"beni bu gece yaşat" ♫ ♪

Bölüm Parçaları:
1. Allman Brown & Liz Lawrance - Sons and Daughters
2. CLANN - I Hold You

*Buraya, size NOTA'yı veya karakterlerden birini (belirterek) hatırlatan bir şarkı da siz bırakın.

On Beşinci Bölüm ♫ ♪

İçi çeşitli duygularla dolu bir odada hapis kalmıştım, ruhumda. Anlamını, ismini bilmediğim duygular tarafından yakılıp küle çevrilmiştim. Ancak üşüyordum. Soğuk, sanki benim içimden geliyordu ve tüm bedenimi sarıyordu. Yine de tüm bunlara rağmen ruhumdaki o ateş asla sönmüyordu. Söndüğünde ne olacaktı? Hâlâ yaşıyor olacak mıydım? Sanırım bu bilinmezlik içimi kemirip tüketecekti ve işte o zaman gerçek yok oluşum başlayacaktı.

Buğra'nın sakladığı gerçekleri öğrenmemin üstünden birkaç gün geçmişti. Bu zaman diliminde, ne Buğra'dan bir haber alabilmiştim ne de o konuşmadan sonra Savaş'ın karşısına çıkabilmiştim. Ancak bu bir haftanın yoğun sessizliğinden yararlanıp düşünmeye oldukça iyi bir fırsat elde etmiştim.

O günün akşamı Semih'le Eslem gelip çantamı ve montumu getirmişlerdi. Ertesi gün sınavım olduğu için okula gitmiştim ve sınav sonrasında da soluğu İlge Hoca'nın odasında alıştım. Bana burs konusunda söyledikleri Buğra'nın anlattıklarıyla birebir aynıydı. Ahmet Berkan adında bir adam, ki bu Buğraların bahçıvanı oluyordu, emekliliğe kadar maaşının bir kısmını biriktirmiş, emekli olduktan sonra da bahçıvan olarak çalışmaya başlamış ve oradan aldığı parayı da biriktirmişti. Zaten bir başına yaşayan bu adam, bir de elindeki mirasla bana burs vermekte hiç de zorluk çekmemişti. Akılda kalan tek soruysa gizli tutma isteğiydi ve ona da bir cevap bulunmuştu elbette. Gizli kalmasını istiyordu çünkü hayırsız mı hayırsız, paragöz ve müsrif bir oğlu vardı. Ah bir de kumarbaz, alkoliğin tekiydi! Eğer bu haber onun kulağına giderse aralarında hoş olmayan bir tartışma geçerdi ve Ahmet Bey onun, benim bursumu iptal etmesinden korkuyordu.

Üzerinde ciddi anlamda düşünülmüş ve iyi tasarlanmış bir plan... Tabii ben gerçekleri bilmiyor ve bu iyi niyetli Ahmet Bey'i tanımıyor olsaydım.

Derin bir nefes alıp aklımı kurcalayan düşünceleri aklımın bir köşesine ittim. Üstüme ceketimi alıp evden çıktığımda hava epey serinlemiş, yağmur bulutları her an tüm yüklerini bırakacak gibi gökteki tahtına serilmişti. Ellerimi ceketin ceplerine sokup aheste adımlarla şehrin sokaklarını arşınlamaya başladım. Sokaklar her zaman yanımda olmuştu. Elimden tutmuş, içim zehrini kucaklamış, ağladığım saniyelere ev sahipliği yapmıştı. Her zaman için insandan daha iyi bir arkadaştı.

