acı dolu feryatların notası ♫ ♪

Yeniden merhaba, kısa görünümlü ve uzun olmamasına rağmen çok süren bir aradan sonra... Yeniden sizlerleyiz. Uzun soluklu, inişli çıkışlı bir bölüm oldu ve umarım hoşunuza gider ama bölümün öncesinde prolog bölümü okumanızda fayda var. Beni güzel yorumlarınızdan mahrum bırakmamanız dileğiyle... Keyifli okumalar!^^

Bölüm Parçaları:
1. Tomorrow We Sail - Eventide
2. Adele - Skyfall*
3. Kaiti Kink Ensemble - Remedy*
4. Trading Yesterday - Shattered
5. Cem Adrian - Yağmur (bunu sonlara doğru mutlaka dinlemenizi tavsiye ederim)

Not: * işaretli şarkılar bölümde geçmektedir, son şarkıyı bölümün sonlarına doğru mutlaka dinlemelisiniz.
DİPÇE: Bölümü çoğunlukla telefondan yazdım ve yazım yanlışlarını düzeltmeye çalıştım, eğer gözünüze çarpan bir hata olursa oraya yorum bırakmanız çok işime yarar... Malum8 benim gözler ve parmaklar iflas.

Yirmi Sekizinci Bölüm

Artık öyle çok uyuyamıyordum. Nefeslerim tıkanıyordu, yatakta uzanırken acıyordu canım. Sanki çok uzun süredir ayakta kalmışım gibi şişmişti ayaklarım, tuhaf bir görüntüleri vardı ve bu her ne şekilde olursa olsun iyi hissettirmiyordu. Olmayan iştahım hepten kaçıp uzaklaşmıştı benden, kilo vermiş olsam da vücudumdaki ödemden dolayı bunun pek de anlaşılmadığının farkındaydım. Yine o onar dakikalık, sonu öksürük krizleriyle biten uykulardan birinden uyanmıştım sabahın dördünde; bedenim acı bir kasılmayla titriyordu hâlâ.

Oturduğum koltukta arkama yaslanarak kapadım gözlerimi, ciğerlerimi rahatlatmasını umduğum bir nefesi aldım acıyı umursamadan. Daha fazla oturamayacağıma karar verdiğimde bacaklarım sızlıyordu, ayağa kalkıp içeriden çıkacak hastayı beklemeye başladım. Dedemin ölümünün ve ağrılarımın artışının ardından -ki bunun üstünden on gün kadar bir zaman geçmişti- Buğra'nın beni getirdiği hastaneye gelmiştim, elimde sonuçlar vardı ve aynı belirtilere rastlanmıştı. Yerinde duramayan, oradan oraya sıçrayıp yayılan, küçük ve yaramaz kanser hücreleri... Kimin yanına gideceksin, diyordu ruhum bana: Dirini kabul etmediler, ölünü kim kabul edecek? Ne dirim biliyordu cevabı ne de ölüm. Belki intihar olacaktı yaptığım, yaşayabileceğim zamanlara inat belki de çaresizliğimin çıkış noktasıydı ölüm. Önünde durduğum muayene odasına bakıyordum öylece. Hiçbir tepki vermiyordu bedenim, veremiyordu daha da ötesinde. Sanki cam bir fanustaydı beden bulmuş mantıklı yanım, eli kolu bağlı; ağzında kat kat bez parçası: Konuşamıyordu, konuşturulmuyordu. Ruhum ise üflüyordu kulağıma lanetli sözlerini. İçeri girip kalan ömrümün can çekişeceği tahmini zamanı öğrenmemi istiyordu. Ruhu hinlikle dolu bir insanmışım meğer, ruhu kötülüğe gebe bir insanmışım; çok geç anlamışım.

"Hadi kızım, seni mi bekleyecek bunca insan?"

Arkamı döndüğümde epey yaşlı bir kadının öfkeyle bana söylendiğini gördüm, gülümsedim. "Haklısınız teyzecim, beni mi bekleyeceksiniz," diye mırıldandım kendim bile zor duyduğum sesimle, sonra kapıyı iki kez tıklatıp açarak içeri girdim. Doktor önündeki kağıtlardan başını kaldırmazken yanındaki masada oturan, o gün de doktorun yanında bulunan hemşir gözlerini kısmış beni inceliyor; büyük ihtimalle ona tanıdık geldiğim için de hatırlamaya çalışıyordu.

"Neva Karaer," diye tanıttım, daha doğrusu hatırlattım kendimi. Doktor da bunu beklemiyor olsa gerek ki başını kağıtlardan kaldırıp gözlerini bana çevirdi. "Evet," dedim ruhsuz bir sesle, kapıyı arkamdan kapayıp odanın içinde ilerledim. "Akciğer ve mide kanseri olan kız."

"Geleceğini düşünmüştüm ama..."

"Çok geç kalınmış bir hasta olduğumu söylemenize gerek yok," dedim sözlerini keserek. Doktora doğru bir adım daha attım sakince. Ölüme ne kadar yakın olduğumu söyleyin, diye bağırdı kırık umutlarım; yapabildiğimin en iyisini yaparak bastırdım bu sesi. "İlaçlarla en fazla ne kadar hayatta kalırım?"

Eliyle masanın önündeki, eskimiş olduğu için gevşeyerek tuhaf bir görünüm kazanan koltuğu işaret etti. "Mehmet, bizi birkaç dakikalığına yalnız bırakır mısın?"

Ben, doktorun masasının önündeki koltuğa otururken yan masadaki hemşir zaten çıkması gerektiğiyle ilgili bir şeyler mırıldanarak çıktı odadan, kapıyı kapadı ve tam o sırada doktora çevirdim gözlerimi: Ellerini masanı üstünde kenetleyerek omuzlarını hafifçe öne doğru eğmişti. Kucağımdaki sonuçları masanın üstüne bırakarak arkama yaslandım. Rahatsız edici bir sessizlik hakim oldu küçük muayenehaneye, tuhaftı ve bir nebze de olsa ölümün nabzını taşıyordu.

"Ameliyat olur musun," diye sordu doktor bir süre için kaşlarını çatarak, eline masanın üstündeki tükenmez kalemlerden birini alarak kalemin tepeciğine basmaya başladı. "Şahsen böyle bir durumda ameliyatı önermem, bu canını yakmaktan öteye geçmez ve,"  diye mırıldandıktan sonra durup derin bir nefes aldı, kağıtları önüne yaydı. "Neva, akciğerindeki en büyük tümör beş santimi buluyor."

Başımı hafifçe önüme eğip gülümsedim elimde olmadan, bir yumru boğazıma yerleşip tıkadı olduğu yeri; gözyaşlarım tam sınırda durup kirpik diplerime acılar çektirirken gülümsemekten daha ötesini yapamamıştım. "Midemde olduğu söylendi, başka bir yere sıçramış mı ya da ciğerlerimde kaç tümör var? Bunları görebiliyor musunuz," diye sordum bu kez çaresizce. Henüz değildi ölemezdim. Daha yapacak birçok işim varken üstelik, ölmem için erken değil miydi? Babamın günlüğünü bitirememiştim, yarışmaya sadece birkaç saat kalmıştı, Semih'e dilediğim kadar sarılamamış ya da Savaş'a teşekkür edememiştim. "Tahmini bir tarih söyleyemez misiniz? Şu kadar ay kaldı falan..."

"Dört," dedi doktorun kaçları çatılırken, elindeki sonuçları biraz daha kaldırıp boynuna astığı gözlüklerini taktı. "Ciğerlerinde dört hücre var, midede iki büyük ve bir de pankreasta gözüküyor burada." Gözlüğünü indirip bana döndüğünde yüzüne yerleşen üzüntüyü fark etmiştim. "Bu hastanede tedavi görebilirsin Neva, artık özel hastanelerde kanser tedavisi için bir ücret alınmıyor."

"Sorumun cevabı bu değildi?"

Doktor, derin bir nefes aldıktan sonra koltuğundan kalkarak karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Bir süre gözlerime bakmadan kucağında birleştirdiği ellerini ovuşturmakla yetinmişti, ne yaptığını bilmez bir hali vardı aslında; tereddütlüydü belki de. Uzanıp kucağımda duran ellerimi tuttuğunda şaşkındım, önce kucağımda duran ellerimize; sonrasında ise doktora çevirdim gözlerimi: Gözlerini benden kaçırmıştı, o an yorgun göründü gözüme. "Sonuçlarına göre dört ya da en fazla beş ay ama bu gibi hastalıkların tek tedavisi biraz inanç, biraz moral. Ne olacağını biz bilemeyiz ki."

