çöküşün ilk kanlı adımı ♫ ♪

Bir önceki bölümde beni yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim, bu bölüm sizler için olsun. Herkese mutlu, sağlıklı yeni yıllar diliyorum! Keyifli okumalar, yorumlarınızı bekliyorum.

Bölüm Parçaları:
1. Ben Howard - Esmeralda
2. Bonobo - Black Sands

*Son kısım için Beyza Doğuç - Çoban Yıldızı'nı dinleyebilirsiniz.

Yirmi Dokuzuncu Bölüm ♫ ♪

Kar taneleri düşüyor, düşüyor, düşüyordu. Soğuk odada, odanın soğuğundan nasibini alan bedenimle titreyerek oturuyordum; yerde ahşap piyanonun kıymık kıymık kırıkları ve tuşların kopmuş parçaları vardı. Açık perdelerin sunduğu manzara camla sınırlandırılmış olsa da beyaz kar tanelerinin anbean düşüşünü izlemek tuhaf bir boşluk hissi bırakıyordu içimde. Ölümü bu kadar iyi taşıyıp anlatabilen başka bir şeye daha rastlamamıştım. Kar kristalleri sesi yutardı, ölümün sessizliğini taşırdı bünyesinde ve şimdi benim için düşüyorlardı göğün kara bağrından. Sokak lambasının beyaz ışığı altında süzülerek yere düşen, düştüğünde kirli asfalt tarafından emilen bir başka kar tanesini izledim pür dikkat. Ölüm bu kadar güzel miydi?

"Kızım," diyen titrek, yorgun sesini işittim annemin. Benim gibi öylece yerde oturuyor, bana uzanmak için bir hamlede bulunmuyordu.

Gözlerimin önünde duran gerçek fazlasıyla somut, keskin ve sertti. Biz insanlar bazen kalın duvarlara çarpabilir, içi kaynak su dolu gayzerlerin içine düşebilir, ölüm ismi verilen uçurumun kenarında güzel bir manzaraya bakarken ayağımızın kayması sonucuyla düşebilirdik. Bir toz zerresi olup yoklukta yuvarlanamayacağımıza, her anını zevkle veya hayranlıkla izlediğimiz kar kristallerine dönüşüp eriyemeyeceğimize göre gerçeklerin yok edemeyeceği kadar vardık bu dünya üzerinde ancak en büyük gerçeklik, hiçbir gerçeğin bir insanı öldürmeyeceğiydi. Acı, insan algılarınca şekil bulan bir kavramdı ve aslında bir insanın ruhen çekebileceği bütün acıların kalpte sızı bıraktığı süre aynıydı, gerisi tamamen bireye kalan abartı kısımdan ibaretti. Benim o abartı kısmım yıllarıma mal olmuş, sağlığımı elimden almış, zihnimde bir kaos yaratarak bir ben daha oluşturmuştu. Acı insanı öldürmez, kendi öldürürdü.

"Neva, konuş benimle."

Kollarımı dizlerimin etrafına dolayarak bacaklarımı karnıma doğru çektim oturduğum yerden kalkmadan. Ellerim kesik içindeydi, fiziki olarak gerçek bir acıyı duyumsuyordu tenim ancak o an bunu umursamadım. Kanayan yaralarım kuruyup derime kazınsalar da aldıracak değildim, gücüm olsa onları yolar bir kez daha kendim kanatırdım kendimi.

"Korkutuyorsun beni."

Sonra o da sustu. Kısa süreli bir susuştu bu, evin içini kısık sesli hıçkırıklar ve burun çekme sesi kaplayınca bundan rahatsız olarak oturduğum yerden kalktım savsak hareketlerle. Benimle birlikte ayağa kalkmış, düşeceğimden korktuğundan olsa gerek, her an müdahale edebilmek için öne uzanmıştı elleri. Ellerinin uzanabileceği mesafeden çekilip dermanın kalmadığı bacaklarımı zorlayarak odama doğru yürüdüm. Adımlarım parkede kan lekesi bırakıyordu, çıplak ayaklarıma batan minik cam parçaları daha derine saplanıp canımı yakıyordu. Dudaklarımdan dökülen aciz bir hıçkırık boğazıma saplanıp bütün zehrini içime akıtırken haykırarak ağlamak, acımı bağırmak istediysem de susmaya devam ettim.

Odama girdiğimde hiçbir şeyle ilgilenmeden, doğrudan yatağıma yürüdüm. Bir daha hiç uyanmamak üzere derin bir uykuya dalmak istiyordum, ölümden daha derin bir uyku varsa şayet; o sarmalıydı bedenimi ve karanlık çöküp gün doğsa da uyanmamalıydım. Kar yağsa da, yağmura dönse de, güneş açsa da, gökkuşakları parlasa da bulutların arasında; uyanmamalıydım. Oysa uyku denilen meret gözlerimin giz dolu kapasına uğramıyor, yaşlardan içeri giremiyordu.

Öylece yattım yatakta. Odamın penceresinden içeri süzen ay ve yıldızların ışığı güneşinkiyle yer değiştirdi, ay yeniden doğdu; yıldızlar parladı. Yağmur bir sağanak olup yağdı İstanbul'un günah kokan kaldırımlarına, bense yattığım pozisyonu bile değiştirmedim. Günler aktı, belki de akmadı bir su gibi. Zaman kavramı kopup gitti zihnimden, hangi andaydık? Kaç yaşındaydım, bu gün günlerden neydi... Ve dahası. Gözlerim açılıp kapanıyor, arada bir yabancılığını hissettiğim eller yokluyordu ruhsuz bedenimin soğukluğunu; ince bir sızıyı hissediyordum kolumda ve sonrasında tüm her şey gibi bu da son buluyordu bir anda, öylece. Yeniden bir perde düşüyordu gözlerime, uyku tüm ağırlığıyla bedenimi sarıp sarmalıyordu; altında ezilip can çekişirmiş gibi hissediyordum ancak gıkımın bile çıkmayacağı kadar bitkindim o an. Nefes almaya dahi yoktu takatim fakat buradaydım işte, bir şekilde bu yatakta yatarken o nefes giriyordu burnumdan içeri. Elimde olan bir şey değildi bu, günler ilerledikçe yapabildiğim tek şey oluvermişti istemsiz nefes almak. Bir yaprak dökümüydü takvimler ömrümüzde, her gün bir yaprağını daha döküp devam ediyordu yeni bir gün için ve aslında her günde ölüm adı verilen o iskelenin ucuna doğru bir adım daha yaklaştırıyordu bizi. Çürük bir tahtaya basabilirdik, dengemizi şaşıp düşebilirdik, yorulabilirdik... Ne zaman ve nerede öleceğimiz hakkında bir fikrimiz yoktu, sadece her gün kendini öldüren bir sigara bağımlısından farksızdık. Ondan önce ya da sonra, önemsizdi ölüm zamanımız hepimizin başına geleceği gibi, sonu tadacaktık.

Ama bu, belli ki şimdi değildi, bir son için erken olmalıydı.

Kapı birçok kez açıldı ve kulaklarımda yer edinip hiç silinmeyen adım sesleri doldurdu sessizliğe gömülen odanın içini ancak hiçbirinde yanıma ilişmedi beni iyileştirenin de mahvedenin de kendisi olduğu o ayak seslerinin sahibi. Hava soğuk muydu, sıcak mıydı; bilmiyordum. Bedenim bariz bir ağrının altında ezilirken hiçbir şeyin idrakinde değildim. O an sadece ben ve babamın günlüğüne yazdığı, tüm zehrini bezenmiş sivri uçlu oklara benzeyen sözcükler vardık. Hudut karanlık bir duman olup ağır ağır uçup gitti zihnimden, benim dünyamda çektiğim acının haddi hesabı yoktu omuzlarıma yüklenen yüklerin, günahların ve ödememin gerekli kılındığı bedellerin bir sonu olmadığı gibi.

Sıkıntıyla nefesimi dışarı üfledim, üzerine ölüm ağırlığının çöktüğü gözlerimi zor bela araladım ve yataktan kalktım göğsümde kabaran ağırlıkla. Sanki bir el boğazımın üstündeydi, nefes almama izin vermiyordu. Hayat böyleydi işte, hepimizi farklı şekillerde sınıyor, omuzlarımıza farklı ağırlıkta yükler bindiriyordu. Olmayasıca engeller çıkarıyordu önüme ve atmayasıca kalbim anbean kuvvetle, sağlıkla atıyordu; kimi zaman dörtnala koşan bir atın toynakları kadar hızlı dövüyordu göğüs kafesimi, kimi zamansa tekliyordu. Bir zehirdi nefeslerim, damarlarımda dolanan kana karışmış; daha kalbimi bulmamış ve onu büsbütün fethetmemişti ama beynimi çepeçevre saralı yıllar olmuştu. Bu yüzdendi düşüncelerimin katran kadar yoğun, kan kadar yakıcı bir sıcaklığa sahip oluşu. O zehir kalbimi bulduğunda kendi kıyametime gebe olacak, o kıyamete secde edecektim. Zemin hazırdı, bedenim yerle yeksan olurken ruhum arşa değmeyecekti bile. Koskoca, içi kaynar alevlerle dolu bir yalan çukurunda küle dönecektim.

Ayaklarım savsak ve depremlere meyilli adımlarla ilerlerken beynimdeki zonklama her adımımda savrulup duran başım yüzünden artıyordu, sanki beynim bütün sinir iplerinden koparak özgür kalmıştı başımın içinde; her hareketimde başımın duvarlarına çarparak ardında gürültülü bir acıyı bırakıveriyordu. Artık ne tür bir acı çektiğimi bilmiyordum, bedenimdeki acı mı ezip geçiyordu beni yoksa ruhumun darmadağınlığında mı kaybolmuştum; hesap edemiyordum. Yine de burada, bir şekilde bu noktadaydım. Ölüm denilen illet arada bir ruhumu yoklayarak bir parçayı daha çalıyordu benden ve ben buna engel olmayı istiyor gibi değildim. Babamın yalan bir adam oluşunun ardından bunu istediğimi düşünmeye başlamıştım, belki de ölüm içimi rahatlatacaktı.

