"baba, lütfen artık gel" ♫ ♪

Merhaba canlarım. Aslında ilk başlarda bu bölümü yükleyip yüklememek konusunda çok kararsız kaldım, doğrudur. Sonra bir karar alıp bölümü yayınlamayı seçtim, hala okuyup yorum yapanları düşündüm. Gece yayınlayacaktım ama bölüm bitmediği için sabahlamak zorunda kaldım, ancak bitirebildim. Elimden geldiğince yazım yanlışlarını düzeltmeye çalışsam da gözümden kaçanlar olmuş olabilir, affola. Çoğumuzun sınavları başladı, çoğu bu sınavları atlattı, kimileri de benim gibi üniversite sınavı için hazırlanıyor. Sizden tek isteğim ve ricam bölüm hakkındaki görüşlerinizi belirtmeniz, hislerinizi merak ediyorum çünkü (lütfen sadece güzel olduğunu yazıp geçmeyin, bölümün güzelliğinden çok size hissettirdiklerini önemsiyorum).

Betimlemelerin çok, okurken sıkılanların da olduğunu biliyorum. Ancak bu bazılarına göre ne kadar kusur gibi görünse de düzeltmek istemediğim bir yönüm. Sizlere salt olay okutmak istemiyorum, duyguları hissettirmek istiyorum. Kaldı ki, bu hikayenin bu betimlemeyi hak ettiğini düşünüyorum. Değinmek istediğim bir diğer husus da Neva için yeniden hakaretler almaya başlamış olmam. Hikayeyi sadece Buğra veya Savaş için okuyanlar varsa, tekrar düşünsünler. Hikaye, sadece Neva'yı ve onun çöküşünü konu ediniyor ve bu bölüm de Neva'nın psikolojik dönüm noktasını içeriyor. Bundan sonraki bölümlerde boool bol böyle sahneye denk geleceksiniz. Ayrıca bu hakaretleri de kendime edilmiş sayıyorum.

Okuduğunuz için teşekkür ederim, yorumlarınızı benden esirgememeniz dileyiğle... İyi akşamlar...

Bölüm Parçaları:
1. Keaton Henson - You Don't Know How Lucky You Are
2. Mazhar Alanson - Ah Bu Ben
3. IAMX - I Am Terrified
4. Moon At The Dark - Messy Hearts (Bölümün sonlarına doğru, muhakkak dinlemenizi öneririm.)

Yirmi Üçüncü Bölüm

Karşımdaki sandalyede oturan Savaş, kaçamak bakışlarla beni süzüyor; göz göze geldiğimizde bakışlarını kaçırıyordu. Gerin olduğu her halükarda anlaşılırken elindeki kaşıkla sürekli tabağın içindeki çorbayı karıştırması gerginlik katsayısını gün yüzüne çıkarıyordu. Derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim ve Savaş'ın dikkatini çekebilmek umuduyla bir soru sordum: "Çorbayı beğenmedin mi?"

Annem çok nadiren yemek yapan biriydi, hatta bazen onun yemek yapmayı bildiğini unutuyordum ve zaten o anlardan birindeydik. En basitinden yaptığı yoğurt çorbası içine kattığı baharatlarla kırmızımsı bir renk almıştı, tadıysa çocukluğumdan hatırladığım gibi güzeldi. Çocukluk anılarımın zihnimi işgal etmesine izin vermeden Savaş'ı izlemeye devam ettiğinde bana minnetle baktığını ve bir parça da olsa rahatladığını fark etmiştim.

Gülümseyerek başını hafifçe öne eğdi ve "Hayır," dedi çok da yüksek olmayan bir sesle, "Ama gelmeden önce atıştırmıştım bir şeyler. Çok aç değilim yani."

Annem ona pek inanmazca baksa da bir şey demeden çorbasını içmeye devam etti. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı ve göz göze geldiğimiz her saniye bana gülümsüyordu. Annemin gülüşlerinin samimi olmadığını biliyordum, o bana asla bu şekilde gülümsemezdi zaten. Ne yapmaya çalıştığının farkındaydım. Hiç tanımadığı Savaş'a karşı iyi anne rolünü oynuyordu. Hesaba katmadığı şeyler vardı tabii, mesela Savaş onun nasıl biri olduğunu biliyordu.

Çorbam bittiğinde fırsattan istifade edip eve yemeği yiyebilecek olmanın şansını yakalamışken ayağa kalktım ve tabağıma tadımlık denilebilecek kadar patates yemeği koydum daha fazlasını yiyemeyeceğimi bildiğimden. Sandalyeme geri oturduğumda her şey, hâlâ normaldi. Hatta, yemeğimi yemeye başladığımda bile normaldi. Ta ki, annem sessizliğin ortasına bomba gibi düşen o soruyu sorana dek...

"Neva sana tahlil sonuçlarından bahsetmiştir?"

Savaş'ın kaşları çatılırken gözleri beni buldu. Bakışlarına yer edinen şüpheyi görebiliyordum ve bu tedirgin olmama sebep oluyordu. Güçlükle bir nefes alıp boğazımı temizlerken anneme çevirdim bakışlarımı: "Söyleyecek bir şey yok," dedim üstünde durarak. "Değil mi, anne?"

Annemin gözlerindeki ifadeyi biliyordum. Halinden mutluydu, beni çıkmaz sokaklara; aşamayacağım duvarların ardına sıkıştırmaktan zevk alıyordu. Çırpınıp hiçbir sonuca varamamam onu sevindiriyordu. Gülerek iki yana salladım başımı, ona istediğini vermemekte kararlıydım. Savaş'a döndüğümde hâlâ sorgularca bana baktığını fark etmiştim. "Tansiyon düşüklüğü. Kendime çok dikkat ettiğim söylenemez," diye mırıldandım içini rahatlatabilmeyi umarak. En azından tamamen yalan söyleniş sayılmazdım.

Savaş'ın bir an rahatlayıp hemen sonrasında kaşlarını çatıp kızgınlıkla bana baktığını görünce çok da iyi bir şey söylemediğimi anladım. Annemin kahkahası mutfağı çınlatırken yüzümü buruşturup göz devirirken Savaş'ın biten tabağını aldım. Tam tabağına yemek koymak üzereyken benimle birlikte ayağa kalktı. "Yemesem daha iyi olur. Aslında seni almak için gelmiştim."