Kulağımdaki kulaklıklardan yankılanıp ruhumu okşayan şarkı dudaklarıma bir gülümsemenin yerleşmesine sebep oluyordu. Bugün çay bahçesine değil de Galata'ya gitmek istediğime karar verdim. Cebimdeki kartın getirdiği güvenle soluğu metrobüs durağında almıştım. Bu duraklar sürekli bir şeyleri yapma acelesi olan insanlarla doluydu, benim acelem yoktu. Bu yüzden acelesi olan insanlara öncelik tanıdım. Metrobüslere doluştular, hatta bunu yaparken birbirlerini ezdiler ve aynı şey koltuklara otururken de gerçekleşti. Tüm acımasızlıklarını ve çirkinliklerini izledim, sonrasında daha boş gelen bir metrobüse bindim. Herhangi bir koltuğa oturup bencil insanların radarına yakalanmaktan hoşlanmadığım için ayakta durmaya karar vermiştim. Sırtımı yasladığım camdan kendini bile zor ısıtan güneşin, bulutları tutam tutam aşan ışınlarını hissedebiliyordum. Gözlerimi kapayıp açık camdan içeri süzülen serin havayı soludum. Bugün içimdeki bir his, bazı şeylerin düzene gireceğini söylüyordu bana. Ben de ona inanmayı seçtim.

Tüm yolculuğum boyunca, ki metrobüsten sonra bir de tramvaya binmem gerekmişti, bana kulaklığımdaki şarkılarım eşlik etmişti. Annesinin kucağında oturan birkaç çocuk benimle oyunlar oynayıp eğlenmişti. Günlük mutluluk dozumun yavaş yavaş dolmaya başladığını hissetmiştim bu sırada. Trafik yüzünden yolda kalan tramvayın Galata'ya en yakın duraklarından birinde, Karaköy'de indim. Adımların insanların arasından akım gidiyordu, tıpkı durmak bilmeyen zaman gibi. Kalabalığa aldırış etmeden onları aşıp ilerlemeye devam ettim, bundan zevk aldığım bile söylenebilirdi.

Galata Kulesi her zaman için İstanbul'un en gözde turistik yerlerinden biri olmuştu. Hakkında anlatılan efsaneler kulak dolduran cinstendi ama sanırım içlerinde en ilgi çekeni Kız Kulesi'yle olan aşkıydı. Galata'da olan bir şey, onun o ihtişamındaki giz beni hep kendine çekmişti. Eğer yapıların bir ruhu varsa ve birbirlerine aşk besleyebiliyorsalar bu aşkı en güzel taşıyan yine Galata'ydı ve tüm bu güzelliğin sırrı onun o gizinde saklıydı. Bu yüzden saatlerce karşısında oturup onu izlemeyi, içimden bile olsa onunla sohbet etmeyi severdim.

Galata'ya uzanan o uzun yokuşları tırmanıp kule civarındaki minik bir kafeye girdiğimde güneş batmak üzere ufka doğru yol almış, tüm kasvetiyle ortalıkta dolaşan yağmur bulutları etrafa saçılmıştı. Çayın yanında söylediğim simidi küçük lokmalara ayırdım, bu havada yapılacak en güzel aktivitelerden biri hiç şüphesiz taze simit yerken yanında sıcak bir çay içmekti ki kesinlikle çay seven biri olduğum da söylenemezdi.

Aklımda dolaşan bu saçma düşünceler beni istemsizce gülümsetirken usul usul tüm çevremi saran müzik sesine odaklandım. Birden farklı yerden geliyordu, sokak sanatçıları yine tüm maharetlerini sergilemek için gözde mekanlarına gelmişti. Çayımdan son yudumu aldığım sırada telefonuma gelen ve titrediği için irklimeme sebep olan arama ekranına baktım: Arayan Semih'ti.

Aramayı yanıtlamamla birlikte "İyi misin sarı kuş?" sorusuyla karşı karşıya kalmam bir olmuştu. Kaşlarım çatılırken kendimi gülmemek için zor tuttum. "Evet, neden iyi olmayayım ki?"

"Ne bileyim," dedi son heceyi uzatarak. Gözümün önünde dört bir yanına dağılan kıvırcık saçlarının altında omzunu silktiği hali canlanmıştı. "Dün öyle iyi değil gibiydin."