Bedenim bacaklarıma ağır gelince hemen yanımda duran sandalyeye tutunarak durdum bir müddet, dengemi sağladığımda elimle yüzümü sıvazlayıp kapıya doğru ilerledim kendimi cesaretlendirirken. İşte tam da bu nokta fark etmiştim ellerimdeki sargıları. Bacaklarım sessiz bir komuta itaat edip durduğunda ellerimi, avuçlarım yukarı bakacak şekilde gözlerimin önüne kaldırdım. Beyaz sargılar birkaç günlük ya da sabahtan kalma olduklarını belli edercesine yıpranmış gibi duruyordu, parmak uçlarım açıkta kaldığından görebiliyordum minik kesik izlerini. Sargıları bir çırpıda çekip çıkardım ellerimden, sarılmayan onlarca yaranın ve üstelik hâlâ kanayanların yanında elimdeki kesikler hafif kalıyordu; iyileşme sıraları gelmemişti, beklemeliydiler.

İçeriden yükselen sesler kulaklarıma henüz dolmaya başlamıştı ki o seslerin sahiplerini hemen ayırt edebildim, annem yine kavganın odağındaydı ancak kavga ettiği kişilerin Savaş ve Buğra olması şaşırtmıştı beni. Daha doğrusu, Savaş ve Buğra'nın bir olup anneme karşı durmasıydı beni bu kadar bocalatan, şaşırtan. İnce koridoru geçerek oturma odasına ulaştığımda onları gördüm: Annem ayakta duruyor, Buğra ve Savaş'a zihnimde hiçbir ağırlığı olmayan şeyleri anlatarak kendini dinlettirmeye çalışıyordu. Yıldıray, oturan tek kişiydi. Oturduğu tekli koltukta, elinde bardağıyla benim sessizliğimi paylaşarak izliyordu etrafta olan biteni. Beni fark ettiğinde gözleri ellerime uzanmış ve sargısız ellerimi en minik ayrıntısına dek çizmişti gözlerinin önündeki hayali tuvale. İnsanların elleri yalan söylemezdi, söyleyemezdi. Elleri bir şeyleri yapmak, tutmak, taşımak, itmek, hissetmek; bir şeylere dokunmak, vurmak, uzanmak için vardı: Yalanı sevmezdi. Ya Yıldıray, o görüyor muydu ellerimdeki gerçekleri? Görüyor gibi bakıyordu, görüyorsa neden susuyordu?

Kolumu tutan parmakları hissettiğimde gözlerimi Yıldıray'dan uzaklaştırıp o elin sahibine çevirdim. Savaş, endişesi gözlerinden taşan bakışlarını yüzümde gezdiriyordu; dudakları memnuniyetsizce iki yana gerilmişti. Yüzüne daha dikkatli bakmayı istediysem de yapamadım, yüz hatlarındaki o tanıdık kavisler ve ona baktığımda hissettiğim; temeli sağlam olan duygular elime tutuşturulan silah gibiydi. Silahın içinde sadece bir mermi vardı ve tetiği çekip silahı ateşlediğimde ne olacağını bilmiyordum. Bu riski alamayacak kadar korkaktım şu anda.

Savaş'ın gözlerindeki merak, ona baktığımda silinip sahici bir endişeye bıraktı yerini. Gözlerinden gözlerimi kaçıramıyordum, aslında yüzüne bakıp o tanıdıklığı görmek istemiyordum. Kolları belime doğru uzanıp beni sarmak için harekete geçtiğinde ellerimi omuzlarına koyarak durdurdum onu. Beyaz gömleğine parmaklarımdaki kan bulaştıysa da umursamadım, ince bedeni beklenmedik engelimle şaşarak durmuştu. Gözlerine yerleşen kırgınlık cam parçalarına dönüşerek saplanmıştı derime, gözlerine kapamak istedim ellerimi; "Bana böyle bakma," demek istedim ama sesim çıkmıyor, dilim hareket etmiyordu ağzımın içinde.

"Neva?"

Başımı iki yana sallayarak belimin iki yanını tutan kollarının arasından çıktım. Annem de bunu beklemiyor olsa gerek, şaşkındı. Bakışlarım annemi aşarak Buğra'ya ulaştığında pür dikkat yerdeki kırıkları izlerken görmüştüm onu: Sanki o kırıkların arasında kendinden bir şeyler varmışçasına acı barındırıyordu yeşilini sevmemek için direndiğim gözleri. Acısı acıma eş değildi, neden pençelerini kalbimin olması gereken o boşlukta hissediyordum?

Ayaklarım adımlarını geriye doğru atarken yaşlarla dolan gözlerimi yeniden Yıldıray'a odakladım. Hiç tanımadığım, beni ne kadar tanıdığını bilmediğim ve babamdan dolayı kendime düşman bildiğim bu adam bana hiç yalan söylememişti. Tam doğruyu tutuşturmamış da olsa ellerime, kulaklarımı yalanlarıyla kirletmemişti.

"Neden," diye sordum ona ithafen. "Neden sen?"

Elindeki bardağı orta sehpaya bırakıp kalkmaya yeltendiği an bedenim ani bir savrulmayla geriye doğru atıldı. Kimsenin bana yaklaşmasını istemiyordum, daha fazlasına ihtiyacım yoktu öğrendiklerimi şu an bile sindirememişken. Başımı hiddetle iki yana sallarken arkamı dönüp dışarıdaki havayı umursamadan yarım yamalak giydiğim spor ayakkabılarımla dışarı çıktım. Adımlarım koşar gibiydi. Yer ayaklarımın altından çekiliyor olabilirdi ya da, abartıyor da olabilirdim.

İnsanların gözünde düştüğüm durunun farkındalığı üstüme sinen gerginliği biraz daha körüklüyordu, onları umursamamayı öğrendiğimi kendime kaç sefer hatırlatsam da olmuyordu. Beynimin içinde bir hoparlör varmış ve o hoparlörün fişi diğer insanların düşüncelerine takılıymış gibi zihnimde yankılanıyordu, beni aşağılayan sözleri anbean daha bir kuvvetle duyuyordum. İçimde bir yerlerde var olan benlik bundan benim olmadığım kadar hoşnuttu, kırılan hislerimi kalbimle birlikte kucaklayarak bana karşı kullanmak için süpürmüştü hayali bir halının altına. Kendimi bu kadar değersiz ve aptal hissetmemiştim, daha hiç bu kadar acıyı bir arada tatmamıştım.

Baban bir yalancıydı, kabullen.

Aksini iddia edip bağırmak istedim, sustum.

Annemize el kaldırdı, onu dövdü. Onu dövdüyse daha neler yapmıştır?

Babam öyle biri değil, diyemedim. Tanımadığım babamı savunamadım.

Omuzlarım sessiz bir hıçkırıkla sarsılırken sağ elimin tersini dudaklarıma kapayarak zaten duyulmayan sesimi bastırdım. Beni duymasınlardı, görmesinlerdi. Varlığımın hiçbir önemi olmadığına adım kadar emin olduğum şu saniyelerde yokluğumun alışmışlığıyla devam etsinlerdi hayatlarına.

"Neva, dur!"

Ayaklarım, Buğra'nın bu emir yüklü seslenişine itaat ederek durduğunda yaşların ıslatıp da iz bırakarak kuruduğu yanaklarımı açıkta bırakacak şekilde geriye yasladım başımı. Saçlarım rüzgâra yenik düşmüş, omuzlarımdan savrularak sırtıma vurmuştu. Kemiklerimdeki sızlama henüz kendini göstermeye başlamıştı ki buna ağlayacak zamanım olmadığının bilinciyle yutkunmuştum. Bedenim hafif bir bez bebek gibi omuzlarımı kavrayan ellerin yörüngesine girerek yer değiştirmiş, ona dönüştü. Uzun zamandır aynaya bakmıyordum, gözlerimin şu anki rengini bilmiyordum. Kan çanağına dönmüş müydü o beyazlar, yoksa sağlığımın yerinde olmayışının izlerini taşıyor muydu ala rengi gözlerim; bir fikrim yoktu ancak her ne haldeysem bu, Buğra'nın hiç hoşuna gitmemiş olmalıydı.

Omuzlarımdaki büyük elleri usulca omuzlarımdan kayarak kollarımı sardığında gözlerimi inatla sabitledim gözlerine. Elimde olsaydı ona duyururdum içimde çınlayan çığlıkların melodilerini, yapabilecek gücüm vardı olmasına; isteğim tuzla buz olup uçmuştu.

"Piyanoyu sen mi kırdın?" Sesi kulaklarımda uğuldayan rüzgârda ıslık gibi şaklamıştı. Kendimi, ardına hapsettiğim kalın demir parmaklıkların büyük bir gürültüyle sarsıldığını hissettim. Nasıl böyle kırgın konuşabilmişti, neden?

"Neden kırdın?"

Elleri bu kez de kollarımdan kayıp ellerimi tuttuğunda avuç içlerimi görebileceği şekilde yukarı kaldırmıştı. Sağ elinin başparmağı kurumuş kanlarla dolu avucumda dolaşırken gözlerini ellerime eğmişti, görüyordum; gözlerine çöken kızarıklığı görüyordum. "Neden kendini kırdın?"

Derin bir nefesi içime doldurup yavaşça çektim ellerimi ellerinden, gözlerim hâlâ akmamak için direnen yaşlarımın sızısını taşıyordu. Başka birilerini suçlamayı delice isteyen yanım tırnaklarını Buğra'nın üstüne geçirmişti. Okumanı o istedi, diyordu bu onu haklı çıkaracakmış gibi. O istedi diye okudun, istemeseydi okumayacaktın!