Gergin olduğunu bildiğimden ve benim de tadım kaçtığından başımı sallayarak onayladım onu. "Ben dişlerimi fırçalayıp geleyim öyleyse." Kendi tabağımı da tezgâha bırakıp anneme bir kez bile bakmadan çıktım mutfaktan, Savaş da ayaklanmış; anneme iyi günler dilekten hemen sonra mutfaktan çıkmıştı.

Savaş'ın adım seslerini dinlerken bana yetişmesi için yavaş yürümüştüm. Yanıma geldiğinde kolumu hafif bir baskıyla tuttu. "Ben seni dışarıda bekleyeyim," dedi itiraz kabul etmeyeceğini anladığım bir ses tonuyla, ben de itiraz etmedim zaten. Kapıyı açıp çıkması için kenara çekildiğimde cebinden çıkardığı sigara paketini gördüm. Paketin içinden bir dal sigara alıp dudaklarının arasına yerleştirdi ve lacivert renkli çakmağıyla elini rüzgâra siper ettiği sigarasının ucunu alevledi. O, sigaranın zehrini derin bir nefesle içine çekerken ben de onunla birlikte derin bir nefes aldım. Sonrasında yalnız bıraktım onu, bu mahrem bir anmış gibi izlerken rahatsız hissetmiştim kendimi.

Sakin adımlarla banyoya geçip dişlerimi fırçalamaya başladım. İçeriden gelen tıkırtıları dinliyordum bir yandan da, sanırım annem masayı topluyordu. Ağzımı çalkalayıp aynadaki aksime bakma gereği duydum. Sanırım çoğu insanın hem fikir olduğu sıradan güzellik kavramına uyuyordum. Kendimi beğenmiyor olmam fazla ilgi görmek için değildi, güzel biri sayılmazdım. Ama en azından yemek yediğim için tenimin rengi biraz da olsa yerine gelmişti.

Babamdan miras kalan gözlerime bulaşan kehribar tonlar biraz daha ön plana çıkarak parlamaya başlamıştı. Bir kız için fazla belirgin yüz hatlarına, keskin kavislere sahiptim. Saçlarımın boya gibi durmasına sebep olan kaşlarım çok aşırıya kaçmamakla birlikte kalındı. Yüzümde en sevmediğim tek yer dudaklarımdı. Aceleci davranmayıp tam zamanında dünyaya gelseydim muhtemelen dudak olarak doğacaktım. Geniş ve dolgun olan dudaklarımı beğenen Eslem aklıma gelince istemeden de olsa göz devirmiştim.

Tuttuğum nefesi ve aynadaki aksimi izlemeyi bırakıp odama geçerek üstümdeki kazağı değiştirdim. Çok beğenerek aldığım kot gömleğimi, gömleğimin altına da daha koyu renk bir kot pantolonu üzerime geçirip saçlarımı açtım. Elimle saçlarımı dağıtarak şekil verdikten sonra ne olur ne olmaz diye tokamı bileğime geçirdim. Savaş'ı daha fazla bekletmek istemeyerek montumu da alıp evin çıkışına ilerledim. Eğilip beyaz spor ayakkabılarımı giyerken annemin hâlâ mutfakta olduğunu görmüştüm. Hiçbir şey söylemeden doğruldum ve evden çıktım.

"Bir an dişlerine operasyon yaptığını düşünmeye başlamadım değil," dedi Savaş gülerek, parmakları arasındaki sigarayı yere atıp sağ ayağının ucuyla ezdi, nefesini üfledi hemen akabinde. Ona gülümseyerek bakarken o, uzanıp elimi avuç içine kaydırmış ve parmaklarımızı kenetlemişti.

Gülen gözlerle, gülen gözlerine bakmaya devam ederken başımı iki yana salladım ve önü açık montumun içindeki kot gömleği tuttum: "Üstümü değiştirdim sadece."

Tebessümü çarpık, çapkın bir sırıtmayla yer değiştirirken gözleri hafifçe kısıldı, sol yanağındaki gamzesi belirginleşti. "Benim için süslendin yani?" Gözlerim dehşetle irice olduğunda elimi elinden kurtarmaya çalıştım. Kahkahası neredeyse boş olan sokağı doldurdu. "Şaka yapıyorum Sarı," diye mırıldandı gülümsüyorken, "Gel buraya." Tuttuğu elimi bırakarak kolunu boynuma sardı ve beni kendisine doğru çekti. Bütün gerilen kaslarımın, şaha kalkan sinir uçlarımın gevşeyip açıldığını hissettim. Beni sarmasına izin verip omzumdaki elini tuttum.

Gülümseyen sesinin nefesini hissediyordum saçlarımda, tuhaf hissettiriyordu. İsmini bilmediğim bu yabancı duygu minnete karışıp içime akarken aslında ne hissedeceğimi bilmediğim için bu kadar heyecanlandığımı anlamıştım. Yolda bize bakan insanlara aldırmadan yürümeye başladık, karanlık çökmüştü. Aralık ayının akşam serinliği İstanbul'u okşarken Savaş'ın nefeslerinin saçlarımı ısıtmasına müsaade ettim.

"Savaş," diye mırıldandım başımı hafifçe kaldırıp onun gözlerine bakarken. "Neden gitar çalıyorsun?"

Kolunun altındaki bedenim her saniye biraz daha gerilen bedeninin soğuğunu soluyordu. Bileğindeki parmaklarımı hareket ettirip usulca okşadım parmak uçlarımdaki ince deriyi. Bir parça sakinleşmesini umarak, ona iyi gelmeyi dileyerek yapmıştım bunu. Benim yaralarıma üflediği notalarla, kulaklarıma fısıldadığı melodilerle beni iyileştirdiği gibi o an, ona iyi gelebilmek istemiştim.

Buruk, kırık bir gülümseme yerleşti dudaklarına. Geçmişin hayaleti gözlerine perde gibi örtülmüş, odağını kaybettiği bakışlarını çok uzaklara kilitlemişti. Bir kitap gibiydi, yaprakları siyah; kapağı siyah olan bir kitap. Sanki o kitabın kapağını biraz aralasam kelimelerin çığlıklarını duyacak, bu çığlıklarla sağır olacaktım. Ama yapmadım. Kulaklarımın sağır olmasına içim el vermedi, onun sesinden dinleyip ruhumu kanatmayı seçtim.