O anki bir refleksti sadece, doktora küçümserce baktım. Ellerimi çekerek kurtardım ondan, onu daha fazla dinlemek istemediğimin bilinciyle kalktım koltuktan. Doktor, belki kızmıştı ama o an bunu umursayacak da değildim. "Tekrar görüşeceğiz, o güne kadar kendinize iyi bakın." Sesim güçsüz değildi, yitikti belki ama kesinlikle güçsüz değildi. Oturduğum koltuktan kalkıp sonuç kağıtlarını alma konusunda kararsız kalsam da okul çantamı omzuma asarak ilerledim çıkışa doğru. Muayene odasının kapısını açmamla içeri giren yaşlı teyzeye de aldırmadım zaten, hangimiz birkaç saniye daha fazla yaşamanın derdine düşmemiştik ki şu sıralar? Sonunu ve son bulacağı zamanı bilmediğimiz ömrümüzde fazladan birkaç saniye için değil miydi yaptıklarımız? Daha fazlasını düşünmek istemedim, daha fazlası için hazır değildi pelteye dönen hislerim; bunun yerine cüzdanımdaki parayı hiçe sayarak hastanenin önünden geçen ilk taksiye bindim. Şu an bu paradan daha önemli birçok şey vardı hayatımda: Tükenecek ömrüm, müzik yarışması.

Taksi beni okulun önünde bıraktığında taksimetrede yazan ücreti bırakmıştım şoförün avucuna. Aracın kapısını arkamdan kapayarak okula doğru emin adımlarla ilerledim ya da adımlarım benim gözümde emin gibi görünüyordu sadece, bir başkasının gözünden görmek isterdim kendimi. Buğra'nın, Semih'in, Eslem'in, Ayça'nın... Ayça'dan ağzımın payını aldığımdan bu yana hiçbir provaya katılmamıştım. Madem yoktum, bundan sonra da olmazdım kimse için. Arkadaş... Tanımını bilmediğim bir sözlük kelimesiydi, tecrübelerimde ise iyi anılar kalmamıştı bu kelimeye dair. Okulda, anladığım ve fark ettiğim kadarıyla, Semih dışında kimsem olmamalıydı benim.

Okul merdivenlerini hızlı hızlı aşıp prova odasına doğru çevirdim yönümü. Hocalar arasında yayılan hastalığım dersime giren hocaların bana karşı biraz daha anlayışlı davranmalarına sebep olmuştu. Okul müdürü, çok sevgili Cengiz Bey bir ara benden özür bile dilemişti. Elbette derslere kafama göre girip çıkmıyordum fakat derslerde bunaldığımda dışarı çıkma iznim de olmuyor değildi. Biraz da bunun verdiği rahatlıkla prova odasının kapısını açarak girdim içeri, ayaklarım oldukları yerde dona kaldı.

Semih, baterisinin başında; Eslem, mikrofonun hemen ardında; Beliz, kemanıyla birlikte ayakta; vokallerin hepsi, Eslem'in çaprazındaki yerlerinde; kızlar ise kurdukları düzeneklerin yanında duruyordu. Herkes tamdı, tamamdı. Piyanom boştu.

Gözlerimdeki sızı canımı yakıyordu amansızca, içimde çağlayan duygu öfkeyi bile bir kenara itecek kadar kuvveti olan hayal kırıklığından başkası değildi o anda. Titreyen ellerim depremlerimin şiddetini belirtircesine göz önündeydi, durduramıyordum ancak yine de kapıyı ardımdan kapayabilmiştim. Semih'in sağ eli, elinde tuttuğu bagetle birlikte havada kaldı; Eslem şaşkındı, hepsinin yüzünden bir duygu geçip gitmişti. Oysa, sanki onlara inat olsun diye bomboştum.

"Haklısın Ayça," dedim üzgün bir gülümseyişle onlara bakarak. "Haklısın, ben yoktum."

Semih oturduğu tabureden kalıp bagetleri ortadaki büyük davulun üstüne bıraktıktan sonra hızlı adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. "Neva," derken sesinde bariz bir korku vardı.

"Söylesenize, siz neden yoktunuz? Deli olmamdan korktunuz hepiniz, değil mi?" Gülüyordum, acımasızdım belki. "Ben yoktum çünkü içine tükürdüğüm hayatımı nasıl daha uzun yaşarım diye hastanede dolaşıyordum. Siz bilmiyorsunuz ama ben kanserle uğraşıyordum!"

Semih yanıma ulaştığında birçok şey için geçti, söylemiştim. Bir yük kalkmamıştı omuzlarımdan, daha fazla ağırlaştığımı hissediyordum. Elimi kaldırarak durdum Semih'i ve hemen akabinde aynı elimi şakağıma yasladım. "Bundan korktunuz değil mi hepiniz," diye sordum bir kıkırtıyı zor bela başlamadan durdurarak. "Korkun o zaman! Çünkü burada sizin bile iflahınızı kurutacak bir cani var. Siz görmüyorsunuz ama bu odada benden bir tane daha var!"

Beliz bir eliyle ağzını kapamıştı, gözlerinden düşüp yanaklarına yuvarlanan ıslaklık odayı dolduran kış güneşinin ışıkları altında parlıyordu. Semih uzanıp kolumu tutmuştu ondan çok da beklenmeyecek bir güçle, kolumu kurtarmaya çalışmadım fakat susmadım da; devam ettim: "Sen, nasıl gidebildin Beliz? İlk sen gelmiştin yanıma." Sesim de hayal kırıklığımla beslenen öfkem kadar hiddetliydi. "Şu çocuk dışında hanginiz arkadaşımsınız? Arkadaşlık birlikte alışveriş yapmak, partilere giderken birbirimizi süslemek değil çünkü. Hanginiz arkadaşımsınız!"

Bir hıçkırık sesi odayı dolduğunda Semih yarı yarıya önüme geçmiş, bir kolunu karnıma sararak beni geriye doğru çekmeye çalışmıştı. Kollarımı omuzlarına koyarak ittim onu elimden geldiği kadarıyla. "Ben, sırf siz üzülmeyin diye kimseye söylemedim neyim olduğunu. Sakladım hepinizden," dedim yaşlarla dolan gözlerimi onlarda sabitlemeye çalışarak. "Şimdi sakın ölüyorum diye acımayın bana. Yanıma gelmeyin bunun için." Ve izin verdim Semih'e, beni peşinden sürüklemesi için.

Koridora çıktığımızda kapı arkamızdan gürültüyle henüz kapanmıştı ki kolumu sertçe kavrayan Semih, durdu. Gözleri saf bir merakın dışında bana kızgınlıkla, kırgınlıkla bakıyordu. "Kimseye söylemeyecektin," dedi durgun bir sesle, ilk silkelenip kendine gelen o olmuştu. "Şimdi onları mı cezalandırdın Neva, kendini mi? Neden bunu yapıyorsun?"

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurduğumda yorgunluğuma boyun eğerek başımı Semih'in omzuna bıraktım, ona sarılmamıştım ama kolları doğrudan bedenimi kucaklamıştı. Gözlerim kapanırken gördüm kedimi, sırtını duvara yaslamış ve kazandığı zaferin barut kokulu gülümsemesiyle beni izliyordu yakın sayılacak bir uzağımda durarak. Onun gülüşüne bulanan barut kokusu az önce o büyük salonda kendini gövdeme siper ederek ayaklarımın önünde can veren gururumun kalbine saplanan kurşuna aitti. Aslında, bendimin her bir zerresinden aidiyetlik akıyordu. Bense hiçtim onun yanında, tam aksi bir şekilde.

"Yoruldum Semih, kaybetmekten yoruldum artık." Sesim hissettiğim kırgınlıktan nasibini alarak güçsüzleşmişti. "Tel toka kaybetmiyorum ki, arkadaş kaybediyorum."

Cılız görüntüsüne ters düşen güçlü bir tutuş vardı sarılışında, bir eli dağınık saçlarıma kaydı ve sıcak bir nefes bıraktı sarı saçlarıma, "Şş..." Bu fısıltının devamını biliyordum, yanımda olduğunu söyleyecek ya da hissettirecekti. Bundan korktuğum için gözlerimi açarak geri çekildim gergin bir gülümseyişle, kolunu sıvazlayarak teşekkür ettiğimde o da gülümsemişti ancak sahteydi bu, gerçek bir gülümsemeden çok uzaktı.

Kolumdaki elini okşayarak derin bir nefesle ayırdım bedenlerimizi tümden. "İyi hazırlanın, yarın yarışacağız," dedim kırgın bir sesle. Sonrasında adımlarım hızlandı; müzik odasına ilerledim bir başıma.

Zaman, bileklerimdeki nabız gibi atıyordu ve birer kum tanelerine dönüşerek süzülüyordu parmaklarımın arasından. Bu kum taneleri o an Sahra Çölü'nün ince, altın sarısı kumları kadar sıcaktı; tenimi yakıyor ve aslında derimi parçalıyordu. Ayaklarımın dibi kendi kanımla parlayıp çağlayan bir gölden farksızdı gözümde, beyaz okul koridorunun hiçbir mahiyeti yoktu. Bunları düşündüğüm her saniyenin ömrümden bir şeyleri kopararak alması dışında hiçbir şeyin bir önemi olmadığının bilincindeydim ancak beynim doluydu, bu doluluk hissizliği getirmişti duygularımı götürüp. Duygusuzluk, hissizlik... En çok korktuğum şeylerden biriydi belki de yok olmadan önce yok olmuş gibi hissetmek.