"Beni yalnız bırakın, yardımınızı istemiyorum," dedim ağlayamamışlığın belirtisi olan o karıncalı ses tonuyla konuşarak. "Yanımda olmanızı istemiyorum."

Yeniden bana uzanan ellerini fark edince ondan uzaklaştım vebalı birinden kaçar gibi. "İstemiyorum, uzak dur," diye bağırdım.

Sanki birinin ona emir vermesini bekliyormuş gibi durdu, bana uzanan kolları iki yanına düştü. Arkamı dönüp ona bir kez daha bakmamak için kendimi zorlayarak kollarımı belime sardım ve kaldırımda ilerledim hızlı adımlarla. Karların yer yer erimeye yüz tuttuğu paket taşların üstünde yükselen adım sesleri sadece bana aitti, istediğim üzere yalnızdım.

İnsanların meraklı bakışlarını üstüme toplayan pespaye halim, kendimden tiksiniyor olmam için yeterli sebeplerden biriydi. Gözlerimi sadece önüme dikerek adımladığım kaldırım sallanıyor gibiydi, yer yarılıp da beni yedi kat dibine katsa muhakkak rahatlardım. Titremeye başlayan alt dudağımı dişlerimin arasına çekip sertçe ısırdığımda kuruyan çatlaklardan sızan kanın tadını içti dilim, bir kez daha kendime fiziki acıyı tattırmayı istiyordum; bir kez daha bir şeylerin duygusal acıdan daha çok can yakabileceğini kendime kanıtlamalıydım ancak yapabileceğim bir şeyin olmayışının hissettirdiği o nahoşluk zihnimi kasıp kavuran duygulara eklenerek fırtına öncesi sessizliği oynuyordu kendince.

Kasırgası kopmamış biriydim. Şu an yarım ve hiçtim. Aslında, şimdi, tam manasıyla kendi ruhumun kanını taşıyordum parmaklarımda. Burnuma buram buram dolan barut kokusu parmaklarımın ucundan yükseliyordu, başımın ardında sayfalara damlatılan zehirli kelimelerden yapılma bir silah vardı; elime o silahın korku, nefret ve kin dolu hali tutuşturulmuştu. Benden istenilen şeyi yapıp şarjördeki bütün kurşunları ardı arkası kesilmeksizin sıkmıştım ruhumun başına. Bu bariz, katledilişin en kutsal ve aynı zamanda en aşağılık şekliydi. Islak ayak izlerim, arkamda hiçbir iz bırakmak istemeyişime inat yere konuyordu, bedenim lanetti düşüncelerimin aksi yönünde. Sanıldığı üzere bereket, zenginlik olmadığımı anladım; kötülüğün de bir bereketi yoksa tabii...

Yalnızca ayaklarımın bildiği yolda ilerlerken etrafıma yabancı oluşumu yadırgamadım, insanlar için sokaktaki tuhaf biçareydim; ürkütücüydü ve yalnızca bununla sınırlı kalmıyordu. Kulaklarımın gerisinde çınlayan ekolu ses kırılan piyano tuşlarına aitti, buna karışan kahkahalarım içimi gıcıklıyordu. Bir sızı bedenime yayılırken elim refleks olarak burnuma kaydı, parmak uçlarıma kan bulaştı.

Ayaklarım, kırmızı sıvıyı gördüğüm anda durmuştu. Kan tenime işlerken tuhaf bir ürperti sardı bedenimi, yer ayaklarımın altında sallanır gibi oldu ancak, hemen sonrasında devam ettim yoluma. Tenimin üstünde kurumaya başlayan kızıllığın farkındaydım, zihnimde hiç susmayan ses fısıldıyordu kulağıma hiç unutturmamak için ve Leydi Macbeth'in sözlerini okuyordu o ses: "Çık, mel' un leke! Çık, diyorum!" diye bağırıyordu, ellerimi yumruk yapıp ondan saklamak için çırpındım. "Ne, bu eller hiç temizlenmeyecek mi? Artık yeter; böyle ürkmekle her şeyi bozuyorsunuz. İşte hâlâ kan kokuyor. Arabistan'ın bütün ıtırları şu minicik elin kokusunu tatlılaştıramaz."

Kaç kez katletmiştim kendimi, kaç kez zihnimin kara topraklarındaki mezarımı açıp kendi bedenime eziyet eden o ejderha olmuştum? Baştan sona, tüm öğle ve ikindi vaktinde. Baştan sonra, binlerce.

Gözüme ilk çarpan metro istasyonuna doğru ilerlemeye başladım, merdivenlerden çıkan insanların kimisiyle çarpışıyordum; kimi ise görüntümden kaçınarak uzaklaşıyordu benden. Merdivenlere ulaştığımda gözlerim üstü ince ince kan lekeleriyle dolu eşofman altıma kaydı, ellerimi öne doğru uzatıp zorladığım parmak uçlarımdaki ve avuçlarımdaki kesiklere baktım; kan sızıyordu. Ellerimi yumruk yaparak sakladım aç bakışlardan, pisleşerek kazağımın kol yenine sildim dudağımın üstüne yuva yapan kanı. Elim öne uzanıp destek almak için tutundu merdiven korkuluğuna, yavaş adımlarla indim basamakları; giriş ve çıkış turnikelerinden yükselen sesler insanların uğultusuna karışıp arka fon olarak çınlıyordu kulaklarımda. Bir güvenlik görevlisi ilişti gözüme, belindeki jopa sıkıca sarılmıştı parmakları ve bakışlarının hedefinde ben vardım. Umursamadan gişeye doğru yürüdüm, parmaklarım en son ne zaman cebime sıkıştırdığımı hatırlamadığım beşliğe can simidi gibi tutunarak onu dünyanın kirli havasına çıkardı; camın ardındaki kadına uzattı. "Tek geçişlik."

Kadının kınayan bakışlarının arasında uzattığı kart ve para üstüne baktım tek nefeslik gülüşle, elime dokunmamak; tenime değmemek için kartla parayı öne doğru itmişti. Para üstünü elimin tersiyle iterek kartı aldım, gerisin geri dönüp turnikelerden geçtim. Adımlarım metro alt geçidinin içinde ilerliyordu diğer insanlara uyum sağlayarak. Kimsenin bilmediği bir yerde değildim, göz önünde olmama rağmen yok oluşum o kadar da önemli değildi mesela. Ben sınıftaki sessiz duran, konuşmayı sevmeyen kız da değildim, en ön sıraya oturan inek öğrenci de ya da okulun popüler kızı da. Bunları hiçbirisi olmadığım gibi artık olduğumu sandığım kişi de değildim. Bütün bildiklerimin temeline yerleştirdiğim babam iyi yönleriyle birlikte dağılıp tuz buz olmuştu, bir sandalyenin sadece tek bir ayağı kırıldığında o sandalye nasıl ayakta durmaz; bir binanın temelindeki kirişlerden biri kırıldığında o bina nasıl yıkılırsa ben de yıkılmıştım. Arka ayağı kırılan sandalyemden baş üstü düşmüş, kirişi kırılan binanın en alt katında ezilip parçalara ayrılmıştım.

Karşı taraftan bir tren gelip geçti, bıraktı yolcu kadar yeni yolcularla doldu içi; hiç boşalmamıştı. Hemen ardından olduğum tarafa bir tren gelmişti, içi insanlarla dolup neredeyse taşmışken kapıların kapanışını ve trenin uzaklaşmasını izledim. Bir sonraki trene çok da bir zaman yoktu üstelik, arkamı dönüp etrafımdaki insanlara baktım bu kez: Bir grup genç duvar kenarına oturmuş, şarkı söylüyordu ve diğerleri treni bekleyen aceleci, sabırsız kalabalıktan ibaretti. Bu insanların hayatta kalışlarının sebepleri vardı, ben ise dalından kopup rüzgârla dört bir yana savrulan kurumuş güz yaprağından farksızdım. Kendime edineceğim bir yurt yoktu. Piyanosunu kırmış bir aciz, kendini öldürmüş bir katil... Derin bir nefesi ciğerlerime doldurarak önüme döndüm ve kapadım gözlerimi. Adımlarım sarı puntolarla yazılmış uyarıyı çiğnemiş, sarı çizgiyi geçip uca doğru ilerlemişti. Az sonra her şey bitecekti.

Metronun uğuldayan sesi duyuldu tünelde, dönüşünün çıkardığı o iç gıcıklayan tınısı yankılandı koca metro istasyonunda. Derin bir nefesi içimde tutup kendimi, bir kez daha, bu son için hazırladım; bir damla yaş kaçıp kurtuldu kirpiklerimin arasından. Birinin kim olduğumu söylemesine ihtiyacım vardı. Kimdim, ölmeli miydim?

Küçük bir çocuğun elini hissettim kesiklerin kendine mesken edindiği parmak uçlarımda, minik ve yumuşak parmakları parmaklarıma dolandı; beni geri çekmeye çalıştı var gücüyle. Gözlerimi açıp yeniden derin bir nefesi hasta ciğerlerime doldurduğumda trenin kulak tırmalayan korna sesi duyuldu, saçlarım savruldu hızın gücüne yenik düşerek. Arkamı döndüğümde ve gözlerimi açtığımda, kız çocuğu elimi tutmuyordu. Benden uzakta, çok daha güçlü bir erkek bedeninin koruması altındaydı. Üzerimde gezinen gözlerden okuduğum aciziyetim, acınacak durumdaki halim koca bir spot ışığı tarafından kuşatılmış gibi parlıyordu gözlerimin önünde; yitikliğim kendime has kalamamıştı, taşmıştı içi boş bedenimden.

"İyi misiniz," diye sordu kızın babası olduğunu tahmin ettiğim adam. "Bir şeyiniz yok ya?"