"İyiyim yahu iyiyim," diye mırıldandım omuz silkerek. "O dünde kalan bir şey."

Biraz daha konuştuk orada onunla, telefonu kapadığımda kendimi epey rahatlamış hissediyordum. Tabii ekrandaki saate gözüm takılınca tüm bu rahatlık uçup gitmişti. Yaklaşık bir saattir telefondaydık ve bu, cevabını asla öğrenemediğim soruları zihnime düşürüyordu. Bu kurduğumuz ve sağlamlaştırdığımız arkadaşlık gerçek miydi, Semih benimle gerçekten arkadaş mıydı? Bir gün bitecek miydi ya da beni daha önce zor yollardan deneyimlediğim gibi terk edecek miydi? Bunların cevaplarını bilmemek beni aşırı rahatsız ediyordu ve ben çoğunlukla bir şeyleri akışa bırakmayı sevmezdim. Telefonu cebime koyup kasada hesabı kapattıktan sonra ellerimi de cebime sıkıştırıp dar sokaklarda yürümeye başladım. İnsanlar bu sokaklarda fotoğraf çekiniyordu. Asla ama asla hayatın tadını çıkarmayı bilemeyeceklerdi.

Bir ara sokağa daha sapıp birkaç adım ilerledikten sonra karşıma çıkan merdivenler beni büyüsüne katıp kendine çekmişti. Hemen bir iki basamak inip beğendiğim yere oturdum ve sırtımı taş koluna yaslayıp bu merdivenlerde şarkılarını icra eden üç kişiyi dinlemeye başladım. Elinde zil olan kadın bilmediğim bir dilde şarkı söyleyerek merdivenlerde dans ediyordu. Adımları bir basamak yukarı çıkıp iki basamak inmekten oluşurken elindeki zili kimi zaman havada sallıyor, kimi zaman da diğer eline vuruyordu. Belini kıvırıp etrafında dönerek saçlarını havada savurduğu an onu eski zamanın raksçılarına benzetmiştim. Üstündeki kıyafetler de bana bu izlenimi vermiş olabilirdi. Hatta arkada, dizine yasladığı kanını çalan çocuk ve şarkının, müziğin ritmi de bunu pekiştirmişti.

Onları videoya çeken kalabalıktan gözüne kestirdiği birkaç kişiyi elinden tutarak kendisiyle birlikte dansa çekiyordu. Kadının öyle güzel bir enerjisi vardı ki kimse bu emrivakiye takılmıyor, herkes onu bir davet olarak kabul edip kadının kıvrak hareketlerine eşlik etmeye çalışıyordu. O kadar güzel bir görüntüydü ki bu, saatlerce hiç sıkılmadan izleyebilirdim. Gülümserken sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapayarak kendimi müziğin akışına bıraktım. Ruhum okşanıyordu. Parmaklarımın o an piyano tuşlarına çektiği dokunma açlığı beni zerre rahatsız etmiyordu, parmak uçlarımdaki karıncalanmayı bile göz ardı edebiliyordum. Müzik öyle kudretli bir şeydi ki ruhumu besliyordu. Eğer şu anda içinde bulunduğum zaman diliminde bir damla kanım toprağa karışsa, üzerine bastığım betonlar çatlayıp kırılarak bir filiz olup yeşerecek, tomurcuklanacak ve sonra açacaktı; müziğin bana hissettirdiği şey tam olarak buydu.

Şarkı ve müzik aynı anda bitti. Sanki zaman durmuş gibi kadın, elindeki zile son bir kez daha vurdu ve insanlar içine düştükleri hipnozdan silkelenerek bu güzel grubu alkışlamaya başladı. Fakat o an dikkatimi çeken şey kanun çalan çocuğun ayak ucundaki çantanın içinde duran albümler oldu. Cebimde ne kadarım kaldığını bilmeden kalkıp onlardan bir albüm adım. Merdivenleri inerken gerçek mutluluğu hissediyordum. Kalbimin minik odacıklarında dolaşıyor, kendine oturup dinlenecek yerler buluyor ve izini buralara bırakıp yoluna devam ediyordu. Yüzümde bir gülümseme doğuruyordu.