"Başıma gelenleri anlayacak yaşa geldiğimde," dedi boğuk çıkan sesiyle, boğazına bir yumru yerleşmişti ve ben onu kendi boğazımdaymış gibi hissetmiştim. Güçlükle yutkunduğumda o devam etti: "Kendimi öldürmemek için bir şeylere tutunmam gerekiyordu ve kız kardeşimi henüz yeni kaybetmiştim." Gülümsedi, gülüşünün sesi içimi titretmişti. "Birçok şeyi denedim. Basket, futbol, yüzme... Hiçbirisi bana iyi hissettirmedi. Sonra elime gitarı aldım. Telleri parmaklarımı keserken en çok ben kanadım, kalbim kanadı. Ayağa kalkamazdım o saatten sonra, ben de tellere tutundum; hayata asılır gibi sarıldım gitarıma."

Dolan gözlerimi gizlemek için başımı hafifçe öne eğip saçlarımın yüzümü perde gibi örtmesini sağladım. Çok farklı iki dünyanın benzer insanlarıydık onunla. Çektiğimiz acılar farklıydı, acıyı benimseme şekillerimiz bile farklıydı. Ama ikimiz de müziğe sığınmış, müzikte buluşmuştuk. Birimiz bunu kurtuluş olarak görmüş, diğerimiz ise sığınak kabul etmişti. Bu güzel kalpli çocuk hakkında bildiğim en büyük gerçek: Kalbinin güzelliğinin yüzündeki yansımasıydı.

Durduğumuzda çay bahçesinin önüne geldiğimizi fark etmiştim. Konuşurken zaman çok hızlı akıyordu. Savaş'la konuşurken, diye düzelttim kendimi kendime gülerek. Kapıyı benim için açıp kenara çekildiğinde içeri girerken yeniden elimi tuttuğu için onu da peşimden çekiştirmiştim. masaların arasından ilerlerken şimdiden neredeyse dolu olan mekandaki insanların çoğu bize bakıyordu. O gözlerde, yüzlerindeki tebessümün bir yansıması vardı. Parmaklarımı, Savaş'ı hayatıma dahil etme kararı aldığım günkü gibi yine onun parmaklarına kenetlerken hemen arkamda gülen sesini duydum. Halinden memnundu, anlaşılan.

"Sen benimle geliyorsun, Sarı. Bugün sen de hayat tellerine dokunacaksın."

Sözleriyle olduğum yerde kalakalırken boştaki elini belimin yanına yerleştirip beni yönlendirdi. Her adımda onun sandalyesine biraz daha yaklaşıyorduk ve ben her seferinde daha fazla heyecanlanıyordum. En nihayetinde sandalyenin hemen önünde durmuştuk. Ancak sandalyenin yanına bir sandalye daha çekmektense büyük, geniş bir minderi alıp ayaklarımızın dibine bıraktı. Sandalyenin üstündeki gitarı çekip mindere oturdu bir bacağı dışarıda kalacak şekilde, eliyle minderin boş kalan tarafına vurup oturmamı işaret etti.

Gülerek iki yana salladım başımı ve onu ikiletmeden yanına oturdum. Aynı zamanda gitarı kucağıma bırakıp beni sağına aldığı için gitarın duruşunu ayarladı. "Böyle tutacaksın," diye mırıldandı sol elimi gitarın klavyesine yerleştirip parmaklarımı tellere bastırırken gitar kasasını bacağımda dengeledim. Savaş'ın nefesini saçlarımda hissederken parmaklarımı titrememeleri için tellere biraz sert bastırmak zorunda kalmıştım. Sağ kolunu omzumun üzerinden sarkıtıp gitara uzandı ve baş parmağını tellerin üstünde kaydırdı. Sol elimin parmaklarının üstüne kapadığı parmaklarıyla parmaklarımın klavye tellerinde hareket etmesini sağlarken birbiriyle çok bağıntısı olmayan, ancak hoş tınılı melodilerin gitardan yükselip çay bahçesini doldurmasına izin verdi.

"Bu, benim müziğim," diye mırıldandı kulağıma. "Benim dünyam."

Senin acıların, diye tamamladım onu. Ucu bucağı yokmuş gibi duran ama kıyısı olan o acı deryasında minicik bir kayıktaydım. Savaş durgun bir deniz gibiydi, benim aksime. Onun denizinin altında gayzerler patlamıyor, magma kabarmıyor ve dalgalar köpürmüyordu. Sakindi. İyot kokuyordu yine benim denizlerimin aksine.

Parmağımı bir alt tele itip gitarın baş kısmına doğru çekti ve tellerde dolaştırdığı parmaklarının ucundan yükselen tiz sesli melodi kulaklarımda çınladı. "Bu, çocuk çığlığı," dedi fısıltıyı andıran sesiyle, daha sonra bunu iki kez tekrarlayıp parmaklarımı yeniden yukarı iterek kalın tellerden ikincisinde durdu, daha sert bir baskıyla kasadaki tellere dokundu. "Bu da çığlık atamayan çocuğun feryadı."

Gözlerimi kapadığımda bir ürperti sarmıştı bedenimi. Savaş'ın acı denizi durgundu. Çünkü çok uzun bir zaman önce çok büyük bir kasırga geçmişti o denizin üstünde. Şimdiyse fırtına öncesi dinginlikti bu sakin görüntüsü. En tehlikelisiydi. Ruhu tehlikede olan bu genç adamın omzuna yasladım başımı. Ama güvende hissettirdi.

Yanağını saçlarıma yasladığında daha naif, daha yumuşak tınılı bir melodiyi canlandırdı parmaklarımız. "Bu bir ninni, Sarı. Anne kokulu bir ninni." Dudaklarını saçlarıma bastırıp bir müddet bekledi. Derin bir nefes aldığını duydum, ellerinin altındaki parmaklarım titredi ve Savaş her iki elimizin parmaklarını da birleştirip gitar kasasının üstünde tuttu. Gülümseyerek gözlerimi açtım, ferah kokusu burnuma doluyor; ciğerlerime ziyafet çektiriyordu. Gözlerine bakabilmek için başımı hafifçe kaldırdığımda aramızdaki mesafenin yetersizliğinden ve beni sıkıca kavramış olan kollarının geri çekilmeme imkan tanımamasından olsa gerek, alnım çene kemiğine yaslı kalmıştı. Göz kapaklarım parfüm kokusunun etkisiyle örtülürken gülümsemeye devam ettim.

Etraftan duyduğum alkış sesiyle ancak olduğum andan sıyrılıp dış dünyaya geri dönüş yapabilmiştim. Kalbim hızla atıyor, ense köküme bir sıcaklık yayılıyordu. Boğazımı temizleyerek Savaş'ın kolları arasından çıktım güçlükle. Neden alkışlamışlardı ki? Doğru dürüst bir parça çalmamıştık, sadece bana birkaç notayı göstermişti, gitarı öğretmek istemişti. Sana kendi dünyasını öğretti, aptal, diye bağırdı zihnimdeki ses. Başımı iki yana sallayarak ondan kurtulmaya çalıştım.

