do♫ ♪
NOT: Bu bölüm yeni eklenmiştir, eski hâlinde bulunmamaktadır.
Bazı sağlık problemleri nedeniyle gecikmiş bir bölümdür.
Bölüm Parçası:
1. Danit - Cuatro Vientos
2. Jacob Lee - Demons (Philosophical Sessions)
Yedinci Bölüm ♫ ♪
Rüzgârın sesini işitiyordum.
Çok uzak diyarlardan taşıdığı ezgiler birbirine karışıp bambaşka bir melodiye dönüşüyordu. Bambaşka bir aşkın şarkısını çalıyorlardı. Notaların birbiriyle dansına şahitlik eden zihnim belki de hiçbir dünyevi varlığın asla tanık olamayacağı şölene şahitlik ediyordu o an; ruhunu teslim etmek üzere olan sonbahar yaprakları can çekiştikleri kaldırım diplerinden son bir gayretle kalkarak rüzgârın aşk dolu teklifini kabul etmiş ve notaların dansına ayak uydurmuştu. Rüzgârın sesini en derinlerimde işitiyordum, beni dansına davet ediyordu.
Sessizce yerimden kalkıp zümrüt yeşili örgü kazağımı ve siyah taytımı giyerek saçlarımı gevşek bir atkuyruğuyla topladım. İçimden bir his, güzel şeylerin olacağını kulağıma fısıldıyor ve bunu mahvetmememi istiyordu. Dışarıda çok fazla üşümeyeceğimi umarak dolabımdan deri ceketimi aldım ve odamdan çıkarak kapıya doğru ilerledim. Annem her zamanki gibi evde değildi, evi otel gibi kullanırdı. Sanırım en üzücü nokta da buydu, bir çocuğun bunları görerek büyümesi.
Daha fazla bunları düşünmeme izin vermeyip evden çıkarak kapıyı kilitledim. Başka bir şey almama gerek yoktu; cebime sıkıştırdığım bir miktar nakit, ne olur ne olmaz diye aldığım cep telefonum, kulaklığım, İstanbulkart'ım ve evin anahtarı zaten tüm ihtiyacımı karşılıyordu. Ceketimin yakalarını yukarı kaldırıp boynumu aynı rüzgârın keskin tarafından saklarken gülümseyerek yoluma koyuldum. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama zaten bilmeme gerek yoktu, kendime pusula edindiğim rüzgâr beni nereye götürürse oraya gidecektim. Dudaklarımda aptal bir gülümsemeyle ellerimi ceplerime soktum, sanki rüzgâr bir şarkı söylemeye başlamıştı.
Dünya'nın dört bir tarafında kavuşamayan tüm âşıkların hikâyesini anlatan bir şarkı...
Sessiz bir kıkırtı dudaklarımdan döküldüğünde daha fazla dayanamayıp zaten gevşek bir şekilde topladığım saçlarımı özgürlüklerine kavuşturdum. Yapraklar bile dansa kalkmışken onların öylece bir tokaya hapsedilmiş olmasını kabullenememiştim. Derin bir nefes alarak sonbaharın kokusunu soludum. Doğa Ana'nın sunduğu her güzelliği seven biriydim. Doğada meydana gelen her şey bizlerin bozduğu ne varsa onları düzeltmek, temizlemek içindi. Kendi evladının arkasını toplayan bir anne gibiydi tabiat, her zaman düzeni sağlardı.
Dar sokakları geçtim, sokaklar da hâlâ oynayan çocukların olduğunu görmek içimi bir umutla doldurunca ayaklarım durmaları gereken yerin bir park olduğuna karar vermişti. Denizi gören bir çay bahçesine vardığımda masaların olduğu bölüme geçip boş bir tanesine oturdum ve kulaklıklarımı takıp listemden rastgele bir şarkı açtım. Oturduğum bu sandalyede dünyanın en güzel manzarasına sahiptim. Marmara Denizi alabildiğine gözlerimin önünde uzanıyordu, gökle denizin birleştiği ufuk çizgisinden minik minik binalar ve yeşillikler baş gösteriyordu. Hemen önümdeyse minik çocukların parkta koşuşturmasına ayak uyduran yapraklar vardı, onlar nereye giderse yapraklar da o yöne uçuşuyordu.