O an bir şeyi tüm gerçekliğiyle idrak ettim: Tanrı bizi izliyor ve kimilerimizin ölmesine izin vermiyordu.

Başımı sallayarak onayladım adamı, yorgun bir tebessümü yerleştirdim dudaklarıma. Kendiliğinden öne atılan adımlarım yolu bildiklerinden sorun etmiyordum gittiğim yerin neresi olduğunu bilmeyişimi, yanından geçerken küçük kızın sarımsı saçlarını okşamakla yetindim teşekkür mahiyetinde.

Bir el yürümeme izin vermeyince dönüp adama baktım ışığını yitirmiş gözlerle. Sesimi bulabilsem, konuşacaktım. Sesim boğazıma tıkanmamış olsaydı ya da, konuşurdum. Bunun yerine gözlerimi kaldırdım hemen hemen aynı boyda olduğum adamın gözlerine, tuhaf bir ifade vardı orada; ne diyeceğini bilmez gibi.
"Bir hastaneye gitmek ister misiniz?"

Seni kapatacaklar dört duvara, ölmek mi istiyorsun?

Güldüm.

"İyi görünmüyorsunuz."

Hemen sonrasında bir başka el tutundu belime, irkilerek uzaklaşmaya çalıştığımda birden her şey tanıdık geldi. Bu dokunuş, tanıdıktı. Gözlerimi kapadım ağlamamak için.

"Teşekkür ederiz," dedi Savaş benim bile zor duyduğum bir ses tonuyla. "Şu sıralar zor zamanlar geçiriyoruz, dedemizi kaybettik." Neden açıklama yapıyordu? "Ben bundan sonrasıyla ilgileneceğim."

Adamın, kızıyla birlikte uzaklaştığını hissettim ve Savaş bedenimi ilerletmeye başladı tüm ağırlığımı üstlenerek, bir süre içinde durduğumuzda gözlerimi açarak ona baktım acı çekmeyi umursamayarak. Beni, hemen yanımda kalan banka oturtup elinde tuttuğunu yeni fark ettiğim montumu omuzlarıma bıraktı. "Bu halde, bir de hasta olacaksın," diye fısıldadı kırgın sesi.

Ona zorluk çıkarmadan, gözlerine bakamadan giydim montu, fermuarı sonuna dek çekip ellerimi ceplerime soktum ve oturduğum banktan kalktım burada durmayı daha fazla istemiyorken. Yanından geçip merdivenlere doğru ilerlemeye başladığımda beni takip edeceğini biliyordum, öyle de oldu zaten; her zamanki gibi Savaş, pandomim oyunuma saygı duyup sessizce beni takip etti. Yürüyen merdivende denk gelen ilk basamağa yerleştirdim kendimi, bedenimi siyah plastiğe yaslayıp yan duracağım şekilde döndüm. Savaş hemen yan tarafta, basamakları tırmanıyordu yürüyen merdivene eş değer hızla; birlikte çıkıyorduk yukarı doğru. Elini bana uzattı cebinden çıkartarak, gözlerim beyaz tenini inceledi; elim ise kendine uzatılan eli tutmak istedi. Sadece parmak uçlarım dokundu parmak uçlarına, elini tutamadım.

Merdivenlerin sonuna yaklaşırken bırakmıştım parmaklarını, ellerimi ceplerime sokup hangi ara bu kadar bastırdığını anlamlandıramadığım yağmurun altında yürümeye başladım. Savaş yanımda yürüyor ve konuşuyordu, onu anlamıyordum; kulaklarım işittiklerini bir kalıba sokup onlara anlamlar yüklemiyordu. Onu dinlemiyorum, dinleyemiyordum. Aklımda başka kirli şeylerin çarkları dönüyordu. Hafsa Hanım da biliyor muydu? Adımlarım birden durduğunda kulaklarımı tırmalayan fren sesini, hemen ardından yükselen ve küfreder gibi basılan kornaları duydum. Olduğum yerde irkilip etrafıma baktığımda yolun ortasında, trafiğin akışını engelleyecek bir yerde durduğumu fark etmiştim. Ayaklarım ne bir adım öne gidiyor ne de bir adım geriliyordu, titriyorlardı. Düşmek üzere olduğumu hissettiğimde Savaş'ın beti benzi atmış yüzü girdi görüş alanıma, kolları mengene gibi bedenimi sarıp kucaklarken beni arabalardan çok uzağa; kaldırıma taşıdı.

Bedenim sarsılmaya devam ediyordu ancak bu sarsılmanın benden mi yoksa Savaş'ın hareket ediyor oluşundan mı kaynaklandığını ayırt edemiyordum. Yüzüme çarpılan soğuk suyu hissettiğimde irkilmiştim ancak Savaş'ın kolları geri kaçmama engel olmuştu, aynı suyun bileklerime sürüldüğünü duyumsadığımda ne zaman kapadığımı bilmediğim gözlerimi açıp uğuldayan kulaklarıma dolan seslerin sahiplerine baktım: Etrafımızı etten duvar sarmıştı, insanlar bize bakıyordu. Gözlerimi kapayıp Savaş'ın boynuna saklanmak için eğildiğim sırada sırtımı saran güvenli eller kollarımı bir mengene gibi sarmış, o ellerin parmakları montumun üstünden bile saplanmıştı etime. Tutuşu canımı yakıyordu.

"Neva, ne yapmaya çalışıyorsun," diye sordu Savaş sadece benim duyabildiğim bir vurguyla, kısık sesiyle konuşup. Gözlerinin feri gitmişti, öfke ve korku kaplamıştı güzel gözlerini. O siyahlıklar büyüyerek beni dibine çekiyordu, odaklanma problemleri yaşar gibi titriyordu. "Kendini öldürtmeyi bu kadar mı istiyorsun söylesene!"

İrkilirken geri kaçmak için yeniden zorladım kendimi, parmakları arasındaki kollarım acıyla sızlıyordu.

"Söyle, Neva, ölmek mi istiyorsun?" Kollarımdaki baskı biraz daha artıp beni sarsmaya başladığında görüşüm benimle oyun oynuyordu. Bu nasıl mümkündü, bilmiyordum ancak şaşırmıyordum da, Savaş'ın gözleri babamınkilerle yer değiştiriyordu. Etrafımızdaki insanlar silinerek bomboş bir alan kalıyordu geriye. Kollarımdaki parmaklar eğer yapabilselerdi birer bıçak olup etime derin yaralar açardı, bir kez daha; bu sefer daha yüksek sesle ya da avazı çıkarcasına bağırdı: "Ölmek mi istiyorsun!"

Sesler silikleşti, Marmara'nın diplerine çekilir gibi buruştu ciğerlerim basınçtan. Kulaklarımdaki uğultulu basınç, çığlık atmama sebep olacak kadar yakıyordu ancak ağzımı açarsam boğulacaktım. Bedenim onun gücü tarafından sarsılarak bırakıldığında tenimi alev alev yakan apansız korkuyla ellerimi yüzüme siper ettim, canım; yanmaktan öteye gitti. Oysa beklediğim o darbe inmedi yanağıma. Korkuyla kapadığım gözlerimi merakıma yenik düşerek araladığımda nefes nefeseydi göğsüme eğilen sarışın adam, kollarımı tereddütle yavaş yavaş indirdim iki yanıma. Nefeslerim boğazıma tıkalı, tıkılıp kalmış ve avazımla birlikte düğümlenmiş... Boşluk doldu, insanları görür oldu gözlerim; kulaklarımdaki basınç çekilip sesler hücum etti zihnime. Marmara beni kustu ciğerlerinden ve Savaş başını göğsümden kaldırdı. Acı bir hüzün vardı bakışlarında, dilimde nahoş bir tat bırakan.

"Ben sana ne yaptım Neva, her seferinde beni kırıyorsun?

Kollarımdaki baskı git gide yok oldu, isteğim üzere bırakıldım. Soğuk, kuytu köşede pusuya yatmış bir düşman gibi sarıp sarmalarken bedenimi geriye düşen bedenimi yerden aldığım destekle ayağa kaldırdım. Savaş, kaldı. Yenilmişti. Bana, benim olan her şeye yenikti.

Sağ elimin tersiyle yanaklarımı kurulayarak ileri doğru bir adım attım, sonradan bir çorap söküğü gibi geliyordu arkası; adımlarım yavaş yavaş ilerliyordu kaldırım taşlarında. Sırtımda hissedebiliyordum garipseyen bakışları ama en ağır olan, Savaş'ınkiydi. Adımlarım titreyip bedenimi düşürecekken son bir gayretle dengeme tutunup ellerimi ceplerime sokarak yürümeye devam ettim her şeyin hesabını vermesi gereken insanın yanına doğru.

"Ben sadece yanında durdum, neden her seferinde kaçtığın ilk kişi ben oluyorum?"

Adımlarım biraz daha hızlanarak hedefine doğru kendilerinden emince ilerlerken kalbim, yerinde olduğunu hissetmeme sebep olacak kuvvetle sızlıyordu. Savaş durmadı, bakışlarının bezendiği alevleri birer ok haline getirdi sözlerine bulaştırarak sırtımı onlarla deşip yakmaya devam etti: "O çocuğa daha çok izin verdiğini biliyorum, onu daha çok sevdiğini biliyorum ama ben sana ne yaptım?"

Artık gözlerimde, yuvalarına daha fazla saklanamayan yaşların acısı o kadar da mühim değildi; neredeyse hepsi bir sicim gibi akıyordu yataklarından taşarak. Yanaklarım ince ince ıslanıyordu, bir damla yaş diğerlerinden daha güçsüz olduğu için daha yarılayamadan yolunu, kuruyup ölüyordu buz tutmaya meydan okuyan tenimde. Hiç durmadan onun yerini başkası alıyor ve kendisine açılan yolu devam ediyordu ilerletmeye, çeneme gelince o damla da intihar ediyordu. Savaş'ın yüzüme vurur gibi sırtıma çarptığı sözlerinin acısı, feryadıydı bu. Kendimle birlikte onu yaraladığımı biliyordum ancak onun bu kadar derin yaralanabileceğini tahmin edemezdim, edememiştim. Annesinin kızı, zihnimdeki mezarımın hemen yanına bir yenisini kazarak burayı Savaş için zimmetlemişti üstüme. Benimle dalga geçiyordu elindeki küreği gözlerimin önünde sallayarak: "Bir kişiyi daha öldürdün, cani!"