Ayağa kalmak üzere hareketlendiğimde Savaş beni tuttu ve gitarı kucağımdan çekmeden kendi ayağa kalkıp mikrofonu alarak yeniden oturdu ve mikrofonun metal ucunu elime tutuştururken gitarı kucağına çekti. Elini elimin üstüne sararak mikrofonu gitara doğru eğdi. "Bunu böyle tutar mısın," diye sordu gülümseyerek.

Minderin kirlenmemesine dikkat ederek bağdaş kurdum, bu sayede ona doğru dönmüştüm. Boğazını temizlerken bana göz kırptı ve sol eliyle yüzünün sağ tarafındaki saçları kulağının ardına sıkıştırdı. Ne söyleyeceğini merak ederken o, sanki akort yapıyor gibi birkaç telin üstünde kaydırmıştı parmaklarını. Alt dudağımı hafifçe ısırdım meraklandığım ve heyecanlandığım için. Yavaş yavaş şarkıya girdiğinde anladığımda nefesimi tutup bekledim.

"Zor olsa da galiba dönüyorum sana
Gel dersen hemen
Çağırmazsan geçerken
Yerle gök arasında bir yerde"

Yüzünü hafifçe yana yatırıp bana bakarken derin bir nefes almıştı. Onunla birlikte tuttuğum nefesi bırakıp gülümsedim, gülümsemem gözlerimin içine ulaştı. Tıpkı huzurun yeniden kalbime ulaşıyor oluşu gibiydi bu sarhoş eden bir misk gibi. Ne zaman sarhoş olduğumu anlamıyor olmam kadar ne zaman huzurlu olacağımı da bilmiyordum ve ilk kez bir bilinmezlik böylesine keyifli hissetmeme sebep oluyordu.

"Sen beni tanımazsın
Severim de söylemem
Sen beni uzak sanırsın
Bilirim söz dinlemem"

Dudaklarım kendimden bağımsız hareket ederek bildiğim şarkının nakaratını söylemek için hareketlenirken Savaş'ın sesinin benim sesimi örtüyor oluşuna seviniyordum. Beni onsan başka kimse duymuyordu ve bu işime geliyordu.

"Ah bu ben kendimi nerelere koşsam
Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam
Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam
Çekilsem sahillere hayaller mi kursam"

Parmaklarının gitar teli üstündeki dansı devam ederken sustu, ancak gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadı. Sözlere ihtiyacı yoktu gözlerinin, zaten konuşuyordu benimle. Gülümseyerek yüzümü hafifçe yere eğdim utandığımı hissederek, göz ucuyla onu izlemeye devam ettim. Şarkı yeniden başa dönmüş, Savaş'ın hoş tınılı sesinde hayat bulmuştu dizeler.

"Nerelere koşsam,
Gizlice ağlasam,
Nerelerde bulsam,
Hayaller mi kursam...

Ah bu ben kendimi nerelere koşsam
Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam
Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam
Çekilsem sahillere hayaller mi kursam..."

Elimdeki mikrofonu yere, yanıma bırakırken Savaş'a gülümsüyordum ve o an hiç beklemediğim bir şey oldu: Savaş sağ elini saçlarımın üstünden enseme yerleştirip beni kendine çekti, dudaklarını alnıma yasladı.Şaşkınlıktan ve heyecandan elim ayağıma dolaşırken ne yapacağımı bilemez halde öylece durdum. Kokusunu bu kadar yakından solumak heyecanımı bir nebze de olsa yatıştırıyordu, ben de gözlerimi kapayıp kokusuna sığındım.

-o-

Bacaklarımı yataktan sarkıtıp kollarımı yukarı kaldırarak gerindim. Esnerken elimle ağzımı kapama gereği duymamıştım. Sonuçta beni kimse izlemiyordu, dışarıda değildim. Kütürdeyen belim rahatlamamı sağlamıştı. Yavaşça yataktan kalkıp hâlâ yarı kapalı olan gözlerimle ve birbirine dolanan adımlarımla odamın karşısındaki banyoya ilerledim. Evin içinden yükselen tıkırtıları bastıran su sesine minnet ederek avuçlarıma doldurduğum soğuk suyla yıkadım yüzümü. Uykum anında koşarak uzaklaşmış, hatta kaçmıştı.

Yeniden odama girdiğimde dolaşan saçlarımı açmaya çalışıyordum. Dolabımın kapaklarını açıp siyah renkli, üstünde karışık yazıların basıldığı kazağımı ve altıma da koyu kotla siyahın arasında kalıp ikisine de ait olmayan bir renge sahip olan pantolonumu çekip aldım. Uyuşuk hareketlerle üstümü değiştirirken bedenimdeki ağrıları göz ardı etmeye çalışıyordum. Gerçi dün akşam yaşadığım o rüya gibi geçen birkaç saati düşünmek acımın derecesini hissedilecek derecede azaltmıştı.

"Hani gülüyorsun ya, Sarı," demişti Savaş evin önüne geldiğimizde, "Hiç sevmediğim şu kış mevsimi bile ısıtıyor beni." Sonra çok komik bir şey söylemiş gibi gülmüştü. "Aslında biliyorum, ısıtan kış değil; senin gülüşün. Heyecandan bilmiyorum ne dediğimi. Ama, sen hep gül." Yüzüme düşen bir tutam saçı kulaklarımın ardına itip yanağımı okşamıştı. "Hep benimle gülümse, Sarı."

Gülümseyerek yüzümü sıvazladım. Etajerde duran tarağı alıp saçlarımı taradıktan sonra geçen yıl kullandığım çantamın içine gerekli gördüğüm birkaç test kitabıyla kalemlerimi, telefonumu atarak odamdan çıktım. Annem evdeydi, parfüm kokusu bütün eve lanet yağdırmak üzere kabaran bir bulut gibi yayılmıştı. Çantamı omzuma asıp güçlükle nefes alırken, çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım.

"Dün, geç geldin."

Annemin sesini duyduğumda gözlerimi kapayarak nefesimi tuttum, dişlerimi birbirine bastırdım olduğum yerde dururken. Tek nefeslik bir gülüşü serbest bırakıp omzumun üstünden ona baktım: "Ne tesadüf, ben geldiğimde de sen yoktun. Şaşırmalı mıyım?"