Ve dünyanın en güzel melodilerinden biri yine bu parktaydı: Neşeli çocukların gülüşleri...
Garson gelip istediğim çayı ve limonlu keki masaya bıraktıktan sonra beni manzaramla baş başa bıraktı. Ruhumun dinlendiğini, çocukların gülüşlerinin ruhumu iyileştirdiğini hissediyordum. Dudaklarıma yerleşen gülümsemeyle onları izlemeye devam ettim. Salıncakta sallanıyor, kaydıraktan kayıyor ve olduğunu bilmediğim bir oyuncağın üstüne çıkıp dönüyorlardı. Benim çocukluğumun neredeyse tümünden çok daha uzaktı bu gördüklerim, yaşadıkları.
Babamı kaybetmeden önce çocukluğuma dair hatırladığım nadir anılardan birisi beni parka götürmesiydi. Oyuncaklara bindiğimde başımda durur, bana bir şey olmaması için elinden geleni yapar ve gülmemi, eğlenmemi sağlardı. Babamı kaybettikten sonra tüm hayatım bir anda değişivermişti. Artık huzur içinde uyumam için kimse saçımı sevmiyor, uykum tutmuyor diye piyano çalmıyor, canım sıkıldığında beni dışarı çıkarmıyordu. İlk başlarda bunu kabullenememiş olsam da altı yaşımdan sonra dışarı çıkmayı istememiştim.
Altıncı yaşım...
En fazla ne olmuş olabilirdi? Ailemden kimseye ulaşamadıkları için devletin neredeyse olaya el atıp beni daha güvenli bir yere gönderme eşiğine gelmesinden başka kötü hiçbir şey olamazdı. O günden sonra lunaparklar en büyük kâbuslarımı süslemişti, atlıkarıncalardan ölesiye korkar olmuştum. Altı yaşındayken annemin ısrarlarıma daha fazla dayanamamasıyla başlamıştı her şey, beni tam da istediğim gibi lunaparka götürmüş ve istediğim oyuncaklardan sadece birisini seçmeme izin vermişti. Parkın tam ortasında, güzel bir müzik eşliğinde dönene atlıkarınca dikkatimi çeken tek şey olmuştu o an, hiç tereddüt etmeden onu istemiştim. Atlardan birisine bindim, atın önündeki sopaya sıkıca tutundum. Belimde emaneten bir kemer takılmıştı, bana epeyce bol gelmiş ve daha küçük bir ayara getirilmemişti. Atlıkarınca döndükçe döndü, ellerim terledi ve hâlâ hareket halindeyken atın üstünden düştüm. Avuçlarım asfaltta parçalandı, elbisemin altına çorap giymediğim için dizlerim yüzüldü.
Korkuyla ağlarken yaşlı gözlerim kalabalığın içinde annemi aramıştı, atlıkarıncaya binerken beni bekleyen annemi. Karanlığın arasında gölgelere karışıp kaybolmuştu annem, ağlamam bununla birlikte daha da şiddetlenmişti. Hayatım boyunca anneme daha fazla ihtiyaç duyduğum bir an yaşamamıştım. Bu sonuncusu olmuştu.
"Abla bir mendil alır mısın?"
Beni kendime getiren sesler irkilerek sesin sahibine döndüm usulca. Elinde bir poşetle gezip mendil satan bir kız çocuğuydu. Dolaşmış saçları örgüsünden fırlıyordu, üstündeki giysiler eskimiş ve kirliydi. "Üşüyor musun," diye sordum mendil almak yerine. Önce şaşırsa da başını sallayarak onayladı beni ve hemen yanımdaki sandalyeyi çekip oturmasını işaret ettim. "Karnın da açtır senin, tost ister misin?"
