acıtan nota ♫ ♪

Bölüm Parçaları:

1. SYML - Fear of the Water

*Neva'nın Bestesi:
Carlos Cipa - Lie With Me

2. BEYRIES - The Pursuit of Happiness (Neva'nın bestesinden sonraki kısım için dinlemenizi tavsiye ederim.)
3. Agnes Obel - Rivirside

*Balo parçaları:
Ajda Pekkan - Bambaşka Biri
4 Non Blondes - What's Up
Cat Stevens - Lady D'Arbanville

4. Anne Brun - Feeling Good

Otuz Üçüncü Bölüm ♫ ♪

Tavanı izleyen gözlerim yavaş yavaş kapanıp açılıyor, derin nefeslerim ciğerlerime dek ancak inerken gözlerim sessiz yaşlarla doluyordu. Bu evin bu kadar boş hissettirebileceğini düşünmemiştim hiç. Babamdan sonra, annem vardı. Annemi kabullenmediğim zamanlarda bile varlığını hissettiğimi fark ediyordum, peki ya şimdi değişen neydi? Kendimi önemsemiş olmam mı?..

Yatağımda sağ tarafıma doğru dönerek dizlerimi karnıma doğru çektim ve uzuvlarımın el verdiği ölçüde küçülerek hemen karşımda duran piyanoyu izlemeye başladım. Orada kimse olmamasına, kimsenin kendisini çalmamasına rağmen piyanodan daha önce hiçbir yerde duymadığım sesler yükseliyordu. Gülümserken burnumu çekip dokunamayacağımı bilsem de uzandım piyanoya doğru sol elimle, sanki sahiden o tuşlara ben dokunuyormuşum gibi parmaklarımı kıpırdatmaya başladığımda onu gördüm: Üzerinde yeşil bir elbise vardı, benim yarışma günü giyeceğime benziyordu. Darmadağın olmuş sarı saçları kaşlarımın çatılmasına ve yattığım yerde dirseğimden güç alarak doğrulmama sebep olmuştu.

"Ne oldu sana?" Bu zamana kadar benim aksime o hep daha derli toplu, daha canlı, daha güzel gözüküyordu. Bu hali korkutucu gelmişti o an gözüme. "İyi misin," diye sordum yatağa oturarak.

Gülümsemesi dudaklarına yayıldığında ahşabı kapalı olan piyano tuşlarının üzerine yasladı kolunu ve bana arkası dönük kalacak şekilde başını koluna yasladı, bu duruşu babamı o kadar anımsatmıştı ki bana... Yutkunmadan edemedim benzerliğe karşı.

"Yarışmayı kazanınca gerçek bir piyanist olacaksın," dedi buz gibi bir sesle konuşarak. "Ölmek için büyük bir fırsat değil mi Neva? Bir piyaniste yakışır şekilde." Sesi sonlara doğru kısıldıkça kısıldı, kıkırdadı sonrasında benim hiç cesaret edemeyeceğim bir tınıyla. "Senin tabirinle."

Derin bir nefes alıp yatağımdan kalkarak dolabıma doğru ilerledim, camları açık olan odam epey soğumuştu bu akşam esintileriyle. Dolaptan elime geçen ilk ince, uzun kollu badiyi başımdan geçirerek giydiğimde rengini görme şansını yakalamıştım; piyano başında oturan ben başını kaldırıp güldü kazağımın renginin de yeşil oluşuna. Tüm bunlara aldırış etmeden çalışma masamın başına geçerek sağ dizimi kırıp karnıma çektim, ayağımı oturduğum sandalyeye yaslamıştım. Masa lambasını açıp hemen önümde duran kalemlerden şu meşhur Faber Castel'in güzel, yeşil renkli ve uçlu olanını almıştım sol elime. Küçüklüğümden bu yana, piyano sayılmazsa edindiğim en iyi becerilerden birisiydi sol elimle de yazabiliyor olmam. Dudaklarımda bunun tuhaf ama yetersiz mutluluğunun getirdiği aptal bir gülümseme vardı, biraz daha öteye koyduğum A4 kâğıtlarını daha önce yaptığım gibi önüme çekerek başladığım vasiyetimi tamamlamaya başladım. Tam da bu sırada piyanodan yükselen müziğin sesi daha da artmıştı tuhaf bir şekilde.

Beni içine çeken müziğe gülerken kâğıda doğru eğildim kamburumun çıkmasını umursamadan, dikkatle not aldım aslında nasıl vasiyet yazılacağını bilmiyor olsam da: "Buğra Aslan'la yardım ettiğim küçük çocuk Eren'in ve kardeşinin hayatları boyunca tüm eğitim masraflarını üstleniyor, mirasımın bir kısmını -babaannem Hafsa Karaer'in vicdanen rahat edeceği kadarını- kendisine bırakıyorum," diye başladım vasiyetimin ilk maddesine. Bir satır alta geçip derin bir nefes aldım ve düşündüm sessiz sessiz. Uzun bir düşünme süreciydi, piyano sesini hâlâ duyuyordum ama piyano başındaki Neva konuşmuyordu.

"Eren'e düşen paydan sonrası eşit şekilde Kimsesiz Çocuklar Vakfı, Kardelenler Projesi, HAÇİKO gibi kurum ve projelere bağışlanıp yine aynı pay kadarı Elnara Hanım'ın önderliğinde bir müzik derneğine bağışlanmak üzere ayrılacaktır."

Omzumun üzerinden arkama baktığımda onun da dikkatle beni izlediğini görmüştüm. Derin bir nefes alıp gözlerimi ondan kaçırdım, "Sen korkmuyor musun, benimle birlikte öleceksin?" Sorum üzerine bir süre sessiz kalıp başını iki yana sallayarak kalktı oturduğu yerden, yanıma gelip masanın üzerine oturdu. "Sen korkmuyorken ben nasıl korkayım?"

Gülerken kalemi beceriksizce elimde çevirip kâğıda geri döndüm: "Eğer iyi bakabileceğine inanıyorsa piyanom Buğra Aslan tarafından alınsın, iyi bakacağından bir an bile şüphe duyuyorsa onun hiç tereddütsüzce yeniden Elnara Hanım'ın güvenli ellerine bırakılmasını istiyorum."

Başımda dikilirken memnuniyetsizce homurdandığını işitince ona gülerek baktım, bu keyiflenmeme yetmişti o an. "Kararlarımdan pek memnun değilsin anlaşılan," dedim kinayeli bir ses tonuyla konuşurken, "Yaşayan benim ama, sen işine kolay gelince ortaya çıkıp ahkam kesiyorsun ancak."
Elini uzatıp başıma vurduğunda acıyı hissetmiştim, çok değildi ama tuhaf bir şekilde hafif bir sızı olarak hissettirmişti kendini. "Aptal geldin, aptal gidiyorsun," diye şikayetlendi beni bana ve sonrasında kollarını göğsünde birleştirip kâğıdı işaret etti. "Herkesi düşündün de senin Sarı ne olacak?"

Derince bir nefes alıp dudaklarımı ıslatarak odamın içine bakındım tekrar. Çok fazla bir eşyam yoktu benim: Birkaç okuma kitabı, babamdan kalma kasetler, taş plaklar ve kendi aldığım CD'ler. Yeniden kâğıda dönerken gülümsüyordum, belki Savaş'a kitapları sevdirebilir; beni devamlı hatırlamasını sağlayabilecek piyano parçalarını bırakabilirdim... Hemen masanın üzerindeki kalemliğe uzanıp oradan CD kalemini alarak babamın kendi doldurduğu, içinde bana bestelediği ninninin orijinal halinin bulunduğu kaseti alarak üzerine büyük harflerle ÖMER SAVAŞ YİĞİT yazıp onu masaya, üzerini karaladığım A4'ün yanına bıraktım. Kitaplardan henüz emin olmadığım için bu fikri şimdilik askıya alarak A4'ün en altına 'ne olursa olsun' diyerek son bir madde ekledim: "Bu evin annem Yasemin Ökçün'e istediği şekilde değerlendirmesi üzerine miras bırakılmasını istiyorum."

Tarihi yazıp imzamı atarken yanımda duran Neva'nın benimle dalga geçiyor olmasına aldırmadım. Evet, ne kadar mirasım olduğunu bilmiyordum fakat bildiğim tek şey dedemin ölmeden önce tüm mal varlığını bana bırakmış olmasıydı. Ellerimle yüzüme düşen saçları geri iterek oturduğum yerde dikleştirdim sırtımı ve arkama yaslanarak masamda oturan umarsız halimi inceledim, ne kadar kötü göründüğü konusunda bir fikri var mıydı acaba? Aklıma gelen bu düşünceyle gözlerimi ondan çekmeden gülmüştüm.

"Saçların hâlâ uzun, benimkilerle birlikte kısalması gerekmiyor muydu?" Dorum karşısında şaşkın kaldı bir süre, sessizliğini sıkılmış bir iç çekişle bozmuştu. "Hayrola sen fazla konuşmaya başladın, Savaş kesmiyor mu seni?"

Homurdanıp yerimden kalktığımda o da benimle birlikte hareket ederek masanın üstünden inmişti, üzerimde sadece bir kazakla neredeyse tamamen çıplak bir vaziyette dolaşıyordum evin içine. Bu rahatlık gülümsememe sebep olmuştu, mutfağa geçerek kendime tadını çok özlediğim Nescafe'mden yaparak sıcaklığı umursamadan koca bir yudum içtim elimdeki büyük kupadan.

"Bunun tadını sen de alıyor musun?"

"Gerçekten beni bunaltıyorsun," dedi gözleri yuvalarından çıkacak kadar büyürken, cevap vereceğim sırada kapı açıldığı için kaşlarım çatılı bir şekilde kahvemden bir yudum daha alarak bekledim. Gelen kişi annemdi, bunu zaten biliyordum ancak annem içeri girdiğini -birbirimize daha yakın olduğumuz günden bu yana- her zaman belli ederdi, sadece bir sesleniş bile olsa. Elimdeki bardağı sessizce mutfaktaki yemek masasına bırakarak parmak ucumda olacağım şekilde mutfak kapısına ilerlemiştim, içimdeki bir his yanlış şeyler döndüğünü söylüyordu ve ben sezgilerime güveniyordum. Sol omzumu duvara yaslayıp başımı mutfak girişine doğru iyice uzattım ışıkları yakmadığıma şükrederek. Bana bir aptalmışım gibi bakan ben mutfaktan çıkmak üzereyken kolunu tuttum ve onu durdurup sesleri dinlemeye devam ettim.

Hiçbir ses yoktu, annemin sesini duymuyordum. Gereksiz gerginliğim için kendime kızarak kolunu tuttuğum kendimi bırakıp kupamı elime aldım, kendime kızmaya devam ettim içten içe.