Elindeki minik havluyu kaloriferin üstüne bırakıp bana doğru ilerlemeye başladı: "Savaş'a yalan söylerken için nasıl rahat etti," dedi çatılı kaşlarıyla beni süzerek.

"Senin için bana yalan söylerken rahat ediyordu ya," derken çenemi dikleştirip gözlerimi önümde duran anneme kilitlemiştim. Eğer bana meydan okuyorsa ona karşılık verirdim, ondan korkacak, çekinecek hiçbir gerekçem yoktu.

Gülerek başını iki yana salladı: "Ne sen beni tanıyorsun ne de ben seni tanıyorum. Yaşadıklarımı bile bilmeden konuşuyorsun," dedi hiddetle. Ellerini iki yanında yumruk yaptığını gördüm. "Ne biliyor musun kızım, istediğini düşün; düşünebileceğini düşün. Sana verdiğim kadarına sahipsin, ne bir fazla ne de bir eksik." Bir adım daha bana yaklaşarak aramızdaki mesafeyi dört adıma indirdi. "Ve istediğin kadar inkar et, asla karşı gelemeyeceksin: Sen benim kızımsın. Bunu, sağda solda millete rahatça yalan söyleyerek kanıtladın." Dudaklarındaki gülümseme ruhsuzdu. "Baban burada değil, seni duyamaz Neva."

Bedenim, sözlerinin ağırlıyla tokat yemiş gibi yalpalarken beynim kendimi savunmam için bir mekanizma üretmiş ve dilim o mekanizmayı kelimelere dökmüştü bile: "Ben, sokakta, yavrusuna zarar gelmesin diye kendini öne atan sokak hayvanlarına bile imreniyorum. Sana karşı şu kadarcık," derken baş parmağımı işaret parmağımın ucuna dek kaydırıp tepede kalan minik alanı işaret ettim, "merhamet yok benim içimde. Beni kurtarmaya çalışma. Hayatımı mahveden zaten sensin," diye bağırdım en nihayetinde, kendimi tutamayıp.

Kelimeler barutu ateşlenmiş bir fitil gibiydi veyahut ucundaki gazlı bezi yaktığın bir ok. Ağızdan bir kez çıkıyor ve hedefi hiçbir zaman şaşmıyordu. Bense, asla öfkelendiğinde doğruları söyleyen o insanlardan değildim. Elimde karşımdakini acıtacak ne varsa onu kendime malzeme edinir, kullanmaktan bir an bile çekinmezdim. Canımı yakan insanın canını yakmadan rahat edemezdim. Bu yüzden, annemin canını yakacağını umduğum ne varsa kullandım hepsini, önce kelimelere; sonra seslere dönüştürdüm öfkemi ve kustum.

"Senden tiksiniyorum, yanımda olmandan tiksiniyorum. Elinin değdiği her şeyden nefret ediyorum ben!" Ve kapıyı çarpıp çıktım. Ne sesini duymaya takatim vardı ne de yüzünü görmek isteyecek halim kalmıştı.

Kollarımı belimin etrafına sardım yürürken. Anneme ne kadar karşı koyarsam koyayım içimde bir yan onun söylediklerini sorguluyor, ona hak verecek bir şeyler buluyordu. İçimdeki o yanı öldürmek, o yanının sesini duymamak istiyordum. Ancak o yine bir yolunu bulup kulaklarıma üflüyordu lanetli sözlerini ve ben onun sesinin cazibesine kapılıp söylediklerine inanıyordum. İçimin yangınlarına rağmen dışarısının soğuğu beni üşütüyordu. Gözlerim dolmaya başladığında soğuktan olduğunu düşündüm, buna tutunup inanmak istedim.

Zayıf olduğun için, diye mırıldandı içimdeki o öldürmek istediğim yan. Ruhumun kanının kokusunu almış, çoktan uyanmıştı. Pençelerini geçiriyordu kanayan yaralarıma. Fakat biliyordum, yara dağlanmadan iyileşmezdi. O zaman neden hala kanıyordum?

Zayıf olduğun için!

Dişlerimi neredeyse kırılmalarına sebep olacak bir kuvvetle birbirlerine bastırdım. Ben zayıf değildim, yorgundum sadece. On sekiz yaşına henüz girememiş yorgun bir kız çocuğuydum. Yaşadıklarının yükünü kaldıramayan, dibi bulduğunu düşündükçe bir dip daha olduğunu gören bir kız çocuğu... Ölmemiştim ama yaşamıyordum da.

Ana caddeye çıktığımda evimden uzaklaşmış olmanın rahatlığıyla kollarımı serbest bıraktım. Okula az kalmıştı, az sonra arkadaşlarımın yanında olacaktım ve onlar bana iyi hissettirecekti; biliyordum. Belki Semih'e sıkıca sarılırdım, belki de bu kez Öykü'nün omzunda ağlardım. Bu fark etmeyecek, sonuç ise değişmeyecekti. Beni yalnız bırakmayacaklarına emindim.

Kaldırımda, önümde yürüyen anne ve kız birbirlerine gülüyordu. Ruhumdan bir parçanın daha kopup benden ayrıldığını hissederken dikkatle onları izlemeye başladım bu kez mahremiyeti o kadar da önemsemeyerek. Bana yabancı olan bu an o kadar güzel ve muazzamdı ki... Annesiyle mutlu küçük bir kız çocuğu, benim aksime.

Küçük kız elinde tuttuğu oyuncak ayısına sıkı sıkıya tutunmuştu. Sanki hayatta kalmasını bu oyuncak ayıcık sağlıyormuş gibi, oyuncak ayı bir can simidiymiş gibi sarmıştı minik parmaklarını oyuncağın yünlü koluna. Parmakları arasından kayıp yere düşse oyuncak ayı, son nefesi dudaklarının arasından kurtulacak gibi. Aslında, bunların çok daha ötesinde; benim piyano tuşlarına dokunduğum gibi sarılmıştı parmakları arasındaki ayıcığa. Ve küçük kızın gözlerinde yaşların parlaklığı vardı, yanakları soğuk yüzünden kızarmış; sarı saçları rüzgârlara yeni düşerek dört bir yanına dağılmıştı. Bana benziyordu. Şişkin yanakları, alnını örten kâkülü, kırmızı paltosu ve elinde oyuncak ayısıyla bu küçük kız benim çocukluk halime benziyordu. Bu ölümcül benzerlik bilincime henüz yeni zerk ederken sarsıldım. Araf'tan düşerce, düşüp de yere çakılamazca yuvarlandım boşlukta.