Onun için hemen bir tost ve sıcacık bir çay söylemiştim. Yemeğini yerken bana sorular soruyor, ona sorduğum sorulara asla yanıt vermiyordu. Büyük kahverengi gözlerinde yüzünün kirini gölgede bırakacak kadar güzel parıltılar vardı. "Biliyor musun abla az sonra bu parka arkadaşlarım gelecek!" sesindeki neşe gözlerine kadar ulaşırken onunla birlikte kocaman gülümsedim. Tostunu bitirip çayını içiyordu, garsondan rica ettiğim minik ısıtıcıyı onun ayakucuna kurmuştuk ısınması için. "Bir sürü arkadaşım oldu, biz hiç ayrılmayacağız."
Elimde olmadan kıkırdarken iki çay daha istedim, birsi kuşburnuydu. "E, nasıl olacakmış bu bakalım cimcime?" Bana bilmiş bilmiş bakarak sırıttı. "Ben Memiş'le evleneceğim büyüyünce. Aylin cadısı da Murat'la evlenecek. Belki zengin olamayacağız ama o zaman istediğimiz kadar pamuk şeker yiyebileceğiz!"
Kahkaha atarken uzanıp usulca yanağını sevdim bu güzel kızın. İsmi Nermin'di. Annesi onları terk ettikten sonra babası çok kısa bir süre içinde eve haciz getirtmişti; anlattığına göre şu an bir babasının yevmiyeli girdiği işlerden aldığı para, bir de kendisinin mendil satarak kazandığı parayla geçiniyorlarmış.
Arkadaşları yanımıza geldiğinde oynamak için parka geçmişlerdi. Nermin omzu üstünden bana bakıp bir süre öylece durdu ve sonra koşturarak yeniden yanıma geldi. "Abla, sen de gelsene..." Tatlı sesiyle konuşurken masum masum bana bakıyordu. "Hem beni sallarsın? Memiş bazen yoruluyor."
"Emin misin kuzum," diye sordum kaşlarım çatılırken ama Nermin bana daha fazla düşünme fırsatı bırakmamış ve elimi tutup beni çekiştirerek oturduğum yerden kaldırmıştı. Onun arkasından ilerleyip parka girdim. Nermin hemen bir salıncağa oturup onu sallamamı istediğinde memnuniyetle kabul etmiş ve onu sallamaya başlamıştım.
Rüzgâr esiyordu. Çocukların şen şakrar kahkahalarına karışarak esiyordu bu kez. Kalbim uçmak için çırpınan bir kuştu o an, göç etmesi gereken sıcak iklim toraklarını arzuluyordu.
Onları salladım, kaydıraktan kaydıklarında düşmesinler diye korudum ve onlarla oyunlar oynadım. Koşuştuk, birbirimizi kovaladık, elim sende oynadık. Saat öylece ilerleyip gün yavaş yavaş sönmeye başlarken hâlâ oyunlar oynamaya devam ediyorduk. Çocuklar bu kez atlıkarıncaya benzeyen, atı olmayan ama dönen bir oyuncağa yönelmişti ki içimi aynı korku sarmıştı. Güçlükle yutkunup kararsız adımlarla onları takip ettim. Diğerlerine göre biraz daha iri olan Murat, demir oyuncağa yerleşen arkadaşlarını döndürüyordu. Kendisi de atlayacağı sırada oyuncak maalesef yavaşladığı için yeniden koşmaya devam ediyordu. Bu manzara karşısında korkularımı bir kenara bırakıp Murat'ı durdurdum ve o da arkadaşlarının yanına binince bu oyuncağı ben çevirmeye başladım. Onlar güldükçe benim de yüzümdeki gülümseme büyüyor, içim ısınıyordu.
"Abla sen de gel!" Nermin'in bu sözüyle hemen diğerleri de ısrar etmeye başlamıştı, o anki cesaretimle boş kalan yere doru atıldım hızlıca ve onlar gibi ben de oturdum demirlere tutunarak.