"Hayır, dedim ya Onur." Duyduğum isimle ve bu cümleyi takip eden hışırtılar kesilince kendisinden güç alır gibi sıkıca tuttuğum kupayı yine bırakmıştım masaya ancak ellerimi üzerinden çekemiyordum. "Bunu henüz Neva'ya söyleyemem."

Bütün bedenim kaskatı kesildiğinde nefeslerimin de ciğerlerimde tıkandığını hissediyordum, bir elim refleks olarak boğazıma örtüldü sanki yeniden nefes almamı sağlayabilirmiş gibi. Nafileydi, aynı zamanda hem üşüdüğümü hem de cayır cayır yandığımı hissederken nefes almam mümkün değildi. Onur... Aklımdan geçen soyada sahip olmaması için dua ediyordum bu adamın fakat kulaklarım onun sesini analiz edecek durumda değildi o an.

Ağır ağır kapıya doğru dönene bedenimin tek hareketi bu olmuştu kısa süre içerisinde, ne ileri gidebiliyor ne de parmaklarımı sıkı sıkıya sardığım kupayı bırakabiliyordum. Kapının kapanma sesiyle irkilerek kendime gelirken yere damlayan gözyaşım tenimi yakmıştı. Annemin adım seslerini duyuyor ama tepki veremiyordum, gözlerim kapıdaydı.

Sonra, olan oldu. Annem koridora baktığında odamda yanan masa ışığının lambasını görünce varlığımı hissetmiş gibi mutfağa döndü. Öyle bir haldeydi ki, onu kendine hâkim olamazken ilk kez görüyor sayılırdım. Otokontrolünü kaybeden bedeni yalpaladığında elinde bir şey kayıp düştü yere, kalbimde hissettiğim sızı safra tadıyla birlikte boğazıma dek yükselerek orada takılı kalmıştı. Gözlerim göreceği şeyden korksa da yerdeki o şeye dikkatlice baktı uzun uzun, annemin bedeninin kapayamadığı loş ışık yuvarlak cismin tepesine oturtulan taşın parlamasına sebep oluyordu. Donukluğum yüzünden gayri ihtiyarı yavaş çalışan beynim onun ne olduğunu nihayetinde idrak edebildiğinde kupa elimden kayıp yeri boylamıştı tıpkı annemin beni görünce avuç içinde sakladığı yüzüğü düşürdüğü gibi.

Bacağımda damla damla hissettiğim sıcaklık, havada asılı kalan elim, hâlâ gözümün önünde ve yerde duran yüzük... İlk toparlanan annem olmuştu: Yere eğilip düşürdüğü yüzüğü alarak yine sımsıkı yumruk yaptığı elinin avucunda sakladı, gözlerinde çok tuhaf bir ifade vardı annemin.

"Onur, Aslan mı?"

Annem sessiz kaldı. Oysa hayatımda hiçbir zaman bu andan daha çok istememiştim konuşmasını. Elimde olsa gidip çenesini sımsıkı tutacaktım parmaklarımın arasında, konuşsun diye sarsacaktım onu fakat ayaklarım bir adım bile kıpırdamıyordu. Ciğerlerime bir türlü inmeyen nefeslerim canımı, bacaklarımı yakıp geçen Nescafe'den daha çok yakıyordu; kirpiklerim hızlı hızlı kırpışırken dudaklarımı hafifçe ıslatıp başımı iki yana salladım inanmak istemeyerek.

"Senden bir cevap bekliyorum!" Sesimin beklemediğim kadar yüksek çıkması beni bile ürkütmüştü, dişlerimi sıkarak devam ettim: "O elindeki yüzüğün sahibi kim?"

Annemin karşımda çaresizce yutkunduğunu görmek daha da sinirlenmeme sebep olmuştu, kendime düşünmek için hiçbir süre tanımayarak onu kolundan tuttuğum gibi kapıya doğru ittim öfkemin damarlarımda kaynattığı kanımla. "Bunu nasıl yaptın, nasıl!"

Dur, diye bağırıyordu hemen arkamdan gelip beni durdurmaya çalışan Neva: Dur, bir açıklaması vardır.

Kanım damarlarımdan çekilmiş gibi olduğum yerde donakalırken uğuldayan kulaklarımı avuç içlerimle kapamak istedim, yapamadım. "Anlat," dedim güçlükle konuşarak, "Anlat bana, neden yaptın?"

Nefes nefese kalmış bir vaziyette olduğu yerde dururken gözlerini kaçırdı benden, parkeye eğdi beğendiğim gözlerini. "Çok uzun bir zamandır böyle bir şey var," diye mırıldandı sanki bu savunması kendini haklı çıkarabilirmiş gibi, "Sana söyleyemedim hiç."

"Bahar Abla öleli daha üç ay oldu!"

Parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip tutamları eklemlerime dolayarak çekiştirdim saç diplerimi, zihnimde onlarca ses vardı ve hiçbiri susmuyor, hepsi aynı anda konuşarak bir curcuna yaratıyordu. Seçebildiğim tek cümle az evvel bağırdığım cümlenin birebir aynısıydı üstelik. Çenem bu kadar gergin, dişlerim birbiriyle böylesine iç içe geçmemiş olsaydı o an avazım çıkana kadar çığlık atardım şüphesiz. "Buğra'nın annesi öleli daha üç ay oldu," diye yineledim kendimi bu kez bağırmadan.

Gözlerim yeniden annemi bulduğunda bu kez zihnimde çığlık atan seslerden birinin daha önce kendi kendime ettiğim yemini fısıldadığını işittim: "Sadece üç ayın var... Üç ay sonra, ben on sekizime girdiğinde..." Ben on sekizime girmiştim ve annem o üç aylık süresini çoktan doldurmuştu.
Ellerimi saçlarımdan indirip gözlerimin önünde tuttum, bu ellerde sadece piyano çalacak kadar mı güç vardı?

Öne doğru uzanıp annemi kollarından kavrayarak kapıya doğru itmeye devam ettim yeniden, onu bu evde görmeye tahammül edemezdim. Yaptıklarından sonra yüzüme gülecek haysiyeti kendinde bulan bu kadını evimde istemiyordum. Ellerimin altında, kendimde çok nadiren bulduğum güce karşı koyamayıp yalpalayan annemi kapıya doğru sertçe iterek kapıyı açtığımda onu aynı hızla kapıdan dışarı sürükledim. "Şimdi evlilik teklifini kabul ettiğin o adamla mutlu mesut yaşabilirsin, artık biliyorum!"

Annemin gözlerinden akan yaşlara inanmamalıydım, sahte olduklarına adım gibi emindim zaten.

Değiller, diyordu hemen yanı başımda duran ben; öfkeyle beni sarsmaya çalışıyordu. Kapıda öylece durup körük gibi inip kalkan göğsümün ardındaki ciğerlerime derin nefesler doldurmaya çalışıyordum. Annem ise olduğu yerde, benden beş on adım ileride, elinin tersiyle yanaklarındaki yaşları siliyordu.

"Onur beni seviyor," dedi sesi titrerken, "Sana iyi bir gelecek kurmaya çalışıyorum ben Neva."

Sinirlerim tepemden aşağı kaynayarak ayaklarımın ucuna dek inerken çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum hissettiğim acıyla, kulaklarımda Buğra'nın babasını anlatırkenki sesi... "O adam hasta," diye bağırdım sokakta olmamızı umursamadan, "O adam hasta anne, oğluna eziyet eden bir hasta! Seni sevdiğini nasıl düşünebilirsin?"

Karşı kaldırımda ışıklarının yandığını gördüğüm birkaç ev kendime daha sessiz olmam gerektiğini hatırlatıyor olsa da zihnimin çığlıkları kulaklarımı tırmalıyor, serbest kalmak istiyordu. Annem karşımda ağlıyordu, gözlerinde korku mu vardı; bilmiyordum. Öfkem tepetaklak olup acıyla bedenimi sızlatırken öne uzanıp anneme sarılmak istedim fakat kollarım taş kesmişti, hareket etmiyordu. Annem ağlamaya devam ediyordu öylece, onu ben mi bu kadar acıtmıştım?

"Ben senin annenim Neva," dedi titreyen sesiyle konuşarak, "Senin iyiliğin için yapıyorum her ne yapıyorsam, diğer anneler gibi değil ama kendi bildiğim şekilde." Dudaklarından kaçan hıçkırık canımı acıtmıştı sanki kendi ciğerlerimden kopmuşçasına.
"Ben böyle sevmeyi biliyorum sadece."

Burukça gülümsedim "Ölümüne neden olduğunuz onca insandan sonra size mutluluk diliyorum ama ben Yasemin Aslan diye birisini tanımak istemiyorum hayatımda." Sesim kısılırken güçlükle yutkunup arkamı döndüm ve bir iki adım ötesinde durduğum kapının önüne gelene dek yürüdüm küçük adımlarla, omzumun üstünden anneme baktığımda onun da bana doğru ilerlediğini gördüm. Konuşmak için aralansa da dudaklarım, boş nefes dışında hiçbir şey çıkmamıştı aralarından; yeniden önüme dönüp içeri girdikten sonra kapıyı ardımdan kapadığımda annemle birlikte dışarıda kalmıştı zihnimi yiyip bitiren Neva.

Bacaklarım titriyordu, tutmuyordu ve taşıyamıyordu bedenimi. Sırtımı kapıya verip yere çöktüğümde başımı kapıya vurmuştum, gözlerimi kapıyı serbest bıraktım gözlerimi yakıp kavuran yaşları taşabilmeleri için pınarlarından. Ciğerlerime az evvel doldurduğum derin nefesi gerisin geri bırakarak dudaklarımı ıslattım, yıllardır delicesine istediğim ve son bir yıldır birkaç kez yaptığım şeyi yeniden yapmış, neredeyse tek olacak kadar hayatımda büyük bir yer kaplayan arzumu gerçekleştirmiştim. Annem artık yoktu, eve bir daha asla gelmemek üzere kovmuştum onu. İçime çektiğimde ciğerlerimde bıçak etkisi bırakan nefesim kanımın kaynayarak boğazıma yükselmesine sebep olmuştu.

Orada öyle kendime gelene kadar oturdum, ağladım, boğazıma dek yükselen kanları yuttum mideme acımadan. Duvardan destek alarak kalktığımda adımlarım banyoya ilerlemişti, Nescafe'nin damla damla yaktığı bacağımı duş kabininden içeri sokarak suyla yıkayıp kuruladıktan sonra viledayı elime alıp mutfağa girdim. Yerleri silmeden hemen öce kupanın kırılan parçalarını elimle toplamıştım, yine de ne olur ne olmaz deyip silme işlemini bitirip bir de üzerine süpürdüm. Sanki yerde hiçbir iz, delil bırakmak istemeyen bir katil gibi hissetmiştim o an kendimi. Derin bir nefes alıp elimin tersiyle alnımdaki terleri silip yeniden banyoya geçerek elimdekini bıraktım, ellerimi yıkadım kendimi rahatlatmak için.

Sessizliğin ne derece ölümcül bir şey olduğunu yavaş yavaş anlayabiliyordum. İnsan beyni bu kadar sessiz olmamalıydı; nefeslerimin düzenini ayarlayabileceğim, kalbimin atış ritmini nefeslerime göre düzenleyebileceğim kadar değil. Bu, şüphesiz ki insana kafayı yedirtecek en ama en ağır işkencelerden biri olarak ilk sırada yer alırdı, almalıydı.
Odama geçip ağır aksak hareketlerle kendimi yeniden yatağıma bıraktığımda tavanı izlemeye başladım: İşte olmuştu. Yalnızdım.

Yalnızlık hissettirmiyordu ama hissediliyordu iliklerimde, derince bir nefesi ciğerlerime doldurarak yatakta soluma döndüm sanki böyle olunca rahatlayabilecekmişim gibi. Duvarı izlerken zaman geçiyor gibi değildi o an, eğer zaman kavramı bir kum saati olsaydı; işte tam da bu anda kum saatinin boğum yeri öyle çok daralmış demekti ki zaman sahiden akmıyordu o boğumdan. Nefeslerimde o boğumda tıkanmış gibi yakıyordu ciğerlerimi, dört duvarın üstüme geliyor olması mümkün müydü?

Yatakta doğrulup, daha fazla dayanamayarak, camı açtım ve yeniden uzandım yatağa. Akşam soğuğu olduğu gibi içeri sızmıştı, çıplak bacaklarıma olduğu gibi vuran soğuk hafif bir tebessümle gülümseme sebebim olmuştu. Yüzümü yastığa doğru çevirerek gülümsememi sakladım birinin görme ihtimali olmasa bile, dünyadaki her şeyden ve herkesten böyle saklanmak istiyordum aslına bakacak olursak. Hatta çoktan bu dünyadan göçmüş olanlardan, peşimi bırakmayan zihnimden dâhi.
Bu şekilde de duramayıp yataktan kalktığımda yalnızlığın aslında o kadar da güzel bir şey olmadığını idrak eden beynimi azarlıyordum kendi içimde. Ev ruhunu yitirmişçesine boştu, evi doldurmuyordu varlığım ancak tüm bu boşluğa rağmen beni rahatsız ederek ürkütmeye başlayan piyano sesi kesilmemiş, aksine kuvvetlenmişti dahası mümkün olabilir gibi. Odadan çıkarak yeniden mutfağa geçtiğimde başka, büyük bir kupayı alarak kendime Türk kahvesi yaptım fincanın beni kesmeyeceğini bilerek. Şekersiz ve olabildiği kadar iyi kaynatılmış...

Sessiz adımlarla takip ettiğim ince koridoru aşarak odama girdiğimde içerisinin epey soğuduğunu anlamıştım ancak bu soğuk üşütmüyordu, düşman değildi. Yeniden masama kurularak önüme kalemi ve kâğıdı çekip içimden geçenleri döktüm Savaş'a, sanki onunla konuşuyormuşum gibi düşünerek, tüm samimi duygularımı akıttım beyaz sayfayı mürekkep mürekkep lekelemekten çekinmiyorken. Çok sonradan, saat artık gece yarısını geçip kendini bir sonraki günün ilk dakikalarına devretmişken durduğum bir anda gülümseyerek son satırlarımı işledim mektuba:
"Sevgilerimle,
Neva Karaer"

Küçük, kimi zaman hızımı alamadığım için okunaksızlaşan -birçok yerinde üzerini çizdiğim, karaladığım kelimelerin de dolduğu yazımla bir sayfayı bitirmiştim. Sadece bir sayfalık bir mektup, aslında bir ömürdü. Bir ömrü dolu dolu anlatmanın verdiği rahatlama hissiyle elimdeki mektubu ikiye katlayıp çocukken CD'lerimi koymak için üzerini kaplayıp resimler çizdiğim ayakkabı kutusunun içine koydum. Bu kutu benden Savaş'a kalan belki de en önemli anı olacaktı, benim müziklerim; içinde kaybettiğim ruhum.

Son bir işimin daha kaldığını bilerek elime telefonumu alıp hiç düşünmeden Buğra'yı aradım, zihnim bir yıl öncesini savuruyordu gözlerimin önüne. Hiçbir bilgimin olmadığı rezil bir olayın kurbanı oluvermiştim, o rezil olaydan daha rezil bir hâle düşerek üstelik. Bu kez aynı olmasına izin vermeyecek, bildiği şeyi saklamayacaktım.

Telefon çaldı, çaldı, çaldı... Kapandı. Bir kez daha aradığımda kapanmasına yakın bir anda açıldı telefon Buğra tarafından. Derin bir iç çekiş sesi bir 'alo' ya da 'efendim' yerine geçtiğinde gülmüştüm sesi olmayan bir tebessümle. "Sadece beni dinleyeceğini biliyorum, sadece beni dinlemeni istiyorum."

"Tamam."

Kendimi cesaretlendirmek için derin bir nefes alıp onu içimde tuttum ve o tek nefeste konuştum: "Baban anneme evlilik teklifi etmiş epey önce, annem de bunu kabul etmiş. Yeni öğrendim, nereden baksan bir iki saat kadar önce."

Sessizlik. Kulaklarıma dolan daha fazlası olmamıştı. Bu sefer alacağım cevaptan korkarak sordum: "Biliyor muydun?"

Bir iki dakikalık bir sessizliği daha devirmemizin ardından yeni bir iç çekiş sesi duyuldu ahizenin diğer ucundan, her saniye kalbime bir hançer gibi saplanıp daha da derinlere gömülüyordu. Kan değil, katran akıyordu o yarıktan; yakıyordu.

"Evet."

Gözlerimden hızlıca düşen birer damla yaş eşliğinde kapadım telefonu. Sandalyemde iki büklüm oturdum o yaşı diğerlerinin takip ediyor olmasına zerre aldırmadan, piyanomdan duyduğum ses yükselip bütün bedenimi hissettiğim acıyla birlikte sarıp sarmalamıştı; keşke sadece canımın yandığını hissediyor olsaydım. Bu, sadece acı değildi.

Odamda, annemle aldığımız karar üzerine pencereye yakın bir yere yerleştirilmesini istediğimiz piyanonun önünde; elimdeki kahve kupasıyla oturuyor ve camdan dışarıyı izliyordum. Mayıs ayları için epey kapalı bir geceydi, gökteki yıldızlar gözükmüyordu ancak ay; gri bulutlar izin verdikçe parlak, beyaz ışığıyla göz kırpıyordu. Derin bir nefes alıp piyano tuşlarının üzerindeki ahşap kapağı kaldırarak açtım ve kupayı piyanonun üstüne bırakarak tamamen önüme döndüm.

Zihnimi dolaşıp birer birer gözlerimin önüne düşen notaları takip etmeye çalışarak parmaklarımı yerleştirdim piyano tuşlarının üstüne, sanki beynim karıncalanıyor ve ne olduğunu bilmediğim bir şey dolaşıyordu derimin altında. Parmaklarım; gözlerimin seçtiği, diğerlerine göre daha büyük olan notayı tuşladığında hemen ardından bir başkasını takip edivermişti sanki ezberindeymiş gibi bu ezgi. Kalın sesli notalardan giderek aynı sırayı iki kez tekrarlayıp ikincisinin sonunda bu kez daha ince notaları tercih etmiş, ritmi keskinleştirip sonuna yine kalın bir nota eklemiştim. Parmaklarım koreografisini kendi oluşturduğu bir dansı sunuyordu bana beyaz ve siyah tuşların üstünde.

Derin bir nefes aldığım sırada dudaklarımın üstündeki çukurda biriken sıcak sıvıyı hissederek gülümsemiştim uyuşukça. Kızıl kan bir damla halinde düştü hemen önümdeki piyanonun bembeyaz bir tuşunun üstüne ancak onu silmedim. Kadın çığlığını, bir ağıdı andıran keman sesi kendi ezgime eşlik ederken tuşlara daha uzun basıyor ve daha kışkırtıcı bir hâle getiriyordum müziğimi. Tüylerim ürperiyordu. Öylesine keskin ama bir o kadar da naif bir müzik oluşuyordu. İşte tam da bu anda bütün harfler dünya üzerindeki varlıklarını sonlandırıp yerini benim notalarıma, ezgilerime bırakarak acıyı tanımlamıştı. Bunun öncesinde kurduğum tüm cümleler geçersiz, abartıyı ruhuna bulayarak katlettiğim bütün tanımlar kifayetsiz ve dilimde biten her kelime anlamsızdı acı için. Acının tanımı tam olarak notaydı.

Ortalarına doğru hızlanıp katlanarak devam eden, bir başkaldırı gibi duyulan müzik hayata ve yaşadıklarıma küfür ediş şeklim gibiydi. Bilmediğim yaşam amacımı savurmuştum bir kenara, hayatımdaki başka insanlar tarafından ayaklar altına alınıp parçalara ayrılana dek ezilmiş; bir kâğıt gibi buruşturularak önüme tekrar atılmıştı. Bunun öfkesi ve acısıyla ritmini düşürdüğüm notalar bu kez daha ağır, daha hüzün doluydu. Gerçekleri kızından saklayan bir babanın kızına duyduğu sevgi gibiydi, yalanlar söyleyen bir annenin kızını kendince sevme şekliydi. Bir sevgili tarafından defalarca kez terk edilmek, bir âşık tarafından iyileştirildikten sonra karanlığa bırakılmak, bir dost tarafından uçurumdan itilmek... Bunların hepsiydi.

Son notayı da titreyen sağ elimin işaret parmağıyla tuşlayarak uzun bir süre beklettim elimi burada, ellerim hislerimin yoğunluğuyla titriyordu. Eller... İnsanların esas yüzü, maske takamadıkları gerçek yüzleri elleriydi. Yalan söyleyemez, gerçeği büsbütün gizleyemez ve aslında hiç susmayıp asla konuşamazlardı.

Ellerimi, avuç içlerim havaya bakacak şekilde çevirdiğimde parmak uçlarıma bulanırken piyano tuşlarını da boyayan kanın kızıllığıyla karşılaşmıştım. Dudaklarıma müstehcen bir tebessüm yerleştiğinde birkaç ay önce, İlge Hoca'nın piyanosu başındayken duyduğum barut kokusunu yeniden duyumsamıştım. Bir ruhun kaç kez öleceğini bilmiyordum ancak ruhumun katledildiği, ruhumu katlettiğim her ana birebir şahit olmuştum.
Ölen ayakucumdaki ruhumdu, bedenimde dirilen ise ellerini kendi kanına bulayan bir piyanistin ruhuydu.

Derin bir nefesi bırakıp piyano tuşlarını temizlemeden hafifçe uzaklaştım piyanodan ve bilmem kaçıncısının bitmek üzere olduğu müzik defterimi alıp son yaprağını açtım içindeki kalemi parmaklarımın arasında tutarak. Hızlıca çizdiğim sol anahtarından sonra tuşlara bakarak aklımda canlandırdığım her bir notayı dizdik dizeklere. Kimi zaman bir notanın hemen ardını kovalamıştı sus işareti, kimi zaman ise tekrar çizgileri almıştı onların yerini. Yükselip alçalan ritim hızlı hızlı akarken parmak uçlarımdan kulaklarım az evvel çaldığım müzikle doluyordu.
İkinci ve son sayfanın son dizeğine noktayı koyup bitirdim adımı, zihnimin karanlıklarını taşıyan ve benden bir parça olan bu besteyi. Sayfanın en altına sol anahtarıyla başlayıp ismimi de içine kattıktan sonra bir notayla sonlanan imzamı atıp ilk sayfanın başına gelerek ona bir isim verdim bozuk el yazımla sayfayı karalıyorken aslında: NOTA.

Ben Neva Karaer, ne bir piyanistin ne de bir hayat kadınının kızıyım. Sadece bir notayım, bir acı; kendimin gözyaşlarıyım yalnızca.

-o-

30 Mayıs sabahına uyandığımda hava sıcaktı, dört günlük yalnızlığımı evimde müzik yarışmasına çalışarak ve gerek duydukça dinlenip yemek yiyerek geçirmiştim. Aslına bakarsak bu süre içindeki tek besin kaynağımın Nescafe ve Türk kahvesi olduğunu inkâr edemezdim, bunun dışında yediğim nadir şeylerden birisi yoğurt olmuştu. Kesinkes evden kovuluşunun ardından annemi sokağın başında dâhi görmemiştim -tek bir seferi saymazsak- ki zaten eve gelip anahtar yuvasını değiştiren çilingirden sonra annemin eve gelebilmesi bir çilingir olmadığı sürece mümkün değildi. Geldiğinde de evde oyalanmadan birkaç parça kıyafetini alıp gitmişti.

Kendime geçtiğim kıyağın sonucunda, uzun bir aradan sonra yaptığım en iyi kahvaltıyı -saat öğle vaktini çoktan bulmuş ve hatta geçmek üzereyken yapmış olsam da- sonlandırıp masayı topladım. Eslem'in gelmesine az vardı, gruptan başka kimseyle görüşmediğimi de söylememe gerek yoktu zaten; hayatımda sadece İlge Hoca, Eslem, esen miktarda Savaş ve bir piyanom vardı. Hatta öyle ki, annemi evden kovduğum günle birlikte zihnime işkenceler edip arada bir yanımda belirerek beni sinir krizlerine sokan benden bile eser yoktu.
Dudaklarıma yerleştirdiğim ıslık günüme eşlik ederken mutfağı tamamen toplayıp bir de oturma odasıyla kendi odamı derleyip toplamıştım. Ellerimi yıkadığım sırada çalan kapıya doğru hızlı adımlarla ulaşarak kapıyı açtım: Beklediğim gibi, sadece Eslem vardı. Büyük bir coşkuyla gülerek bana sarıldığı için onu karşılıksız bırakmayıp ben de ona sarılmıştım ve birlikte doğrudan odama geçmiştik.

"Bir keresinde daha seni hazırlamak için gelmiştik, kızlar vardı ama o zaman yanımda," dedi piyano tuşlarında uyumsuzca parmaklarını dolaştırırken. Bir şeyleri söylemek üzere olduğunu anladığım için susup onu beklemiştim sessiz sessiz. "Evde tektin yine. Annen nerede Neva, yani bu çok özel olmayacaksa tabii..."

Telaşı beni gülümsetirken dolabımı açıp ne kadar annemle ortak kararlaştırmış da olsak siyah, mini elbisemi giydim. V şeklinde gelen yakası sayesinde sol göğsümdeki dövmenin bir kısmı gözüküyordu ki itiraf etmem gerekirse bu hoşuma gitmişti. Fare kuyruğu gibi ensemde topladığım az miktardaki saçımı açarak tokamı bileğime taktım ve çalışma masamın sandalyesine oturup Eslem'e baktım gülümseyerek. "Tek yaşıyorum, o zaman da tek yaşıyor sayılırdım."

Şaşkınlığını gizleyemediği yüzü bir süre sonra elbisemin farkındalığıyla ışıl ışıl aydınlanmıştı, halimden memnun bir gülümsemeyle yanıma gelip hafif nemli saçlarımı öve kurutup düzleştirmiş; sonra onlara kalın su dalgaları olacakları şekilde maşa yapmıştı. Perçemimi de güzelce maşayla hafif bir dalga haline getirip önden aldığı iki tutamı örerek arkada toplamıştı. Tüm ısrarıma yenik düştüğü için kirpiklerime sadece bir rimel sürmüştük, son zamanlarda vazgeçilmezim olan fondötenin hemen ardından elbette... Yüzüme şu Youtube'ta görüp özendiği makyajlardan yapmak istiyordu ancak buna müsaade etmemiş, yine de onu kırmamak için onun seçtiği bir ruju -kırmızı bir tanesini- dudaklarıma sürmüştüm.

Eslem de güzelce hazırlanıp saçlarını, makyajını yaptığında onu şöyle bir alıcı gözle süzdüm: Üzerine beyaz, belinin iki yanında üçgen şeklinde dekoltesi olan bir elbise giymişti. Dizlerinin biraz üstünde biten elbisenin sarı ve turuncu çiçeklerle dolu desenleri vardı ki bu renkler Eslem'in yanık tenine çok yakışıyordu. Kıvırcık saçlarının şeklini bozmak yerine onları daha da kabartıp çoğunluğunu sadece sağ tarafına almıştı. Saçlarının arasındaki saç tokaları ışıl ışıl parlıyor olsa da güzel yüzüne yaptığı hafif makyaj yine tüm dikkati yüzünde toplamasını sağlayacaktı, yani en azından az biraz makyaj bilgimle bu kadarını tahmin edebiliyordum ben ancak.

Ne olur ne olmaz diyerek üstüme kot ceketimi giydim ve o sırada Eslem'in de kot ceketle geldiğini görüp güldüm. Ayağına giydiği sarı renkli topuklu ayakkabıları minyon boyuna tatlılık katarken ben yine her zamanki gibi rahatıma düşkün bir insan olarak beyaz spor ayakkabılarımı giydim, tabii bu Eslem'in bana öfkelenip göz devirme sebebi olmuştu. Tatlı bir atışmaya giriştiğimizde çoktan evden çıkmış, kapıda bizi bekleyen taksiye binerek okula doğru yol almaya başlamıştık. Bugün, herkes ailesiyle birlikte orada olacaktı; biliyordum. Mezuniyet töreninin hemen ardından son kez okulda kalıp balo adı verilen saçmalık için okulca ismini bile hatırlamadığım bir yere gidecektik ki Eslem orasının beş yıldızlı bir otel olduğunu söyleyip duruyordu. Hayatım boyunca lüks abartısından kaçmaya çalışan bir birey olarak sanırım bu bana yapılabilecek en büyük işkencelerden birisiydi ki ben bunu da beklerdim Cengiz Hoca'dan.

Taksi okulun önünde durduğunda ücreti bölüşerek ödedik ve hızlıca araçtan inerek okul bahçesine girdik koşuştura koşuştura. Zaten, tam da bu sırada okul başkanı kürsüye çıkmış öğrenci konuşmasını yapıyordu. Tutuştuğumuz ellerimizi bırakıp kendi sıralarımıza geçtiğimizde -ki sıralarımız birbirine yakındı- Eslem bana bakıp tuhaf yüz hareketleri yaparak beni güldürmeye çalışıyor, başarılı da oluyordu sonucunda. O an arkamda olduğunu fark etmediğim Cengiz Hoca boğazını temizlediğinde irkilerek arkamı döndüm.

"Okulun son günü attırtma kendini bana okuldan," diye söylense de güldüğünü fark etmiştim. Çenemi dikleştirip ona istediği şekilde karşılık verdim ben de gülüyorken: "Buyurun, atın hocam!"

Gülerek başını iki yana salladıktan sonra arkasında bağladığı ellerini açıp hafif hafif tıpışladı sol omzumu, "Hadi hadi, önüne dön de ayıp olmasın arkadaşına."

Dudaklarımda tuhaf, manasız bir tebessümle önüme dönüp sessizce okul başkanımız Janset'i dinlemeye devam ettim aslında duyduklarım bir kulağıma daha dolmadan öbüründen kaçıp gidiyorken. İsimlerimizin tek tek okunma sırası geldiğinde Cengiz Hoca kürsüdeki yerini almış ve birkaç hoca daha Cengiz Hoca'yı takip ederek onun yanında sıralanmıştı. Janset elindeki listeye göre isimleri okuyordu: Her sene olduğu gibi; okulda dereceye girenler, bilgi yarışmalarında dereceye girenler, sporun herhangi bir dalında dereceye girenler, müzik-resim yarışmalarında dereceye girenler, herhangi bir edebi yarışmada dereceye girenler... Gerisi karışık şekilde dağıtılırdı.

"Bu yılın ilk diplomasını not ortalamasıyla okul birincimiz olan Buğra Aslan'a vermek için kendisini ve diplomayı verecek öğretmenimiz Sezgin Baygın'ı davet ediyorum."

Ruhum çekilir gibi hissettim. Üç buçuk ay sonra kendisini görecek olmak mideme krampların girme, mide bulantımın baş gösterme sebebiydi. Bir süre bütün alana hüküm süren sessizlik kendini korumuş olsa da Fizikçi Bayık Sezgin kürsüye çıktıktan, diplomasını Buğra'ya vermesiyle kıyamet koparcasına bir alkış ve ıslık tufanının içine düşmemiz bir oldu. Gözlerimi kaçırdım yüzünü incelememek, üzerinde ne olduğunu görmemek için. Buğra'dan rica edilen konuşmayı duymamalıydım, sırf bu yüzden etrafımda bir hoca olmadığını bilmemin getirdiği rahatlıkla kulaklığımın takılı olduğu telefonumdan bir şarkı açıp müzik dinledim bunun her ne kadar yanlık olduğunu bilsem de.

Teker teker isimleri okunan herkes çıktığında, kürsünün arkası Buğra'yı göremeyeceğim kadar kalabalıklaştığında kulaklığımda çalan şarkıyı durdurup kulaklıklarımı kot ceketimin cebine sıkıştırdım yine. Hemen sonrasında omzuma vuran kişiye, Ali'ye baktım kaşlarımı çatarak. "Müzik yarışmalarında derece yapanlara geldi sıra, ceketini ver."

"Şimdi bu yıl okulumuzu birkaç müzik yarışmasında temsil eden ve üç kez ödül kazanan Neva Karaer'i," dediğinde Janset Ali'ye karşı çıkma hakkımı da yitirmiştim. Ona olan tüm öfkemi bir kenara bırakıp ceketimi verdiğim sırada Janset devam etmişti: "Ödüllerini kendisine vermek üzere okulumuzun Müzik Öğretmeni İlge Koğuz'u kürsüye davet ediyorum."

İçimde hiçbir heyecan kırıntısı yoktu, tuhaf bir şekilde huzursuz ve gergindim. Bacaklarımda hissettiğim titremeye içimden dizdiğim lanetler kulaklarımda çınlıyor, bir yandan da tüm bu lanetlere ters düşecek şekilde bacaklarımın beni yarı yolda bırakmaması için dua ediyordum beni duyacağını umduğum Tanrı'ya. Güçlükle yutkunup kalabalığı bir şekilde yararak ilerlediğim her adımda bedenimdeki gerilim artıyor, kalbim güçlü atışlarıyla dövüyordu göğüs kafesimi. Derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım kendiliğinden al al olan yanaklarımı saklayamadan.
Kürsüye çıkmadan hemen önce sıranın başında bekleyen danışman öğretmenimiz Engin Hoca tarafından omuzlarıma bırakılan cübbe ve başıma yerleştirilen kepi düzeltip iki basamaklı merdivenleri çıktım. İlge Hoca Janset'in yanında durmuş, beni bekliyordu gülümseyerek.

İlge Hoca'nın bana uzattığı diplomayı elime aldım yüzümü ikiye bölen bir gülümseme eşliğinde, onunla sarıldıktan sonra Cengiz Hoca kendisinden beklemediğim bir şeyi yapıp son girdiğim yarışmalardan aldığım plaket ve madalyaların aslını bana verdi, hemen ardından koca kollarıyla bedenimi sardı. "Seninle iyi zaman geçiremedik ama teşekkür ederim kızım, sen olmasaydın belki de bu okul bu kadar iyi anılmazdı her şeyde."

Mahcup bir şekilde gülümseyerek hafif bir dokunuşla Cengiz Hoca'ya sarılıp sırtını sıvazladım boşta kalan elimle. Kameraların flashları patladı, alkışlar duyuldu. Hissettiğim tatlı utançla birlikte Cengiz Hoca'dan geri çekilerek diğer arkadaşlarımın yanına geçtiğimde sıra hiç durmadan akmaya devam etti. Buğra'dan oldukça uzakta ama Öykü'ye yakın sayılacak bir yerde duruyordum. Hemen ardımdan Beliz ve komple isimleri okunan müzik grubu da gelince hissettiğim gerginlik katlanmıştı. Tanıdığım, aramın kötü olduğu herkesle bir yerdeydim; nasıl kötü hissetmeyecektim ki?

Derin bir iç çekip boyu topukluluları sayesinde boyuma yetişen Eslem'in kabarık saçlarıyla dolu başına yasladım başımı. "Yorgunum," dedim sessizce.

Eslem bir elini belime sardı küçük bedeniyle bana destek verir gibi, bu gülümsetmişti tüm gerginliğime rağmen. "Topuklu giymediğine dua et... Janset de ne çene çaldı yahu, alt tarafı bir konuşma yapacaktı!" Dedikoduyu her zaman seven arkadaşım sinirlerimi nasıl yatıştıracağını elbette biliyordu, sırf bu yüzden ona bıraktım kendimi. Bir süre daha böyle durmuş ve nihayetinde okulun tüm öğrencileri olarak sahneye çıkıp ailelerimizin önünde kep atmak için geri sayıma başlamıştık.

Her şeyin sonlanması için son üç. İki ve nihayetinde bir... Bütün kepler havaya uçup göğün bile özgür olmadığı yerde birbirine karışarak yeni sahiplerine ulaştığında konfetiler patlatılmış, Athena grubunun Milli Basketbolcularımız için yaptığı şarkıyı; Oniki Dev Adam'ı çalmaya başlamışlardı. Klişeydi belki ama klişeler güvenliydi, yanlış yapma ihtimalinin imkânsıza yakın olduğu şeylerdi.
Kepler tutulduktan sonra aileler yerlerinden kalkıp tebrik için çocuklarının yanına gelmeye başlayınca kendimi olduğum yerde bir fazlalık gibi hissetmiştim istemsizce. Sahneden inmek için öne doğru birkaç adım attığımda Ali'nin annesi oğluyla birlikte yanıma gelip bana sarıldı, beni tebrik etti ve benim için tuttuğu ceketimi bana geri verdi gülümseyerek. Hemen sonrasında yanıma Eslem'le birlikte babası gelmişti.

"Eslem seni anlat anlat bitiremiyor," dedi Eslem daha önce bahsetmemiş olsa onun babası olduğuna inanmakta güçlük çekeceğim kumrallıkta bir adam, elini bana doğru uzattı gülümseyerek: "Ayhan, Eslem'in babasıyım."

Bana uzatılan eli tutup onunla tokalaştım resmi ama sıcak bir tavırla, "Ben de Neva."

Öyle orada durmuş muhabbet ederken gözlerim tanıdık bir simayı seçmişti Eslem ve Ayhan Bey'in bedenlerinin arasında kalan boşluktan. Gözlerimi kısıp uzaktaki o tanıdık noktaya bakarken kahverenginin güzel bir tonunun dalgalar halinde omuzlara döküldüğü saçların açıkta bıraktığı yüzü daha dikkatli inceledim yan profilden, sanki o kişi izlendiğini hissetmiş gibi birden benim olduğum tarafa dönünde onun annem olduğunu anladım. Güzelliğini yüzüne yaptığı makyajla taçlandırmış, saçları ona günün yıldızı havası katmıştı. Güçlükle yutkunurken bu kez görüş alanıma Onur Aslan'ın genetik olduğunu artık adım gibi bildiğim sağlıklı, fit görünümlü bedeni girmişti; eli annemin belinde duracak şekilde üstelik!

Kulaklarıma dolan ama uğultudan öteye geçmeyen sesler boğuluyor gibi hissetmeme sebep olurken Eslem'in kolundan destek alarak öne atıldığımda bütün dünyanın başıma yıkılmasına sebep olan bir şeyi gördüm: benim üzgün olduğum kadar gergin görünen Buğra, mutlu oldukları belli olan annem ve babasının yanına gitti. Bir kameram olsaydı şayet, işte tam da bu anı bir fotoğraf karesi olarak ölümsüzleştirmek isterdim: Mutlu ve yeni aile tablosu.

Derin bir nefes alıp gözlerimi kaçırarak Eslem'in kolunu sıvazladım ve Ayhan Bey'le vedalaşarak sessizce uzaklaştım oradan, onlardan. Adımlarımın savsaklığına eklenen titremelerim bir krizin yaklaştığını haber ediyordu bana, korkuyordum ancak bir yandan da topuklu ayakkabı giymediğim için şanslı sayıyordum kendimi. Okulun arka bahçesine doğru ilerlerken kendime sakin olmam gerektiğini hatırlatıyordum; sakin olmalı, güçlü durmalıydım. Bir ağacın gövdesine sırtımı yaslayarak ayakta kalacağım şekilde durdum ve derin nefeslerle gözlerimi kapıyı ellerimde tuttuğum ceketimi giydim üşüdüğümü hissederken. Cebimde varlığını hissettiğim telefonuma parmaklarımı sararak onu olduğu yerden çıkardım, gelen mesajları kontrol ettim aklımı dağıtmak için.

"Bu kadar uzun mu sürüyor bu tören ya?"

Savaş'ın mesajı gülümsetirken saate baktım bir an için, sonra Savaş'a geri döndüm hemen: "Beni almaya gelebilir misin? Burada işim bitti..."

Birkaç dakika sonrasında telefonum titreyince rahat bir nefes almıştım. "Ne şanslı kızsın," yazmıştı Savaş, sonra bir mesaj daha geldi ardından: "Ben de Doruk'la iddiaya girdim, arabasına. Bil bakalım kim kazandı?"

Gülerek başımı iki yana salladım hafifçe, "Tabii ki sen."

"Geliyorum, Sarı."

Telefonu cebimdeki yerine bırakıp diğer elimde sıkı sıkı tuttuğum plaketi göğsüme yaslayarak ona sarıldım sanki tüm gücüm ondan geliyormuş gibi. Başımı da ağacın sağlam gövdesine bırakıp kapadım gözlerimi kendime dinlenme şansı tanıyarak. Bugün iyi anladığım bir şey varsa o da kötülük yapan insanların bir şekilde daha mutlu olabildiğiydi, iyiler hep mi daha çok üzülmek zorundaydı?

"Kızım..."

Duyduğum sesle irkilip gözlerimi açtığımda üzerinde, kendisine çok yakışan beyaz, dar kesim bir pantolonla kırmızı, geniş bir gömlek olduğunu görmüştüm kalabalıkta tam olarak ne giydiğini seçememişken. Gözlerimi kıyafetlerinden çekip gözlerine kaldırdığımda kehribar rengi gözlerini saran duyguları anlamlandırmaya çalışıyordum. "Oğluna bakıyor olman gerek, dilin sürçtü herhalde?" Sesim acımasızdı, acımadım da zaten. Daha önce annemin bana acımamış olduğu gibi ben de on acımadım.

Olduğu yerde kalıp adım atamadığı anda aramızdaki mesafeye baktım göz ucuyla, on beş yirmi adım yakınımdaydı annem ama daha uzaktı. Başını hafifçe eğip koluna astığı cekete daha sıkı sarıldı ve belli belirsiz bir baş sallamasıyla onayladı beni. "Seni tebrik etmek istemiştim."

"Yeni ailenden vakit bulabildin demek," dedim gülerken, başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğdim. "Saadetiniz göz kamaştırıcı doğrusu." Kot ceketimin içindeki telefon uzun uzun titremeye başladığında Savaş'ın geldiğini anlamıştım bu arama sayesinde, sırtımı yasladığım ağaçtan uzaklaştırarak okulun çıkışına doğru yürümeye başladım buradan bir an önce kurtulma isteğimi bastıramadan. "Ne biliyor musun, biricik müstakbel kocanın çok sevdiği oğluna sor bakalım sana 'cici anne' demek yerine nasıl seslenmeyi tercih edermiş acaba?"

Bir rüzgâr esip aramızdaki boşluğa dolarken o rüzgârla birlikte geçip gittim yanından. Dönüp omzumun üstünden bakmadım ne halde olduğunu görmemek için çünkü biliyordum ki, görürsem gidemezdim. Bir elimi boğazıma yasladım yutkunmamı kolaylaştırabilir gibi, güç nefeslerle okulun ön bahçesine ulaşıp çıkışa doğru ilerlemeye başladığımda Eslem'in bana balo saatini hatırlatan sesini bıraktım bir tek ardımda. Son engeli de aşıp okul kapısından çıkarken karşı kaldırımdaki tanıdık arabaya doğru ilerledim hiç düşünmeden. Savaş camları açmış, telefonunu elinde çevirerek oturuyordu sürücü koltuğunda. Kapıyı açtığımda dikkatini üzerime çekmiştim.

Koltuğa yerleşir yerleşmez kemeri bağlamış ve elimdeki plaketle boynuma asılan iki madalyayı arka koltuğa bırakıp Savaş'a dönmüştüm gülümseyerek. Sarılıp sarılmamak arasında gidip gelen aklım yüzünden ne yapacağımı bilmez bir şekilde ona bakıyordum. Bana doğru uzanıp yanağını yanağıma yaslayacak şekilde bir sarılmanın önünü açmıştı. Gözlerimi kapayıp gülümsedim buruk bir tebessümle, o çekilince toparlanmam güç olmamıştı ama bunu içimde bir yara olarak kabul edip beslemeye başlamıştım bile.

Önüme dönmeden onu izleyeceğim bir şekilde oturarak bir bacağımı -eteğime dikkat ederek- altıma almıştım, bir elimle emniyet kemerimi tutuyordum, "Okuldan, yarışmalardan kazandığım madalyalarımı verdiler," dedim konuşmuş olmak için.

Dudaklarına yerleşen gülümsemenin kıvrımlarında gururu görmüştüm, "Üç tane, az geldi sanki bana biraz..."

Ben de onunla birlikte gülüp radyoya uzanarak herhangi bir kanalda durdum sırf kuru gürültüye bile ihtiyacım vardı, arkama yaslanıp camdan dışarıyı izlemeye başladım hafif bir tebessümle. "Bana sadece diploma verseler bile sesimi çıkarmazdım, bunu beklemiyordum."

Kaşları hafifçe kalkarken o da gülmüştü. Direksiyonu iki eliyle kontrol edenlerdendi Savaş, kontrolü elinden kaçırdığında panik yapanlardan olacağı gibi tıpkı. Bu detay gülümsememe sebep olurken başımı yine tam olarak cama çevirip dışarıyı izleme işine kaldığım yerden devam ettim gördüklerim zihnimi doldurduğu için. "Hatırlıyor musun, sana annemle ilişkimden bahsetmiştim," diye sordum sessizce konuşurken, içimde tutmak istemedim.

"Hı-hım."

Gözlerimi kapayıp alnımı cama yasladım yolun bozuk olduğu kısımlarda kafamı çarpma ihtimalimi göz ardı ederek, "Buğra'nın babası anneme evlilik teklifi etmiş ve o da kabul etmiş." Sessizliğini koruyan Savaş'ın duygularını anlamak benim için epey zorlaşmışken devam ettim: "Buğra bunu benden saklamış."

"O kadar?"

Başımı sallayarak onayladım ifadesiz sesine karşı koymayıp, "O kadar," dedim onun ifadesiyle ve sonra sessizce ona döndüm hafif bir tebessümü koruyan yüzümle. "Saat altıda başlayacak balo."

Kolundaki saate göz ucuyla baktığında dikkatim dağılmıştı, arabaya bindiğimden beri yapmadığım şeyi yapıp Savaş'ı süzdüm: Üstüne beyaz bir ceket giymiş, altındaysa siyah bir kumaş pantolon vardı ama modern kesimdi anladığım kadarıyla; ne çok dar ne da çok aşırı bol. İlk iki düğmesi açık olan gömleği beyazdan çok kumrala yakın olan tenini gözler önüne sermişti. Boynunda yeniden gördüğüm zincir yapısına yakın kolye güldürmüştü beni, "Kanında apaçilik yok dimi, az sonra Arsız Bela söylemeyeceksin?"

Gülerken başını hafifçe bana çevirdi, gözlerinde şimdi eğlendiğini belli eden bir ifade vardı. "Bakıyorum da sıkı takip ediyormuşsun. İtiraf et, dinliyor muydun yoksa?"

"Ne münasebet canım!" Kıkırdarken başımı iki yana sallayıp onu biraz daha incelemeye devam ettim: Kulağındaki gümüş halka küpesi aynı yerindeydi ve bu kez parmaklarındaki yüzükleri de görmüştü. Sol elinin yüzük ve başparmağı, sağ elinin işaret ve serçe parmağı birbirinden farklı kalınlıkta yüzüklerle doluydu. Direksiyondaki sağ eline uzanıp tuttuktan sonra elini kucağıma indirdim avuçlarımız birbirine değecek, onun eli üstte kalacak şekilde duruyorken ellerimiz. Sol elim boşta olduğu için rahatça yüzükleriyle ilgilenebilirdim şimdi...
Gülümserken derince bir nefes alıp işaret parmağındaki yüzüğüyle oynamaya başladım onu parmağında hareket ettirirken. "Anlamları var mı," diye sorduğumda işaret parmağındaki yüzüğe daha dikkatle baktım, simsiyahtı. Taş olması gereken yer mattı ve cam değildi ama çözebildiğim bir şey de değildi. O kadar farklı, o kadar güzel duruyordu ki... Utanmasam parmağından çıkarıp kendi parmağıma takardım büyük görüntüsünü kaba durabileceğine aldırmadan. Nitekim öyle de yaptım, Savaş konuşmak için derin bir nefes alır almaz parmağından yüzüğü çekip kendi sol elimin işaret parmağına taktım.

Savaş'ın şaşkın yüzü karşısında gülümserken elimi kaldırıp yüzüğe bakıyordum mutlu bir şekilde, "Bunu nereden aldın, ben de almak istiyorum!"

Hâlâ birbiri üzerinde duran ellerimize kısaca bakıp elini, elimin üstü avuç içinde kalacak şekilde çevirerek uzun bir aradan sonra ilk kez parmaklarımızı kenetlemişti. O tanıdık huzuru hissederken, dahası buna duyduğum ihtiyaçla sarsılırken elimi çekemedim avucunun altından; gülümseyerek ona döndüm sessizce. "Bursa gezimiz vardı, o zaman almıştım Kapalı Çarşı'sından, " dedi kırmızıdan sarıya, sonrasında da yeşile dönen ışıkla birlikte o da önüne dönmüşken. "Senin olsun, ben çok kullanmıyorum zaten."

Geri vermek için dirensem de karşı çıkmıştı Savaş, bende kalmasını istediğini söylemiş ve kendince konuyu kapamıştı. Açıkçası, yüzüğü o kadar beğenmiştim ki geri verip vermemek konusunda hâlâ karar verdiğimi söyleyemezdim.

Arabayı park ettiğinde kemerimi açıp etrafa bakındım nereye geldiğimizi anlamayarak, "Neredeyiz?"

Ön camdan işaret ettiği yere baktığımda Galata'da olduğumuzu anlamıştım, gülerek arabadan çıktım Savaş'ı beklemeden ve üzerimdekilere aldırmadan. Gülerek etrafımda yavaşça döndüm, birçok insan cıvıl cıvıldı, o renklerin hepsi bana geçiyor gibi hissediyordum. Savaş arabadan inip bagaja doğru ilerledi, bagajdan ne aldığını yanıma geldiğinde görüştüm; gitarı yanındaydı. Gülerek kolunu omzuma attığında ince aralığa doluşan insanlardan bir çift olup biz de Galata'ya doğru ilerlemeye başlamıştık, ta ki bir grup sokak müzisyeninin yanında durana kadar da yürümüştük.

Savaş, isimlerini Hayrettin, Celal, Hamdiye ve Gürsel olan dört kişiyle tanıştırmıştı beni. Hamdiye tam bir hippiydi, tek tek örülmüş saçlarını bir bandanayla toplamıştı ve üzerinde salaş bir sporcu atletiyle altında ben giysem çuvala benzeyecek, uçları gül gibi kat kat inen bir keten etek vardı. Sol ayak bileğindeki iki halhal dikkatimi çektiğinde bir tanesini çıkarıp bana vermiş, ben kabul etmeyince "Aman, sana mı soracağım," diye beni azarlayarak ayak bileğime takıvermişti halhalı. Şaşkınca ona bakarken o gözleri gülerek beni izliyordu.

Hamdiye eline def alarak elinde zil tutan kuzeni Hayrettin'in yanına oturdu, Savaş ayakta dururken gitarını kucağına iyice yerleştirdi. Celal ise yanında duran çantadan üstünde Matruşka bebeğinin resmi olan bir çift maracas çıkartıp benim elime tutuşturarak hemen yanı başında duran akordeonu boynuna astığı gibi başını sallayarak onayladı ve şöyle mırıldandı: "Son ki üç dört..."

Savaş gitarla müziğe girdiğinde ne yapacağımı bilemez halde elimdekilerle duruyordum. Martı sesleri gökyüzünü coşturuyor, insan gürültüsüne Savaş'ın gitar sesinden sonra def ve hafif bir tonda duyulan akordeon sesi karışıyordu. Hamdiye derin bir nefes alıp gülümseyerek kapadı gözlerini, sonrasında ondan duymayı beklemediğim sesi tüm müzik aletlerini bastırarak duyuldu:

"Gözyaşına dök yağmuru
Düş uçacak bahara doğru
Yollar açılıp konuşacak"

Hemen ardından son dizeyi Savaş devraldı: "Mutlu edeceğim yokluğunu..."

"Huyumdur hep, ölürüm
Nice aşklara bölünürüm
Ayımdır hep, tutulurum
Nice ışıkla korunurum

Mm..."

Gülümserken ritmi kavrayıp ellerimdeki maracasları yavaş yavaş sallamaya başlamıştım Savaş'a gülümserken, Celal Savaş'la birlikte nakarata girerken Hayrettin sadece zil çalmıyor; kendince acapella yapıyordu:

"Hüzün kovan kuşu gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli âşık şarkıma karşılık vermiş...

Hüzün kovan kuşum gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli aşkım şarkıma
Karşılık vermiş..."

Tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlayan bu insanlar aslında birbirlerine hiçbir şekilde uymuyordu. Daha nakarat kısmının son kısmının son dizesi bitmemişken Hamdiye erkeklerin de sesini bastırarak kendine düşen kısmın sözlerini okumaya devam etti:

"Işığım içimden gelir
Yani gölgem kendimden
Aşktır ölümden güzel olan
Bak ve gör, yaşam
düşlerdedir

Huyumdur hep, dirilirim
Nice dağlardan dökülürüm
Ay'ımdır hep, kararırım..."

Savaş yine Hamdiye'yi bastırıp son dizeyi mırıldandı: "Nice öpüşle aklanırım..."

"Mm...

Hüzün kovan kuşu gelmiş,
Gecemin yanağına konuvermiş
Ay tenli âşık şarkıma,
Karşılık vermiş...

Hüzün kovan kuşu...
Hüzün kovan kuşu...
Hüzün kovan kuşum...

Hüzün kovan kuşum gelmiş,"

Gülerek elimdekileri indirdiğimde Savaş bir kolunu açıp beni kendisine çekmişti, başımı omzuna bırakıp gülümseyerek ona baktım onun da beni izlediğini bilerek.
"Hüzün kovan kuşum gelmiş,
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli aşkım şarkıma
Karşılık vermiş..."