Merdivenlerin sonuna geldiğimde ruhumun derinliklerinde hissettiğim dinginlik bacaklarımdaki canla birlikte çekilip terk etmişti bedenimi, yorgundum. Yine de yürümeye devam ettim müzik odasına doğru. Adımlarım ezbere bildikleri koridorda pervasızca ilerlerken yanından geçerken yanlışlıkla koluna çarptığım insanlar zihnim için sis bulutunun ardında kalıyordu. Gözlerimin gördüğü bir yol vardı ve bu yol üzerinde birçok engebe ile birlikte kıyameti taşıyordu. Bazı insanlar yürüdükleri yolun sonunu görebiliyordu, dönemeçlerden haberdardı; hayatımın çoğunda o insanlardan biri olmayı istemiştim. Neredeyse on sekiz yıl bile sürmeyen hayatımın çoğu...

Kapıyı açıp içeri girdiğimde beni selamlamıştı piyanonun beyaz ve siyah tuşları, kapıyı ardımdan kapayıp odaya hakim olan soğuk havayı soludum; ciğerlerim bu soğuklukla yanıp kavruldu. Her şeyi, herkesi kapının gerisinde bırakarak çantamı yere koyup oturdum piyano önündeki pufa; zihnimde her ne kadar Skyfall'un notaları saklı olsa da zihnime güvenmiyordum onun bana güvenmediği gibi, bu yüzden nota defterimi dizekliğe yerleştirip derin bir nefes alarak ellerimi ovuşturdum. Parmaklarımı tuşların üstüne yerleştirdikten sonra bir ayağımı pedalda sabit tuttum, ritmik bir dize takibinde notalar birer birer döküldü parmaklarımın uçlarından. Eslem'in sesi yankılanıyordu zihnimde, tok sesi ve ona yakışan bir aksanla okuduğu İngilizce şarkı piyanoma eşlik ediyordu. Az sonrasında bateriyle aynı anda giriş yapan çello baskın çıkan piyano sesini örtbas etse de hâlâ ön plandaydı.

Tam bir müzik şöleninden geriye kalan, kopup çok uzaklara düşen yitik parça gibi hissediyordum kendimi. Adele'in söylediği gibi gökyüzü yıkılacaksa eğer elimi tutmasını söyleyeceğim biri yoktu, birlikte yüzleşebileceğim biri yoktu.

Nankörsün, diye beni azarlayan tarafıma kulaklarımı kapadım. Nankörlüğüm bencilliğimdendi, yanımda olan insanlara kendi ağırlıklarımı yüklemek istemediğimdendi. Bu nankörlük ise eğer, kesinlikle itiraz etmiyordum; nankördüm.

Son notaları tuşlarken kalbimi yoklayan sızı canımı yakıyordu, gözlerimi kapayıp başımı hafifçe geriye yasladım ve duygulardan arınmış saf havayı doldurdum ciğerlerime. Yalnızlık kokan günlerin hafifliğiyle yankılandı son nota odanın içinde, kulaklarım bu yalnızlıkla sağır oldu. Ellerimi kucağıma indirerek ayağımı pedaldan çektim, açmadım gözlerimi. Bir yumak oturmuştu boğazıma, akmayan gözyaşlarının bir araya gelip can almak hevesle oluşturduğu yumaktı bu: Nefes aldırmıyor, yutkunmaya izin vermiyor, konuşturmuyordu. İşin tuhaf yanı bunlar yetmiyormuş gibi susmamı da memnuniyetle karşılamıyor oluşundaydı.

Gökyüzünü yaran şimşek, kapalı havadan nasibini alarak karanlığa bürünen odayı aydınlattıktan hemen birkaç saniye sonra duyulan gök gürültüsüyle gülümsemiştim. Ocağın ortasındaydık ve yağmur yağıyordu, hava soğuktu. Gülümsemem büyürken boğazımı temizleyip kalktım puftan, ayaklarım beni odanın içindeki camlardan birinin önüne taşıdığında onlara engel olmak için durmadım; camı açtım.

"Kurtuluşun olmayacak," diyordu yalnız kaldığım andan faydalanan ikinci ben, ona doğru dönüp gülümsedim. İlk kez, bir arkadaşıma güler gibi samimi bir tebessümdü bu. "Sana bir isim bulmamız gerek kızım, böyle olmuyor."

Bana bakarken gözlerinde bariz bir alay vardı gözlerinde, benim dudaklarımdaki tebessümün aksine küçümseyen bir ifadeyle kıvrılmıştı dudakları. "Marla koy, sahteliğini tescillemiş olursun."

Ona göz devirdiğimde yaptığım şeyin aslında ne kadar hastalıklı olduğunun farkında değildim ancak bu farkındalık damarlarımda dolanan kanla birlikte tüm bedenime nüfuz ettiğinde silkelenerek kendime geldim. Gözlerimi bir süre için kapalı tuttum, buraya prova yapmak için gelmiştim ve başka şeylerin, hatta kendimin bile buna engel olmasına izin vermeyecektim. Piyanomun başına dönerek puf sandalyeye oturdum, birkaç ay kadar geride kaldığım çalışma programına devam ettim. Bugün 16 Ocak'tı, yarışmaya sadece birkaç saat kalmıştı. Yüzüstü bırakmamam gereken onlarca insanın beni yüzüstü bırakmış olmasına rağmen hâlâ engellerle dolu yolumun üstünde, ayaktaydım. Yaşamak için birçok sebebim vardı.

Tekrar tekrar başa sararak çaldım elimdeki parçayı, yeterli bulmadım; yeniden denedim, karıştırdım; en başa aldım ve devam ettim. Parmaklarım tuşlara basmaktan ağrır, kulaklarım sürekli aynı müziği duymaktan rahatsız olmaya başlarken bunların hiçbirisini aldırmamaya çalıştım, devam ettim çalmaya. Ben kimseyi yüz üstü bırakamazdım, bırakmayacaktım da.

"Neredeyse okulu kapayacaklar sarışın."

Semih'in sesiyle oturduğum yerde irkilmiştim, arkamı dönüp ona baktım azarlarca. "Neden sessiz sessiz yanaşıyorsun?"

"Sana komplo kurdum çünkü," derken kısık sesli ve kısa bir kahkaha atmıştı.

Elini bana uzattığında bir an bile düşünmeden onun elini tuttum, kalkmam için bana yardım etmesine izin verdim. Çantamı yerden alıp kendi omzuna, kendininkinin yanına astıktan hemen sonra kolunu omzuma sararak beni kendisine çekmişti. "Şimdi itiraz yok, seni kendi malikâneme götürüyorum ve orada kalıyoruz..."

Arabaya bindiğimizde radyoyu kısık bir sesle açarak çıkmıştık yola ve yolu tahminime göre henüz yarılamıştık ki Savaş'ı arayıp ona, bugün yanına gidemeyeceğime dair haber verince Semih'in beni azarlamasını dinlemek zorunda kalmıştım. Tam da bu sırada Semih, telefonumu alarak Savaş'a: "Hayırdır birader, bir sorun mu var," diye sormuştu. Telefonu kapayıp bana geri verdiğinde ona, deyim yerindeyse, hayretler içinde bakıyordum. Yolun geri kalanını ise ona surat asıp susarak geçirmiştim. Semih arabayı durdurunca sessizliğimi koruyarak indim, etrafıma bakındım saf bire merak ve gerginlikle.

Olduğumuz yer iki katlı evlerin bulunduğu bir siteydi, yaz ve ilkbahar için belki mükemmel bir yaşam olabilirdi ama şu anda erimeye yüz tutan, kırağılaşmış karların altında o kadar da güzel durmuyordu. İki katlı evler dağınık sayılan bir düzene uygun şekilde büyük arazide dizilmişti,her evin bir garajı vardı ek bina halinde. Semih'in sırtıma dokunmasıyla olduğum yerde irkilerek ona çevirdim gözlerimi omzumun üstünden, gözlerine baktım. Çenesiyle ilerideki evlerden birini işaret edip beni oraya doğru ilerletmeye başladığında sessizliğine saygı duyup kolayca ona ayak uydurarak ona yetişerek yürüdüm yanında. Bahçe cıvık karın altında gizliydi, kardan arındırılan taş yolda ilerleyerek ikinci sıradaki evlerden birisinin önünde durduk; Semih gülüyordu, bense oldukça gergindim ancak tüm bunlara rağmen yine Semih'in yönlendirmesiyle açtığı garaj kapısından içeri girmiştim.