"Bana bir cevap ver de artık düşünmeyeyim?"

Kolumu saran ince ve uzun, kemikli parmaklarına kaydı gözlerim. Elim, kolumdaki elinin üstüne kapanıp parmaklarını sıyırdı kolumdan. Konuşamadım, sesim boğazımda düğüm düğümdü ve eğer konuşacak olursam kan kusacağımdan korkuyordum. Bunun yerine bir el işaretiyle bize yaklaşmakta olan taksiyi durdurarak arka koltuğa oturdum yanıma Savaş'ın gelebileceği şekilde, beni anlayacağını biliyordum. Bu sözsüz iletişimi en iyi kurup anlaştığım tek insandı Savaş, bir şekilde beni anlamak için çaba göstermiyor ancak buna rağmen beni yine en doğru kendisi anlıyordu. Yanıma oturduğunda şoförün arkasına doğru iyice kaydım, başımı cam kenarına yasladım.

"Bülbülderesi Mezarlığı'na gidebilir miyiz?"

Şoför bir süre arabayı hareket ettiremese de, şaşkınlıktan olsa gerek, hemen sonrasında bir şey söylemeden yola koyuldu. Savaş, ellerini kucağında birbirine kenetleyerek parmaklarıyla oynuyordu, olduğum yerden bakıldığında oldukça gergin görünüyordu üstelik. Gözlerimi yola çevirdiğimde bu kez onun gözlerini üstümde hissedince derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım, üstümde metalik bile yoktu ve dahası, Savaş'ın da cepleri eminim ki dolu değildi. Bütün her şeyde olduğu gibi bunu da zihnimin gerilerine iterek rahatsız edici bir sessizlikte sürdürdüm yolculuğumu. Kendini şubat ayına devretmeye canla heveslenen ocak sonundaydık, dışarıda epey yağmur yağmıştı. Kaldırımlarda iyice yol kenarlarına doğru itelenen kirli kar da eriyerek kışın bitmek üzere olduğunu niteler vaziyetteydi. Araç, asfalta düşen kırç yüzünden biraz aheste aheste ilerlese de şoförü yönlendiren, tahminime göre kestirmeleri söyleyerek daha uygun bir ücrete yolculuğu tamamlamaya çalışan Savaş sayesinde hesapladığımdan daha da kısa bir süre içinde Bülbülderesi Mezarlığı'nın önünde durmuştu.

Savaş elini cebine doğru uzattığı sırada kolunu hafifçe tuttum, "Burada bekleyebilir misin abi, biraz işimiz var; uzun da sürebilir ama bir yere daha gideceğiz," dedim dikiz aynasından baktığım adama.

Gözleri beni inceledi, söylediğimi tarttı ve belli ki, düşündü. Sonra aklında nasıl bir kanıya vardı bilmiyorum ama, kısa bir baş sallamasıyla onayladı sözlerimi. "Sorun değil abicim, halledin işinizi siz."

Elimi Savaş'ın kolundan çekerek arabadan aşağı indim ve kapıyı ardımda açık bıraktım Savaş da gelsin diye. Adımlarım toprak girişi geçerek kapının önünde durduğunda yaralı ellerimle uzanarak açtım buz gibi demir kapıyı sürükleyip. Kâbuslarımdan bir an gözlerimin önüne serilerek can bulmaya başladığı anda ellerim daha sıkı sarıldı demir kapıya, az sonra çekeceğim acının bir fragmanıydı zihnimde gösterime giren sahne: Ayağımda demir bir bileklik, pranga vardı; karda babama doğru yürüyordum ve sonrası boş araziyi çığlıklarım kaplıyordu. Acımdan kararıyordu gözlerim, çok iyi hatırlıyordum o sahneyi. Gözlerim kapanırken Savaş'ın eli destek vermek ister gibi omzuma dokundu, acıyı umursamadan bir anda kurtardım avuçlarımı yapıştıkları demirden: Avuç içerim soyuldu ve ince ince kan sızdı kahverenginin çamura bulamaya çalıştığı beyaz karların üstüne.

Savaş'ın derin bir nefes alıp verdiğini işitiyor, bununda öte soluduğu nefesteki esefi hissediyordum. Kapıyı açtığını çok sonradan fark etsem de bozuntuya vermeden ilerledim içeriye doğru, ölüm tarihleri çok çok daha eskide kalan mezarların arasından yürüdüm beni bekleyen babama doğru. Ölüm soğuğu kış mevsiminin sert rüzgârına katılarak doldurmuştu etrafı neredeyse ağaçlarla çepeçevre sarılmış mezarlık alanını. Mermerden yapılma basamakları çıkmaktansa toprak yolu tercih ederek ezbere bildiğim dar geçidi geçerek mezarın yanı başında durdum, bedenim mermerin soğuk veya ıslak oluşunu çok da umursamadan yığıldı. Güçsüz bacaklarım titriyordu artık beni taşıyamadığı için, sırtımdaki kemikler sızlıyordu. Montumun sıcak tutmak için sardığı sırtımı mezar başlığına verdim ve ellerimin çamurlanmasına, yaralarımın iltihap kapacak olmasına aldırış etmeyip sağ elimi babamın toprağına uzattım; okşar gibi tuttum toprağı.

Kulaklarım acı bir çığlığın çınlamasıyla dolarken gözlerimi kapayıp buruk bir tebessümle gülümsedim: "Annemin yetim olduğunu, yetimhanede büyüdüğünü biliyordum Savaş," dedim yorgun sesimle konuşup gözlerimi açamadan. "Sekiz yaşındayken onu dayısı mı ne evlat edinmiş."

Gözlerimi açıp ona döndüğümde teninin bembeyaz kesildiğini görmüştüm ancak, bir şekilde biliyordum ki bu bembeyaz kesiliş soğuktan kaynaklanan bir şey değildi. Hayatım boyunca ikinci kez birisine kendimi böylesine çırılçıplak bir şekilde anlatıyordum ve her ikisi de aynı adamın karşısında olmuştu. Bu tanıdık yabancı, ruhumdaki yaraları sarıp ruhumu esas parçalayan adamın, babamın, enkazını ayakta tutmaya çalışırken aslında bir yandan da kırıyordu eliyle diktiği temeli. Elleri kalıyordu o koca tuğlaların, betonun altında. İkimiz de susuyorduk. O canının acısına susuyordu, ben kendi acıma susuyordum.

"Babamın çok sonradan öğrendiğine göre dayısı daha o gün akıtmış annemin kanını." Arsızca güldüm konuştuktan sonra, parmaklarımın arasındaki toprağı sıktım yumruk yaptığım elimde ezerek. "Annem kaçıp yetimhaneye gitmek istemiş, polisler ona inanmamış. Babam böyle yazmış günlüğüne. Annem on iki yaşına gelene kadar sürmüş bu."

"Ya sonra?" Gözlerimi yeniden ona çevirdiğimde kaşlarının arasında keskin bir kıvrım, büyük bir çatılma tepeciği oluşmuştu. "Ya sonra ne olmuş?"

"Başkaları gelmiş, dayısı başkalarını getirmiş yaş günü hediyesi olarak."

Kara yağmur bulutları göğün bağrını sararak kinini kusarca dolduruyordu ufka kadar maviliği. Güzelim beyaz bulutlar intihar ediyordu oracıkta, ölüveriyorlardı. Sessizliğin hüküm sürdüğü birkaç saniyenin ardından duyulan gök gürültüsü çok uzaklardan gelmişti, yüksek sesli değildi. Soğukta kuruyup çatlatan dudaklarımı ıslatarak araladım ve derin bir nefes verdim rüzgârda ıslık gibi şaklarken o nefesin sesi, burnumun ucuna düşen bir damla yağmura gülümsedim burukça.

"Kaçamamış mı," diye sordu bu kez, sesindeki geçmişe dair duyduğu endişe bariz bir şekilde hissettiriyordu kendini.

Başımı iki yana salladım gözlerimin önünde canlanmasına engel olamadığım sahne içimi ürpertirken, "Kaçmamış," diyebildim gök gürültüsünün yutup gizlediği sesimle konuşup. "Ölememiş de." Kısa bir an için, dinlenebilmek adına sustum sonrasında. Savaş'ın bakışlarının ağırlığını üstümde hissediyordum, bundan rahatsız olmuyordum ancak babamın mezarının yanında, fiziken babamı andıran adamla birlikte bulunmak düpedüz rahatsız edici bir gerginlik yayıyordu bedenime.

"On dokuzuna geldiğinde babama kaçmış, bir şekilde evlenmişler iki yıl içinde. Babam, yazdıklarına göre, bunları bilmiyormuş ama annemin bir sıkıntısı olduğunun farkındaymış," diye devam ettirirken anlatacaklarımı, sesim yükselmişti perde perde. Nereden geldiğini anlamadığım bir güç bedenimin boş kalan içini yine içi boş olan bir güçle doldurmuştu. Zararla oturacağım türden öfkeli, kübüme zarar verecek kadar keskindim. Daha fazla bekleme gereği duymadan devam ettim Savaş'tan kaçırdığım gözlerimi ona çevirerek: "Sarhoş oldukları bir gecenin armağanıyım (!) onlara. Annemin beni istemediğini biliyordum ama neden istemediğini hiç bilmiyordum Savaş. Meğer annem bende kendi çocukluğunu görmüş hep, gerçi, her küçük kızda kendisini görmüş. Yine de, bu kendi evladını sevmemesi için yeterli bir sebep mi Savaş?"