Dünya'nın gerçekten döndüğünü hissettim, gerçekten var olduğumu hissettim. Altı yaşındaki halimin gözleri yaşlıydı ancak artık ne elleri ne de dizleri kan içindeydi. Dağılmış saçlarını okşayan rüzgâr onu da mutlu ediyordu.Hatta benimsaçlarım bile etrafımda dönerek uçuşurken kalbimin kanatlarını temsil ediyordu.Ufukta batmak üzere olan güneşi takip ediyordum. Belki yarınlara ulaşamazdım ama ona mutluluğu kendi ellerimle götürebilirdim.
Saat iyice geç olmaya başladığında çocuklar dağılmıştı. Elimde her birinin peçetelerden yaptığı beyaz güller vardı. Ceplerine sıkıştırdığım paralara kabul etmemişlerdi ama ben yine de fark ettirmeyip onlara harçlık bırakmıştım. Çay bahçesinin kasasına gidip hesabı kapadım ve eve gitmek için yola koyuldum. Hava karardığı için kulaklıklarımı her uyarıcıya karşı tetikte olmam gerektiği için takmamış, bir elim cebimdeki anahtarımı sıkıca tutarken yürüyordum. İstemsizce hemen aklımdan saati hesaplamaya çalışarak eve gidebileceğim yolların tenhalık durumunu düşünüyordum.
Türkiye'de geç saatlerde sokakta dolaşan bir kadın olmak her zaman için güvenli değildi. Her zaman tetikte olmayı gerektiriyordu, büyük bir riskti.
Derin ve tedirgin bir nefesi ciğerlerime doldurup otobüs durağında beklemeye başladım. Cebimden telefonumu çıkararak saate baktığımda otobüse yetiştiğimi görmüştüm. Daha rahat hissederek kollarımı göğsümde kavuşturdum. İstanbul'un en sevmediğim yanlarından biri bu kadar kalabalık oluşuydu. Aynı zamanda insana hem güvenli geliyor hem de tehlikeyi hissettiriyordu. Son zamanlarda duyguları ve değerleri körelen insanlar üremiş, her yeri sarmıştı ki bu da herhangi bir tehlike anına tanık olan birinin yardım etmeden kaçma olasılığını yükseltiyordu. Herkesin önceliği kendi olmuştu.
Çok bekletmeden gelen otobüse binip kulaklıklarımı taktım ve boş bir yere oturarak şarkılarımın arasında gezinmeye başladım. Tüm mutluluğumun arasında filizlenerek hiç vakit kaybetmeden büyüyen endişe kalbimi bir mengene gibi sarmıştı, korkmamak için kendimi ikna etmeye çalışıyordum.
Tüm otobüs yolculuğum boyunca değişip duran şarkılar bir nebze olsun içimi rahatlatabilmişti. Anacak yine de otobüsten indiğim an iyice azaldığını gördüğüm şarj yüzdem alelacele kulaklıklarımı çıkarıp şarkıyı durdurmama sebep olmuştu. Adımlarımı da bununla birlikte hızlandırmaya başladım tedirgin bir şekilde. Her ne kadar özgürüm diye düşünsem, naralar atsam, kendimi cesaretlendirsem de gecenin bir saatinden sonra dışarı dolan kötülükler kendi özgürlüğümü kendi ellerimle kısıtlamama neden oluyordu ve İstanbul bir kadının geç saatlerde dışarıda rahatça dolaşabileceği kadar medeniyet kavramıyla barışık bir şehir değildi. Yolda ilerlerken evden fazla uzaklaşmış olmama kızarak daha da hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. Sıkıntıyla derin bir nefes aldım ve soğuk rüzgârların tenimi okşayarak geçip gitmesine izin verdim.
İçimi kaplayan yersiz huzursuzluk da devamlı tetikte olmama neden oluyordu, sokak lambaları sayesinde yerdeki gölgeleri takip ediyordum. Kollarımı göğsümde bağladım ve içten içe yumruk yaptım kendimi yumruklarımla koruyabilirmiş, tüm gücümü onlardan alabilirmiş gibi. Her şey yolundaydı ta ki arkamdan gelen sesleri duyana kadar. Adımlarım titreyerek yavaşlarken gölgeleri takip ettiğimde birkaç çocuğun kahkaha atarak söyledikleri iğrenç şeyleri duydum.