Kollarını iki yanına açarak hemen birkaç adım önümde ilerleyen Semih bana doğru döndü, "Evime hoş geldin minik sarışın," dedi sırıtarak.

Evi... Tuhaftı, fazlaca Semih'ti. Koca dört duvardan oluşan garajı ev haline getirmesine şaşırmam mı gerekiyordu? Sanırım, bundan daha azını beklemek ona haksızlık etmek olurdu. Hemen karşı tarafta kalan duvarın önünde birçok gitar, duvarı ortalayacak şekilde kurulmuş bateri sistemi vardı. Duvara asılan plakların çoğunda rock ve metal gruplarının isimleri yazıyordu. Yere atılmış şilte, odanın sağ tarafında kalan araba şekildeki yatak neden birbirinden ayrıydı, bilmiyordum. Semih'e döndüğümde heyecanla beni izlediğini fark ettim ve sordum: "Yatak ve şilte neden ayrı?"

"Çünkü," dedi dudaklarında koca bir sırıtmayla, "Bu yatağın içinde araba yarışı oynayabilmem için direksiyon yerleştirdim, gerçek bir yarıştaymış gibi hissettiriyor."

Gülerek başımı iki yana salladım ve odadaki tek koltuğa -eski bir deri koltuktu- ilerleyip kendimi, kelimenin hakkını vererek attım. Çantamı almış olan Semih onu ayaklarımın ucuna bırakırken gülümseyerek kapamıştım gözlerimi, bir arkadaşımın evine gelmiştim. Hayır, hayır... Bir arkadaşımın evine kalmaya gelmiştim! Elimde olmadan kıkırdamıştım, sonrasında bu kıkırtıyı bastırmak yerine gönlümce güldüm.

"Bu ani ruh hali değişiminden korktuğum kadar başka bir şeyden korkuyorsam ne olayım," diye söylendi Semih. Koltuk yanıma oturmasıyla hareketlenmiş ve onun olduğu taraf ağırlık yüzünden çökmüştü. Ona doğru dönüp pozisyon değiştirdim, hiçbir şey söylemeden dizine bıraktım başımı; bacaklarımı koltuğun kolçağından sarkıttım iki kişilik koltukta sırtüstü yatıyorken. Bunu beklemiyor olacak ki, bana şaşkın gözlerle bakıyordu.

"Bu ani ruh hali değişimlerim beni de yoruyor ama elimizde kalan sürüm bu, maalesef."

Semih'in eli alnımdan geriye kayarken parmaklarını hissettim saçlarımın üstünde, bu rahatlattı. İçimde heyecandan ve hissettiğim gerginlikten hiçbir iz kalmamış, huzur dört bir yanımı sarmıştı. Gözlerimi sakince kapayıp ellerimi karnımın üstünde birleştirdim. Saçlarımda dolaşan parmakların yatıştırıcı gücü evdeymiş hissi veriyordu, uykuyu çağırıyordu göz kapaklarıma. Huysuzca homurdandım: "Uykumu getiriyorsun Semih..."

"Uyu biraz," dedi parmakları kadar yatıştırıcı olan sesi, "Uykuya ihtiyacın var."

Sanki bunu bekliyormuşçasına bir esneyiş tuttu beni, elimle ağzımı kapayıp sağ tarafıma dönerek daha rahat bir yatış pozisyonuna büründüm. Uzun bacaklarımı koltuğa sığdırmak için karnıma doğru çektiğimde beni engelleyen hiçbir şey yoktu, işte şimdi belki de uzun bir zamandır ilk kez rahat olacağına inandığım uykunun kollarındaydım. Kardeşim olmasa bile kardeşim kadar sevdiğim tek insanın yanında ve onun tarafından koruma altındaydım. Daha ötesini düşünmeden bıraktım kendimi uykunun belirsiz kollarına.

Bir kayalığın üstünde, üstümde kırmızı ve uzun bir elbiseyle yürüyordum. Gökyüzü gri bulutların esareti altında kalmıştı, güneş belli belirsiz parıldıyordu saklandığı yerden ve bulutların arasındaki çatlakları fırsat bilen gün ışınları yeryüzüne düşüyordu, hava kış mevsiminin en soğuk günlerinden birinde nasılsa öyle soğuktu ama olduğum yerde kar yoktu. Herhangi bir mevsim, hatta yaşam belirtisi olduğu bile söylenemezdi. Çıplak ayaklarımla devasa sayılan kayada, bayır yukarı yürümeye başladım, işin garip yanı ne esen rüzgâr üşütüyordu tenimi ne de çıplak ayaklarım yapışıyordu buz gibi olan kayaya. Sadece o sızı kalıyordu ayak tabanımda.

Siyah bir piyano duruyordu düz bir alanda, kayalığın ucuna yakın bir yerde. Adımlarım nereye gittiklerini bilir gibi ileri doğru atıldılar, piyanoya yaklaşıyordum ve sanki onda beni çeken bir şeyler vardı, benim gibi hissettiriyordu. Piyanonun önüne vardığımda eski zamandan fırlamış gibi duran koltuk kolçaklarının ahşabı kıvrımlıydı ve kendisi de piyano gibi siyahtı. Bordo rengindeki kadife kaplama pufa oturduğumda her şey çok tanıdıktı. Parmaklarım ahşap kapağı kaldırıp siyah ve beyaz tuşları açığa çıkardı, ayağım pedaldaki yerini aldı ve güneş bir kereye mahsus parlak ışıklarını düşürdü piyanonun kuyruğuna.

Parmaklarımın ucundan dökülmeye başlayan notalar üşüttü beni, bedenim; sanki bir desteğe yaslanmış gibi dikleşirken başım hafifçe yaslandı geriye, gözlerim kapandığında soğuk havayı soludum tüm genzim yansa da. Bir bıçak kadar keskindi havanın soğuğu, geçerken değdiği her yeri kesiyor ve canımı yakıyordu ama umursamıyordum. Tanıdık olan bu melodi havanın griliğine karışıp boş araziyi büsbütün sarmıştı, büsbütün gürlüyordu bulutların arasındaki çakmak çakmak.

Azeri piyanist Elmira Nazirova'nın Piyes'iydi parmaklarımın bu çaldığı. Rüzgâr uğuldayarak doldu kulaklarım, piyanodan yükselen ve her vuruşta melodilere dönüşen notalar birer kelime olsaydı eğer kömür kadar siyah harflerle bu müziğe beslediğim tutkuyu kazırdı gökyüzüne, bir parça ölüm ve acıyı da eklerdi hemen ardından bir virgülle bağlanıp. Son dizeye girdiğimde bitirmek istemedim, tekrar başa sararak devam ettirdim bu eşsiz müziği. Bunu ilk öğrenmeye çalıştığımda zorlanmış, birçok denemenin sonunda ancak sonuna dek çalabilmiştim ve bu bile yeterli değildi. Tuhaf bir şekilde ezberimden silinmeyen notalar teker teker dökülüyordu parmaklarımdan, her birine binlerce kez basmıştım bu notaların ve her seferinde binlerce duyguyu tatmıştım. Ve sahiden, basılan aynı notayken her zaman, bir sonraki seferinde daha bir aşkla çıkmıştı melodiler; daha bir bağlayıcı...

Omuzlarımda iki elin sıcaklığını hissettiğimde ürkmüştüm. Ellerin sıcaklığı ve dokunuşun bıraktığı hissiyat tanıdıktı. Son nota havada asılı kaldı öylece, şarkı durdu ve gözlerimi hemen arkamdaki kişiye, omuzlarımdaki elin sahibine çevirdim.

"Başarıyordun kızım," dedi babam dudaklarında kocaman ve memnun bir gülümsemeyle. "Başaracaksın da. Kimsenin yanında olmasına ihtiyacın yok, kimsenin elinde tutması gerekli değil. Sen yapacaksın."

Kaşlarım çatılırken sevinmek ve korkmak arasında gidip gelen duygularım yalpalayarak dolandı dilime, konuşamadım. Gözlerim babamın gözlerinde dolaşıyordu, nefeslerim boğazıma tıkanmış; yutkunmama bile izin vermezken babamın gülümseyen yüzüne bakıyordum. Onun son hali aklımda çok silikti, babamın ölmeden önceki birkaç saatini hiç hatırlamıyordum ama suratı fotoğraflarda gördüğüm gibiydi. Gençti, canlıydı her şeyin ötesinde. Rüya görüyorsun, diyordu zihnim. Aslında haklıydı da, uyanmam gerekiyordu ve uyanmak istemiyordum.

"Sadece biraz daha Neva, sadece birkaç dakika daha dur kızım."

Güçlükle yutkunduğumda babamın soğuk eli yanağımı kavradı sakince, gözlerine bakmam için yüzümü hafifçe kaldırdı. "Neden beni korumadın baba?"