Tam karşıma oturduğunda uzanıp toprağın üstünde neredeyse yumruk halinde sıkılı duran elimi iki eliyle kavrayarak açtı parmaklarımı ve avucumda birikip kümeleşen katı toprağı sıyırdı parmaklarıyla. Konuşmadı, oysa ondan bir şeyler duyabilmeyi, hatta belki beni teselli etmesini bile beklemiştim.

"Onu, arkadaşının tavsiye ettiği bir psikiyatra götürmüş, hani evde gördüğün o adam, benim doktorum." Kısa, hızlı bir baş sallamasıyla beni onayladı sessizliğinden ödün vermeyerek, bense devam ettim hemen akabinde: "Annem, neden bilinmez, ona anlatmış birçok şeyi. Babamsa çok sonradan öğrenmiş bunları ama o zaman iş çoktan geçmiş işten çünkü annemin en fazla kırılacağı, sarsılacağı şeyi yaparak ona tokat atmış. Yıllarca, günler boyu türlü türlü adamlardan eziyet görerek tecavüze uğrayan o kadına tokat atmış babam, kendi çocuğunun annesine; canım diye sevdiği kadına."

Tiksintiyle gülerek dolan gözlerimi başka bir yöne çevirdim Savaş'ın elini bırakmadan. "Sonra canım diye sevdiği kızını bırakmış yarı yolda. Ben akciğer yetmezliğinden öldü diye bilirken kendini zehirlemiş babam. İyi bir adam diye bilirken karısına vurmuş, Savaş, hem de sırf içki içip sarhoş olduğu için!"

Gözlerimden sicim misali dökülen yaşlarımı engellemden ağlamaya başladım, elimi Savaş'ın elinden çekerek boğazıma sardım parmaklarımı: Boğazıma oturan o yumruları söküp almak istiyordum oldukları yerden. Canımı yakıyorlardı, ne nefes aldırıyor ne de öldürüyorlardı. Boynuma kadar inen yaşların izlerinden kurtularak sildim elimin tersiyle onları. "Yalnız kalmayı hak edecek ne yapmıştım ben, öyle bir annenin yanında yalnız kalacak, sevilmeyecek kadar ne günah işlemiştim ki?"

Savaş'ın kolları belimi bulup sardığında bedenimi kendisine doğru çekti, başım omzuna düştü alnım kapanmışken boynuna. Gözyaşlarım daha da şiddetlenip aynı zamanda yoğunluğunu arttıran yağmura karışarak akıyordu yanaklarımdan. Hıçkırıklarım duvar gibi örtünen dişlerimin arasından titrek bir nefesle kurtulduğunda Savaş'ın ince montunu yumruklarımın arasına alarak sıkıca kavramıştım. "Senden uzak durmak istiyorum," diye isyan ettim gücünü çoktan yitirmiş sesimle konuşarak. "Onu andırıyorsun, kanımı donduruyor. Senden uzak durmak istiyorum Savaş, canımı yakıyor bu."

Kolları arasındaki bedenim sarsılırken gerildiğini birebir kendi vücudumda hissetmiştim. Bu utanç vericiydi. Soğuk rüzgâr yağmuru kuvvetlice bize çarparken bir hıçkırık daha kurtuldu dudaklarımın arasından, Savaş'ın belinin iki yanında duran ellerimi göğsüne kaydırıp bu kez yakalarını kavradım sıkıca. Bir şekilde soğuk, parça parça koparıyordu benden her şeyimi. Beni ayakta tutarken, yaralarımı kese kese örterken başka yaralar açıyordu zihnimin; var olduğundan emin olamadığımın ruhumun en derin, ulaşılmaz yerlerinde. Bir rüzgâr daha vurdu bedenlerimize, sertçe. Güçten düşen zihnim yalpaladı, ellerim titredi. Cehennemin en dipsiz kaynar çukurlarına düşsem de ısınamazdım bu vakitten sonra, zehir damarlarımda dolaşıp zihnimi kirlettikçe sıcağı bir daha tadabileceğimi sanmıyordum. Göğsümde kor vatra olsa da, soğuğun yutup benimsediği bendim donup kalacaktı apansız kışın kollarında, üstüme ölü topraklar atılmışçasına.

Bir süre daha ağladım Savaş'ın kollarında, ona tutunarak. Onun ince ve uzun parmakları darmadağın olmuş, ruhumun aynası gibi kırık dolu saçlarımda dolaşarak sessiz sessiz teselli etti beni. Konuşmamıza çok da gerek yoktu bizim, sessizliğimiz birbirini içip birbiriyle iletişim kurabiliyordu ve bu iletişimde her ikimiz de bir şekilde kârlı çıkıyorduk. Aslında, bir bakıma kelimelerin hiçbir anlam ifade etmediği o yerdeydik. İncecik bir ip, keskindi kılıçtan.

Daha sonrasında bir süre daha nasıl yağdığını çözemediğim yağmurun altında biraz daha ıslanmış, taksinin içini ıslatmak istemediğimiz zaman taksi şoförünün bize verdiği gazeteleri oturacağımız yere bir güzel yerleştirerek taksiye geçmiştik. Şoföre bu kez evimin adresini vererek arabadaki o gergin sessizlik oyununu yeniden başlatmıştım. Savaş bir elimi hiç bırakmıyordu, parmakları parmaklarıma kenetliydi ve bu da yetmezmiş gibi diğer eliyle de birbirine tutunan ellerimizi kapatıyordu, kaçacakmışım gibi. Uzun süren sessiz bir yolculuğun ardından taksi evimin önünde durmuştu.

Savaş'la birlikte taksiden indiğimizde şoför de dışarı çıkmıştı, evin kapısının önünde durarak kapıya birkaç kez vurdum yumruk yaptığımda acıyan elimle, bu acıyı umursamadan. Ardımda nasıl bir endişe, korku bıraktıysam daha kapıyı ikinci tıklatışımda kapı annem tarafından açılmıştı. Annemin gözleri kan çanağıydı, bakımsızdı yüzü. Gözleri beni aşıp arka tarafa kayınca bedenini sarıp sarmalayan şaşkınlıktan yararlanarak içeri girdim ve montumu çıkartarak portmantoya astım.

"Yanımda para olmadığı için ödeyemedim, borcum olsun sana."

Omzu üstünden bana çevirdiği gözlerinde kırgın sayılabilecek bir ifade vardı ancak o daha portmantodaki çantasına yeni uzanmıştı ki o sırada arkamda durduğunu bile fark etmediğim Yıldıray dışarı çıktı, eli pantolonunun arka cebindeki cüzdanına ulaşırken hızlı adımlarla yürüyordu taksi şoförüne doğru; bense onu sessizce izliyordum. Cüzdanından çıkardığı parayı şoföre vererek geri döndü, kapıdan içeri girdiğinde kapıyı Savaş'ın yüzüne kapayacağını tahmin etmemiştim. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde onu ilk kez bu kadar öfkeli görmüştüm. Montumu çıkarıp portmantoya asarken göz ucuyla dudaklarının konuşmak üzere aralandığını fark ettim, memnuniyetsizce iki yana salladım başımı ve ekledim: "Tek kelimeyi bile kaldıracak kafada değilim, rahat bırakın beni."

Yıldıray'ın itiraz nidaları kulağıma dolsa da annemin sesi daha baskın geliyordu, ona boş vermesini söylüyordu sessiz bir mırıltıyla ancak gürültülüydü işte onun sesi, bir onu işitebiliyordum bu kadar fazla bir de kendi iç sesimi. Başka hiçbir şey o ikisi kadar gürültülü değildi olduğum yerde, oldukları yerde.

Odama geçerek, üstümdeki paçavraya dönen kıyafetleri çıkartarak kendimi banyoya zor attım. Havlumu askılığa asıp duşa kabine girdiğimde sıcak suyu da açmıştım, su; başımdan aşağı dökülerek kaslarımın üstünden akıp gidiyordu öylece; sıcaklığı hissedemiyordum fakat etlerim onları esir alan şok etkisinden çıkmak üzereydi, tırnaklarımla derimi yolarcasına kaşımak istiyordum bacaklarımı. Soğuğu emen bedenim hâlâ kaskatıydı, tüm bunlara karşın hâlâ titremiyordum. O kadar güçlü müydüm sahi? Ucu bucağı olmayan ve asla karşı koyamayacağım gökyüzüne dimdik durup göğsümü gererek bakabilecek, onun karşısında titremeyecek kadar güçlü müydüm?

Bacaklarımın beni daha fazla taşıyamayacağına kanaat getirdiğimde çabuk tüketebildiğim o gücün kırıntıları da suyla birlikte akıp uzaklaşmıştı bedenimden, kendimi duşa kabinin mermer zeminine bırakarak bacaklarımı kendime çektim; kollarımı bacaklarımın etrafıma doladım. Bu bir pes ediş değildi, kendimi korumaya çalışıyordum kendimden. Ne kadar başarılı olduğum epey meçhuldü ancak yapabildiğimin en iyisi buyken ve daha da ileri gidemiyorken olduğum yere sahip çıkmalıydım, kendi zihnimin içindeki o canavarları ya öldürmeli ya da beni yok etmelerine izin vermeliydim.

Sıcak su ense köküme vuruyor, suyun değmediği saçlarım soğuk damlaları uçlarından damlatıyor fakat sıcaklığının neredeyse haşladığı su bütün bedenimi kuşatıyordu. Sudan daha sıcak olduğuna kalıbımı bile basacağım nefeslerim buhar halinde yükseliyordu aralık bıraktığım dudaklarımdan, kirpiklerimin ucuna binen ağırlık tümden beni ele geçirirken güçlükle derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum. Karanlık, görüşümü bir sis gibi çerçeveleyip yine bir sis gibi yayılıyordu; yorgunluk sızlatıyordu kemiklerimi. Kendimi, akan suya aldırmadan, aldıramadan bırakıverdim tehlike diye bas bas bağıran uykunun serin kollarına.