"Anne," diyordu peltek konuşmasıyla küçük kız, "Babam ne zaman gelecek?"

"Hayır," diye bağırmak istedim kulaklarımda bambaşka bir anının hayaletleri uğuldarken: "Hayır, duymak istemiyorum!" Duvar kenarına sinerken ruhumun duvar kenarına yaslanan acımasız anılarım ikinci bir ben halini alıp beden buluyordu. Yeşilin elayla kirlendiği gözlerimi yine kendi üstüme dikmiş, kendime bakıyordum. Oysa gözlerimin önündeki Neva gülümsedi, alayın can bulduğu bir gülümsemeydi bu. Öldürmek ister gibiydi.

Gözlerim hemen önümde duran kıza ve annesine kaydığında bir parça daha sarsıldım. Şimdi daha hızlı yuvarlanıyorum Araf denilen boşlukta. O an, kendimi sisli duygular ummanında kaybettim ben. Acıyı tattım en zor yoldan, tattım zamanla; zihnimin en uç noktalarında bile sonu gördüm. Mutluluğu içimin acı okyanuslarına gömdüm ve sonra ruhumu öldürdüm. Bu çığlıkları duyan bir ben miydim yoksa, insanlar mı fazla sağırdı bana? Artık duymak istemiyordum.

"Baban bir daha gelmeyecek Neva," diye bağırdı annem, kulaklarımdaki çığlıklar çoğaldı.

Donuk gözlerle karşımdaki küçük kızı izliyordum. O kız, bendim. Benim beş yaşındaki halim. Hala çocuk ve umut dolu zihnim. Bacaklarım bedenimi taşımazken duvar kenarına çöktüm. Bu çöküş, ruhumdakinin bir yansıması, ancak buna rağmen hafifletilmiş haliydi her şeyin. Çöken sadece bedenim değildi.

"Hayır, gelecek," dedim yanaklarımdan iri birer damla yaş süzülürken. "Gelecek işte, babam beni bırakmaz!"

Etraftaki insanlar bize bakıyordu ayıplayarak. Onların gözlerindeki bu ifadeyi çok rahat anlıyordum. Annemi ayıplıyor, bir çocuğa terbiye veremediği için onu küçümsüyorlardı. Onlara bağırmak istedim, içimdeki katliamları haykırabilmek istedim. "Bu kadın babamı öldürdü benim, o katil" deseydim, diyebilseydim her şey daha kolay olabildi.

Ellerimi kulaklarımın üstüne kapayıp başımı hiddetle iki yana salladım, "Babam beni bırakmaz!" diye inledim sesim çaresizlik dolu bir fısıltı halinde çıkarken. Gözlerimi sımsıkı yumdum, görmek de istemiyordum artık. Sadece huzur içinde ölmek istiyordum. Oysa az önce gözümün önünde canlanan anılarım bu kez zihnime dolmuştu: Annem, kolumdan tutup sürüklüyordu beni. Ölümle tanıştırmaya götürüyordu. Ölüm, babamın mezarıydı.

Başımı duvara yasladım taşın sertliğini derimde hissederken kurtulmak için çırpınan yanım kendi kendini teskin ediyordu: Sadece bir anı, bugünde yaşıyorsun. Kurtulacaksın, diyordu. Oysa çoktan kabullenmiştim kaybettiğimi. Bu yüzdendi bana hinlikle gülümseyen yanımın sürekli kazanıyor oluşu.

Baban seni duyamaz, diyordu annem zihnimin içinde. Zihnim içindeki sesler tehlikeliydi. Susmasını istiyor ama onları susturamıyordum. Sanki içimde azılı bir katil vardı ve her yeni günde, yeni günle doğan ruhumu öldürmek için uğraşıyordu. "Yaşamayı bilmediğin için ölümden korkuyorsun," diye bağırdı hemen yanı başımda benimle birlikte duran Neva. Ölümden korkuyor olmaktan korkuyordum aslında. Biraz da, bir şeylerden korkuyor olmak korkutuyordu beni. Artık kaybetmek istemiyordum. Daha fazlasını kaldıramazdım.

Gözlerimi açtığımda bir damla yaş aralanan kirpiklerimi fırsat bilip yanağıma yuvarlandı. O da kendi Araf'ını yaşıyordu, kendince. İnsanları gördüm, korkuyla bana bakıyorlardı. Omuzlarım sarsılmaya başladı isterik gülüşlerimle. Acaba kıkırtılarım arşa ulaşıyor muydu, duyar mıydı babam beni?

Baban seni duyamaz.

Yumruk yaptığım elimi sertçe yere vurdum tırnaklarımı etime gömerken. "Hayır," diye bağırdım. Artık gözyaşlarım önünü alamayacağım bir sel gibi akıyordu. Yağmur olsalar, şu dünya üzerinde tek bir yerleşim yeri kalmaz; her yer sular altında kalırdı. İçimde boğuluyordum oysa. Babam beni görmüyor muydu?

Baban bir daha gelmeyecek, Neva!

"Hayır," dedim yeniden bağırarak, "Hayır, gelecek!" Ellerimi kulaklarımın üstüne örterek başımı iki yana salladım gözlerimi sımsıkı yumduğumda. "Gelecek!"

Annem minicik bedenimi kolumdan kavramıştı, toprak yol ayaklarımın altından kayıp gidiyordu. Ölüme gidiyordum.

"Baba, lütfen gel artık," diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasından. Babamın gelmeyeceğini söyleyen ses tekrarlandı. O ses gülüyordu. Biliyordum, o ses Azrail'di. Azrail beni ölüme götürmüştü. Sonra, annem beni itti mermere. Soğuk mermere ellerimle kendimi korumaya çalışmama rağmen başımı çarparken ağlamamıştım.

"Bak, baban," dedi annem gülerek, "Baban öldü, anlıyor musun? Öldü! Gelmeyecek!"

Dudaklarımdan bir hıçkırık daha koparken küçük Neva ağlamaya başladı. Başını çarpınca canı acımamıştı o kızın ama, bu sözler canını çok yakmıştı. Küçük Neva ağladıkça ben de ağladım. Babam bir daha hiç gelmeyecekti. Ölüm onu öldürmüştü.