Merdiven basamaklarını ikişer ikişer inip neredeyse seker adımlarla nereye olduğunu bilmeden ara sokaklarda ilerlemeye başladım. Yanından geçtiğim bir çocuk boynuna astığı kamerayla etrafındaki her şeyi kadrajına alarak anı donduruyordu. Başka bir kadın arkadaşını Galata önünde çekiyordu. Kafelerden taşan insanların yüzünde koca koca gülümsemeler vardı. Mutlu olmak için güzel bir gündü ve böyle bir günde ne yapılacağını iyi bilirdim. Kendime hemen gözüme kestirdiğim bir sokak satıcısından kâğıt helva alarak en yakınımdaki çocuk parkına geçip oturdum. Minik bedenlerin park oyuncaklarındaki hareketlerini izledim. Artık aileler belli yaşın üstündeki çocuklarını sadece uzaktan izliyor olsa da eskisi gibi kaç yaşında olursa olsun çocuğunun yanında duran ebeveynler de yok değildi.

Çocuğunu kaydıraktan kaydıran annenin yüzündeki o tarif edilemez duyguyu piyano tuşlarına dökmek istedim. Kadının yüzündeki her bir kas mutluluğunun, çocuğuna karşı beslediği sevgi ve şefkatin coşkusuyla hareket ediyordu. Gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar, gülümseme çizgileri uğruna bir beste yapılacak kadar güzeldi. Kendi annemde aynılarını göremediğim için beni kıskandıracak kadar güzel...

İki göğsümün arasına oturan acıyı daha o saniye kucaklayarak sarmıştım, sakladım kalbimde. Öyle derinlere hapsettim ki içimdeki mutluluğa el sürmesine asla izin vermedim. Beş yaşındaki halim gözlerimin önünde belirdi: Alnına düşen sarı kâkülleri, omuzlarına uzanan saçları olan ve elbise dışında hiçbir şeyi giymeyen inatçı bir kızdı. Yanımda oturup elimi tutmuştu, yüzünde beni destekleyen bir tebessüm vardı. O da mutlu gözüktüğü için içim rahat bir şekilde bana ait olduğunu hissettiğim, benliğime kazıdığımı düşündüğüm acıyı saklayabilmiş ve gerçek mutluluğa sarılmıştım.

Elimdeki kâğıt helva paketini açıp tıpkı çocukluğumdaki gibi onu kopara kopara yedim. Park defalarca kez doldu, boşaldı. Güneş ufukta batmak üzereyken kâğıt helva bitmiş ve sarı tüyleri olan bir kedi yanıma gelerek bacaklarıma sürtünmeye başlamıştı. Gülerek elimdeki çöpü katlayıp cebime koymuş ve oturuşumu düzelterek kediye yer açmıştım. Bir iki adım geri çekildikten sonra bantaki boş yere bakıp gözüne kestirdiği yere doğru sıçradı. Ne yapacağını ciddi bir merakla izliyordum.

İyice yanıma yaklaşıp patilerini altına kıvırarak oturmuş, başını bacağıma bırakıp mırıldanmaya başlamıştı. Elimi cebimden çıkarıp kulağının altını okşadım. "Sence de yalnız insanlar mutlu olmayı hak etmiyor mu arkadaşım," diye sordum gülümsemeye devam ederek. "Yani bu genelleme doğru olmasa da daha önce mutsuz oldukları için yalnız kalmak istemiyor mu yalnız insanlar? Hani sütten ağzı yanan yoğurdu da üfleyerek yermiş, öyle der atalarımız."