Bir sıcaklık baştan sona tenimde dolaşırken ter damlaları alnımdan süzülerek akıyordu. Sırtımda sert ve cayır cayır yanarmışçasına sıcak olan bir yüzeyi hissediyordum, kulaklarıma dolan çıtırtılar bana yabancıydı. Ellerim yattığım yerden destek almak için sıcak yüzeye baskı uyguladığında, neden bilmem, yüzey büyük bir gürültüyle parçalanarak tenimde tarifi mümkünsüz bir acı bıraktı. Parçalanan bir ahşaptı, ellerime batanlar o ahşabın kıymıkları ve avuçlarımı kesenler ise ince ince tellerdi. Bir kuyruklu piyanonun üstündeydim ama neden bu kadar sıcaktı?

Nihayetinde gözlerimi aralayıp etrafıma bir nebze olsun bakabildiğimde yüksek alevlerin kırmızılığını görmüştüm: Bir odada ve yanmak üzere bekliyordum.

Çığlık atmak için araladığım dudaklarımdan içeriye giren yoğun is ciğerlerimi nefessiz bırakıp yakarken öksürmekten başka hiçbir şey yapamadım. Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha... Ta ki nefeslerim canımı yakana, acımı çoğalta, ciğerlerim bir el tarafından sünger gibi sıkılırmışçasına hissettirene kadar öksürdüm. Ellerimi kurtarmak için çırpındıkça kıymıklar daha da derinlere batıyordu, tuşların güçlü tellerinin kemiklerime kadar dayandığını hissediyordum; sırtım yanıyordu. Canhıraş bir çığlık kopuverdi dudaklarımdan, biraz daha çırpındım. Nafileydi. Gözlerimden dökülen yaşlar yanaklarımı yıkarken telleri avuçladım kollarımda kalan güçle, bir çığlığın daha göğsümden koparak yükselmesine izin verdim.

Ölüyordum. Yanıyordum. Küçücük, cehennem gibi bir odada teslim ediyordum bedenimi bu çiğ, aç alevlere.

Kabulleniş... yok oluşu, yok oluşunu kabulleniş... Pahada bile ağır olan bu sözcük ve sözcük grupları ruhumun olması gereken yerde kasırgalar estiriyordu. Belki de yitirilişin en kanlı, en acı anında boğulup gitmiştim. Bunların hiçbirisi ama hiçbirisi kendimi depresyon çukurunda boğmak için değildi, bunların hepsi hastalıklı zihnimin gerçekleriydi. Zihnim ve kaderim, yanarak ölmeyi, piyanoma kül olup karışmayı bana uygun görmüştü. Fakat beklediğim gibi, artık o kadar da hissetmiyordum acıyı. Kapadığım gözlerimde bir yanma hissi yoktu, kirpiklerime sıcak vurmuyordu. Sakin bir ılıklık, dalga dalga okşuyordu bu kez tenimi.

Korku dolu bir merak bedenimi sıcak bir anne kucağı gibi sararken göreceklerimin dehşetine kendimi şimdiden hazırlayarak araladım gözlerimi: Bir denizdeydim, su belime kadar uzanan yükseklikteydi ve kayalara vuran dalgaların melodisi kulaklarımın pasını silip süpürüyordu. Derin bir nefesle iyot kokusunu ciğerlerime doldurarak biraz daha ilerledim suyun içinde. Yüzmeyi sevmez, yeterince iyi de bilmezdim zaten. Tüm bunlara rağmen adımlarıma engel olamayıp suyun derinliklerine yürüyordum, daha doğrusu o derinliklerdeki bir şey beni kendisine çekiyordu. Adımlarım ilerledikçe soğuyan su, hırçınlaşan dalgalar ürkmeme sebep olsa da bunun yeterli olmadığının bilinciyle ilerlemeye devam ettim; su artık omuzlarımdaydı, ayaklarımın altındaki kumlar yumuşacıktı.

Ayak bileğime sarılan sert ve el olmadığını bildiğim şey her neyse korkudan çığlık atmama sebep olmuştu, bu ondan kurtulmam için yeterli bir sebep elbette ki değildi. Aynı anda sol bileğimde de hissettiğim keskin sızıyla birlikte birden suyun içine çekildim. Anın şaşkınlığı üzerimdeydi, ağzımdan ve burnumdan içeri sızan tuzlu su genizlerimi yakarak beynimi sızlatmış, ciğerlerime ulaşmıştı. Bir çığlık suyun içinde gömülürken yukarı çıkmak için çırpınıyordum. Gözlerim etrafta dolaştı delice bir panikle, tertemiz kumda bir tek ayaklarımı saran yosunlar vardı, çoğalıyor; çoğaldıkça bir sarmaşık gibi bacaklarıma uzanıyordu. Bedenime çarpan ikinci bir panik dalgasıyla birlikte yeniden çırpınarak yukarı doğru hamle yaptığımda bu kez kollarıma, bileklerime dolanmıştı gür yosunlar, boğazım nefessizlikle bir kez daha yanıyordu. Gözlerim acımdan dolayı kapanırken boğazıma yapışan yosun beni sıkıyordu, ölüyor muydum?

Sıçrayarak açtım gözlerimi. Piyanomun üstünde uyuyakalmıştım, bedenimde mutlak bir yorgunluk hüküm sürmekteydi. Başımı piyanonun sert yüzeyinden kaldırarak etrafımı incelemeye başladım, oturma odasında ve yeni kavuştuğum piyanomun başındaydım. Huzurlu sayılacak bir tebessüm dudaklarıma yayılırken bir sızıyı hissettim, burnumun direği sızladı. Elim burnuma doğru kayıp usulca kavramıştı burun kemerimi fakat tam da bu sırada burnumdan süzülüp piyano tuşlarına düşen sıcak damlalara baktım. Artık kanım notalarla mühürlenmişti. Tıpkı notaları kanımla mühürlediğim gibi. Bileğimi kessem duyulur muydu içimin ezgileri, duyabilirler miydi? Elimin tersiyle sildim burnumdan akan kanı, kan elimin üstünde muazzam bir leke olarak parlıyordu. Başımı hafifçe geriye yaslayıp piyanoyu uyumadan önce nasıldıysa aynı şekilde çalmaya devam ettim, kan da devam etti akmaya burnumdan. Sanırım kanım piyanoyu sevmişti. Bir damla daha düştü beyaz tuşlardan birine, burukça gülümsedim.

Babamın bana ilk öğretmeye çalıştığı parçayı çalıyordum. Bunu kimse bilmiyordu, kimseye söylemeyecektim de zaten. Benim için yeniden düzenlenen bu parça hep bana özel kalacaktı. Gözlerimi kapayınca anılarım yattıkları pusudan çıkmış, taarruza geçmişti. Bu büyük taarruzun kaybedeniyse her zamanki gibi bendim. Piyanodan yükselen melodiler silikleşip yerini su sesine ve babamın ıslıklarına bıraktığında sahne beliriverdi gözlerimde: Dört yaşımda ya var ya yoktum, kâküllerim alnımı örtüyor, saçlarım buklelerle çeneme uzanıyordu. Banyodaydık, annemin bir zaman sonra kırdırıp yerine duş kabini yatırdığı eski küvetteydim. Babamsa beni yıkıyor, benimle birlikte köpüklerle oynuyordu. Islığında benim için düzenlediği parçanın ezgisi vardı. Ezgi çok neşeli değildi ama tamamen acı dolu da sayılmazdı. Ruhuma hitap ediyordu ve zaten ruhuma ithaf edilmişti.

Oynadığım köpükler teker teker yok olup şeffaf su yerini siyah beyaz tuşlara bıraktı. Soğuğu hissettim. Yanımdaki bedenden dalga dalga yayılıyordu. Başımı soğuğa çevirdiğimde babamı gördüm. Dudaklarından süzülen kan bir zaman sonra kurumuştu, gözleri boş bakıyordu. Sonra sesini duydum ama dudakları kıpırdamamıştı.

"Yanıma gel kızım, seni özledim."

Bir damla yaşın sıcaklığını hissettim yanağımda. Hadi bunlar gözyaşıydı, içim kan ağlıyordu; onu ne yapacaktım?

Bedenim anide ve kuvvetlice sarsılmaya başlarken irkilerek açtım gözlerimi, sırtımda canımın manevi acısını bastıran bir acı vardı. Dudaklarımdan kopan aciz iniltimi işittiğimde görüşüm daha yeni yeni kendine geliyordu, iniltime karışan başka bir ses, bir hıçkırık işittim. Kirpiklerim birkaç kez güçlükle kırpışıp durdu kendime gelebilmem için. Annem karşımda durmuş hıçkırarak ağlıyordu, üstü ıslanmıştı üstelik. Buna henüz anlam veremediğim sıralarda sırtımdaki acı benim için daha katlanılır bir haldeydi fakat hemen akabinde zihnime çöken o farkında olma hissi acımı katlaya katla artmış, arttırmıştı. Ne kadardır burada, sıcak suyun altında uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu; bir tek kendi canıma kastım olduğunu biliyordum.

Annemin bu darmaduman halinden çektim gözlerimi, banyo kapısına omzunu yaslayıp olan biteni tüm sakin ve sessizliğiyle izleyen Yıldıray'a baktım en az bedenimin içi kadar boş olan gözlerle. Hissiyatsızlığın getirdiği o boşluktu gözlerimdeki, acıdan dolmuş olmaları o kadar da mühim değildi şu an. Yıldıray'ın neden bu kadar boş baktığını bilmiyordum, gerçi merak ettiğim de pek söylenemezdi.

"Ölmenin daha kolay ve acısız yolları da var, Neva."