Olduğum yerde sabitlendiğinde adımlarım, kendime kızıyordum. Şu an kaçıp gitmem gerekiyordu, kendimle zorum neydi benim!
"Hadi bebeğim, buraya dön." Dönmedim, hatta ileriye doğru birkaç adım attım kendimi zorlayarak fakat arkamdaki sesler de gittikçe yakınlaşmıştı. Biri beni kolumdan tutup çevirince adrenalin damarlarımdan bütün vücuduma yayıldı. "İyi parça yakalamışız," dedi kolumu tutan çocuk.
Konuşurken nefesinin yüzüme çarpmasıyla alkollü olduğunu anlamam çok da şaşırtıcı bir durum değildi. "Bırak," dedim dişlerim arasından, onlarsa bana sadece alayla gülmüşlerdi. "Bırak dedim!" Elinden kurtulmaya çalışmam kolum üzerindeki parmakların etime daha fazla gömülmesinden başka hiçbir işe yaramamıştı, o parmaklar üzeri zehir kaplı birer bıçaktı ve etime açtıkları yaradan sızan zehir ölüme koşar adım yaklaşmama temel hazırlıyordu.
Kolumu, moraracak etimi ve acıyan canımı görmezden gelip daha büyük bir hırsla ondan kurtarmaya çalışırken diğerleri de etrafımda alelade bir çember oluşturmuş, beni sıkıştırmışlardı. Üstelik bu etten duvarlardan oluşan çember gittikçe daralıyordu. Ciğerlerime alkol kokusunun dolduğu, içimi yakan derin bir nefesi alıp gözlerimi yumdum; diz kapağımı yukarı doğru sertçe çektim. Filmlerde ya da kitaplarda asıl kız bunu yapınca tam isabet ettirmez miydi? Öyleyse neden dizimin üzerinde kalın kayış gibi parmaklar hissediyordum?
Gözlerimi açtığımda karşımdaki çocuk dizimi sertçe geri itmişti. "Dişliymiş ha?"
Kalçama değen eli hissedince midemde yeniden baş gösteren çalkalanmayla birlikte irkilmiştim, hemen ardından karşımdaki çocuğu sertçe ittim ancak arkamda duran biri tarafından anında geri çekilmiştim. Bağırmak için dudaklarımı aralamışken ağzımın üzerine kapanan elle birlikte boğazıma kadar yükselen öğürtüyü engelleyemedim, bayılmak üzere olduğumu hissettiğim anlarda kalbimin teklemesine sebep olan ses duyuldu: "Kızı bırakın!"
Etrafımdaki çocuklar geri çekilirken gülmeye başladılar. "Duydunuz mu çocuklar?" Kolumu kurtarmak için çekmeye devam ettiğimde benimle eğlenen çocuk "Rahat dur," diye bağırınca bütün bedenimi saran Buğra'nın yanımdaki varlığının getirdiği rahatlık sayesinde abartılı bir şekilde gözlerimi devirmiştim.
"Ellerini çekecek misin yoksa kırsın mı," dedim yüzüme en samimiyetsiz, tatlı kız gülümsememi yerleştirirken. Buğra'ya güvendiğim sadece bir konu vardı, o da asla ama asla yardıma ihtiyacı olan birini yalnız bırakmayacak oluşuydu.
Etrafımdakiler gülmeye devam ederken Buğra gözlerini üzerimden ayırmıyordu, birkaç adım atarak bize doğru yaklaştı ve kolumu sıkıca tutan ellere değdi gözleri ve sonra sahibine. Eğer bir insanı bakışlarla öldürebiliyor olsaydık şu anda yanımdaki çocuk ölmüştü, bunu adım kadar iyi biliyordum her şeyden öte. Hiç düşünmeden beni diğer kolumdan tutarak kendine doğru çektiğinde baktığı kişi ben değildim, çocuktu.
Çocuk kolumu bırakmak yerine daha çok sıkınca acı bir inilti döküldü dudaklarımdan fakat ben daha ne olduğunu anlamadan Buğra boşta kalan eliyle çocuğun kolumu tutan bileğini kavradı ve sıkmaya başladı. Acıyı kendi bileğimdeymişçesine hissederken dişlerimi birbirine bastırdım tüm bunların bir an önce son bulmasını dileyerek.
"Caner, gidelim." Başında beresi olan çocuğun gözlerinde korku vardı, Caner denilen çocuğun eline bakıyordu hipnoz olmuş gibi. "Bırak kızı, gidelim."
Kolumdaki baskının hafiflediğini hissetmemin hemen ardından duyduğum çıtırtıyı anlamlandırmaya çalıyordum ancak Caner acıyla bağırınca bunu anlamam çok da uzun sürmemişti. Hemen sonrasında Buğra'nın beni kendine çekmesi bir oldu. "Şimdi def olun," diye bağırdı diğerlerine dişlerinin arasından konuşarak. Çocuklar birbirlerine geriye çekerek uzaklaşırken Buğra'ya küfür ediyorlardı.
Hepsi gözden kaybolduğunda ve adrenalin bedenimden çekilerek beni yorgun düşürdüğünde kendimde bulduğum son bir gayretle "Sen, çocuğun bileğini kırdın," dedim fısıltıyla. Bunu gerçekten yapacağını düşünmemiştim, sadece gözdağı vermeye çalışıyordum. "Buğra!" Cevap vermeden beni bileğimden tutup çekmeye başlayınca sinirle elimi ondan çektim beni rahat bırakması için. "Neden buradasın," diye sordum silkelenmeye çalışarak, o ise boşta kalan eline bakıyordu. "Hayır, doğrusu 'Beni nasıl buldun?' olacaktı."
"Bunu bir teşekkür olarak kabul etmem gerek sanırım, değil mi," derken yüzünü buruşturdu oldukça basit bir şeyden bahsediyor gibi ukala bir tavırla. Eliyle öncen geçmemi işaret etti ve ben adım atana kadar bekledi. "Hadi Neva, sadece seni evine bırakacağım."
Derin bir nefes alıp ellerimi ceketimin cebine soktum ve hiçbir şey demeden onunla yürümeye başladım. O da ellerini pantolonunun cebine sokmuş benimle ilerliyordu. Karanlık sokağı aydınlatan sarı ışıklandırmanın altında gölgemiz asfalta dökülmüştü, sanırım onunla eşit sayılabileceğim nadir anlardan birindeydim. "Beni takip etmiyorsun değil mi, Buğra?" Gözlerine bakabilmek için başımı biraz geri yatırmak zorunda kalmıştım.
"Sana zarar verdiler mi Neva?"
O anı düşünmek istemedim, düşünürsem kendimi daha kötü hissedeceğimi biliyordum ancak olanlardan kendimi sorumlu tutmamı gerektirecek hiçbir şey olmadığının da farkındaydım. Buğra olayı uzatmasın diye başımı iki yana salladım. Bana inanmadığını net bir şekilde gülüşüyle belli ederken umursamayıp kilidini açtığı arabaya ilerleyerek ön taraftaki yolcu koltuğuna yerleştim. Buğra gelene kadar emniyet kemerimi taktım ve başımı koltuğa yaslayarak derin bir nefes aldım sessizce. Anında arabanın içine dolan Buğra'nın kokusu ciğerlerime dolmuştu. Buğra yerine oturup arabayı çalıştırır çalıştırmak ilk işim camı açmak olmuştu.
Buğra'nın kaşları çatılsa da bir şey demeyip yola koyulmuştu. Benden bir buçuk yaş kadar büyüktü Buğra. Onunla aramızın iyi olduğu dönemlerden öğrendiğime göre doğumundan sonra kimliğini almaları epey uzun sürmüştü. Kimliğe göre 1994 doğumlu olsa da aslında 93 yılının Kasım aylarında dünyaya gelmişti. Bu yüzden bir arabasının olması beni şaşırtmamıştı. Sol dirseğini kapıya yaslayıp başını bu eline bırakırken direksiyonun hâkimiyetini diğer eliyle sağlıyordu. Gözlerinin altına çöken yorgunluk hareleri esmer teninde bir karartı olarak gözükse de onları dert ediyor gibi değildi.