Camın parçalanma sesi kulaklarıma dolduğunda gördüğüm rüyadan sıyrılmış, yattığım yerde sıçramıştım. Birbirine dolanan elim ayağım, kesilen nefesim dikkatimi toplamam için bana hiç de yardımcı olmazken titrediğimi hissediyordum. Babamdan hesap soruyordum, belki de buna bir cevap almak üzereydim ve cam kırıkları... Korkmuştum. Kirpiklerim, korkumun arkasına sığınarak daha sıkı tutunmuştu birbirine.

"Bok ye," diye bağırdığını işittim Semih'in, işte o zaman gözlerimi açıp etrafıma bakındığımda Eslem'i görmüştüm. "Kızım, ne arıyorsun burada sen," diyerek bağırmaya devam etti Semih.

Eslem'in gözleri bana çevrildiğinde derin bir nefes almıştı. "Neva'yı görmeye gelmiştim, seni korkutmak istemedim."

Başımı hafifçe iki yana sallarken üstüme ne zaman örtüldüğünü bilmediğim ince pikeyi kenara çekerek kalktım oturduğum yerden, Semih'in yanına doğru yürüdüm yere dökülen mısırları yetirdiği poşete toplamak için. "Seninle ya da diğerleriyle bir süre görüşmek istediğimi sanmıyorum Eslem, üzgünüm," dedikten hemen sonra yere eğilip patlamış mısırları ve kırılan cam parçalarını toplaması için Semih'e yardım etmeye başlamıştım.

Sırtım Eslem'e dönüktü, sadece önümdeki cam kırıklarıyla mısırlara odaklanmıştım ancak yine de sertçe çarpan kapı sesiyle olduğum yerde irkilerek minik bir camın parmağıma batmasına engel olamadım.

Yüzüm bu ani acının şokuyla buruştuğunda elimi kaldırıp hafifçe sallamıştım, sesimi çıkarmadım bu kadar küçük bir kesik için. Tabii parmağımdan kan damlayınca Semih bir şey demeden parmağımı ellerinin arasına alarak kıymığı çıkarmıştı battığı yerden. "Biraz yavaş olsana be!" diye homurdandım bu canımı daha çok yakmışken. "İnsan var senin karşında."

"Hadi canım," diye homurdandı Semih ve neresinden çıkardığını henüz anlamadığım bir peçeteyi parmağıma sararak ayağa kalktı. "Bana hiç öyle gelmemişti."

Kaşlarım çatılırken arkasından ona dil çıkardım. Bir de benimle dalga geçiyordu! Kendi kendime homurdanıp yerden kalkarak uyuduğum koltuğa oturdum. Çantamı kurcalayıp telefonu aldım saate bakmak için, saatim eğer yanlış değilse şu zamana dek uyuduğum en sağlıklı ve uzun soluklu uykuydu uyandığım: Tamı tamına iki saat yirmi küsur dakika. Bu benim için büyük bir başarıydı.

Semih'in televizyonu açmasıyla garajın içini Shakira'nın sesi doldurmuştu. Kaşlarım çatılarak döndüm büyük ekrana, Nothing Else Mattes'ı söyleyen bir Shakira?

"Dur," dedim televizyon kumandasıyla oynayan Semih'e bakarak. "Dinlemek istiyorum."

Görüntülerin ne zamana ait olduğu konusunda bir fikrim yoktu ancak bir konserden olduğu belliydi. Shakira gibi güçlü ancak hemen hemen farklı kulvara ait bir sesten bu şarkıyı duymak beni şaşırtmıştı. Cümle sonlarına doğru sesinin tınısını değiştirerek daha boğazdan söylüyor, bazen kafa sesine kadar çıkıyordu. Gözlerimdeki şaşkın ifade silinip yerini beğeniye bırakırken Shakira, tahminime göre kendi şarkısını İspanyolca olarak söylemeye başladı. Tuhaftı çünkü sadece çocukken okulda yapılan danslarda dinlemiştim Shakira'yı ve ondan böyle bir performans beklemiyordum. Sesi, ruhumdaki o eksiği pençeleyip çekmişti gözlerimin önüne. Sanki Semih de bunu görebilirmiş gibi olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım, gözlerimi kaçırdım ekrandan.

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım Semih'e, sonrasında arkama yaslanıp ayakkabılarımı çıkararak bağdaş kurdum ve ince pikeyi çektim üstüme.

Semih televizyonla uğraşıp kanalı boş ekrana çektikten hemen sonra televizyona doğru ilerleyip yerde duran, ne olduğunu görmediğim kutumsu şeyle ilgilenmeye başladı. Dikkatle onu izliyordum. Oturduğu yerden doğrulup birkaç adım geri çıktıktan sonra elindeki kumandayla birkaç ayar yapıp yanıma kadar gelmişti ki televizyonda yasal uyarı metni yukarı doğru akmaya başladı. O zaman oynadığı kutuya benzer şeyin CD oynatıcı olduğunu,içine bir film yerleştirdiğini anlamıştım. Meraklı gözlerle ona döndüğümde kumandaları kolçağa bırakıp bana göz kırptı. "Mısır alıp geliyorum, fıstık, sende şu zarttirik şeye bak."

Ona hiçbir şey söylemeden oturduğum yerde bağdaş kurup Semih'in üstüme örttüğü poları kucağıma çektim. Siyah ekranda "MILLION DOLLAR BABY" yazısı çıkınca gülmeden edememiştim. Daha önce birçok kez ismini duyduğum ancak izlemeye yeltenmediğim filmdi Milyon Dolarlık Bebek, şimdi elimde bir fırsat varken değerlendirmem gerektiğinin farkındaydım. Arkama iyice yaslanıp kolumu koltuğun kolçağına dayayarak rahat bir oturuş pozisyonu aradım kendime, en nihayetinde bir yerimin ağrımayacağına karar verdiğim bir duşla filmin ilk dövüş sahnesini dikkatle izlemeye başladım.

"İnsanlar şiddeti seviyor," diyordu arkada konuşan adam, "Trafik kazası görünce yavaşlar, vücutlara bakarlar. Bu insanlar boksu sevdiğini iddia ederler, oysa onun hakkında az bilgileri vardır."

Bu sözden sonra kaşlarımın çatılmasına engel olamamıştım. Şiddeti seven, bunu destekleyen biri değildim, boks gibi sözde spor olan canice etkinlikleri de hoş karşılamıyordum. Evet, elbette insan kendisini korumayı bilmeliydi ama savunma sanatları da bunun için yok muydu zaten? Başımı iki yana sallayıp kendime kızdım, filmi son sahnesine kadar değerlendirmeyecektim izlemek istiyorsam; düşünmemeliydim.

"Boks aslında diğer kişinin saygısını kendinize almaktır."

Hemen arkasından zenci olan adam rakibinden temiz bir dayak yediğinde sağ gözünün altı açılmıştı. Kenara çekildiğinde tahminime göre eğitmeni olan adam onu iyileştirmeye çalışıyordu. Round devam etmeye başladıktan bir süre sonra zenci adam maçı yenmişti ama oradaki minik ayrıntı sanırım maçı gizli kapaklı izleyen kızdı; başrol oyuncusu olmalıydı.

"Aslında, filmin güzel bir felsefesi var," dedi Semih elinde koca bir kâse mısırla girmişken, "Bazen iyi yumruk atmanın en iyi yolu geri çekilmektir."

Hâlâ arkada konuşan ama yüzünü göremediğimiz şu adamla aynı anda aynı repliği söylediğinde ona gülüsemeden edememiştim. Semih ise sadece yanıma gelip oturdu, mısırı kucağıma bırakıp bir avuç alarak ağzına attı ve filmi izlemeye başladı. Onun bu sevimli haline bakıp gülümsememek elde değildi, bazen küçük bir erkek kardeşten hiçbir farkı kalmıyordu ki o anlarda ona sıkıca sarılıp hiç bırakmamak istiyordum.

"Biliyorum bebeğim, seksi yüzüme bakmadan duramıyorsun ama filmi izle..."

Başımı iki yana sallayıp bana sataşmasına hiç laf etmeden filme geri döndüm.

Filmin bazı sahnelerinde nefesimi tutmuş, bazı sahnelerindeyse aslında verilmek istenen duygunun tam da ortasında boğulduğumu hissetmiştim. Gerçeklik payı fazla olan, acının saf bir halde işlenmiş ve umudun o sarhoş eden havası bizzat hissettirilmişti. Umudun tükenmesinin hemen ardından insanda bıraktığı o nahoş, mayhoş etki; bir şeylerin her zaman yolunda gitmeyeceği başarılı bir şekilde ele alınmıştı filmde. Hiç beklemediğim bir sonla biten filmin kararan ekranına, prodüksiyon yayınına bakıyordum odağını toplayamamış gözlerle, bacaklarım Semih'in kucağındaydı ve üstümüze poları örtmüştük. "Bu sonu beklemiyordum," dedim gözlerimi ekrandan çekebildiğimde, "Frankie'nin bunu yapmayı istememesi ama Maggie için yapması..." Burnumu çekip gülümsedim hafifçe ve Semih'e döndüm doğrudan, "Sen buna cesaret edebilir miydin?"