Kediden yükselen mırıltının "süt" kelimesiyle aynı ana denk gelmesi tesadüfü beni daha da gülümsetmişti. "Haklısın tabii sen de, herkesin derdi kendine."

Yanımda oturan sarı kedi patisini yalarken daha fazla dayanamayarak onu kucağıma çektim. Karnından yayılan mırıltı sesi doğru bir şeyler yaptığımı hissettirmişti, usul usul boynundaki tüylerini sevmeye devam ettim. Başını karnıma yaslayıp sürttü bir an, gözlerini kapamıştı. "Demek hoşuna gidiyor böyle sevilmek," diye mırıldandım elimde olmadan kıkırdarken. "Benimki de laf. Kimin hoşuna gitmez ki?"

"Belki başka bir Sarı'nın?"

Aniden duyduğum ses artık beni korkutmayan birine aitti, Savaş'a. Gülümseyerek kediyi sevmeye devam ettiğim sırada yanıma oturmuş, bu da kucağımdaki kediyi korkuttuğu için onun kaçmasına sebep olmuştu. Üstümdeki tüyleri silkelerken imalı cümlesini duymazdan gelip ben de ona sataştım: "Sarı'ların kaçma eğilimi var anlaşılan, ne dersin?"

Çatılan kaşlarım sorusuyla birlikte tam aksi yöne meyillenirken sessiz bir kıkırtı dudaklarımdan kaçıp kurtuldu ama ona cevap vermedim. Gitar çantasını yere koyup banka yasladı, yüzünde o her zamanki tatlı tebessümü vardı. Başını hafifçe iki yana sallayıp gitarını çantadan çıkararak dizlerine aldı. "O zaman bu eğilimin ihtimalini ortadan kaldırmalıyız Sarı," dedi göz kırparak. "Seni kovalamayı sevmediğimden değil de daha çok yanında olmak istediğim için."

Dudaklarımdaki gülümseme küçülürken sessizce ona doğru dönüp gözlerinin içine baktım. Samimiydi Savaş, bunu hissetmemek ve anlamamak için her anlamda kör olmak gerekirdi. Yüzünü çevreleyen sarı saçları tutam tutam tenini gizlerken dudaklarından eksik etmediği tebessüm içimde gizlediğim soğukkanlı kızı alaşağı edecek kadar sıcaktı üstelik. Elimi uzattığımda hiç gocunmadan, sorgulamadan tutup beni yukarı çekmeye çalışacağına inancım tamdı. Fakat asıl sorun şuydu, kendi oluşturduğum bu bataktan çıkmayı istiyor muydum? Bunu öğrenmek için önce denemem gerekiyordu sanırım ama ya ona zarar verme ihtimalim ne olacaktı?

"Bir şarkı çalsana Savaş, benim için olsun."

Bu kez kaş çatma sırası ondaydı, gülümseyerek onu izliyordum. Kucağındaki gitara uzun uzun bakıp derin bir nefes alarak bana döndü. Gözlerinin alacasında sakladığı bir ifade vardı ve onu tutup çıkarmak istiyordum. Parmaklarını tellerin üstünde gezdirip boğazını temizledi ve yeniden derin bir nefesle doldurdu ciğerlerini. Yüzüne düşen tutamları onu rahatsız etmiyor muydu, merak ediyordum.

"O kadar haklısın ki dayanamıyorum buna
O kadar güzelsin ki çok çirkin kaldım yanında
Korkum yaralanman hayatta
O kadar yalnız ki dayanamıyorum buna"

Dudaklarından süzülen cümleler yüzüme sıcak bir gülümsemeyi yerleştirmiş ancak kalbimdeki kuşun dalından uçmasını da sağlamıştı.