Havanın yoğunlaşıp ciğerlerime dolmadığını, dahası ciğerlerimdeki oksijenin tükendiğini hissediyordum, nefes alamıyordum. Nefes alamadıkça daha çok ağladım, ağladıkça hiç nefes alamadım. Bir elim refleks olarak boynuma kaydı. Kendimi kurtarmam için öldürmem gerekirdi, zihnimdeki ses bunu fısıldıyordu kulaklarıma. Canım acıyor, ciğerlerim dağlanıyordu. Hıçkırıklarımla omuzlarım sarsılırken ellerim boğazımdan ve saçlarımın arasından çekilmişti. Bunu kimin yaptığını bilmiyordum çünkü gözlerime düşen karanlık görmemi engelliyordu. Uğultular ulaşıyordu kulaklarıma zihnimdeki o susmak bilmeyen ses haricinde, beynim; bana söylenilenleri anlamamakta ısrarcıydı oysa. Sırtımda sert yüzeyi hissettiğimde başım, yastık gibi ama yastıktan çok çok daha sert bir nesnenin üstüne bırakılmıştı. Hava bu kadar soğuk muydu? Bilmiyordum, ancak titriyordum.

"Açılın," diye bir ses duydum, bu ses tanıdıktı. Nefeslerim ciğerlerimde can çekişirken kime ait olduğunu çıkaramadığım sesin sahibinin varlığına tutundum. Belki de, hâlâ kurtulma şansım vardı. Seni kimse kurtaramaz, diyordu iç sesim. İç sesim kesinlikle bana düşmandı.

"Ben geldim, fıstık," dedi yine o tanıdık ses: "Süper kahramanın."

Geçmişe ait görüntüler hafızama düşerken sesin tınısı değişti. Sarı saçlı adam belirdi gözlerimin önünde, yeşil gözleri boş bakıyordu. Teninden yayılan soğuğu hissediyordum o adam düşlerimde yaşıyor olsa da, tenim onun soğuğuyla üşüyordu. Benim bir süper kahramanım vardı ve o da uzun zamandır yoktu. Baban bir daha gelmeyecek, diyen ses kulaklarımda çınlıyordu: Baban seni terk etti.

Gözlerim ruhumun acısıyla açılırken mekan titredi, etraf bulanıklaştı. Hiçbir şeyi net göremiyordum. O an daha fazla ne kadar batabileceğimi merak etim. Ruhum daha ne kadar kavrulacaktı bu alev alev yanan ve her yana savrulan amansız yangında? Her şeyden öte kendimi bir bataklığın içinde gibi hissediyordum. Can havliyle çırpınıyordum olduğum yerde. Oysa kural basitti: Hareket etmediğim sürece hayatta kalma ihtimalim yüksekti. Ama ben hareket etmeden duramıyordum, korkuyordum.

Bedenimin bir şekilde havalandığını hissederken var gücümle çığlık atıp çırpınmaya başladım. Bu kez mengene gibi parmaklar bileklerimi yakalamıştı, yine de kurtulmak için çırpınmaya çalıştım. Ayaklarım boşlukta savruluyor, kulaklarıma dolup suyun altındaymışım gibi duyduğum boğuk sesli küfürler daha çok panik yapmama sebep oluyordu. Başka bir güç tarafından ayaklarım da kontrol altına alınınca tek yapabildiğim hıçkırarak ağlamak oldu. Hava ciğerlerime ulaşıyor ancak geçtiği yerleri aleve veriyordu. Acı dolu bir feryat koptu boğazımdan, yay gibi gerilen bedenim kanımda bir zehir varmış da o zehir kalbimi bulmuşcasına yanarken ciğerlerimde hissettiğim yangının bir ön sunuş, tanıtım olduğunu anlamıştım.

Kolumda hissettiğim sızıdan damarlarıma zerk eden sakinlik yavaş yavaş bütün bedenimi etkisi altına alıyordu. Rahatladığım anda bir nefes dudaklarımın arasından yükseldi ve bedenim gevşeyerek kendini, onu tutan kollara bıraktı. Gözlerim en nihayetinde görüşünü geri kazanıp bakışlarım bir odak noktasında sabitlenince boğulmak üzere olduğum denizden çekilip çıkarılmış gibi nefes nefese kalarak gökyüzünü izlemeye başladım.

Bir el, sırtıma kayıp beni doğrulttuğunda karşımdaki beyaz önlüklü, lacivert pantolonlu bir hemşire girdi görüş alanıma. "İyi misiniz," diye sordu endişeli gözlerle beni incelerken. "Büyük ihtimalle sinir krizi geçirdiniz, ne olduğunu hatırlıyor musunuz?"

Başımı sallayarak onayladım onu, "İyiyim," derken sesim titremişti.

"Şş," diye bir ses ilişti kulaklarıma. "Tamam canım, geçti." Sonra Semih'in kıvırcık saçları girdi görüş alanıma, beni kendine çekip sıkıca sardı. "Geçti, yanındayım."

Kollarımı Semih'in omuzlarına sarıp itmek bilmeyen gözyaşlarımı akıttım. Sıcak damlalar yanaklarımdan süzülüyor, soğuk rüzgâr peşi sıra izliyordu gözyaşlarımın oluşturduğu o ince yolu ve yanaklarımı üşütüyordu. Benden bağımsız akan ve akıp da pınarlarında kurumayan gözyaşlarıma izin verdim ve Semih'e sığındım. Etrafımızda onlarca insan toplanmıştı ve bizi izliyorlardı. Utandım. Zayıflığımdan, iç sesimin haklı çıkmasından utandım.

"Semih, gidelim buradan," diye mırıldandım, "Lütfen gidelim."

Semih'im gerildiğini hissetsem de başını sallayarak onayladı. Hemen sonrasında ayağa kalkıp beni de kaldırdı, bir kolunu belime sararak bana destek olurken diğer tarafında kalan eliyle ellerimi tuttu. Yavaş adımlar atıyordu, titreyen bacaklarımın farkındaydı. Karşı kaldırımdaki arabasına doğru ilerlerken elini kaldırıp hareket halindeki arabalardan yol istedi. Karşıya geçip ön koltuğa oturmama yardımcı olduktan hemen sonra yanımdaki yerine oturdu. Bana acıyor muydu Semih de diğer insanlar gibi? Eğer öyleydiyse onun yüzüne bakamazdım, biliyordum. Başımı cama yasladım kemerimi bağlamışken, görmeyen gözlerle camdan dışarısını izledim.

"Neva," diye söze başladığında gözlerimi kapadım ve tuttuğum nefesi bırakıp sözünü kestim: "Semih, daha sonra?"