Başını hafifçe iki yana salladı ve kaçırdı gözlerini. "Aralarındaki sevgi çok büyük," diye mırıldandı, sonrasında bacaklarımı dizlerinden kaldırıp kalktı oturduğu yerden. Mısır kâsesini eline alırken bana göz kırpmıştı yüzünden eksik olmayan o güzel tebessümüyle, "Ama senin için birçok şey yaparım Mo Chuisle."

Sevgi... Beş harften ibaret olmayan bir duyguydu, yazıldığında bitmeyen ve anlatmaya kelimelerin yetmediği. Tatması zordu, yaşaması güç. Üzerinde binlerce kitapların yazıldığı,şarkıların söylendiği, filmlerin çekildiği ama yine de bir türlü kolay kolay yakalanmayan o mucizevi hissiyattı. İyileştirici bir gücü vardı, bu bağlamda bir şifacıydı sevgi; öğretiyordu, öğretmendi; saklanıyordu, çocuktu çünkü. Her kalpte yer edinemiyordu, bu yüzden yoktu.

Gülümsedim Semih'e, elimden daha iyisi gelmiyordu o an. "Kendine, böyle hitap edecek birini bularak başlayabilirsin mesela," diye mırıldandım gözlerimi kaçırarak.

Semih'in gür kahkahası doldurdu garaj dairesini, doğrulup uzun adımlarla kapıya doğru yürürken hâlâ gülüyordu. "Ah Ayça, ah! Yaktın beni..."

Onun bu halini buruk bir tebessümle gülümseyerek izlemiştim. Birkaç dakika sonrasında Semih gelmişti elinde bir yastık ve battaniyeyle, duvara yaslı duran şiltenin üstündeki yastıkla elindekini değiştirip oturduğum koltuğa gelerek yatağından aldığı yastığı bıraktı. "Uyuyacaksan sen yer yatağına güzellik, ben burada yatacağım," deyip yastığı koyduğu yere başı gelecek şekilde uzandı koltuğa, bacaklarını bacaklarımın üstünden kolçağa uzattı. 

Bir süre daha filmden, yarışmadan bahsettik ancak sonu sessizlikle bitti konuşmamızın. Bundan ne o rahatsız gibi duruyordu ne de ben rahatsız olmuştum, insanın konuşamadığı yerde devreye giriyordu sessizlik ve konuşulandan çok daha fazlasını barındırıyordu bünyesinde. İnsanoğlu tuhaftı, biraz da sahtekâr. Diline dolanan kelimelerin hangisi samimi, hangisi doğru, hangisi yalan; ayırt etmesi epeyce zordu. Semih'in aklından geçenleri tahmin edebiliyordum, bu lanet bir önseziydi belki ama onun zihninde çınlayan sözleri duyuyordu kulaklarım. Frankie'nin yerine koyuyordu kendisini muhtemelen, suçlu hissettiğine adım gibi emindim mesela. 

Oturduğum yerde biraz kayarak başımı koltuğun sırtlığına yasladım, kapadım gözlerimi. Chopin'in notaları zihnimdeki tuşlara basıp sinirlerimin birer tel gibi gerilmesine sebep olurken bu rahatsız edici his kendisi gibi tuhaf bir ironi oluşturarak rahatlattı beni. Semih'in zihnindeki sesleri susturarak benimkileri baki kılmıştı. Omuzlarımda hissettiğim ellerin baskısı artıp etime gömülen tırnaklar peşinden keskin bir acıyı getirirken gözlerimi kapadım, aşırı bir tepki vermemek için dudağımın içini ısırarak sıktım kendimi.

"Senin yüzünden kendisini suçluyor, nasıl hissediyorsun?"

Sol elimin iki parmağını burun kemerime yerleştirdim masaj yapar gibi ovaladım bu kemiği, onu tatmin edecek bir şeyler söylemeyecektim. "Uyuyalım mı Semih?"

Semih beni onayladığını belli eden bir şeyler mırıldanarak kalktı koltuktan kalktı ve adımları, orada olduğunu bile fark etmediğim dolabın önüne gelince durdu. Dolabın kapaklarını açtığında ondan beklemediğim bir düzenle dizilmiş giysilerini gördüm, elinde kendi için ve benim için olduğunu tahmin ettiğim birkaç parça eşofman takımıyla geri döndü yanıma. "Bunlar senin için," dedi bir eşofman altıyla bordo renkli bir kazağı bana uzatarak. "Ve sen rahat giyin diye ben banyoya geçeceğim." Arkasını dönmüş eliyle odadan duvarla ayrılan küçük bir bölü gösteriyordu.

Ona gülümserken uzanıp kolunu sıvazladım hafifçe, sonrasında o gidene kadar bekledim ve koltuktan kalkmaya tenezzül bile etmeden oturduğum yerde üstümü değiştirdim, çıkardığım giysileri düzgünce katlayıp çantamın üstüne bıraktım. Semih de geldiğinde kısa bir tartışmaya tutulduk, yatakta kimin yatacağı üzerineydi tartışmamız. Sonuç olarak Semih beni kolumdan tutmuş, kaşla göz arasında yastığını ve battaniyesini değiştirdiği yer yatağına yatırmıştı. Sahici bir yatırma eyleminden bahsediyordum, başım yastığa düşüp sırtım şiltenin yumuşak zeminine çarpmıştı.

Sağ elinin işaret parmağını tehdit eder gibi bana doğrulttuğunda kollarımla yataktan destek alarak kalkmak üzereydim. "Bir sonraki seferinde saçlarından sürüklerim, bilmiş ol."

Homurdanarak kendimi geri bıraktım ve duvar kenarına kaydım kendimi geri çekerek, Semih üstüme battaniyeyi asla o kadar özenmeyeceğim bir dikkatle örtünce istemsiz bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. Semih yatağın boş tarafına oturdu bir bacağını altına alarak, eli saçlarımın arasına kaydığında kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissettim. Şefkate daima aç olan o yanım sızladı bu acıyla, yaşların akmaması için kapadım gözlerimi güçlükle.

"Ben uyuyana kadar saçlarımı sever misin," diye sordum titreyen sesimi gizlemeden, gizleyemeden.

Hiçbir şey söylemeden saçlarımı sevmeye devam etti, sessizdi gece kadar. Gözlerimi açmadım ancak ona biraz daha yanaşıp bir elimi yanağımın altıma sıkıştırarak dizlerimi karnıma doğru çektim. Korunma içgüdüsü ne kadar kuvvetliydi halbuki, insan kendini; kendinden bile korumak istiyordu. Bir damla mülteci yaş, gözlerimin arkasındaki yerini beğenmemiş olacak ki kirpiklerimin oluşturduğu duvarı aşıp yuvarlandı yanağımdan aşağı. Onları silmeye tenezzül bile etmedim, sessizce bekledim uykuyu. Samih'in parmakları saçlarıma dolanıyor, onları kıvırıp bırakıyordu.

"Geceleri bizi sıcak tutan kendi dayanıklılığımız değil, öbür kişilerin bizi sıcak tutmak isteyişinde ki sevecenliktir," diyordu Harold Lyon, şimdi sımsıcaktı bedenim ve kalbim. Zihnimdeki benden eser kalmamıştı beynimin saklı odacıklarında, ısınıyordum.

Uyku bilincimin üstüne sıcak bir yorgan gibi örtülürken kendimi, Semih'in saçlarımda gezinen elinin beraberinde getirdiği huzurlu görünen uykuya bıraktım.


Kulaklarıma dolan rahatsız edici sesler birer karıncanın zehirli kıskaçları gibi etime batırıyordu pençelerini. Uyku, avuçlarıma aldığım bir avuç kumdu ve rüzgâr estikçe parmaklarımın arasından süzüldü.

"Sadece Neva'ya elbisesi ve makyajı için yardım etmeye geldim Semih." 

Duyduğum sesin hemen ardından yükselen homurtular, hışırtılar uykumu çekip uzaklaştırıyordu gözlerimden; yastığı yüzüme bastırıp biraz daha uyumak için sıkıca yumdum gözlerimi ancak o benden kaçak için fazla hevesli görünüyordu.

"Ya, yemeyeceğim kızı. Kolumu bıraksana!"

Şilteden destek alıp kolumla bedenimi kaldırdım ve öfkeli  gözlerle birbiriyle neredeyse kavga edecek olan ikiz kardeşlere baktım. "Beni uyandırmak için daha sesli olmanıza gerek yok, gerçekten yok!" Yastığı yatağa bırakıp yattığım yerde doğrularak oturdum, ovaladım gözlerimi. "Neyin kavgasını yapıyorsunuz?"

