nefret?

"Senin yanında olmadım mesela. Hak ettim."

Evet, hak etmesine etmişti ama böyle olmak zorunda da değildi. Bu konu için Savaş'a da kızamadım. Buğra'yı biraz da olsa tanıyordum. Orada kim bilir neler söylemişti de Savaş'ı onu o hale getirecek kadar kızdırmıştı. Ancak biliyordum ki orada Savaş'a karşılık da verebilirdi.

"Neden ona karşılık vermedim mi," diye sorduğunda şaşkın gözlerle ona dönmüştüm. Omuz silkti, "Onu o halde görmek istemeyeceğini biliyordum. Zaten karşılık vermeye başlasaydım duramazdım. Artık onu ya cenaze töreninde bir tahta kutunun içinde görürdün ya da herhangi bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde." Dudaklarına acımasız bir gülümseme yerleşti.

Öfkeyle soludum. Biliyordum, sınırları olmayan biriydi.. Ondan birçok şeyi beklerdim. Karşıma çıkıp ben adam öldürdüm dese yine de şaşırmazdım. "Neden böylesin, kötü biri olmadığın halde sınırların yok, herkese zarar verebiliyorsun ve seni durduran hiçbir şey yok." Başımı iki yana salladım, "Bunların hepsi seni kötü etkiliyor." Ve hemen sonra sustum çünkü devam edersem söylememem gereken her şeyi söyleyebilirdim.

"Yanılıyorsun."

"Öyleyse ne Buğra! Böyle olma sebebin ya da seni durduracak, iyi edecek şey ne!" 

Şaşkın gözleri yumuşayarak ifadesizleşti. "Neden böyle olduğumu biliyorsun," dedi fısıldayarak.

Tam dudaklarımı aralamıştım ki titremeye başlayan telefonumdan bir piyano sesi yükselmeye başladı. İçime doldurduğum nefesi sinirle geri verdim ve cebimdeki telefonuma uzandım. Ekranda Savaş'ın adını görmem bir yandan sinirlerime iyi gelmişti ama anında yükselen adrenalin bedenimi bir yangının sarmasına sebep olmuştu. Titreyen parmaklarla ekranı kapayıp telefonumu kucağıma koyarken telefonumdan aynı ısrarcı ton yükselmişti yeniden. Ancak bu sefer Buğra'nın ince, uzun ve kemikli parmakları telefonuma uzandığında onu engelleyemeden telefonumu almıştı bile. Dişlerimi birbirine bastırarak olabildiğince ifadesiz gözlerle onu izledim.

Telefonumu tamamen kapayıp yere koydu ve öfke dolu gözleri beni buldu. "Ona aşık falan değilsin, onu sevmiyorsun sen! En azından o anlamda değil," diye bağırdı. "Sadece onu babana benzettiğin için sana bu kadar yakın olmasına izin veriyorsun!"

Kanımdaki zehir neredeyse tüm vücudumu dolaşmış ve geçtiği her yeri bozmuş, kirletmişti. Neredeyse beynime ve kalbime ulaşmak üzereydi. Beynime sıçrayan kan bile zehir doluydu şimdi. Ağzıma dolmaya başlayan metal tadı hiçbir şeyin iyiye gitmediğini gösteriyordu.

"Buna sen karar veremezsin," dedim çenemi dikleştirerek.

Hızla yanındaki telefonuma uzandığımda parmakları elimi sıkıca kavramıştı. "Öyle mi," dedi isterik bir şekilde gülerek.

"Öyle!" Elimi kendime doğru çekip yeniden telefonuma doğru bir hamle yaptım ve bu kez beni engellememişti. "Kapıyı aç, gideceğim."

Benimle birlikte ayağa kalktığında eli sıkıca kolumu kavramış ve beni olduğum yere sabitlemişti. "Onu üzeceğim diye ödün patlıyor. Neden aynı şey benim için geçerli değil," derken sesi hâlâ olması gerekenden yüksek çıkıyordu.

"Zamanında yaptıklarına say," dedim yüzümde hiç de tekin olmayan bir gülümseme eşliğinde.

"Ben onların bedelini daha o anda ödedim zaten, bilmiyorsun." Gözlerini kısarak yüzüme bakmaya devam etti.