Bir an, sadece bir an neden burada olduğumu sorguladım. Eve kendim yürüyebileceğimi söyleyebilirdim ancak beni dinlemeyeceğine adım kadar emindim. Yine de canımı bu kadar yakmış olmasına rağmen yardımıma da koşuyordu. Değişik biriydi Buğra, onu anlamaya çalışmak yorucuydu.
Gözlerimi ondan çekip yeniden yola dönmemin üstünden çok bir zaman geçmemişti ki arabayı, içimi sımsıcak yapacak bir melodi doldurdu. Damien Rice'ın Cheers Darlin' şarkısıydı çalan. Gözlerimi kapayıp elimde olmadan gülümsediğimde onun sesini duydum: "Bu şarkının hikâyesini biliyor musun?"
"Hayır," dedim kaşlarım çatılırken, yeniden ona dönmüştüm ama merakımı gizlemek epey zor olmuştu. "Şarkıların hikâyelerini okuduğumda bir daha onları çok zor dinliyorum. Sanki birinin özeline giriyormuşum gibi hissettiriyor."
Gülerken gözlerini bir saniye bile yoldan ayırmamıştı. "Doğru, sen Franz Kafka'nın Milena'ya Mektuplar'ını da okumamıştın," dedi kaşları hafifçe kalkarken. Onu sessizce onaylayıp "Ve Nazım'ın Piraye'ye Mektuplar'ını da", diye ekledim. İnsanların özel hayatına dikkat ederdim ve her ne olursa olsun, sana ta ne kadar katkıda bulunmuş olurlarsa olsun; bu kadar açıkça ortaya dökülmesinden rahatsız olurdum.
Konuşmamızın burada bittiğini hissedince önüme döküp yeniden dışarıyı izlemeye başladım, Buğra da benim gibi sessizleşmişti. Zihnimde dolaşan tilkilerin kuyrukları birine değmiyor ancak her birinin ayak izinden yeni bir soru filizleniyordu. Yine de dudaklarım kalın iplerle dikilmiş gibi sapasağlam örtülü durma konusunda ısrarcıydı. Her bir soru zihnimde kalıp kendi cevabını bulabilmek için birbiriyle tartışırken artık Buğra'nın telefonundan çalan şarkıları da duymamaya başlamıştım. Cevabı bulamayan her bir soruya karşılık olarak Buğra'nın bana daha önce söylediği ve beni yaralayan ne varsa hepsi can buluyordu, tüm bunların hepsi zihnimin derinliklerinde olup bitiyordu öylece.
Araba evimin önünde durduğunda derin bir nefes alıp camı kapadım ve kemerimi çıkararak Buğra'ya döndüm. "Beni takip mi ettin," diye sordum bunu öğrenmeyi gerçekten isteyerek.
"Otobüsten inerken gördüm seni," dedi bana doğru dönmüşken. Gözleri yüzümü dolaşıp nihayetinde gözlerimde durduğunda ben de ona bakmayı sürdürmüştüm. "Duymak istediğin cevap 'Evet' ise, seni takip ettim."
"Neden?" Sesimde onu anlamak istediğimi belirten bir tını vardı ama bu, bulunduğumuz noktaya o kadar uzak bir durumdu ki karşısında onu anlamaya çalışırken kafayı sıyırabilirdim.
Hiç inkâr etmeden "Merak ettim," diye mırıldandı ancak ben hayatımdaki en akıllı tavrımı takınarak ona boş gözlerle bakmaya devam ettiğimde derin bir nefes alıp bıraktı ve o da konuşmaya devam etti: "Seni kurtarmak gibi bir alışkanlık edindim Neva, unutuyorsun ama ben unutmuyorum."
--
Evet, daha önce okumadığınız bir bölümü birazcık okuduğunuz başka bir bölümle harmanladım. Tam olarak üç bin kelimelik bir bölümle geldim. Lütfen yorum yapmadan geçmeyin, yorumlarınız benim için çok değerli.
Sevgiyle kalın!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top