"Yarışmaya sadece saatler kaldı ve seni hazırlamamız gerek," diyen Eslem'e çevirdim gözlerimi: Üstünde, ten rengine çok yakışan beyaz bir tulum vardı. İnce askıları ve kalp şeklinde gelen yakasıyla omuzları olduğu gibi açıkta kalırken kalçalarına kadar dökümlü gelen tulum, kalçalarından itibaren bedenine yapışıyordu. Saçları özgürlüklerini ilan edercesine dökülüyordu omuzlarına kıvırcık tutamlar halinde ve yüzündeki tek makyaj koyu olan dudaklarına daha fazla renk versin diye kullanıp üstünden sildirdiği belli olan bordo rujuydu. Elimde olmadan dudaklarımı büküp ıslık çalmıştım karşımdaki görüntüyle.

"Bana ayağındaki kadar yüksek topuklu bir ayakkabı giydiremeyeceğini biliyorsun, değil mi ve öyle bir tulum?"

Göz devirip homurdansa da kolunu Semih'in elinden kurtarıp geçip çocuğun koluna omuz atmayı da es geçmeden benim yanıma doğru ilerlemeye başladı. Elindeki elbise paketini gözümün önünde kaldırıp salladığında ona inanmaz gözlerle bakıyordum. "Onu düşündük zaten ve sana elbise ayarladık."

Ben ona şaşkın gözlerle bakarken o çoktan kolumdan tutmuş, şaşkınlığımı fırsat bilip çekiştirmeye başlamıştı. Ayaklarım bir an için durup onu da durdurduğunda Semih'e kaydı gözlerim, bir işaret arıyorum gözlerinde ve o işaret Eslem'le gidip gitmemem konusundaki ikilemimi sonlandıracaktı. Semih başını hafifçe öne eğip onayladığında bileğimi Eslem'in elinden çekip gergin bir tebessümle gülümsedim, onu takip ettim hiçbir zorlama olmadan. Sonuçta, Eslem'e izin vermiş olmam bizi arkadaş yapmazdı. Hele olanlardan sonra.

Semih'in garaj-evinden çıkıp ince bir koridoru geçerek bir genç kıza ait olduğu epey belli olan büyükçe bir odaya gelmiştik. Oda, lila ve koyu mor tonlarına boyanmıştı; aslına bakarsak hoş duruyordu. Eslem'in itelemesiyle bir sandalyeye oturmuştum. "Elbisen siyah," dedi eline bir fırçayı kaptığı gibi saçlarımı taramaya başlamışken. "Uzun bir elbise ayarladık rahat etmen açısından ama biraz dekolteli oldu."

"Nasıl rahat edeceğime inanamazsın," diye homurdandım memnuniyetsizce, iç çekip arkama yaslandım.

Elleri, saçlarımda gezinip ne yaptığını görmediğim için ürkmeme sebep olacak bir hızla işe koyulmuştu. Fuzuli yere saçlarımla oynanmasını sevmezdim, yüzümde ve saçlarımda ellerin dolaşması gerilmeme sebep olurdu, saç konusunda her ne kadar istisnalarım olsa da. Eslem ise, şu an gerçekten fazla tehlikeli geliyordu gözüme, saçlarım ellerindeydi; onun boyunduruğu altındaydı, bu bir kabustan daha öteydi benim için ve elbette ki abartmıyordum...

"Yarışma salonunu araştırdım ve daha önceki yıllara ait videoları izledim," derken başıma iterek batırdığı tel tokayla yüzümü buruşturdum. "Yarışmaların hepsi konser niteliğinde ve sadece iyi müzik yapmak yetmiyor, grup halinde bir katılım varsa grup içindeki uyuma da bakıyorlar."

"Hım," diye mırıldanarak onayladım onu sessizce, gözlerimi açıp aynada kendime baktım: Eline aldığı maşayla saçlarıma kalın dalgalar bırakıyordu ve bir tutam saçı örüp nasıl becerdiyse taç gibi sabitlemişti başıma. İtiraf etmek gerekirse... hoş duruyordu.

Elindeki maşayı kapayıp cam kenarındaki mermere koyduktan sonra ayağındaki yüksek topuklulara rağmen koşarak yanıma geldi, içinde makyaj malzemesi olduğunu tahmin ettiğim bir çantayı çıkarıp bıraktı masaya. "Çok fazla ve ağır bir şey yapmayacağım ki zaten istemezsin," diye mırıldandı, daha çok kendi kendine konuşur gibiydi bunu yaparken. Çantayı açıp masanın üstüne boşalttığında tahminimde ne kadar haklı olduğumu anlamıştım. Eline zafer kazanmış gibi fondötenini aldığında ellerimi kaldırdım onu durdurmak için.

"Eslem, ten renklerimiz arasında bir uçurum var, onu bana süremezsin!"

Uzun süren ve çekişmeli bir uğraşın sonunda ne Eslem'in istediği makyaj ne de benin dediklerim olmuştu, ikimiz de mecburen tam ortada buluşmuştuk. Ten rengime yakın, dudaklarıma renk gelsin diye sürülen pembe tonlarındaki ruj belli belirsizdi ve gözlerime hiçbir makyaj ürünü kabul etmemiştim, rimel dışında. Aynadaki aksime alıcı gözüyle baktığımda yüzünde tuhaf ve çirkin hiçbir şey olmadığını görmüştüm ancak hemen sonrasında bu görüntüye daha fazla dayanamayarak gözlerimi kaçırdım.

Eslem hemen arkamda durup bir askıyı bana doğru uzatmışken sandalyeyle birlikte ona dönerek elindeki askıya baktım. Düşük omuzları olan elbisenin hatırı sayılır bir göğüs dekoltesi vardı ancak bunu Eslem'e hallettirebileceğimi düşünüyordum. A formunda kesilmiş, siyah elbise midi boydu ve hoş bir görüntüsü vardı. "Adele gibi mi giydiriyorsun beni," diye sordum takılarak.

Eslem'in kıkırtısı odayı doldururken elbiseyi elime tutuşturdu. "Bak, ayakkabıların da şurada," diyerek başka bir poşeti gösterdi bana ve hemen ardından odadan çıktı.

Üstümdeki kazağı ve eşofman altını saçıma, makyajıma çok da dikkat etmeden çıkartıp elbiseyi yine alelade bir şey yapıyormuş gibi geçirdim üstüme. Saçlarımı elbisenin içinden çıkartırken yan tarafta kalan boy aynasından kendime baktım: Elbise üstümde dikilmiş gibi tam olmuştu, etekleri dışında. Normalde diz kapağımdan oldukça aşağıda olması gereken etek diz kapağımın hizasındaydı, bunu sorun edecek değildim elbette fakat göğüs dekoltesinin üstüne bir de kollardan itibaren V şeklindeki sırt dekoltesi benim için fazlaydı. Eslem'in gösterdiği poşetten mor renkli, süet stilettoları çıkardım. Topukları oldukça yüksekti ve zaten stiletto olması yetmiyormuş gibi bir parmak kadar platform koymuşlardı. Homurdanarak Eslem'in yüksek yatağına oturdum ve elime aldığım ayakkabıları ayağıma geçirip bir de detay olarak eklenen bilek bağını ayarladım püskülleri arkada kalacak şekilde.

Ayağa kalktığımda şöyle bir son kez baktım kendime. Elbisenin ciddi duruşuyla saçımın tepesindeki örgü taş birbirine hiç yakışmıyordu, sonradan azarlanacağımı bilsem de örgüyü açıp koşuşturarak –tabii bu ayakkabılarla ne kadar koşuluyorsa- Elsem'in maşasını fişe taktım ve ısınsın diye beklerken masanın üstündeki rujları kurcalamaya başladım. İstediğim tona yakın bir ruj bulduğumda dudaklarımda hafif ruju parmağımla sildirerek temizleyip koyu mor ruju hafif hafif sürdüm dudaklarıma, hemen sonrasında Eslem'in yaptığı gibi saçlarımın ön tutamına kalın dalgalar vererek maşayı fişten çıkardım. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum, daha uygun.

Kapıyı aralayıp Eslem nerede diye bakındım önce fakat onu göremeyince dışarı çıktım, hissettiğim gerginlik yüzünden soğuk soğuk terleyen sağ avucumu elbisenin eteğine sürdüm. Görünürde kimsenin olmamasının da getirdiği bir kırıntı cesarete sarılarak ilerledim koridorda. Topuklu ayakkabının parke zeminde bıraktığı ses güzeldi, topuklu ayakkabıyla bilek burkmadan yürümeye çalışmaksa tam bir işkence!

Büyük hole açılan oturma odasındaki Eslem ve Semih'i gördüğümde az evvel hissettiğim cesaret yerini tedirginlik ve heyecana bırakmıştı. Sonrasında elimden geldiği kadar çabuk toplanıp elimi kaldırarak susturdum onları: "Lütfen bir şey söylemeyin, içimden geldi sadece."