Ölüm kelimesini duyunca yüzüme tokat yemişçesine irkilmiştim, o ise bunu fark etmişti. Gözleri kısılarak içeri doğru bir adım attığında annem beni sarmak ama canımı yakmamak için uğraşıyor, belli ki beni oturduğum yerden kaldırmaya çalışıyordu. Annemin havuyla yarım yamalak örttüğü çıplaklığımı umursamıyordum.

"Annene bu kadar fazla acı çektirmek gibi bir hakkın yok senin." Sesi sert, duygusuz ve otoriterdi. Gözlerinde yeni yeni perçinlenen ifadeyi daha önce hiç kimsede görmemiştim. "Sıcak suyun altında uyumak ne demek! İnsanlar yorulduklarında yataklarında uyur, duşa kabinde değil."

Annemin hıçkırığı sessizliği ses olup doldururken banyoyu ruhu sönmüş gözlerimi Yıldıray'ın mavilerinden çekmemiştim, çenemi dikleştirip bedenimdeki acıyı şu anlık zihnimdeki tozlu halının altına süpürerek ona meydan okudum. Bütün bedenim sinirin de getirisi olan gerginlikle kaskatıydı ve Yıldıray konuşmaya devam ediyordu: "Hastasın ve ağır şeyler yaşadın diye bunları yapmaya, böyle davranmaya hakkın yok senin!"

"Yıldıray, sus!"

Ve Yıldıray anneme karşı gelmeyerek sustu, banyodan çıkmak için arkasını döndü sessizce. İçimi bürüyen nefret oluk oluk taşıyordu nefeslerimden. "Sen, babam değilsin," dedim ne zamandan beri sıktığımı bilmediğim dişlerimin arasından konuşarak, "Öyle davranmayı da kes! Annemi babamdan sen almışsın, her şeyi öğrendim ben!"

Belki sert bir sopayı elime alıp sırtına vursaydım üstünde böyle bir etki bırakamazdım, öylece duruverdi olduğu yerde; bense annemin kollarından güçlükle sıyrılıp havluyu bedenimde tutarak ayağa kalktım. Kendime olan öfkem, babama karşı hissettiğim hayal kırıklığım... hepsi bir olup bana güç veriyordu, temel kuvvetli olan öfke insanı hayatta tutardı ve sırf içimdeki bu parçalama isteğini beslemek istediğim için susmadım: "Şimdi de beni kendine muhtaç etmek istiyorsun, hasta olduğumuza bizi inandırmaya çalışıyorsun!"

Zihnimin içindeki ses buna kahkahalarla gülerken çığlık çığlığa bağırmak istediysem de sustum, annem ayağa kalkıp beni geride tutmak için arkasına almıştı. Gözlerindeki ifade Yıldıray'a sadece susup gitmesini yalvaran türdendi. Omzunun üstünden gözlerini bana çeviren Yıldıray bir şahinin pençesi kadar sert olan bakışlarını üstümde dolaştırmıştı, anneme döndüğünde yumuşayan çehresine bir şeyler fırlatmak istemiştim ki tam bunun için öne atılacağım sırada Yıldıray kapıdan çıkıp gitti. Bir süre daha onun arkasından bakmıştık fakat buna daha fazla katlanamayarak bedenimi örten havluyu bırakarak annemi geçmeye çalıştığımda beni durdurmuştu. Bedenime destek vererek benimle birlikte, yavaş adımlarla odama doğru ilerledik; daha sonrasında annemin yardımıyla iç çamaşırımı ve altıma bir eşofman altı giyerek uzanmıştım yatağa, üstüm rahatsız hissetmeme sebep olacak şekilde çıplaktı. Gerçi üstüme bir şey giymem demek, kendi canımı biraz daha yakmam demekti ki şu son duşta yaşadıklarımın ardından bunu yapmamam gerektiğine emindim. Ben bile o kadar canıma susamamıştım.

Yüzüstü uzanmış yatarken annem sırtıma banyoda olduğunu bile bilmediğim yanık kremini sürüyordu, derime değe soğuk krem karıncalanma hissi bırakıyordu değdiği yerde ve hafif bir sızı hemen ardından. Yüzüm istemsizce buruştu bu sızıyla, gözlerim kapandı. Annem, canımın yandığını düşünmüş olsa gerek; daha özenle hareket etmeye çalışıyordu. Tüm bunlardan daha bile tuhaf olan tek şey aramızdaki sessiz ateşkesti, ne o konuşuyordu ne de benim ağzımı bıçak açmıştı geçen birkaç saate rağmen. Sırtımın üstünde gezinen parmaklarının hemen akabinde ılık nefesi çarpıyordu tenime, yanan tenimi nefesiyle söndürmeye çalışıyordu. Bu kadar dramatik olabileceği daha önce aklımın ucundan bile geçmezdi halbuki.

"Çok acıyor mu," diye sordu tarazlı sesiyle konuşarak, "Nasıl açık bırakırsın o suyu, nasıl o suyun altında öylece uyursun?.."
Sıkıntıyla bir nefes alıp homurdandığımda ellerini sırtımdan çekti. "Tamam," dedi kabullenerek, "Soru sormuyorum."

Derin bir nefes alıp başımı sallayarak onayladım onu. Ben yatağımda yatıyordum, o ise oturuyordu hemen yanımda. Kremin kapağını kapadığını duyarken gözlerimi yorgunca örtmüştüm, yatak hafifledi, sonrasında annemin adım sesleri doldurdu odayı. Seslerin ne kadar uzaktan geldiğini tahmini bir şekilde hesaplayarak banyoda olduğunu anlamıştım, birkaç dakika sonrasında duyduğum su sesi bu tahminimi doğrulamıştı. Gözlerimi kapayarak sessizliğin içinde kalp atışlarımı saydım kendimce, beynimi sürekli başka ve alakasız şeylerle meşgul ederek bir iki saat öncesine kadar olanları düşünmemeye, beynimin içinde bana zulüm eden o Neva'yı susturup bastırmaya çalışıyordum; bir şekilde bunda başarılı da oluyordum.

Annemin adımları kalbimin atışlarının ritmini bozarak baskın çıkmıştı, nefesimi tutup onu dinledim: Benim odama gelmişti. Adımları yeniden, git gide yaklaşıyordu, yatağımın yanına gelene kadar da durmadı zaten. Parkeden yükselen gıcırtılı sesle kaşlarımı hafifçe çattım, hafif sesli bir gürültü duyuldu bunun takibinde. Annem yere, yatağımın yanına oturdu, sırtını yatağa yasladığını işittim.

"Hiç ninni biliyor musun," diye sordum bir elim çenemin altında yarım yumrukken, "Bana hiç ninni söyledin mi geceleri?"

Cevabı kısa ve özdü: "Hayır."

Kapalı gözlerimin ardında bir sızlama hissettiğimde dilimin ucunu ısırarak kendimi tuttum, bekledim bir süre sessizce. Nefeslerim ciğerlerime dolup içimi yakarken dudaklarımı hafifçe ıslatarak başka bir soru daha sormak için cesaretlendirdim kendimi. "Bana bir şarkı söyler misin?" Sessiz kalmayı tercih ettiğinde bunu bir evet olarak kabul ettim arsızca: "Çoban Yıldızı'nı söyler misin?"

Derin bir nefesi ciğerlerine doldurduğunu işitim annemin, başını yatağa yasladığında saçları ellerime değmişti.

"Yüzme bilmeden daha," diye başladı sözlere, biraz kendi yorumunu kattığını belli etmişti daha ilk başından ve yumuşacık sesini ilk kez böylesine duyuyordum.

"Deniz görmeden
Hiç güneşte
yanmadan
Şimdi ölmeni istemem bir kalbi sarmadan"

Gülüş sesini işittiğimde durmuştu, gözlerimi aralayarak onu izledim sessizce; o darmadağın halini ve buna rağmen üstünden gitmeyen kalıcı güzelliğini. Bana doğru döndüğünde parmakları hiç okşamadan geçti saçlarımın üstünden.

"Aşkı tatmadan daha
Onla sarhoş olmadan
Hiç sevişmeden... daha
Şimdi ölmeni istemem daha hiç gülmeden

Çoban yıldızı...

Sen benle kaal, laralay
Hep benle kaal... Çoban yıldızı.

Sen hiç kimsen olmadan
Tepeden tırnağa...
Ona hiç
sarılmadan
Şimdi ölmeni istemem
kalbine dokunmadan...

Hadi al götür beni
Hâlâ benimmişler gibi
Evime, yurduma
Taze meyve tatları
yağmurlarında
Çoban yıldızı..."

Burnumu çektiğimde gözlerimden sızan bir damla yaşı yakaladı başparmağıyla, derin bir nefes alıp yutkundu hemen sonrasında. "Hep benle kal... Çoban yıldızı..."

İkimiz de sanki bu an hiç yaşanmamış gibi susmuştuk sonrasında, ne o tek kelime etme taraftarıydı ne de ben konuşmaya can atan biriydim. Zihnimin içindeki radyoda şimdi Ünzile çalıyor olsa da kulaklarım, annemin güzel sesiyle çınlıyordu hâlâ. Gözlerimi kapayarak derin bir nefes aldım tasalarımdan kurtulmuş bir rahatlıkla, sırtımdaki acı uyuşmuş bedenimdeki karıncalanma hissinden ibaretti ve yorgunluğun perçinlenerek pençelerini geçirdiği bedenim ağır geliyordu kirpiklerime, gözlerimi bile açamayacak kadar yorgun hissediyordum.

"Uyu kızım," diye mırıldandığında annemin sesini çok uzaklardan duydum, "Uyandığında ben başında bekliyor olacağım, şimdi uyu."

Ruhum kendisini uykunun serin ama bu sefer güvenli gözüken kollarına kıstırmış bana el sallıyordu günbatımıyla kızıllaşan bulutların tepesinden.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top