"Hayalperestsin, güzel hayaller peşinde
Çook gençsin, yanlış insanlar kalbinde
Hayalperestsin, güzel hayaller peşinde
Bu yüzden çok güzelsin"

Şakağımı avucuma bırakıp gözlerimi kapayarak Savaş'ın şarkıya katıyı yeni yoruma bıraktım bu kez kalbimin kuşunu. Savaş söylemeye devam etti, sanki MP3 çalarımda çok sevdiğim ya da yeni kaydettiğim bir şarkıyı tekrarlama moduna almışım gibi sürdürdü bu şarkıyı. Bazı yerlerde sesinin hafif kısılmasından ve titremesinden dolayı onun da benim gibi gülümsediğini anlıyordum. Derin bir nefes alıp havaya karışan kokusunu soludum, bana güven veriyordu. Çok değil, birkaç saniye sonra sıcak nefesi saçlarımı okşadı ve hemen ardından dudakları da nefesini takip etti. "Bu yüzden çook güzelsin..."

Sessizce başımı omzuna bırakıp gözlerimi açmadan kaldım öylece. "Teşekkür ederim Sarı," diye mırıldandım. "Sen de çok güzelsin, kalbin çok güzel."

Saçlarımdaki nefesi yine gülümsediğini hissettirmişti bana. Ben de onunla birlikte istemsizce gülerken buldum kendimi. Ancak bu kez onun için kullandığım hitap kalbimin sıkışmasına sebep oldu, bu korkuyla nasıl başa çıkacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. "Savaş," dedim sessizce fısıldayarak. Sesimden, aklıma bir şeylerin takıldığı ve beni rahatsız ettiği o kadar belli oluyordu ki anlamaması için duyarsız olması gerekiyordu. "Sen de sarısın, yani senin de kaçma eğilimin var o zaman?"

Önce gitarını çantasının üstüne bıraktı ve sonrasında elini yanağıma yaslayıp hafifçe tenimi okşadı. Ona bakmamı istediğini düşünerek hafifçe gözlerimi açıp geri çekilerek pür dikkat onu izlediğimde bana gerçekten gülümsediğini görmüştüm. Gamzeleri her iki yanağında da beni selamlıyordu.

"Benim için artık çok geç."

Nefesim kesildi. Tatlı bir utançla gözlerimi kapayıp yeniden Savaş'ın omzuna yasladım başımı ve yüzümü boynuna sakladım. Aklıma takılan başka bir soruyu sormadım, hiçbir şey söyleyemedim. Mutlu bir gülümsemeyle bana bu mutluluğu hatırlatan nadir kişilerden birinin sıcak kolları arasında soğuktan saklandım. Kalbimin derinliklerinde hissediyordum, Savaş benim ilacımdı ancak ben onun zehiri olabilirdim.


Eve geldiğimde kendimi gerçekten hafiflemiş hissediyordum. İçeri girmemle neredeyse eş zamanlı başlayan yağmur Savaş için endişelenmeme sebep olmuştu. Bu yüzden ondan gelecek mesaj için telefonuma yapışmıştım. Evi kısa süre içinde toparlayıp kendime bir akşam yemeği hazırladıktan ve yemeğimi de yedikten sonra nihayet Savaş'tan gelen "Sağ salim eve geldim, erimedim." mesajıyla rahat bir nefes alarak geri kalan işlerimi de halletmiştim.

O gece annemi beklemeden yatağa girmeyi başardım. Gözlerimi kapayıp uzun zaman sonra yüzümde huzurlu bir gülümsemeyle uyumak için beklemeye başladım.
Bunu başarıyordum da ta ki kapı zili çalana kadar.

Sıkıntılı bir nefes alıp ev terliklerimi giyerek yataktan söylene söylene kalktım. Muhtemelen annem yine anahtarını almayı unutmuş ya da bir yerde (!) düşürmüş olmalıydı ki bunun kaçıncı kez başımıza geldiğini hatırlamıyordum bile. "Sakin ol," diyerek kendimi telkin etmeye çalışıyordum. "Hiçbir şeyin mutluluğunu bozmasına izin verme kızım, sakin." Sadece kapıyı açacaktım ve her şey bu kadardı. Hemen yatağıma dönüp uyuyacaktım, büyütecek bir şey yoktu ki. Koridoru geçip kapıya varınca ne delikten bakma gereği duymuş ne de kapı ardındaki kişiye kim olduğunu sormuştum, kapıyı öylece açmıştım.