İlk toplanan Semih olmuştu. Doğrudan yanıma gelerek kolunu belime sardı ve topuklular sayesinde ondan birkaç parmak uzun olmama çok da aldırmadan beni sahiplenir gibi kendisine çekti. Ona gülerken kolumu omuzlarına sardım ve yüzümü ona çevirdim: "Sanırım biraz üşüyeceğim ama montumu getirebilir misin süperkahramanım," diye sorarken keyifle gülüyordum.

Yanağımdan bir makas alıp uzaklaştığında nefesimi bırakıp ellerimi önümde bağladım. "Çantamı da unutma," diye seslendim arkasından. "Olmuş bil." Cevabı çok gecikmeden duyulmuş ve bunu açılıp kapanan kapının sesi izlemişti. Omzumu girişteki alçı sütuna yasladım ve kollarımı göğsümün üstünde bağladım. Eslem'in çekimser bakışlarının verdiği rahatsızlık boğazıma yapışan bir el gibiydi, nefes bile aldırmıyordu.

"Neva, bak..." Başımı iki yana sallayıp konuşmasına müsaade etmedim. "Burada olmam, bana bunlar için yardım etmen arkadaş olduğumuz anlamına gelmiyor Eslem, ben o defteri kapadım."

Zaten çok konuşmamıza gerek kalmadan gelmişti Semih. Montumu elinden alıp elbisenin kollarına dikkat ederek giydim ve itirazlarına kulak asmadan çantamı omzuma astım. Eslem de giyindiğinde evden çıkıp Semih'in arabasına binmiştik. Ön koltuğa oturduğum için rahattım, kemeri takıp çantamdan telefonumu çıkardım; telefonla ilgilenmeye başladım. Savaş'tan gelen mesajları yüzümdeki tebessümle okumuştum.

"Dışarıdan birini getiremiyor muyuz izlemesi için," diye sordum Semih'e çevirerek başımı.

Kaşları çatıldı bir süre, düşündüğü belliydi. "Tüm okul gelebilir ama dışarıdan bir tek ailelere davetiyemsi bir şey gitmiş, ağzına kadar dolar diyordu İlge Hoca," dedi memnuniyetsiz bir sesle konuşarak.

"Annemin davet edildiğini bilseydim onun hakkını Savaş'a verirdim, nasıl olsa gelmeyecek."

Öyle ya da böyle kimseden tek bir çıt bile çıkmamıştı yolculuğun geri kalanında. Semih, arabasını yarışmanın yapılacağı binanın otoparkına park ettiğinde montumu ve çantamı ön koltukta bırakarak indim aşağı. Birkaç araba ilerimizdeki iki araçtan grubun geri kalanı çıkmıştı. Kızlar Eslem gibi bir tulum giymişti ancak onlarınki kırmızıydı ve erkek vokallarde siyah bir gömlekle siyah kot, gitaristler ve Semih'te ise üstünde kırmızı kravat baskısı olan siyah bir tişört vardı gömlek yerine. Herkes Eslem'in istediği gibi uyumluydu.

"Siz dördüncü sıradasınız," dedi İlge Hoca hiç dolandırmadan lafa girerek. "Zaten prova yapma şansınız yok ama bakın çocuklar, iki aydır dur durak bilmeden bunun için çalışıyorsunuz ve ben buradan elimiz boş dönmek istemiyorum. En iyi grup, en iyi solist ve piyanist dalında adaysınız. Kendimize ait bir şarkımız olmadığı için birkaç kategoriyi es geçtim, size inanıyorum ve lütfen, yüzümü kara çıkartmayın."

İlge Hoca bu konuşmasının ardından hepimize sarılıp diğer öğretmenlerin yanındaki yerine, perdenin arkasına geçti. Baş başa kalmıştık ve tabiri caizse birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Boğazımı temizledim derin bir nefes aldıktan sonra, kendimi moral konuşması yapacak kadar iyi hissetmesem de bunun yapmam gerektiğini düşünüyordum. Bir iki adım öne çıktım olduğum yerden uzaklaşarak. "Sizi ben topladım, biliyorum," diye başladım söze, gözlerim birer birer hepsinde dolaştı. "Sizi o toplantı salonuna çağırdığımda kazanacağımıza inanıyordum ve hâlâ inanıyorum, her şeye rağmen çalışmalara devam ettiğiniz için de teşekkür ederim."

Semih'in eli kolumu sıvazladığında gülümseyerek ona çevirdim gözlerimi. "Onlara müzik şöleninin nasıl yapıldığını göstereceğiz."

Semih elimi tutup kendi elinin üstüne koydu ve ellerimizi öne uzattı. Sessizlik kısa bir an için hâkim oldu aramızda, sonrasında elimin üstüne vokal çocuklardan birisi elini koydu ve diğerleri de onu izledi. On üç elden oluşan bir dayanışma kulesiydi ellerimizin oluşturduğu, buruk bir tebessüm yerleşti dudaklarıma: Asla sahip olamayacağım on üç arkadaşım.

"Syllable!"

Beklemek acı vericiydi, sunucu olarak seçilen kadının konuşması ve ilk grubu anons etmesi ardından geçen dakikalar kulaklarımı tırmalıyor, içimi acıtıyordu. Oturduğum yerde huzursuzca kıpırdandım tırnaklarımla oynarken, Semih önümde volta atarken homurdanıyordu. İçeriden duyulan müzik sesi boğuklaşarak dolduruyordu bekleme salonunu. Gözlerimi Semih'e çevirdim artık onu takip etmekte güçlük çektiğim için: "Artık dursan?"

Sanki bunu bekliyormuş gibi olduğu yerde durup bana döndü, bir eli belinde, diğeriyse çenesinin altındaydı. Rahat bir nefes alıp gözlerimi kapayarak başımı duvara yasladım, sessizliğimi bozmadan oturmaya devam ettim.

Zaman geçiyor, gruplar sahneye çıkmaya ve inmeye devam ediyordu. Üçüncü grup sahnedeyken oturduğum sandalyeden kalkıp kırmızı renkli sahne perdesine doğru ilerledim. Ciğerlerimde tuttuğum nefes bedenime fazla geliyor, onu dışarı üflediğim zaman güvenimden de bir parça koparıyordu. Yüzümdeki makyajı umursamadan yüzümü sıvazladım gergince ve o saniyelerde kendi grubumuzun anonsu çınladı kulaklarımda. Omzumun üstünden arkaya baktığımda sabırsızlanan hallerini gördüm gruptakilerin, bir an Semih'le göz göze geldik; o gözlerde, benimkilerde olmayan güven vardı. Hafif bir tebessümle ona selam verdikten sonra perdeyi aralayarak çıktım dışarı.

Öğlenin akşamüstüne vuran saatlerinde, salon beklediğimden daha kalabalıktı. Ön koltuklarda yarışmaya katılan okulların müdürleri ve müzik öğretmenleri varken arka koltuklara doğru öğrenciler, veliler yerleşmişti. Işıklar sönüp sadece sahne aydınlanacak şekilde yeniden yandığında bütün grup yerini almış, bense piyanomun başına geçmiştim. 

Adele-Skyfall

Piyanonun kapağını kaldırıp ayağımı pedala yerleştirerek derin bir nefes aldım. Zil sesi kalından inceye doğru yükseldi, tam bitmek üzereyken zihnimde dönüp dolanan notaların hepsi bir sıraya girip parmaklarıma uyguladıkları baskıyla tuşladım onları birer birer. Tekrar başa döndüğümde Eslem'in sesiyle birlikte diğer enstrümanlar da şarkıya giriş yapmıştı. Bu şarkının bir ruhu vardı, diğerlerinden farklı olarak. Beni bir şekilde bir yerlerde çekiyordu kendisine. Kulaklarıma dolan melodilerin hepsi parmak uçlarımdaki kadere bulanarak havaya karıştığında bu salondaki herkesi o kadere bulaştırdım diğerleri gibi. İncecik bir yol çizip göğe ulaştırdım ucunu ufukta ve onlarca, binlerce engel koydum o incecik yola.

"Let the sky fall."

Vokallerin sesini duyduğumda bir an için gözlerimi kapadım memnuniyetle gülümseyerek, herkes belli ki en iyi şekilde hazırlanmış ve hakkını vermişti provaların, derin bir nefes alıp parmaklarımın dansını hızlandırdım tuşların üstünde. Babamın, zihnimde beliren görüntüsü net değildi ama halinden memnundu; beni tebrik eder gibi gülümsüyordu silik bir tebessümle.

Bundan sonrasında acı vardı. Dokunduğum her tuş, tuşladığım her nota bana bir avuç nefes kadar yaklaştırıyordu ölümü; ölüme bir göz kırpımlık süre daha yaklaştırıyordu beni. Kollarım bu soğuk hisle karıncalanmaya başladığında gözlerimi kapayıp derin olmasına rağmen yetmeyen ve derin olduğu için canımı yakan bir nefesi doldurdum ciğerlerime. