depresyonun ilk tınısı ♫ ♪
Yorum sayısı biraz düştü sanırım? Yani en azından 18.Bölüme göre birazcık düşmüş gibi. Sizin yorumlarınız ve görüşleriniz, gerekse eleştirileriniz benim için çok önemli. Umarım hoşunuza gidecek bir bölümdür. Bu bölüm yine Savaşçılar Savaş'ın bölümde çok çok az yer almasına şikayet edebilir. Söylemek istediğim tek şey: Sabredin. Bu bölümden sonra artık iyice Neva'nın psikolojisine eğileceğiz. Elimden geldiğince hızlı yazmaya çalışıyorum ama okullar açılınca bölüm ekleyip ekleyemeyeceğimi bilmiyorum. Bu yüzden lütfen yorum ve eleştirilerinizi benden eksik etmeyin... Kucak dolusu sevgiler, keyifli okumalar. ^^
Bölüm Parçası:
1. The Fray - Heartless
2. Michael Ortega - A Very Sad Song For Broken Hearts (Neva'nın piyano çaldığı kısım için bunu düşündüm)
3. Angus and Julia Stone - I'm Not Yours
Yirminci Bölüm ♫ ♪
İhanete uğramışlık, terk edilmişlik, aldatılmışlık... Hangisi daha yoğundu şu an veya hangisiydi hissettiğim, bilmiyordum. Belki de daha önce hiç yaşamadığımdandı şimdi ayırt edemeyişim. Kuvvetle muhtemeldi. Ama ruhumdan öte, bedenimin bile iliklerine kadar acıyla titrediğini hissediyordum. Depresyon, diye geçirdim içimden. Fiziki olarak da acı çekmemin sebebi bu olmalıydı.
Yorgun adımlarla mutfağa geçip kendime buzdolabından kırmızı, samanlı bir elma alıp elmayı yıkadıktan sonra yemeye başladım. Kesinlikle yemek yemek istemiyordum, herhangi bir yemek kokusu bile midemi bulandırıyordu. Mutfakta daha fazla durmak istemediğimden odama geçtim aynı yorgun adımlarla. Güneş doğmuştu, hava soğuktu.
Kendimi, sırtüstü yatağa bırakarak tavanı izlemeye başladım oda küçülüyormuş gibi hissederken. Gözlerimi kapadım, ciğerlerim her ne kadar bundan rahatsız olsa da derin derin nefesler aldım içimi rahatlatmak ve bu acıtan histen kurtulmak için. Dün yaşananlar olduğu gibi zihnime dolarken sol tarafıma, duvara doğru dönüp dizlerimi karnıma çekerek cenin pozisyonu aldım sanki kötü olan her şeyden korunabilirmişim gibi.
"Her ne olursa olsun, yanında olacağım, Sarı,"demişti Savaş, "Seni hiç bırakmayacağım."
İnanamadım. Bunun ötesinde, artık birilerine inanmak isteyeceğime emin de değildim. Sanırım sizi, en güvendiğiniz, her sözüne inanacak kadar ruhunuzu teslim ettiğiniz insanlar kırınca bir daha kimseye güvenmek gelmiyordu içinizden ya da tüm hislerinizi onlarda harcadığınız -iliğinizin kurumasını bile göze almışken üstelik- içindi içinizi sarıp sarmalayan bu boşluktan başka hiçbir şeye uzanamıyor oluşunuz. Uzanamazsınız da zaten, kara delikten ne farkı vardı o boşluğun? Koskoca bir hiç. İyi olmuştu bana, haktı. Aptallıktı ya bendeki, böyle de bedel ödetirlirdi adama.
Sımsıkı örtülü dudaklarımdan kurtulan kıkırtı kahkahaya dönüp hıçkırıklarımı da kattı peşine. Ne aptaldım, nasıl da kanmıştım ona! Anlamam gerekirdi. Oysa Buğra en başından uyarmıştı beni: "Canını yakacağım. Kimsenin yapamadığı kadar kıracağım seni."
Yastığımı alıp yüzüme kapadım ve hiçbir hıçkırığımı kısıtlamadan, artık sesim çıkmayana kadar ağlamaya karar verdim. Ancak tam kendimi kaybetmeye yaklaşıyordum, kahkahalarımı bastıramıyor; aptallığıma gülüyordum. Aklını kaybediyorsun, diyordu zihnimde var olduğuna inandığım Neva: Artık seni kimse sevmeyecek ve sana kimse yardım etmeyecek. Çarşafı her iki elimle de sıkıca kavrayarak ellerimi yumruk yaptım. Ayağa kalkacaktım. Ama öyle, ama böyle ayakta duracaktım. Yalnız da olsam fark etmeyecekti, bu hissettiklerim veya Buğra beni yıkamayacaktı.
Gözlerim odadaki saate takıldığında son bir gayret ayağa kalkıp üstüme füme rengi, örgü ve salaş bir kazak, altıma ise bir keresinde düştüğüm için dizi yırtılınca kalem açacağının jiletiyle kumaşına kesikler attığım siyah renk kotumu giydim. Aralık ayının kuru soğuğu baş gösteriyordu. Ellerimi kremle nemlendirip yatak odasına geçerek annemin makyaj malzemelerini kurcalamaya başladım. Ten renklerimiz birbirine yakın olduğu için onun kapatıcısını kullanmam çok büyük bir sorun olmayacaktı. Kapatıcıyı iki parmağıma sıkıp göz altlarıma iyice yedirdikten sonra yeniden kendi odama geçtim, dudaklarıma koruyucu, renksiz bir balm sürdüm. Dudaklarım soğukta hemen çatlardı ve bende dudak yeme hastalığı vardı, tabii böyle bir hastalık varsa. Aynada son kez görüntüme baktım. Hasta olduğumu öğrendiğim andan beri yüzümün daha ne kadar sağlıksız görünebileceği hakkında kafa yormaya başlamıştım. Hiç dikkat etmesem de hızla kilo vermiş ve çelimsiz bir görüntüye bürünmüştüm.
Başımı iki yana sallayıp aklıma dolan düşüncelerden kurtulmaya çalıştım. Banyodan ve aynalardan uzak kalmam en doğru karar olacaktı. Hızlı ancak dikkatsiz, savsak adımlarla banyodan çıktım. Okul çantamı -zaten içinden hiç çıkarmadığım test kitabıyla birlikte- içine bir defter ve kalemliğimi koyup omzuma astım. Telefonumu elimde taşımayı seven biri olmadığımdan, üstelik çok da kullanmadığımdan, kulaklığımla birlikte çantamın derinliklerine gönderdim. Adımlarım, kaslarımın zayıflığından titrek olsa da ben kendimden emindim; bu evde daha fazla duramayacağım gün gibi oradaydı.
Evin anahtarını alıp portmantodaki kalın, soluk renkli, asker yeşili montumu giydim ve sessizce çıktım zaten sessiz olan evden. Kapının ardında kalan ruhumun hüzünlü yalvarışlarını dinledim bir müddet. O, gitmemem için yalvarırken kapıyı üstüne kilitledim ve dengesiz, birbirine takılan adımlarla uzaklaştım ondan. Aralık soğuğu iliklerimi sızlatsa da keskin rüzgâra inat çenemi dikleştirdim. Her şeye rağmen bir şeylere kafa tutabiliyor olmak bir parça da olsa içimi rahatlatıyordu. Sıkı sıkıya tutundum bu dik başlılığıma ve içten içe yalvardım: Lütfen beni yarı yolda bırakma. Çünkü her şeyden çok bu yanıma ihtiyacım vardı.
Yirmi küsur dakikalık bir yürüyüşün ardından okulun bahçesinden içeri girdiğim sırada henüz dersin başlamasına beş on dakika kadar vardı. Rahatlayarak nefesimi bıraktım, bu halde bir de Cengiz Hoca'yla uğraşamazdım. Okulun merdivenlerine doğru ilerlemeye başladığımda merdivenlerden koşarak inen bir kızıllık seçti gözlerim: Ayça. Birkaç adım gerileyip kendimi savunmak istercesine ellerimi ceplerimden çıkararak göğüs hizamda kaldırdım. Ancak yine de bu Ayça'ya engel olmamış, bütün savunma mekanizmamı yerle bir ederek -kollarımın ezildiğini hissetmeme sebep olacak bir çarpışma kuvvetiyle- bana sarılmıştı.
"Ayça," diye başladım sözlerime sesim boğuluyormuş gibi çıkarken, "Nefes..."
"Ne," dese de geri çekilmemiş hatta kolları boynumu daha sıkı sarmıştı. "Ben de seni çok özledim canım, çok endişelendim senin için. O hayvan sana saldırmadı, değil mi?"
En nihayetinde ellerimi aramızdan çekip boynuma doladığı kollarına tutundum ve kollarının baskısını hafiflettim için uğraştım bir süre. "Nefes alamıyorum," diye homurdandım.