Yanaklarım ısınırken başımı hafifçe öne eğdim gülümseyerek, gözlerimi kapayıp derin bir nefesi ciğerlerime doldurduğum sırada Savaş'ın dudaklarını şakağımda hissetmiştim. Etrafta durduğum alkış sesleri daha çok utanmama ve Savaş'ın yüzünün arkasına saklanmama sebep olmuştu, tabii ben bunu yapınca gülüşme sesleri eklenmişti o alkışlara.

Biz Savaş'la birbirimize sarılmış dururken diğerlerine göre bizi daha dikkatli izlemesine karşın rahatsızlık duyduğum Celal tüm sesleri susturacak bir şey yapıp akordeonu tekrar çalmaya başladığında bu kez herkes şaşkınca ona dönmüştü, yine de Savaş bana sardığı kolunu çekmeden duruyordu yanımda.

"Özledim seni, düştüm yollara...
Açtım gönlümü rüzgârına...

Bir hayal sanki, bir macera
Yıkıldım, kelimeler paramparça...

Yandım yandım, yandım yandım
Ah ki ne yandım!..
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın.
Baka baka doyamadım, hem kokladım da
Sarhoşluğu geçmedi hâlâ...
İçimde sevdam..."

Hayrettin Savaş'ın elinden gitarı alarak Celal'e ayak uydururken Hamdiye'nin çoktan moda girdiğini görmüştüm, elindeki defle o da ritim tutuyor ve Celal'e eşlik ediyordu şarkıyı söylerken. Saçlarımın arasında dudaklarını hissediyordum Savaş'ın, öylece derin bir nefes alıp o da mırıldanmaya başladı aslında sadece benim duyacağım bir sesle. Diğerleri susmasaydı tabii.

"Hâlâ hoş bir havan var ve güzel adın
Bir çizik attın gönlüme, kanattın...

Yandım yandım, yandım yandım
Ah ki ne yandım!
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın...
Baka baka doyamadım, hem kokladım da
Sarhoşluğu geçmedi hâlâ...
İçimde sevdan...

Seni görebildiğim yer, rüyalar artık
Deli diyorlar bana
Ah, bu ayrılık..."

Gözlerimi kapmış, daha sıkı sarılmıştım Savaş'a. Belimdeki ellerinin tutuşu kuvvetlenirken Hamdiye'nin jazz için daha uygun olduğunu düşündüğüm sesi son kez nakaratla duyuldu, şarkıyı bilerek uzatıyor gibi bir hali vardı aslında. Bozuntuya vermedim bu benim de işime geldiği için o an, başım Savaş'ın omzunda duracak şekilde kollarına tutunup onun salınma hareketine ayak uydurdum sadece belimi kıvırıyorken.
Bu şarkı bitmiş, yerini başkaları almış ve kimi zaman ritim yükselerek heyecanlı, canlı bir şeyler söylenip çalınmıştı. Savaş'la birlikte onlara eşlik ediyordum, dudaklarımda kahkahaya meyilli koca bir gülümseme ve biliyordum ki tüm dişlerimi göstererek dolu dolu güldüğüm, kahkahalarıma izin verdiğim nadir zamanlardan biriydi bu anlar benim için. Hepsi kıymetliydi, bu yüzden onların hepsini zihnimin en güzel köşesinde içi çiçek dolu bir bahçe ayırmıştım; orada yeşerip açacak, iyilikler için tomurcuklanacaktı.

Bir süre daha bu grupla birlikte vakit geçirdik, Celal ve Savaş'ın yetimhaneden arkadaş olduklarını öğrenmiştim. Hamdiye ve Hayrettin ise teyze çocuklarıymış, aynı yıl doğmuşlar; Hamdiye dört ay arayla ben ablayım diyenlerdendi. Anneleri çok iyi iki kız kardeşmiş ve bu da o ikisinin kardeş gibi yetişmesine sebep olmuş, isimlerinin benzerliği de buradan geliyormuş anladığım kadarıyla. Saat yediye yaklaşırken Savaş'la birlikte Doruk'un arabasına geçip balonun yapılacağı otele doğru ilerlemeye başladık.

"Arka koltuktaki ceketimin cebinden telefonumu alır mısın," diye sordu Savaş yola dikkat kesilmişken, onun yerine uzanıp arka koltuktaki siyah ceketinden telefonunu aldım elime ve ona uzattım bir şey demeden. "Ekranı yana kaydır, şifresi yok zaten." Kaşlarım çatılırken dediği gibi ekranı kaydırdım, interneti açık olduğu için mesajlar birer birer düşerken mesajların geldiği uygulamaya girip baktığımda ikimizin fotoğraflarını gördüm, hepsi Celal'den gelmişti mesajların.

Gülümseyerek Savaş'a döndüğümde arabayı boş bir yere park etmek üzereydi, bana göz kırpıp önüne dönünce gönderilen ilk fotoğrafın üzerine basıp tek tek dolaştım diğerlerini. Bir fotoğrafta belimi iki eliyle tutuyordu Savaş, ben bir elimi koluna koymuşken diler elim omzundaydı ve yanağımı onun omzundaki elime yaslamıştım. Çenesini alnıma dayayan Savaş'ın gözleri de tıpkı benimkiler gibi kapalıydı, yüzündeki gülümsemenin derinliği benimkisini yerle bir edecek kadar güzeldi. Gamzeleri yanaklarında derince belirmiş, gülümsemesi kocaman gözükmüştü; sadece huzuru barındırmıyordu üstelik, benimkinin aksine.
Ona yaptığım haksızlık yüzüme bir tokat gibi çarptığımda elimde olmadan düştü yüzüm, derin bir nefes aldım.

"Yapma Neva," dedi Savaş arabayı park ettikten sonra, çenemi iki parmağıyla kavrayıp yüzümü kendisine doğru kaldırdı, "Ne düşündüğünü anlayabiliyorum ama benim senden bir beklentim..." Devamını getiremediği cümlesiyle burukça gülmüştüm, tamamladım onun yerine kendi cümlesini: "Var Savaş, her zaman olmalı da zaten."

"Öyle değil," diye itiraz etti kaşlarını çatarak, "Öyle herkesinki gibi değil. Sadece mutlu olmanı istiyorum ben, hem biliyorum." Sesi sonlara doğru kısılırken çenemde duran başparmağını hüzün dolu olsa da gülümseyen dudağımın kenarına, gülüş çizgime koyup okşadı ince derisi altındaki tenimi. "Beni seviyorsun, sadece aklın karışık."

Bu kez gerçekten gülümserken buna utancım eklenmişti, son zamanlarda hissettiğim en gerçek tek duygu bu gibiydi. Kemerimi açıp arkadaki ceketini elime alıp ona uzattıktan sonra arabadan çıktım cevap vermeden, cevap vermeyeceğimi biliyordu zaten Savaş; hatta bu sessizliğimi hep olumlu şeylere yoruyordu ilk günlerden beri.

O da arabadan indikten sonra kapıları kilitleyip yanıma geldi ve elimi tuttuğunda birlikte otelden içeriye girdik. Neredeyse herkesin bulunduğu, velilerin hiçbirinin olmadığı havuz başında içerideki insanlara bir partiye değil de diskoya gelmiş havası verecek, sakin ama insanın kanını sahiden kaynatan bir techno müzik çalıyordu. Gülerek Savaş'a baktığımda etrafı incelediğini görmüştün, "Bakma bunların çoğu alışık bu ortama," dedim bu haline gülerken.

"Belli oluyor," diye söylendi ağzının içinde.

Neredeyse bütün gece boyunca burada olacağımız düşünülerek kokteyl masalar yerine normal, sandalyeli masalar kurulmuştu ancak lüks bir yer olduğu masa ve sandalye dizaynlarından bile belliydi. Yüzümü buruşturarak boş bulduğum bir masayı Savaş'a gösterdim, oraya doğru ilerlemeye başladık. Dışarıdan gelen birçok kişi olduğu için ben rahattım ama Savaş benim okul ortamıma girdiği için biraz gergin gözüküyordu.

Yan yana duran sandalyelere oturduğumuzda Eslem'in bana seslendiğini duymuştum, Savaş'a gülümsedim güvence verir gibi. "Hamdiye'nin esmer ve biraz daha moda düşkünü haliyle tanışacaksın. Sanırım tek gerçek arkadaşım," dedim belirtme gereği duyarak.
Eslem yanımıza geldiğinde hemen benim yanımdaki sandalyeye oturmuş ve yüzünde koca bir gülüşle elini uzatmıştı Savaş'a, "Sonunda tanışabildik yahu, daha ne kadar bekleyebilirdim bilmiyorum."

Savaş'ın yüzündeki gergin gülümseme silinip yerini bilmiş, mutlu bir gülümsemeye bırakırken ben de rahat bir nefes almıştım. "Henüz tanışamadık sanki," dedi Eslem'e gülerken, tabii bu sırada Eslem de beni dürtmüştü.

"Ah, unuttum... Savaş, bu deli Eslem oluyor." Gülümseyerek Eslem'e döndüm o bana sırıtırken, "Eslem, bu gördüğün beyefendi de Savaş oluyor..."

Biz konuşmaya devam ederken, daha doğrusu Savaş ve Eslem birbirleriyle tanışırken otel tarafından ayarlanan menülerin doldurulduğu tabaklarımız servis edilmiş ve yemekler yenmişti. Yine koyu bir muhabbetin ortasında çalmaya başlayan Ajda Pekkan'ın Bambaşka Biri şarkısıyla sanki işaret almış gibi gözleri parlayan Eslem gülerek elimi tuttu, Savaş da zaten benim elimi tutuyorken beni çekiştirmesiyle ben de düşmemek için sıkı sıkıya tutunduğum Savaş'ı çekince hepimiz birlikte kalkmış olduk. Eslem bizi sahneye çekiştiredursun yeniden konfetiler patlatılmış, hatta yukarıdan sahnede dans eden insanların üstüne köpükler akıtılmaya başlanmıştı.

Çekingen tavırlarından sıyrılan Savaş'la Eslem tarafından sahneye itildiğimizde bundan kaçmayarak diğer herkesle birlikte, yine herkese ayak uydurarak dans etmeye başlamıştık. O sırada gözden kaybolan Eslem şarkılarla uğraşan adamın yanına gidip mikrofonu eline alarak Ajda'yla kendince düet yapıyordu halinden memnun bir şekilde. Bir elimi Savaş'ın omzuna koyup ondan destek alarak, gülüp eğlenerek daha çok yerimde hopluyordum; danstan anladığım tek şey de buydu zaten.