"Beni rahat bırak," diyerek kolumu kendime doğru çektim ancak özgürlüğümü kutlamam için fırsatım olmadan kolumu yeniden yakaladı. "Sen onun elini tutarken avuçların arasından kayanlar yere düştü, kırıldı. Oysa iki yıldır kalbim vardı avuçlarında," dedi beni kendisine doğru çekerek.

Kaynar sular başımdan aşağı dökülseydi ancak bu kadar yanabilirdi canım, ancak bu kadar yaralarım kabarıp yeniden kanayabilirdi. Göz yaşlarım gözlerimi yeniden rahatsız etmeye başlamıştı ve bu kez ağlarsam yeniden onun kolları arasına girecektim.

"Rahatsız oluyorum Buğra," dedim sesim bir fısıltı gibi çıkarken.

Başını hızla iki yana salladığında bacaklarımın bağı çözülmüştü. "Senin için yapabileceğim her şeyi yaptım sayılır. Bir gözlerini açamadım ya, ona üzülüyorum," diye mırıldandı benim gibi, sesi cam kırıklarıyla doluydu ve o kırıkların tek hedefi bendim, kalbimdi.

Başımı iki yana sallayıp gözlerimi ondan kaçırdım ama boşta olan elini yanağıma koyunca içime dolan tatlı sıcaklık titrememe sebep oldu. Yüzümü kendi yüzünün hizasına getirene dek yukarı doğru kaldırdı. Alnını alnıma dayadığında sıcak nefesi nefesime karışmıştı. Gözleri dudaklarıma doğru kaydığında kalbimin durduğunu hissetmiştim.

"Ben senin ellerini hiç tutmadım.
Soğuk mudur, sıcak mıdır
Hayal ettim sadece,
Değmedim."

Gözlerimi sımsıkı kapayıp ciğerlerime onun kokusunu doldurdum. Elinin sıcaklığı birden alev almışcasına bütün vücuduma yayılırken yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Gözlerimi yeniden araladığımda son anda bir damla yaş engellerimden kaçarak serbest kalmış ve yanağımdan aşağı özgürce yuvarlanıyordu. O sırada yanağımdaki parmakları onu durdurdu ve yavaş hareketlerle sildi. Gözlerimiz ayrılmadı hiç birbirinden. Hissettim. Hissettiklerini, düşündüklerini, kalbinin atışını, acılarını... Onu tüm benliğiyle hissettim kalbimin ta en derinlerinde. Kanlanan yeşil gözlerindeki her duyguyu hissettim birer birer.

"Lütfen, bırak beni gideyim," diye mırıldandım titreyen sesimle. "Acı istemiyorum daha fazla. Sen böyle konuştukça canım acıyor. Seni görmek bile bana acıdan başka bir şey hissettirmiyor. Lütfen..."

Gözlerini yumma sırası ondaydı. Ancak hemen sonrasında gözlerini biraz bile açmadan dudakları alnımı buldu ve içine çektiği derin nefesle alnıma bir öpücük bıraktı. Anahtarın soğukluğunu parmaklarımın arasında hissettiğimde irkilmiştim fakat bu kısa sürdü. Ondan bir an önce uzaklaşıp hemen kapıya ilerledim ve bir saniye bile düşünmeden kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Hava kararmaya başlamış ve soğumuştu. Üzerimde sadece mavi gömleğim vardı ve cep telefonum hariç tüm eşyalarım okulda kalmıştı. Umursamadım. Kollarımı birbirine dolayıp vücut ısımı sabit tutmaya çalıştım sadece. Yapabileceğim tek şey de buydu.

Ancak düşüncelerim, kötü olan hiçbir şey rahat bırakmıyordu zihnimi. Tüm uzuvlarım acıyla çığlık atıyordu. Artık hissizleşmiştim. Gözlerimin ağrısı bile bana öyle hafif geliyordu ki onları artık taşıdığımdan bile emin değildim. Hissiz bir bedene, yaralı bir ruha ve kanayan bir kalbe sahiptim. Annem yüzünden kararan bir hayatın hemen hemen merkezinde gibiydim ve o beni her gün daha da kendine bağlıyor, bu da canımı daha çok yakıyordu. Onun yanında olmak istiyordum, bir yandan da korkuyordum. Çıkışı olmayan bir yola girecektim ve bu yolda artık bana notalar bile yardımcı olamayabilirdi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top