Karşımda Buğra'yı görmek normal şartlarda bile ihtimal vereceğim bir şey değildi. Hatta bundan öte; karşımda üzgün, gözleri kızarmış bir Buğra görmek asla ihtimal dâhilinde bile olamazdı. Şaşkınlığımdan bir an önce sıyrılıp hem uykumdan edilmenin öfkesiyle hem de direkt Buğra'ya duyduğum öfkeyle ona kızdım: "Ne işin var burada?"

Bir eliyle yüzünü sıvazlayıp derin bir nefes almıştı. Elini yüzünden çekince gözlerini doğrudan benimkilerle kenetledi. Sanki yüzünden çektiği eli boğazına sarılmış gibi yutkunamadım. "İçeri girebilir miyim," dedi sessizce beni izlerken. "Lütfen?"

Derin bir nefes alıp ondan ve gözlerinin hapsinden kurtulmak için yüzüm sıvazlayarak bekledim bir süre, kapıyı hâlâ tam açmamıştım ve buna niyetim de yoktu. "Neden geldin Buğra," diye sordum bir kez daha. Bu kendisiyle sürekli çelişen hali hem sinirlerimi bozuyordu hem de beni yoruyordu. "Neden yani? Seni anlamıyorum. Beni önce kendinden uzaklaştırıyorsun, canımı yakıyorsun ama sonra da yanımda olmak istiyorsun. Artık bir karar vermen gerek."

"Beni içeri almayacaksan sen gelir misin Neva?"

Bana cevap vermeyecekti, bu yüzden kendimi ve sinirlerimi daha çok yıpratmama gerek yoktu. Burun kemerimi sıkıp başımı hafifçe iki yana salladım, içeri geçip montumu giyerek onun yanına çıktım. "Ne istiyorsun yine çok merak ediyorum," diye söylenmiştim kapıyı kitleyip anahtarı cebime atarken. Gözlerimi ona çevirerek baktığımda yorgun yüzünde minik bir tebessüm belirmişti. "Beni bu gece yaşatsana?"

Ne demek istediğini anlamamış, paniklemiş, şaşkın bir ifadeyle ona bakıyordum. "Ne?"

Uzanıp bir elimi tuttu, "Dans etmek istiyorum," diye mırıldandı canının yandığını hissettiğim bir ses tonuyla. "Yaşadığımı hissetmek istiyorum, beni bu gece yaşat. Lütfen!"


--

Aslında 21 Haziran'dan sonra yazıp yayınlayacaktım ama bugün aldığım çok güzel bir mesaj sonrasında dayanamayıp yeniden bilgisayar başına oturdum ve bu bölümü içime tam anlamıyla sinmese de bitirdim. Yavaş yavaş gelişme bölümlerine giriş yaptık. Bundan sonra daha fazla Neva'nın iç çatışmalarıyla baş başa kalacağız. Yani bu da demek oluyor ki daha fazla piyano sahnesi, daha fazla psikolojik tahlil! Umarım bundan sıkılmıyorsunuzdur ya da sıkılmazsınız çünkü 2014 yılından beri söylediğim gibi NOTA bir aşk hikayesi değil ve olmayacak da.

Ayrıca profilimde Müzikten Bedenler Serisi'nin ikinci kitabı olan Kayıp Ritim'e de ilk bölümünü eklemiş bulunmaktayım ve boynu epey bükük kaldı. Oraya da bekleniyorsunuz canlar.

Bu bölüm NOTA'nın daha önceki halinde yoktu, o yüzden yorumlarınızı bekliyor olacağım.

Sevgiyle ve hoşça kalın!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top