Cevap verme gereği görmedi, ben de konuşacak cesarete sahip değildim zaten. Ne diyecektim ona, durduk yere kriz geçirdiğimi mi? Aklımı kaçırdığımı düşünecekti. Hoş, ben de aklımın yerinde olmadığını düşünüyordum. Kulaklarımı kapama isteğim baş gösterirken bundan bir ay önce iskele kenarına gidip atlamak üzere olduğum anın görüntüsü dolmuştu zihnime. Beynim bütün uzuvlarımı koşullamıştı, kurtulmaya çalışmayacaktım. Bile isteye boğduracaktım kendimi Marmara'nın hırçın dalgalarına.

Ellerimi sıkıca yumruk yapıp tırnaklarımı etime gömdüm. Bugünde yaşıyorsun, dedim kendime: Dün geride kaldı, bugünde yaşa.Hiçbir zaman günü gününe yaşamamıştım. Benim hep dünlerim vardı. Geleceğe umutla bakmaktan korkuyordum. Daha bugünlerim elimden alıp karalanır, üstleri kalın çizgilerle çizilirken yarına değil umutla, yan gözle bile bakmak ne haddimeydi benim! Şuncacık ömrümde bana koskoca dünler kalmış ve bu yük çok ağırdı.

"Neva, geldik," dediğini duydum Semih'in, başımı iki yana sallayıp iç dünyamdan sıyrılarak Semih'in ne ara aldığını görmediğim çantamı arka koltuktan çekerek omzuma astım. Kemeri açıp arabadan indiğimde Semih de arabadan inmişti, kapıyı kapayarak uzaklaşmaya başladım. Bana seslenip beni durdurma girişiminde bulunmadığı için mutluydum.

Ruhuma ters düşen neşeyle cıvıl cıvıl olan öğrencilere baktım boş gözlerle. Öğrenci ders zili çaldığında ilk dersi çoktan atlattığımızı fark etmiştim. İfadesiz suratım, boş bakışlarımla kimseye aldırmadan yürüyordum. bunca kalabalık içinde çok gürültülü bir yalnızlık yaşıyordum. Bu yalnızlıkta boğulacaksın küçük Sarı, diye konuştu zihnimdeki Neva benimle. Gülerek başımı iki yana salladım. Burada dışarıda yaşadığım rezilliğe izin vermeyecektim.

Çok amaçlı toplantı salonuna girip büyük adımlarla sahneye doğru ilerlemeye başladım. Hayat, şimdi içime akmaya başlamıştı. Piyanom karşımda duruyordu, beni kendine çağırıyordu. Sahne merdivenlerini çıkıp geniş pufun yanına gelince çantamı yere bırakarak hemen üstüne montumu koydum, pufa oturdum. Koyu kahve, cilalı ahşap tahtayı kaldırarak tuşlara dokundum.

Lucia'nın Silence'ı notalar halinde ezberimde belirirken ilk katıldığım müzik yarışmasında çaldığım ikinci parçanın bu olması ve yarışmayı kazanmamı sağlaması bugün yaşadığım tatsızlığın üstüne ukde bir gurur kırıntısını doğurdu içimde. Hiç vakit kaybetmeden derin bir nefesi doldurdum ciğerlerime, ilk notayı tuşladım.

"Neyi çalıyorsun?"

Eslem'in sesi irkilmeme sebep olurken yüzümü ona çevirmeden gülümsedim burukça. "Lucia-Silence," diye mırıldandım. "Biliyor musun?" Hemen sol yanıma, arkası piyanoya dönük olacak şekilde oturdu, başını salladı." Biliyorum, sana eşlik edebilir miyim?"

"Stop me
Say you wanna stop me
Say you wanna stop me now
But I'm leaving
Yes I'm gonna leave you
Yes I'm gonna lave your life
If it's just 'sorry'
I don't want your sorry
I don't want your sorry now
Is too late, you know
Is too late you know
Wasted time"

Gözlerimi kapayıp başımı hafifçe geriye yasladım. Eslem'in sesini çok uzaklardan işitiyordum, buna rağmen sesinin titrediğini anlamıştım. Gözlerimden birer damla yaş süzülürken parmaklarımın dansını devam ettirdim. Sahnede tek başımaymışım gibi, ruhumu kimse görmüyormuş gibi. Buna rağmen Eslem'le muazzam bir uyum içindeydik. Omzuma bir başın değdiğini hissedince hafifçe gülümsedim. Benden destek alan bir arkadaşa sahiptim, ilk kez.

Nakarat kısmını yok yere uzatmış, şarkı bitmesin diye uğraşmıştım. Her güzel şeyin olduğu gibi şarkının da sonuna gelmiştik. "And try to let it out," diyerek son noktayı koyduğunda Eslem son kez bütün notaları dolaştı parmaklarım. Önce cılız bir alkış sesi duyuldu, sonra bir tufan koptu. Başımı sağa çevirip sandalyelerde oturan, ayakta duran öğrencilere ve hatta öğretmenlere baktım şaşkın gözlerle.

Tanıdık yüzler... Hepsinde hayranlık dolu bir ifade vardı. Gülümseyerek Eslem'e döndüm. "Başardık," diye mırıldandım dudaklarımı oynatarak. Başarmıştık.

Piyanonun tahtasını indirdiğimde Eslem puftan kalkmış, salon boşalmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp yerden çantamla montumu aldım. Eslem beni beklemiyordu, aldırmadım, omuz silktim. Merdivenleri inmeye başladığımda gördüklerim görünmez olmaya başladı. Teker teker yok oldu salonda var olan herkes.

"Eslem," diye seslendim güçsüz, korku dolu sesimle.

Dönmedi.

Duymadı.

Son basamağı inip Eslem'in silikleşen görüntüsünün ardından koştum. Uzandım, kolunu tutabilmek için uzandım. Ama tutamadım. Eslem yok oldu. Korkudan adımlarım şaştı, ayağım ayağıma dolanırken dengemi sağlayamadım. Olduğum yere düştüm. Korkuyla başımı korumak için hamle yapmak üzereydim, geç kalmıştım. Kulaklarımın çınlamasına sebep olacak kadar sert bir şekilde başımı kenara koyulan tek kişilik okul sırasına çarptım.

Görüşüm kara beneklerle kaplanıyordu. Kulağımdan akıp yanağıma, oradan da çeneme süzülen sıcak sıvı nedensizce üşütüyordu ruhumu. Önce görüşümü kaybettim, sonra dermanımı. Gözlerimi yumdum soğukla birlikte.

"Ölüm seni öldürecek, Neva. Ölüme gideceksin."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top