Ayça ellerini indirip kollarımı tuttu. "İlk iki ders boş, öğretmenler toplantı mı ne yapacaklarmış," diye mırıldandı çikolata kıvamındaki kahverengi gözlerini gözlerime diktiğinde, "Neva iyi değilsin, gel konuşalım, gözünü seveyim." Yürümeye başladığında beni de peşinden çekiştirmeye unutmamıştı.
"Ayça," diye itiraz edecek olduysam da sözümü kesti: "Sadece ikimiz konuşacağız, diğerleri olmayacak. Söz veriyorum."
Derin bir nefes alıp başımı salladım onaylayarak ve sessizce peşinden yürümeye başladım. Ayça sakin adımlarla yürüyor, etrafı gözetliyordu. Yürürken birkaç kez durup beni kenara çekmiş, soru dolu gözlerimi işaret parmağını dudaklarına yaslayıp sessiz olmamı isteyerek cevaplamıştı. Yapacak başka hiçbir şeyim olmadığından sustum. Aslında yapabileceğim en iyi şey sadece bu olduğundan sustum ben, her zaman olduğu gibi. Koridordan sola sapıp hızı adımlarla yukarı çıkarak ve neredeyse koşarak müzik odasına girdik. Kapıyı ardımızdan kapayıp beni küçük olan sahneye doğru çekiştirdi, ahşap platforma oturttu. Geri çekildiğinde elleri belindeydi, gözlerinde meraklı, meraklı olduğu kadar da endişeli parıltılar dolanıyordu.
"Ben çok aptalım," dedim ona konuşma fırsatı vermeden, nasıl olsa anlatmayacak mıydım? Sıcak basmışken montumu çıkarıp yanıma bıraktım, "Bu dünyada görüp görebileceğin en aptal insanım belki de."
Kaşları çatılmıştı. Hemen arkada duran sandalyelerden biri çekti ve sandalyeyi ters çevirip oturdu. "Bu da nereden çıktı?" Başımı iki yana sallayarak onu susturdum. "Öyle," diye devam ettim o da konuşmamı beklerken: "Çünkü canımı yakmak için sürekli fırsat kollayan birine bütün kalkanlarımı indirdim, bütün tabularımı yıktım."
"Onu seviyorsun, değil mi?"
Derin bir nefes alıp kucağımda birleştirdiğim ellerime çevirdim gözlerimi. Onu seviyor muydum? Daha doğrusu, sevgi neydi? Bunu bildiğimden emin değildim ben. Zihnimde koskoca, neon ışıklı bir tabela belirdi: "BUĞRA ASLAN'I SEVMEK" yazıyordu üstünde, kulağa korkutucu geliyordu. Gözlerim dolarken gözlerimi kapadım ve çenem titremesin diye dişlerimi birbirine bastırıp başımı salladım. Eğer içimdeki bu acı böyle tanımlanıyorsa, evet: Seviyordum.
Gözlerimi açıp ona baktığımda üzgün bir ifadeyle bana bakıyordu: "Anlat, ne oldu; bırak da sana yardımcı olayım?"
"Cuma günü, akşam..." Gözlerimden yuvarlanan bir damla yaşı elimin tersiyle sildim. Ağlamayacaktım, başkasının yanında ağlamamalıydım. Boğazımı temizledim. "Uzaklaştırma aldığımı öğrenmiş, evime geldi. Konuştuk bir süre. Zaten hangi akla hizmet onu içeri aldıysam," diye kızdım kendime. "Ne zaman yalnız kalsak bir yolunu bulup bütün öfkemi unutmama sebep olacak şeyler yapıyor."
Ayça sandalyeden kalkıp yanıma geldi ve uzanıp elimi tuttu. "Ya partiden sonra? O zaman ne oldu?"
Alt dudağım titrerken dudağımı dişlerimin arasına alıp sertçe ısırdım soğuktan çatladıkları için kolayca kanayabilecek olmasını umursamadan. Gözlerimi kapayarak başımı geriye yasladım. "Beni evime bıraktı, bu kez de ben onu davet ettim." Türk kahvesi içmeyi çok sevdiği için ona kahve yaptım, diye tamamladım kendimi. Neredeyse şekersiz, bol köpüklü ve telvesi kalmayacak kadar çok kaynamış... "Konuştuk. O kadar çok konuştuk ki, nelerden bahsettiğimizi bile hatırlamıyorum." Gözlerimi açıp Ayça'ya döndüğümde pür dikkat beni dinlediğini fark ettim. "Boynunda, sol tarafta bir dövmesi var: Sol anahtarı."
Gözleri kocaman açıldı, ağzı da gözlerine eşlik etti. Birkaç saniye bu şekilde durup başını iki yana sallayarak şaşkınlığından sıyrıldı. "Ciddi misin!" Ve artık dehşet içindeydi.
Başımı sallayarak onayladım. "O," diye başladığım cümleye devam edemeyip ellerimle yüzümü örttüm, derin bir nefes aldım hıçkırıklarımı bastırmak için: "Biz öpüştük ve ertesi gün buna bir son vermemizi söyledi." Belki benden uzakta daha mutlu olacaksın.
Ayça birden ayaklanınca olduğum yerde sıçradım korkudan. Şaşkın bakışlarımı ona çevirdiğimde hızlı adımlarla müzik odasının çıkışına yürümeye başlamıştı bile. Yerimden kalkıp neredeyse koşarak ona yetişmeye çalıştım. "Ayça, nereye," diye bağırdım arkasından, "Kızım, dursana!"
"Ben ona yapacağımı bilirim ama... Görür o egoist!" Ve birden kalabalığa karışınca arkasında kalakalmıştım.
Müzik odasında kalan çantamla montuma baktım tereddütle, sonra bacaklarım beni öne iterek çıkışa doğru ilerletti; kapıyı kapayıp diğer öğrencileri itmeye çalışarak olabildiğince koşar adımlarla Ayça'nın peşine düştüm. Dilime pelesenk olan özür ve izinlerle nihayetinde koridoru geçebilmiştim. Merdivenleri ikişer ikişer inip bahçeye çıktığımda etrafı kolaçan ettim. Burada yoklardı, hatta bahçe bomboştu. Derin bir nefes alıp okulun etrafını koşmaya başladım, hiçbir yerde yoklardı. Delirmek üzere merdivenleri daha önce hiç çıkmadığım bir hızla tırmanıp Buğra'nın sınıfının olduğu kata çıkarak kapıyı hızlıca açtım. Kapıdan içeri baktığımda içerideki birkaç öğrenci başlarını önlerinde test kitaplarından kaldırıp bana bakmışlardı. Nefes nefeseyken güç bela konuştum: "Ayça geldi mi, Buğra'yı gördünüz mü?"
Şaşkınca birbirlerine baktılar önce. "Buğra yemekhanede," dedi sonra biri ve teşekkür bile etmeden yemekhaneye doğru ilerlemeye başladım. Kalbim boğazımdaymış gibi hissediyordum ve nefes alırken ciğerlerim yanıyordu. Öksürüklerim boğazımda takılı kalmışken yemekhanenin demir kapısına ulaşmıştım. Kapıyı kuvvetlice itip içeri girdim insanların ayıplayan bakışları altında. Beklediğim sahne gözlerimin önündeydi: Ayça Buğra'nın tam karşısında durmuş bağırarak ona hesap soruyor, Buğra ise umursamaz bir tavırla elindeki telefonla ilgileniyor, onu dinlemiyordu bile.
Yavaş adımlarla onlara doğru ilerlemeye başladığımda boğazımdaki hırıltılı nefesler canımı yakıyordu. Boğazımı temizleyerek bu histen kurtulmayı denedim.
"Anladım sen kendinden utanmıyorsun da ailene yazık be," diye bağırdı Ayça.
Buğra başını kaldırıp kıstığı gözleriyle Ayça'ya baktığında kaynar suların başımdan aşağı döküldüğünü ve aynı zamanda aşırı derecede üşüdüğümü hissetmiştim. Korkuma eklenen gerginlikle terleyen avuçlarımı pantolonumun kumaşına sildim.
"Senin gibi bir oğlum olsaydı...", "Yeter!"
Olduğum yerde sıçradım korkuyla, gözlerimi kapadım. Az önceki öfkeli bakışlarının şimşek, bağırışınınsa gök gürültüsü olduğunu anlamıştım. Yemekhanedeki bütün sesler susmuş, kalbim bile kendine saklanacak bir yer bulmuştu ses çıkarmamak için.
Bir, iki, üç, dört, beş...
Derin bir nefes alarak gözlerimi aralamamla birlikte omzumda derin bir acı hissettim. Dişlerimi sıkarak topuklarımın üstünde arkamı döndüm. Buğra ellerini iki yanında yumruk yapmış öfkeli, seri adımlarla yemekhanenin çıkışına ilerliyordu ve geçtiği her yerde peşinden sürüklediği kaosu, kasırgayı da götürüyordu. Olduğum yerden fazla kudretli görünen bedeni aynı zamanda korkutucuydu, kaskatı kesildiğini biliyor ve sanki tenim tenindeymiş gibi hissediyordum parmak uçlarımda. Sonra birden durdu. Kalp atışlarım hızlanırken zaman kavramını yitirdiğimin farkındaydım: Sanki her şey yavaşlamaya başlamıştı. Soğuk terler sırtımdan aşağı süzülürken ürpererek gözlerimi ondan çekip etraftaki öğrencilere baktım. Hepsi pür dikkat Buğra'ya bakıyordu, nefesimi tutup yeniden ona çevirdim bakışlarımı.
Ve Aslan, avına döndü.
"Bir daha," dedi buz gibi ancak sakin bir sesle, "Bana hesap sormayacaksın."
Bunların hepsini Ayça'ya söylediğini biliyordum, buradaki herkes biliyordu. Ancak gözleri beni delip geçiyor, canımı fazla yakıyordu. Güçlükle boğazıma düğümlenen nefesi bıraktım. Gözlerinde düşmanca bir ışık parlıyordu, onu daha önce sadece bir iki kez bu kadar saldırgan görmüştüm.
"Ve sakın ailem hakkında bir kelime daha söylemeye kalkma."
Yeniden önüne dönüp demir kapıyı hızla iterek dışarı çıktı. İçime dolan ve bununla sınırlı kalmayıp bedenime yayılan üşüme hissi Buğra Aslan'ın eseriydi. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım sakinleşebilmek adına. Ayça'nın yanıma geldiğini hissediyordum. Gözlerimi açıp ona bakmadan, hatta bir şey söyleme gereği duymadan yürümeye başladım benimle geleceğini bildiğim için. Adımlarımı hızlandırıp bana ulaşamamasını istiyordum, şu an yanımda kimse olmasın istiyordum.
Hızlı adımlarla, görmeyen gözlerle ilerlerken insanlar yanımdan akıp geçiyordu. Kimisi bana çarpıp hemen adından özür dilerken kimisi de boş gözlerle bana bakıyordu. Annem ve Buğra'nın babası arasındaki her şey öğrenildiğinde, Buğra bana karşı siper aldığında rahatsız olduğum bir durumdu diğerlerinin beni bir böcekmişim ve onların beni ezmek istiyormuş gibi bana bakması. Artık alışmıştım. Her gün onlar tarafından aşağılanmaya alışmış, buna bağışıklık kazanmıştım. Hatta zaman zaman hepsini yerine sindiren ben ve benim tutarsız tavırlarım olmuştu, onlar da buna alışıp beni rahat bırakmayı tercih etmişti. Gülerek iki yana salladım başımı. Alışmış kudurmuştan betermiş, arsızdım ben. Bana hinlikle, tiksintiyle bakan gözlere karşılık verip alayla gülebilecek kadar arsızdım.
Sınıfımın olduğu koridora dönüp içeri girdiğimde Öykü ve Ali'yi konuşurken gördüm. Öykü sırasına oturmuştu Ali'yi dinlerken, Ali ayakta olmasına rağmen sıradan destek alarak Öykü'ye doğru eğilmişti. Yanakları kızarmış olan Öykü, Ali'ye ya da onun anlattıklarına gülüyordu. Dudaklarım istemsiz tebessümle yukarı kıvrılırken sessizce yanlarından geçtim onları rahatsız etmemek için. Yerime oturunca başımı, onları görebileceğim şekilde yan çevirip sıraya yasladım. Arkadaşlarım mutluydu. Gülümseyerek gözlerimi kapadım. Birbirlerinden hoşlanıyorlardı ve birbirlerine yakışıyorlardı. Ali'nin kumral saçları, açık kahverengi, elaya kaçık gözleri vardı. Öykü'yse tonunu çözemediğim kumral-kahve arasındaki saç rengine, dalgalı saçlara ve sıcak çikolatadan daha tatlı kahveliklerle parıldayan gözlere sahipti. Onları seviyordum, hayatımda belki de ilk defa başkaları için doğru bir şey yapmıştım. Halimden memnun bir şekilde uykunun huzursuz kollarına bıraktım kendimi.
"Neva." Omzum elektrikli matkapla deliniyormuş gibi hissediyordum. "Neva, uyan. Öğle arasındayız." Yeniden aynı his baş gösterdiğinde homurdanarak yüzümü sağ kolumla kapadım: "Git başımdan."
Sessizlik bütün kudretiyle etrafımı sarınca memnun bir şekilde uyumaya devam ediyordum. Ta ki soğuk bir hava enseme vurup içime akarak beni ürpertene kadar. Titreyerek doğruldum ve sağ elimi enseme kapadım. Bulanık görüşümle Semih'i seçtiğimde gözlerimi kısarak ona çevirdim bakışlarımı. "Eslem'in neden şikayet ettiği şimdi anlaşıldı."
Göz devirerek kolumu tuttu ve beni çekiştirmeye başladı. "Onu ne zaman memnun edebildim sanki Allah aşkın" diye sitem ettiğinde gülerek kolunu tuttum ve omzuma sardım.
"Nereye gidiyoruz, Kıvırcık?"
Tepeden bir bakışla bana bakıp çarpık gülüşüyle çenesini dikleştirdi. "Sana yemek ısmarlıyorum."
Gözlerim şaşkınlıkla kocaman açılınca midem çalkalanmaya başlamıştı. "Ben pek yiyebileceğimi sanmıyorum," diye homurdandım karnımı tutup. Gözleri azarlarca dolaşıyordu üstümde, başını iki yana salladı: "Gerekirse burnunu kapar öyle yediririm, yine de yediririm. İtiraz yok, Neva, benimle yemeğe çıkıp yemek yiyorsun."
Neredeyse tükürüğümde boğuluyordum. Öksürüklerim yüzünden savsaklaşan adımlarım birbirine takılıp düşme tehlikesi atlatmama sebep olurken şaşkınlığım dehşete dönüştü. "Pardon," diye sordum, "Sen kimsin ve benim masum Semih'ime ne yaptın?" Gözlerimi yaşaracakları kadar kocaman açtım ve ellerimi belime yerleştirdim.
Gülerek başını iki yana salladı ve sağ kolumu tutup beni çekiştirmeye kaldığı yerden devam etti. "Seni hiç yemek yerken görmüyorum. Ayrıca zayıfladığının ve hayalet gibi göründüğünün farkında mısın sen?" Beklentiyle bana bakarken cevap vermeden çenemi dikleştirdim. "Üzgünüm Sayın Buzdolabı, ama bu dik başlılığın bana sökmez." Ve ondan hiç beklemediğim bir kuvvetle beni okuldan çıkarıp alt bahçedeki otoparka indirdi.
Arabalardan çok anlamasam da en azından o arkadaki baklava şeklindeki sembolün Reno'ya ait olduğunu biliyordum. Beyaz Fluence'in yolcu kapısını benim için açıp içeri girmemi bekledi. "Sakın kaçmak gibi bir harekette bulunma," dedi sağ elinin işaret parmağını bana sallarken. Homurdanarak göz devirsem de okuldan uzaklaşacağımız için sevinerek arabaya bindim. Semih de kendi yerini alınca anahtarı kontağa yerleştirip çevirdi, arabayı çalıştırdı.
Kemeri takıp radyoya uzandım. "Açmam sorun olur mu?" diye sordum kirpiklerimin altından ona bakarken. Başını onaylarca salladığında radyoyu açtım. Isaac Slade'in sesi arabayı doldurmuştu gitar sesinden hemen sonra. Gülümseyerek arkama yaslandım, bu grubu ve onların şarkılarını seviyordum.
"Pek iyi görünmüyorsun," diye mırıldandı Semih göz ucuyla bana bakarak, "Bir şeyler yolunda değil yine, değil mi?
Cümlenin içindeki yine kelimesi istemsizce gülmeme sebep olurken başımı sallayarak onu onayladım. "Yine."
Uzanıp şarkının sesini kıstı, "Sana zarar vermedi değil mi, Neva?" Şaşkınca başımı ona çevirdim ancak o konuşmaya devam etti: "Partideyken seni bileğinden tutup çekiştiriyordu. O herifi gözüm hiç tutmuyor. Sanırsın küçük dağları o yaratmış da onlara hükmediyor. İğrenç bir etkisi var insanlar üstünde, bundan nefret ediyorum."
"Gözlerine bakıyorsun ve istemesen bile kendini onun dediğini yaparken buluyorsun, biliyorum," diye mırıldandım gözlerimin önünde bana sakin olmamı söylediği zaman sakinleştiğim anlardan biri canlanırken başımı iki yana salladım bu görüntüden kurtulmak için. "Bu yüzden o konuşurken onun gözlerine bakmayacaksın. Hatta iki gözünün ya da kaşlarının arasına bakıp onu tek göz veya tek kaş olarak canlandır gözünde, o zaman epey komik oluyor."
Semih'in homurdandığını duyduğumda gözlerimi ona çevirdim. "Senin için söylemesi kolay tabii." diyerek, "Ona karşı koyabilen bir sen varsın." Hafifçe kaşlarını çattı ve aklına bir şey gelmiş gibi güldü. Koca bir sırıtıştı bu, gurur doluydu. "Bir de tokat atabilen."
Gülerek önüme döndüm, ancak tek nefeslik bir gülüşten öteye geçmedi tebessümüm. "Ne demişler: Emir demiri keser, çivi çiviyi söker, dinsizin hakkından imansız gelir..."
And you just gon' keep hating me
And we just gon' be enemies
I know you can't believe
Ürperirken irkilerek radyoya indirdim bakışlarımı. "Benden nefret etmeye devam edeceksin/Ve biz yalnızca düşman olacağız/Biliyorum inanmıyorsun"
"Hadi canım?" diye mırıldandım kulaklarıma inanmakta güçlük çekerken. Yüzümü sıvazlayıp derin bir nefes aldım. Şarkı devam ederken ikinci bir dehşetle ellerimi yüzümden çektim.
He lost his soul
To a woman so heartless
How could you be so heartless
Zihnim otomatik olarak cümleleri çevirmeye başlamıştı: "O, ruhunu kaybetmiş/Çok kalpsiz bir kadın için/Nasıl bu kadar kalpsiz olabildin?"
Radyoya düşmanca bir bakış atarak öne doğru uzandım, radyoyu kapadım. Semih'in endişeli bakışlarını üzerimde hissediyordum. Güçlükle bir nefes alıp başımı cama çevirerek tuttuğum nefesi bıraktım ve sessiz olmaya özen göstererek dışarıyı izlemeye başladım.
Aradan geçen sessiz birkaç dakikanın sonunda Semih arabayı durdurdu. Güzel bir yere gelmişti. Restoran denilmeyecek kadar küçük, lokanta demek içinse daha samimi bir yerdi. Öğrenci mekanı olduğu belli, kafe tarzında bir lokantadaydık. Kemerimi açıp aşağı indiğimde Semih de benimle birlikte inmiş, yanıma gelmişti. Elini sırtıma koyup beni hafifçe öne doğru iterek harekete geçmemi sağladığında ona samimi bir tebessümle gülümsedim. İçeri girince beni arka tarafa doğru yönlendirdi Semih. Yer ahşaptı, duvarlar gibi. Tavan olmadığı için doğrudan çatı görünüyordu. Ahşap ve ağaç motifinin sıkça kullanıldığı orijinal bir mekandı. Tavandan sarkıtılan şık lambalar dilek fenerlerini andırıyordu. Ön cephe her ne kadar caddeyi görüyor olsa da arka cephesi boğaza bakıyordu.
Boş masalardan birine, cam kenarına oturduk. Garson kız yanımıza gelip ne istediğimizi sorunca menüyü elime alıp kurcalamaya henüz başlamıştım. "Bize iki orta boy kumpir getirin. Bana bir kola ve sen içecek ne istersin?" diye sordu Semih bana doğrudan.
"Gazoz, şekersiz olsun."
Kız başıyla onaylayarak önümüze iki kağıt, kalem bıraktı. "İstediğiniz malzemeleri işaretleyebilir misiniz?"
Kalemi alıp minik kutucuklara çarpı atmaya başladım: Kısır, mısır, makarna, Rus salatası ve salçalı sosis. Kağıtla kalemi kıza verdiğimde Semih çoktan arkasına yaslanmıştı. Kız arkasını dönüp yürümeye başladı. "Burasının kumpiri çok güzeldir," dedi Semih gülümseyerek.
Omuz silkerek onun gülümsemesine karşılık verdim: "Kumpir severim."
Gerçekten severdim. Küçükken, henüz annemi hala seviyorken, canım istediği zaman birlikte kumpir yemeye giderdik. Hemen ardından beni lunaparka götürürdü, doyasıya eğlenirdim. Gözlerim dalarken o iğrenç günü hatırladım. Kaybolduğum, annemi bulamadığım günü. İyi niyetli biri yanıma gelip beni polise teslim etmişti, annem ise üç gün boyunca beni almaya gelmemişti. Esefle güldüm ve başımı iki yana salladım ürpererek.
"Bir sorun mu var," diye sordu Semih elimi tutarak, "Rengin soldu."
Dolu gözlerle ona baktım. "Semih, ben çok mu kötü biriyim," dedim titreyen sesimle.
"Hayır, nereden çıktı bu?" Kaşlarını çatarak yutkundu. Gerçekten kızmış görünüyordu. "O nasıl söz öyle?"
Gülerek önüme baktım. Öyleyse neden annem beni sevmemişti, niye bu sorunun cevabını bulamıyordum? Ben ona ne yapmıştım ki onu sevmekten başka? Aklım almıyordu, hiçbir şeyi. Sadece anne şefkatine muhtaç bir kızdım ben, sadece babası kadar annesini de seven bir kız çocuğundan başka hiçbir şey değildim. Hayat ellerimden babamı almakla yetinmemiş bir de annemin ilgisi sökmüştü benden. Kimsesi kalmayan, yapayalnız bir kızdım.
"Afiyet olsun."
Olduğum yerde irkilerek etrafa bakındım. Başka bir garson siparişlerimizi masaya bırakmıştı. Semih'in endişeli gözlerine baktım ve ona güven vermek isteyerek elini sıktım. "Hadi, ye," dedim beceriksiz bir gülümsemeyle ve hiçbir şey demeden elimi elinden çekip kumpiri kaşıklamaya başladım.
Yemek sırasında ikimizde sessizdik. Üzerime çöken ağırlık bütün enerjimi emiyor gibiydi ki büyük ihtimalle Semih de bundan etkileniyordu. Mutsuzluğumla etrafımdakileri mutsuz ediyordum. Kendimi gülmeye zorladım peçeteyle ağzımı silip sandalyeden kalkarken. "Alman usulü olsun mu?" diye sordum. Aslında bu bir soru değil, ricaydı.
Gözlerini devirerek fişi aldı ve araba anahtarını bana verdi. "Sen arabaya geç sarışın, seni buraya ben getirdim hesabı da benim ödemem gerek."
Homurdanarak ve ayaklarımı sürüyerek lokantadan çıktım. Arabaya yaklaşırken kendime gülerek anahtar üzerindeki düğmeye bastım, kapıların kilidi kulağa hoş gelen bir "klik" sesiyle açıldığında bunun güzel bir his olduğuna karar verdim. Kapıyı açıp ön yolcu koltuğuna oturarak kemerimi bağladım ve birkaç dakika Semih gelene dek bekledim sessizce. O da şoför koltuğundaki yerini alınca okula doğru yola çıktık.
"Şimdi bu güzel öğle yemeğinden sonra gel de beden dersine gir," diye homurdandım hoşnutsuzca. "Neden okulun sportif manyakları bizim sınıfta olduğu için biz de koşuyoruz?"
Semih gülerek bana baktı. "Sınava mı çalışmak istersin," diye sordu alaylı bir sesle.
Gözlerimi kapayıp bir sonraki yılımı düşündüm bir süre. Kesinlikle akademik açıdan bir meslek istemiyordum. Ben avukat olamazdım, psikolog olamazdım veya TS branşlarından birinde öğretmenlik yapamazdım. Benim için beyaz ve siyah tuşlar lazımdı. Minik bir tabure, büyük bir piyano. Sahne, ışıklar... Belki arkada piyano çalabileceğim, çok da büyük olmasına gerek olmayan bir orkestra. Benim yerim konservatuardı.
"Konservatuara gitmek istiyorum," dedim omuz silkerek.
Sonra birden doktorun dedikleri doldurdu kulaklarımı. Akciğerle birlikte bir parça da mide kanseriydim. Derin bir nefes alıp şakaklarımı ovuşturmaya başladım ve okula gidene kadar konuşmama, düşünmeme kararı aldım. Semih'in endişeli olmasına rağmen beni rahatsız eden bakışlarının yoğunluğu altında okula doğru sessiz bir yolculuğu kabullendim. Yine de onun da bu sessiz yolculuğu kabullenmiş olması daha iyi hissettiriyordu.
Semih arabayı durdurduğunda gözlerimi açmıştım. "Dersin başlamasına kaç dakika var,"diye sordum kendimi doğrudan müzik odasına atabilme planları yaparken. Sanki düşüncelerimi duyuyormuş gibi bana gülümsedi.
"Daha yarım saat var."
Hemen kemeri açıp Semih'e uzandım, boynuna sarılarak yanağını öptüm. "Bir tanesin sen," diye cırladım sevinç naralarımın arasında. "Hadi ben kaçtım!" Arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım ve bir şey demesine fırsat vermeden neredeyse koşuşturarak müzik odasına doğru ilerlemeye başladım. Tabii kesilen nefeslerim, boğazıma takılan öksürükler bana engel olmaya çalışsalar da, başarılı değillerdi. Yanından geçtiğim, hatta geçerken çarptığım öğrencilerin çoğu bana dik dik baksa da hiçbirine aldırmadım. Zaten çok çabuk yerle bir olan moralim şu an beni şaşırtarak hâlâ alışık olmadığım bir şekilde yerindeydi.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde montum ve çantam hâlâ buradaydı. Derse girerken bile onları almayı unuttuğumu fark edip kendime güldüm ancak yine de onları umursamayıp kapıyı ardımdan kapayarak piyanoya doğru ilerlemeye başladım. Piyano beni kendine çekiyordu, sanki görünmez bir el tarafından öne itiliyormuş gibi piyanoya doğru çekiliyordum. Derin bir nefes alıp tuşların üstündeki siyah ahşap kapağı okşadım pufa oturmadan hemen önce. Parmaklarım lake ahşap yüzeyde dolanırken bütün sinir uçlarım tetiğe geçmişti. Derim hassaslaşmış gibi hissediyordum, havada uçuşan toz zerreciklerini bile hissedebilecek kadar duyarlı. Siyah kapağı yavaşça kaldırıp piyanoya yasladım ve tuşlara baktım birkaç saniye boyunca hiç hareket etmeden. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp parmaklarımı tuşların üstünde gezdirmeye başladım. Notaların her biri melodilere dönüşerek kalbime akıyordu ritmi belli olmayan bir ahenkle. Ahenk... Bir adımın diğerini takip etmesi, nefeslerimizin birbirlerini kovalaması, gecenin gündüzün peşinden koşması, doğum ve ölümün sıralanması... Bunların hepsi bir ahenkti. Benim gibi. Ben babamın biricik ve minicik ahengiydim.
Gözlerimi kapayıp zihnime dolan notaları tuşlamaya başladım ağır ağır. Ruhuma düşen ağırlık doldurmuştu parmak uçlarımı. Her an taze kalan acım kadar saf bir hüzün odayı sardı. Kalbim sızlıyor, kirpiklerimin ucuna yerleşen yaşlar titriyordu. Ruhum titriyordu.
Parmaklarım sırasıyla tuşları takip ederken başımı hafifçe geriye doğru yaslayıp havayı kaplayan hüznü soludum. Oksijenin yetmediği ciğerlerimi hüzün istila etmişti. En minik hücreme dek hissediyordum onu. Damarlarımda dolanan kan yoğunlaşmış, daha acı bir hal almıştı sanki; zehirlenmiştim. Buruk bir gülümseme dudaklarıma peyda olurken bedenimi kulaklarımda uğuldayan melodilerin o kasvetli rüzgârına bıraktım dört bir yana savrulabilsin diye. Ve o hain rüzgâr çatlaklarımdan içeri sızıp müthiş bir kaos yarattı minicik kalbimin kalabalık odacıklarında. Hiçbir zaman başa çıkamayacağım bir kasırganın ortasında sürükleniyordum.
Bir damla yaş sımsıkı örtülü kirpikleri aşarak yanağıma yuvarlandı ve süzülerek çeneme doğru kaymaya başladı. İncecik bir yol oluşturdu ardından ona yetişmek için daha hızlı olmaya çalışan yeni yaşlara. O ince yol büyüdü. İçimdeki kara delik kadar büyüdü, kendince bir kasırga oldu. Ancak bitmiyordu hissettiğim acı, geçmiyor ya da geride kalmıyordu. Paylaşsam azalmıyor, içimde tutsam dibi buldurmuyordu. Dipte olduğumu sanırken bir dip daha olduğunu öğrenmiştim, doyasıya düşüyordum, kıran kırana bir yarış içindeydim zamana karşı. Sırtım zemine çarptığında mutlak güç galip gelecek, kaburgalarım kırılacaktı. Eğer şanslıysam bir kemik kalbime saplanırdı ve ölürdüm. Aksi takdirde bütün kemiklerim kaynayana kadar bekleyecek, yanlış kaynama durumunda kemiklerimin kırılmasına yeniden izin verecektim. Acıyı bir kez daha kucaklayacaktım.
Ben, Neva Karaer. Kendini kimsesizliğe adamış bir ruh. Karanlığın içinde, ışıksızlığa alışmış gözlerimle güne susamıştım. Ancak gün doğarken kör olacaktım. Dünya aydınlık değil, aydınlık nerede? Bilmiyordum. İçinde bulunduğum çukur çok derindi ve ben buradan çıkamıyordum. Gerçi, yukarı çıkabilmek için ne kuvvetim vardı ne de bir çabam.
Ben, Neva Karaer. Ne idüğü belirsiz duygular ummanında kendimi kaybetmiştim. Kaybolmuştum ve bulunamıyordum.
Artık odadaki hüzün de ciğerlerime yetmezken derin bir nefes almaya çalışıp son dizlere girdim. Parmaklarım piyano tuşları üstünde danslarına ara vermeyip daha da hızlanırken gözlerimi usulca araladım. Odada yalnız olmadığım hissi içimi kaplayınca müziğin devamını getirmeyerek öylece durdum, parmaklarım hala tuşların üzerindeydi.
"Neden buradasın," diye fısıldadım sanki daha yüksek sesle konuşursam odanın içindeki buhran dağılacakmış gibi korkarak.
Aldığım cevap sessizlikten başka bir şey olmamıştı.
Parmaklarımı piyano tuşlarının üstünden çekip tuş kapağını kapayarak ahşap yüzeyden destek alıp ayağa kalktım titreyen bacaklarıma. Yavaşça piyanodan uzaklaştım, ona doğru döndüm. Sırtını duvara yaslamış, kapının yanında duruyordu. Kolları göğsünde bağlanmıştı. Tam olarak seçemesem de başını duvara vererek karanlığa gömülmüştü sanki dahası mümkünmüş gibi, karanlığa hükmedermiş gibi. Delici yeşil gözlerinin odağındaysa ben vardım.
"Neden devam etmedin?"
Başımı hafifçe sağa çevirip omzumun ardında duran piyanoya baktım gülerek, başımı iki yana salladım. "Benim yarım bıraktığım birçok şey var Buğra," dedim yüzümü ona çevirip çenemi dikleştirirken.
Bir gülüşle kıvrıldı dudakları. Bir nefeslik gülüşlerden biriydi, sitemkâr; belki de düşmanca. Ama en çok alaylı. "Hep başıma kakacaksın, değil mi," diye sordu duvardan uzaklaşarak. Kapının camından yansıyan ışık yüzünü yalayıp geçmişti. Buğday sayılan teni normalinden oldukça beyaz duruyordu.
Gözlerimi kısıp ona bakarken onun başlattığı savaşa ortak oldum. "Kazanamadın, Buğra. Kazanamayacaksın." O bana yaklaşmak için ilerlediğinde adımlarım onu yarıda karşıladı. "Çünkü senin karşında öylece senin dediklerine boyun eğecek bir kukla yok. Beni dışarıda duvara çarptığın o günü hatırlıyor musun, Aslan? Canımı yakacaktın, hiç kırılmadığım kadar kıracaktın ya beni?" Yüzümü yüzüne yaklaştırıp kulağına doğru yükseldim ve fısıldadım: "Senin de canın yanacak ve ben öylece izleyip bu anın tadını çıkaracağım."
Afalladığını, gerildiğini hissediyordum. Geri çekilip ondan uzaklaştım, kapıya doğru ilerlemeye başladım. Yerde duran montumla çantamı alarak son kez ona baktım: Bana dönmüş, öylece duruyordu. Hiçbir duygu okunmuyordu yüzünden. Önüme dönüp kapıyı açtığımda dışarıdaki birkaç göz bana çevrilmişti ve yine onlardan bazıları omzumun üstünden, hemen arkada duran Buğra'ya odaklanmıştı. Onların da şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. Kapıyı sonuna kadar açık bırakarak dışarı çıktım.
Meraklı fısıltılar etrafımı sarmış, kulaklarımı doldurmuştu. Az sonra içimi titretecek bir haykırış koptu müzik odasından ve bu haykırışı ancak piyano tuşlarını yumruklayınca çıkabilecek bir gürültü takip etti. Adımlarım yavaşlayıp durduğunda gözlerimi kapayıp boğazıma sıkışan yumruya rağmen nefeslenmeyi denedim. Öfkem, korkum... Yoğun ve yalnız hissettiriyordu, nefes aldırmıyordu. Elimi uzatıp duvardan destek alarak kendimi toplamaya çalıştım ancak her yere saçılmıştı hayal kırıklarım.
Neredeyse koşar adımlarla sınıfa doğru ilerlemeye başladım. Uzaklaşmak istiyordum buradan: Bir trene atlayıp uzaklaşmak bu şehirden, özgürleşmek amansızca. Her şeyi, herkesi bırakıp gitmek gerek. Bir kuş olup uçmak gerek bulutlara, belki nefes alabilmek... Oysa yerimde sayıp biraz daha gömülüyordum içimde anbean büyüyen o acı okyanusuna.
Adımlarımın hızı durulup sakinleşti. Yavaş, ruhsuz adımlarla sınıftan içeri girdiğimde birkaç bakış bana çevrilmişti. Aldırmadım. Okulun ilk günleri olduğu gibi bütün sesler uğultu gibi kulaklarıma dolduğunda tek yaptığım sırama oturmak, başımı sıraya koyarak uykuyu beklemek oldu. Fakat uyuyamayacak kadar kendinde bir zihinle savaşmaktan başka hiçbir şey geçmemişti elime. Rahatsız olarak derin bir nefes aldım ve başımı sıradan kaldırıp dirseklerimi sıraya yaslayarak başımı ellerimin arasına bıraktım. Ensemde başlayarak bütün başıma yayılan aşırı sıcaklığı, gözlerimin içinin yandığını hissediyordum. Hasta olmak üzereydim. Gözlerimi kapayıp yıkık dökük ruhumun kabuğuna bir soğuk algınlığını yakıştıramadım. Ama dün o kadar uzun süre yağmurda kalmamdan sonra bu kaçınılmaz bir son gibi karşımda duruyordu.
Yanımdaki hareketliliği gözlerim seçince başımı sağ tarafa çevirdim. "Hadi," dedi Ali elini bana uzatarak, "Spor salonuna iniyoruz."
Birkaç uzun saniye boyunca uzattığı eline baktım. Sonra başımla onaylayıp elini tutarak beni ayağa kaldırmasına izin verdim, tıpkı onun, ondan güç almama izin verdiği gibi. Koluna girip başımı omzuna bırakırken yarı kapalı adımlarla peşinden sürüklendim salona doğru. Öykü yanımıza gelip iki kolunu da belime sarmış ve çenesini omzuma yaslamıştı.
"Hasta mısın bir tanem sen," diye mırıldandı alt dudağını sarkıtırken.
Gülerek sol kolumu Öykü'nün omzuna sardım ve başımı Ali'nin omzundan çekerek Öykü'nün dalgalı, kahverengi saçlarına yasladım. "İyiyim ben, endişelenme."
Spor salonundan içeri girdiğimizde Ali çekinerek beni Öykü'ye bırakmıştı. Birlikte kızlar soyunma odasına geçmiş, odadaki dolaplarımızın önünde duran uzun sıraya oturduk. Şu an olduğum yerden kalkıp giyinmek ve az sonra koşmak zorunda olmak bayağı bir koyuyordu. Ağır bir üşengeçlik bedenimin, zaten minik kırıntılardan ibaret olan enerjimin üstüne ağır bir perde gibi örtülmüştü.
"Faruk Hoca onu yüzme takımına almış, duydun mu," diye sordu ismini hatırlamadığım bir kız.
İlgisizce Öykü'ye baktığımda gözlerini devirdiğini görmüştüm. Gülerek ayağa kalktım ve dolabımı açıp bir zamanlar içim giderek aldığım, mavi tonlarıyla siyahın mükemmel uyumunu barındıran koşu taytımı giydim pantolonumu çıkararak. Spor salonu soğuk olmadığı, hatta aksine ılık olduğu için dolaptaki siyah, kısa kollu lakosu da üstüme geçirerek saçlarımı dolaptan hiç eksik etmediğim siyah lastik tokayla at kuyruğu yaptım.
"Dokuzuncu sınıfta da yüzme takımındaymış zaten," dedi Sezin hülyalı bir ses tonuyla, "E, her yerde bir Buğra Aslan yetişmiyor."
Kaşlarımı çatıp başımı hafifçe yana yatırarak onları dinlemeye başladım. Konu ilgimi çekmişti.
Birbirlerine kıkırdayarak Buğra'yı övmeye devam ettikleri sırada Öykü de giyinmiş, dolabına yaslanarak beni inceliyordu. Tam bir şey söylemek için dudaklarını aralamıştı ki elimi kaldırıp onu durdurdum. Gözleri gözlerimi takip ederek Sezinleri bulduğunda o da ilgiyle dinlemeye başladı.
"Sırtındaki izler çok çirkin ama," dedi Sezin'in yanındaki kız yüzünü buruşturarak, "Kafes dövüşüne falan katıldı diyorlar ama bana sorarsan sokakta bir kavga üç beş kişi birden dalmış olabilirler buna, yoksa nasıl olacak o izler?" Sonra durup flörtöz bir kıkırdayışla güldü: "Karanlık çocuk, nasıl da seksi ama..."
Sırtındaki izler... Zihnimde dönüp dolaşan sahne spot ışıklarının altında kalmışım gibi hissettirdi. Savaş'la kavga ettiği ve Savaş'a kendini dövmesi için izin verdiği gece, bana geldiğinde gördüğüm izleri hatırladım. Dağınık çizgiler halindeki kabarık yara izleri korkutucuydu, parmak uçlarım sızlamıştı onları gördüğümde. Nasıl olmuş olabileceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu ancak, elbette kafes dövüşü saçmalığı olmayacağına emindim. Birkaç kişiyle birden kavga etmiş olabilir miydi? Hayır, salak mıydı bu çocuk yoldan geçen bir grupla kavga etsin!
"Onu bunu bırak da kaslarını gördün mü? Eridim!"
"Türünün en belirgin özelliği: Kolay eriyor olması," dedim dilimi tutamayarak.
Sezin de dahil olmak üzere soyunma odasındaki herkes bana dönerken Öykü'nün endişeli gözlerini üstümde hissediyordum. Başımı kaldırıp doğrudan Sezin'e baktım: Üstünde voleybol forması vardı ve formasının üstü minicik şortunu neredeyse tamamen örterek hiç yokmuş gibi durmasına sebep olmuştu. Kahve saçlarının üstündeki sarı boya akmaya başlamış olmasına rağmen hoş duruyordu. Belki de bilerek böyle bir görünüm verilmişti.
"Ne dedin sen," dedi tıslayarak. Çenesini dikleştirmişti, meydan okuyordu.
Gülerek başımı iki yana salladım. "Dedim ki," derken dolapların önünden uzaklaştım. "Kaşarlı tost, en sevdiğim kantin yemeği." Ona yaklaşmaya devam ediyordum. Benden kısaydı, alnı burnuma geliyordu ki bu ona tepeden bakmamı sağlamıştı. Alayla gülüp kahverengi gözlerine diktim bakışlarımı. "Anlatabiliyorum, değil mi?"
"Sen uzaklaştırma almayı çok sevdin sanırım," diyerek ellerini belinin iki yanına yerleştirdi. Ona omuz atarak salonun çıkışına doğru ilerlerken yüzümde pis bir sırıtış belirmişti. Kapının önüne geldiğimde durdum, omzumun üstünden ona baktım: "Yarası olan gocunurmuş. Niye bu kadar dert ettin ki," diye sordum sanki az önce ona hakaret eden ben değilmişim gibi. "Yaran varsa orası ayrı, tabii." Ona göz kırpıp dışarı çıktım.
Kapı ardımdan kapanmadan peşimden gelen Öykü'ye baktım. Dehşetle etrafını kolaçan ediyordu. Hemen sonrasında soyunma odasında kopan gürültüye memnun bir şekilde gülüp Öykü'yü peşimden çekiştirerek salona doğru ilerlemeye başladım. Biz içeri girince Ali yanımıza doğru gelmeye başladı. Öykü'nün gergin suratından çekmiyordu gözlerini. Sorarca bana baktığında omuz silkmekle yetindim. "Uzaklaştırma almamdan korkuyor."
Ali şaşkınlığını üstünden atıp konuşmaya başlayacağı sırada Faruk Hoca yerlerimize geçmemizi söyleyerek Ali'ye konuşma fırsatı tanımadı. Durumdan memnun kalarak yerime geçtim. Sabit selamlaşma, rahat-hazır ol komutlarından sonra yüzücülerin yüzme havuzuna, basketçilerin basket, voleybolcuların voleybol sahasına geçmek isteyerek diğer geri kalanlardan sadece birkaçı hariç hepsinin koşucularla birlikte koşmasını istemişti. Ben de koşmak zorunda kalan o birkaç şanssızdan biriydim.
Öykü yanıma gelip benim yanımda koşmaya başladı sırayı bozarak. Kimse buna aldırmasa da kısa süren karmaşa için rahatsız olup homurdanmaya başladılar. Göz devirip şimdiden yanmaya başlayan ciğerlerime rağmen diğerlerine ayak uydurmaya çalışıyordum. Doktorun söyledikleri kulaklarımı doldururken Buğra'yla göz göze geldik. Suya girmek için komut bekliyordu ama gözleri üzerimdeydi.
Güçlükle yutkunarak önüme döndüm, koşmaya devam ettim. Çoğu zaman Öykü'den bile geri kalsam da ona yetişiyordum. Yere vuran top, ayak sesleri ve haykırışlar kulaklarımda uğulduyor, nefeslerim ağırlaşıyordu. Tam o sırada sırtımdaki baskıyla öne düştüm. Daha ne olduğunu anlayamazken ciğerlerimin göğüs kafesime çarptığını hissettim ve boğazıma kadar yükselen öksürükleri tutamayıp elimle ağzımı son anda kapayarak öksürmeye başladım.
Ciğerlerim yanıyordu. Gözlerimin önünde uçuşan siyah benekler, görüş alanımı sislendirirken o karanlık çerçevelerin gözlerimin etrafını sardığını fark ettim. Başımı iki yana sallayıp yerden destek alarak doğrulmaya çalışınca yalpalayıp yeniden yere kapaklandım. Ağzımın içinde baş gösteren bakırımsı tat felaket tellalı gibi benimle alay ediyordu.
"Neva..."
Uzaktan gelen tanıdık sesler.
Birinin koluma girip beni yerden kaldırdığını hissettiğimde elimi ağzımdan çekip yanımdaki kişiye çevirdim başımı. Ali. Aniden durmuştu, şok olmuş bir şekilde elime bakıyordu. Yüzü kül rengine dönerken elimi yumruk yapıp dudağımın kenarında varlığını hissettiğim kızıllığı sildim elimin tersiyle ve sağlıksız birkaç adım atıp Ali'yi hareket etmeye zorladım.
Ali irkilerek bana baksa da yürümeye başladı. Sınıfa doğru ilerlerken bedenimin ağırlığının büyük bir kısmını Ali'ye vermiştim. Zorlanmıyordu ancak afallamıştı ve sanırım korkmuştu da. Merdivenlere geldiğimizde bana tereddütle bakmasına rağmen oldukça yavaş adımlarla merdivenleri çıktık.
"Neden kan vardı, Neva, ne oluyor?"
Gözlerimi kapayıp başımı omzuna yaladım ve derin bir nefes aldım. "Sonra," diye mırıldandım elimden bu kadarı gelirken.
Sınıftan içeri girince kapıyı arkamızdan kapadı sessizce. kolundan çıkıp birbirine takılan adımlarla sırama doğru ilerledim. Ali beni rakip ediyordu hala sessizliğinden bir şeyler kaybetmemişken. Sırama oturup çantamı kurcalamaya başladım, bir peçete olması gerekiyordu.
"Öykü'nün çantasında olacaktı," diye mırıldandığını duyduktan hemen sonra elinde bir ıslak mendille yanıma geldi, hemen önümdeki sıraya oturarak sağ elimi avuçlarının arasına aldı. Elimi açtım aslında tiksinip tiksinmediğini merak ederken, yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Avuç içimi temizleyip elimi tuttu. "Neden ağzından kan geldi Neva," dedi çok sakin bir sesle.
"Çünkü," Çünkü, ne? Ona söylemeli miydim? Bilmiyordum. Gözlerimi kapadım ve ciğerlerime yetmeyen bir nefesi daha ciğerlerime doldurup gözlerine baktım. "Ağzımın içinde yaralar var," diye mırıldandım inanmasını umarak. "Öksürünce onlardan biri kanadı büyük ihtimalle."
Kaşlarını kaldırıp bir süre düşündü. "Doktora gittin mi?"
Başımı sallayarak onu onayladım. İnanmışa benziyordu. "İlaç verdi, stresten oluyormuş."
Şaşkınca bana bakarken inandığını fark edip rahatladım ve montumu sırama koyup yastık gibi top yakarak başımı montuma bıraktım. "Biraz uyumak istiyorum." Çantamı arkamdan çekip ona doğru uzattım. "Öykü kıyafetlerimi bunun içine koyup gelirken getirebilir mi?"
Saçlarımdaki tokayı çekip üstüme kapüşonlu hırkasını bıraktı. "İyi uykular fıstık." Ve çantamı alıp sessizce çıktı sınıftan. Gözlerimi kapayıp kendimden iğrenmemi söyleyen yanımı bastırdım ve uykuyu beklemeye başladım.
Öykü tarafından uyandırıldığımda çoktan çıkış zili çalmıştı. Önce lavaboya gidip ellerimi, yüzümü yıkadım. Montumu giyerek çantamı omzuma attım ve koluma girmesi için Öykü'nün ısrarlarına boyun eğdim. Gerçi çantamı da taşımak için ısrar etmişti ama bunu kabul etmeyip ben de inada bindirince bu teklifinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Yavaşça merdivenleri inip okulun bahçesine çıktık. Güneş akşamüstünün naif kızıllığıyla gökyüzünün maviliğine meydan okuyordu, hava sonbaharın serin rüzgârlarını taşıyıp bize getirdi.
"Buğra ve Sezin kavga etti," dedi Öykü boğazını temizleyerek. Anlamayarak ona baktım bir süre. "Topu sırtına Sezin atmış. Yanlışlıkla olduğunu söylüyor herkese ama öyle olmadığını biliyoruz."
Başımı salladım belli belirsiz. Daha fazla Sezin'in ismini duymak istemiyordum. "Elimden bir kaza çıkacak. O kıza karşı sabırlı olabileceğimi sanmıyorum," dedim en az esen rüzgâr kadar soğuk bir sesle.
Öykü bir cevap verme gereği duymadı ya da sonunda bana hak verip bu konu hakkında yorum yapmak istemedi. Okulun bahçesinden çıkıp birbirimize sarıldık ve yarın görüşmek üzere ayrıldık. Ellerimi montumun ceplerine yerleştirip sonbahar kokusunu soludum. Yine yağmur yağacaktı. Gülümseyerek yürümeye başladım eve doğru. Yağmuru ve sonbaharı seviyordum. Sararan yapraklara, toprak kokusuna, hatta gökyüzünün o kasvetli görüntüsüne aşık büyümüştüm ve hala aşıktım.
"Sarı!"
Ayaklarım sanki bur durmamı söyleyen komutmuş gibi anında durup sesin sahibine döndü. Savaş omzuna astığı gitar çantasıyla ve okul üniformasıyla tam karşımda duruyordu. Şaşkınca ona baktım. "Yine okuldan mı kaçtın sen," diye sordum kendimi gülümsemeye zorlayarak, "Bak öyleyse kulağından tutup seni okuluna teslim edeceğim."
Gülerek başını iki yana salladı, yanıma geldi. "Ben elimi tutmanı tercih ederdim aslında," dedi yüzünü buruşturarak. "Okuldan kaçmadım, bugün erken çıktık, ben de seni alayım dedim." Bana tepeden bakarak gülerken göz kırptı, "Hem okulundaki kızlar yakışıklı erkek görmüş oldu. Fena mı," diye sorduğunda çenesini hafifçe dikleştirdi.
Kendimi tutamayıp söylediklerine kahkahalarla gülerken başımı hafifçe iki yana salladım. "Bak sen şu öz güvene," diye mırıldandım kahkahalarım küçülüp geniş bir tebessüm halini alırken.
Kolunu omzuma atıp beni kendine doğru çekti ve yürümeye başladı. "E," dedi sesinde haylaz bir tını varken, "Bu akşam beni dinlemeye geliyor musun?"
"Bilmem." Göz ucuyla ona baktım: "Gelmeye çalışırım."
Yol boyunca bana okulda geçirdiği zamanı anlattı. Beni tanıştırdığı arkadaşları sürekli onun başını etini yemişti söylediğine göre ve sınavları yeni başlamış olmasına, hatta YGS'ye aylar kalmasına rağmen fazla rahattı. Gülerek başımı iki yana salladım son düşüncem yüzünden. Ben sanki çok stresliydim de onun rahatlığını eleştiriyordum.
Evin önüne gelince ikimizde durduk.
"Yeni şarkılar öğrendim hatta bir beste yapmaya çalışıyorum."
Şaşkınca onu inceledim, oldukça ciddiydi. "Yaparsın sen," dedim gülümseyerek ve ona içten içe inanarak. "Ben güveniyorum sana," diye fısıldadım sesim sonlara doğru iyice yok olurken. Yine de beni duydu.
Başını hafifçe öne eğip yüzüme düşen saçları kulağımın ardına sıkıştırdı. "Sadece sana söylemek istediğim onlarca şarkı var."
Ne diyeceğimi bilemez halde gözlerimi kaçırdım ve boğazımı temizledim. "Ben eve gireyim üşütmeden," derken beceriksizce güldüm ve hafifçe geri çekilip kapıya doğru ilerledim. "Bir aksilik olmazsa akşam görüşürüz," diyerek ona el salladım ve kapıyı açıp kendimi eve attım.
Kalbim kulaklarımda atıyordu ama içimdeki o burukluğun ne olduğunu bilmiyordum. Çantamı alelade bir yere atıp, nereye attığıma bile dikkat etmeden, savsak adımlarla mutfağa geçtim. Kendime bir bardak su doldurmak istemiştim ama ellerim bardak tutamayacak kadar titriyordu. Ruhumun acizliği bedenime yansıyordu.
Akşam yavaş yavaş çöktüğünde üstüme bu sabah okula giderken giydiğim kıyafetlerimi giyip telefonumu yanıma aldım. Arayan biri olduğundan veya kullandığımdan değildi, yanımda olmayınca eksik ve rahatsız hissettiğimdendi. Ayağıma kışlık botlarımı giydim çiseleyen yağmura karşı önlem alarak. Spor ayakkabılarım ne kadar su geçirmiyor olsa da soğuğu geçiriyordu. Montumu giyip fermuarını çektim ve evden çıkıp kapıyı ardımdan kapadım. Ayaklarıma özgür olma hakkı verim çay bahçesine gitme konusunda tereddütsüz olduğumda. Utanıyordum. Kendimi içimde sürekli birilerine ihanet etmişim, birini kullanmışım gibi hissediyordum ve bu ondan utanmama sebep oluyordu. Aslında, en çok da annemi haklı çıkarmaktan korktuğum içindi. Sırf bu yüzden ayaklarım çay bahçesine giden yolu değil de iskeleye giden yolu seçmişti.
Rüzgârla birlikte uçuşan saçlarım kimi zaman gözlerimin önünü kapasa da onları yüzümden çekmek için hiçbir hamlede bulunmuyordum. Gökyüzünü yaran bir ışık aydınlattı İstanbul'u, içimden saymaya baladım. Bir, iki, üç, dört, beş, alt, yedi, sekiz, dokuz. Ve gök gürledi. Az önce çakan şimşeğin göğü yardığı kükreyişinden anlaşılmıştı.
Şimşek ve gök gürlemesi arasında ne kadar uzun bir süre varsa gök o kadar kuvvetli gürlerdi. Bunu sekiz yaşındayken annemi lunaparkta kaybedince götürüldüğüm polis merkezindeki baş komiser söylemişti, muhtemelen beni oyalamak için öylesine söylediği bir bilgiydi ama unutmamıştım. Annem ise beni oradan almaya tamı tamına üç gün sonra gelmişti ki, artık yetimhaneye gönderilmek üzereydim. Gözlerimin önünde beliren sahneleri kovalamaya çalışıyordum ama düşüncelerim çoktan zihnimi istila etmişti bile.
İskelenin yakınlarında, hâlâ kuru olan bir banka oturdum ve hırçın Marmara'yı izlemeye başladım. Sanki kükreyen göğe kafa tutuyordu dalgalar. Köpürüp kayalara vururken en az gök gürlemesi kadar kudretli bir ses bırakıyorlardı gerilerinde. Puslu bir akşamın serin karanlığına, yağmurun naif kollarına bıraktım ruhumu. Her dalganın kayaya vuruşunda başka ruhların haykırışlarını dinledim. Bu, yeryüzünde var olabilecek en hüzünlü ezgiydi. Kulaklarım bu ezgiyle sağır olmayı diledi.
"Ya burada ya da iskelede olacağını tahmin etmiştim."
Daldığım düşüncelerden sıçrayarak sesin sahibine döndüm. Kısa boylu, kısa saçlı ve esmer bir kızdı. Tuhaf bir şekilde tanıdık gelse de çıkaramıyordum. Yanımdaki yeri gösterdi eliyle: "Oturabilir miyim?"
Hiçbir şey demeden önüme döndüğümde yanıma oturmuştu. Bana söylediklerini tartıyordu zihnim, bizim okuldan olmalıydı ama burada olduğumu nereden tahmin edebilmişti? Kaşlarım çatıldı, çatıldı, çatıldı. Ta ki gözlerimin üstünde bir gölge gibi varlıklarını hissedene dek kaşlarım çatıldı. Beynimin içindeki çarklar haldır haldır dönerken zihnim tanıdığım insanları gözden geçiriyordu. Birini bulmuştum.
"Melisa Kesel, meşhur magazinciniz."
Dudaklarım soğuk bir gülüşle kıvrıldı. "Biliyorum." Cevap vermeyip kollarını göğsünde bağladı ve iyot kokusunu içine çekerek gözlerini kapadı. "Yanımda birilerini görmediğin için şaşırdın sanırım? Sana haber malzemesi veremediğim için ne kadar üzüldüm, tahmin bile edemezsin," dedim kinaye dolu sesle.
Gülerek başını iki yana salladı. "Aslında," diye başladı söze, hemen ardından derin bir nefes aldı. "Buraya seninle konuşmak için geldim."
"Hım." Durup düşünürmüş gibi yaptım. "Ne zamandan beri konuşacak şeylerimiz var, ben pek hatırlayamıyorum da?"
Tek nefeslik bir gülüş döküldü dudaklarından, alaycıydı. "İğnelemekten hiç vazgeçmeyeceksin, değil mi?"
Ona "Sen ciddi misin?" dercesine bakıp gözlerimi devirdim, önüme döndüm. Konuşmak istiyorsa pek âlâ konuşabilir ve sonrasında def olup gidebilirdi. Onunla konuşacak değildim. Kaldı ki onu dinlemek istediğimi bile sanmıyordum.
"Arkadaşın Ayça," diye mırıldandı kollarını çözüp ellerini kucağına bırakırken, "Bugün çok ileri gitti yemekhanede. " Hiçbir cevap vermedim. Aslında ben de biliyordum Ayça'nın ileri gittiğini ama bunu ona söylemek gelmedi içimden. "Sen zaten bu çocuğa sürekli tokat atıp duruyorsun okul bahçesinde, okulun önünde. Ama hiç düşünmüyorsun değil mi, Neva? Onun bir gurur olduğunu ya da ailesinde yaşadığı problemler olabileceğini hiç düşünmüyorsun."
Kaşlarımı çatıp öfkeyle ona döndüm: "Ne demek istiyorsun? Ayrıca, bana ne söylediğini duydun da mı beni böyle yargılayabiliyorsun?" Sesim gereğinden daha sert çıkmıştı.
"Biz dokuzuncu sınıftayken," dedi omuz silkip bana dönerek, "Buğra'yla aynı sınıftaydık. Okul ikincisi olmuştu. Zeki biri, ayrıca hırslı da. Annesi gelmişti törene, törenin sonlarına doğru da babası. Ne beklersin normal bir babadan," diye sordu.
Devam etmesini bekliyordum ancak bunu ciddi ciddi sorduğunu anlayıp ona baktım ve güldüm. "Bilmem, benim babamın yıl sonu törenlerine gelme şansı hiç olmadı," dedim alayla.
Sonradan hatırlamış gibi başını salladı ama bir yorumda bulunmadan konuşmasına devam etti: "Ben zor bela geçtiğim halde annem de babam da bana çok iyi davranmıştı ama Buğra'nın babası ona herkesin ortasında tokat attı. Sebep neymiş, biliyor musun? Birinci değil de ikinci olmasıymış."
Gözlerim şaşkınlıkla büyürken kanımın donduğunu, ürperdiğimi hissettim. Nasıl böyle cani olabilirdi biri, aklım almıyordu. Ne suçu vardı ki onun, ikinci olması çok mu kötüydü? Esefle iki yana salladım başımı ve Onur Aslan'dan bir kez daha nefret ettim.
"Buğra küçüklüğünden beri babasını isteğiyle yüzme eğitimi alıyormuş. Yalan olmasın şimdi, ya altı ya da yedi yaşında mıymış neymiş," dedi gözlerini bir an olsun hırçın Marmara'dan ayırmadan, "Lisenin ilk senesinde de okulun yüzme takımına girdi ama babası ona herkesin içinde vurunca Buğra yüzme takımını da, derslere asılmayı da bıraktı. Boksa başlamıştı, dersleri berbat. Nasıl kalabilirsin ki özel okulda, diye geçiriyorsundur içinden. Kalırsın. Sınavlara girme, boş kağıt ver, bir de kendini iyice zorlayıp öğretmenlerle dalaş; bal gibi de kalıyorsun. Buğra da o yıl babasına inat sınıfta kaldı." Derin bir nefes alıp bana döndü hafifçe.
Çenemi dikleştirdim ve hala yumuşamayan yüz ifademle onu inceledim. "Sen tüm bunları nereden biliyorsun," diye sordum soğuk sesimle.
"O yıl bütün herkes Buğra'dan kaçarken ben onun yanında oldum. Onun sert tavırlarına rağmen ve bir sonraki yıl okula sarışın, hiçbir şeyi bilmeyen bir kız gelene kadar. Buğra sana çok fazla değer veriyor. Tamam, senin canını çok yaktı, yaptıklarının affedilir bir yanı yok. Ama bu onun sana olan sevgisini hiç eksiltmedi, Neva.
"Siz dans ederken herkes büyülenmiş gibi sizi izliyordu. Şarkı değişmişti, hareketli bir parçaya geçmiştik ama siz hâlâ birbirinize sarılmış dans ediyordunuz ve Buğra gözlerini kapamıştı." Gülerek başını iki yana salladı, "Herkese kükreyen Aslan nasıl da uysallaşmıştı senin yanında, görememiştin."
"Yeter," diye fısıldadım hala onun dokunuşlarını hissedip hala sesini zihnimde duyuyorken. "Daha fazla duymak istemiyorum."
Pelteye dönen bacaklarımla, banktan destek alarak kalktım ve onu orada bırakıp yürümeye başladım. Yağmur sanki biraz hızlanmıştı, içimde büyüyüp her yeri kavuran ölümcül yangını söndürmek ister gibi. Ben ne yaptım sana, diye yakardım içimden: Her ne yaptıysam bağışla beni, dayanamıyorum.
-
Yazar notu: Kusura bakmayın biraz sıkıntılı veya sıkıcı bir bölüm oldu. Yazım ve noktalama hataları vardır muhakkak, mazur görün. Baş ağrısından kıvranıyorum ama bir sonraki bölümde telafi edebilirim, umarım. Yorumlarınızı bekliyorum, sevgiyle kalın...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top