Şarkının ilerleyen yerlerinde dans edenler bir çiftin etrafında çember oluşturmaya başlayınca Savaş ve ben de onlara katılmıştık. İki sevgili de 90'lardan fırlamış gibi giyinmişti, kızın kabarık siyah saçlarına iliştirilmiş tüllü tacın bir kısmı yüzünü örtüyordu ve üstündeki elbisenin kemer kısmından aşağısı beyaz üzerine büyük siyah puantiyelerle doluydu. Ayağındaki kırmızı, yumurta topuklu ayakkabılarıyla çok şeker duruyordu açıkçası. Eteğinin bir ucunu eliyle tutmuş, diğer eliyle sevgilisinin elini tutup birbiriyle uyumlu ayak hareketleriyle sahnenin tozunu attırıyorlardı.

"Oh yaşadım ve yaşıyorum
Başım yukarda meydan okuyorum
Hayata ve sana
Gönlüm doluyor aşkla
Barıştım bak hayatla
Başladım yaşamaya hey hey hey"

Erkek, sevgilisini parmak uçlarını tutarak onu etrafında döndürüp ileri doğru itmiş ve kendi koluna dolayarak çekmiş, yere eğmişti hızlıca. Kız, aynı hızla doğrulup sevgilisinin elini sıkıca tutarken yine birbirine uyumlu hareketlerle bedenlerini oynatıyor, kimi zaman ayaklarını ileri doğru savuruyorlardı. Onlar dans ederken kameralarıyla onları videoya alanlar da oluyordu fotoğraflarını çekenler de ancak onların etrafını saran kişiler de hiç rahat durmuyordu yerinde, herkes bir hareket halindeydi. Savaş'ın karnıma sardığı ellerini bileklerinden tutmuştum, sağa ve sola hafif bir eğilme hareketiyle biz de sözde dans ediyorduk işte, amaç eğlenmekti ki eğleniyorduk çokça.

"Olmaz artık,
kapı açık!
Arkanı dön ve çık,
istenmiyorsun artık!

Bir zamanlar sen de bana acımadın
Yalnız kaldım,
yıkılmadım, ayaktayım
Oh, yaşadım, yaşıyorum
Başım yukarda meydan okuyorum
Hayata ve sana
Gönlüm doluyor aşkla
Barıştım bak ben hayatla
Başladım hey yaşama
Hey he-ey!"

Şarkı bittikten sonra ıslıklar, alkışlar dinmemiş; bazıları hızını alamayıp resmen böğürmüştü: "Bi' daha, bi' daha, bi' daha!"

Gülümseyen gözlerimi Savaş'a kaldırdığımda onun da beni izlediğini fark etmiştim, gülümsemem elimde olmadan büyüyüp kocaman oldu. "Eğleniyor musun," diye sordum bunu gerçekten merak edip isteyerek. Benim yanımda eğlenebilmesini istiyordum, daha doğrusu ilk kez yaşadığım bu heyecanlı ortamda benimle birlikte eğlenebilmesini istiyordum.

"Eğleniyorum." Cevabı çok uzun sürmeden geldiğinde bunu şakağıma kondurulan minik bir öpücük takip etmişti, gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım huzurla. "Teşekkür ederim Savaş, kendimi çok güzel hissediyorum senin sayende."

"Zaten öylesin, Sarı."

"Böyle çok güzelsiniz," diye bağıran Eslem elindeki mikrofonu mikrofonluğa yerleştirip kocaman gülümseyerek herkese baktı heyecanla, "Kendimi konser veriyor gibi hissettim ve bu yüzden şimdi buradan inmeyip benim için çok değerli olan bir şarkıyı söyleyeceğim, umarım bana eşlik edersiniz." Sonra kıkırdadı, iki eliyle kavradı mikrofonu, "Bazılarınız dans da edebilir tabii."

Gitar sesi girince Savaş'ın dudaklarındaki gülümseme büyümüştü, "İngilizce öğrendiğim ilk şarkı buydu," dedi gözleri beni izliyorken. Şarkının ismini soracağım sırada Eslem sözlerini söylemeye başladı:

"Twenty-five years and my life is still
Trying to get up that great big hill of hope
For a destination

I realized quickly when I knew I should
That the world was made up of this brotherhood of man
For whatever that means"

Bu şarkıyı sahiden ilk kez duymuştum, benim gibi bilmeyen birkaç kişi daha vardı ama onun haricinde bilenler Eslem'in güçlü sesine eşlik ediyordu Savaş'ın sözleri kulağıma okuduğu gibi. Gülümseyerek onun sesinden dinliyordum ben daha çok, onu ilk kez duyuyordum İngilizce bir şarkı söylerken ve itiraf etmeliydim ki sesine yakışıyordu.

"And I say, hey yeah yeah, hey yeah yeah
I said hey, what's going on?"

Gülerken başımı iki yana salladım, asla iyi bir şekilde konuşamadığım İngilizcemle nakaratı ikinci kez okuduğunda ona döndüm: "I said hey, what's going on?"

Eslem yerini görevliye bırakıp sahneye inerken çocuk gülerek başka bir CD taktı önündeki aletlerden birine. "Madem eskilere döndük o zaman size güzel bir İngilizce şarkıyla daha geliyorum," dediğinde bu kez bildiğim bir şarkı çıkmıştı. Şarkının başındaki gitar sesine gülerken Savaş'ın elini tuttum ve Cat Stevens'in sesi koca alana dolmaya başladığında onun önünde duracağım şekilde etrafımda dönüp diğer elimi omzuna yerleştirdim: "Benimle dans eder misiniz bayım?"

"Onur duyarım my Lady D'Arbanville," dedi geniş bir gülümsemeyle bana bakarak, boştaki elini belimin kavisine yerleştirip benimle dans etmeye başladı kulağıma yine sözleri mırıldanırken.

"Bu şarkıyı çok seviyorum," dedim sessizce konuşurken, zihnim sözleri çevirirken gülmeden edememiştim.
Kadınım d'Arbanville, öyle soğuk görünüyorsun ki bu gece
Dudakların sanki kışı andırıyor...

"O zaman, senin şarkın olsun?" Ürktüğümde Savaş da anlamış olacak ki yüzündeki gülümseme donup kalmıştı, yüzündeki gülümsemeyle biz de yerimizde donuş gibi durmuştuk öylece. Elimi havada tutan eli yavaş yavaş düşüp belimdeki yerini almıştı, korkusunu hissediyordum gergin teninin altından. Sanki beni kollarında kaybolacağım ölümden kendi kollarıyla koruyup kurtarabilirmiş gibi sarmıştı.

Neden böylesine yavaş nefes alıyorsun, neden böylesine yavaş nefes alıyorsun?

Dudaklarım aralandı konuşmak için, söylemek için ama nafileydi, boş nefes dışında hiçbir şey çıkmıyordu dudaklarımın arasından. Gözlerimi kapayıp üzgünce başımı öne eğdiğimde belimde hissettiğim boşluk güçlükle yutkunmama sebep oldu fakat hemen sonra Savaş'ın belimden çekilen yanağımı bulunca daha rahat bir nefes almıştım.

Seni sevdim kadınım

Ve ne olduğunu anlamadığım bir anda nefesimin boğazımda tıkanmasına sebep olan bir öpücük bırakıldı dudaklarıma Savaş tarafından. Bütün hislerim, düşüncelerim birbirine girerken düşeceğimi sandığımda Savaş'ın ceketinin yakalarına tutunmuştum. Belimde tutuşu sıkılaşan kolunun hemen ardından dudaklarımdan çekilmeyen dudakları beni zorlamadan, nazik ve iliklerime kadar hissettiğim saf sevgiyle, şefkâtle bir öpücük daha bıraktı dudaklarıma.
Kirpiklerim açılmak için titrerken nefesi de öpücüğünden sonra tutunacak bir el gibi dudaklarımın üzerine bıraktığında alnını alnıma yaslamıştı, "Seni sevdim, Güneş."

İçinde yattığın mezara rağmen
Daima seninle olacağım
Bu gül hiç solmayacak, bu gül hiç solmayacak

Şarkının sözler, Savaş'ın öpücüğü... Hepsi birbirine girmişti, kaşlarım çatık bir şekilde kalmıştım. Gergindim, az önce savaş tarafından öpülmüştüm. Hayır hayır, böyle bir şarkıda Savaş tarafından öpülmüştüm.
Gergindim; dudaklarımı ıslatmak, kemirmek istiyordum ama bunların hepsi yanlış anlaşılacak şeylerdi. Güçlükle yutkunup ciğerlerime yetmeyen bir nefesi soluduğum da Savaş da bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmıştı. Beni sahneden indirip kenardaki sandalyelerden birine oturtarak önümde eğildiğinde birbirimize bakmak dışında hiçbir şey yapmıyorduk. Biliyor muydu?

"D'Arbanville ölü bir kadın," dedim çıkmayan sesimle konuşurken.

Sen de ölmek üzere olan bir kadınsın.

Kaşlarım çatılırken onun da kaşları çatılmıştı, bilmiyordu. Pot mu kırmıştım? Gergince gülümseyip ondan gözlerimi kaçırdım ve ancak o zaman derin bir nefes alabilmiştim. "Seni seviyorum Savaş, sevgine senin gibi karşılık veremediğim için özür dilerim."

Dizlerimdeki ellerimi tutup dudaklarına götürerek öptüğünde göz ucumla kaçamak bir şekilde onu izlemiştim, ellerimi öperken bile kapamıştı gözlerini. Dayanamayıp sordum bu kez: "Niye beni böyle çok seviyorsun?"

Ellerimi avuç içlerinde tutup havaya kaldırdı ikimizin de görebileceği hizada tutarak, gözlerimin içine bakıyordu çakmak çakmak yanan gözleriyle ve ben kendimi gittikçe daha fazla suçlu hissediyordum. Ellerimi çekmek için bir hamle yaptığımda onlara daha sıkı sarıldı, çekilemedim. Tüm yanlışlarıma rağmen bunu da yapamadım, gidemiyordum ondan.

"Ben senin önüne bir mum koydum, Neva. Ucu yanan bir mumdu bu. Sana o mumu öylece yanar bir şekilde kalmasını istediğimi söyledim ve sen de ellerini o mumun etrafına sardın." Sessizce derin bir nefes alırken sol elini başparmağıyla sağ elimin avuç içini okşadı, gözlerini gözlerimden çekmiyordu ve sanki orada bir yere dalmış gibi bir hali vardı. "Küçükken karanlıktan korktuğumu bildiğin için yaptın bunu en çok da, sarmak istediğin yaralarım için kendi ellerini yakmaktan da çekinmedin. Ben seni en çok kendim için seviyorum."

Yanlış zamanda gelen doğru fırsatlar, doğru insanlar... Savaş, bu dünya üzerinde ve hayatımda var olan en doğru insandı benim için fakat zamanı yanlış olan kişi bendim. Onun doğru kişi olduğunu bilip hissediyor olmama rağmen inancım bu yönde kırıktı. Bildiğim bir diğer doğru ise benim Savaş için yanlış insan olduğumdu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top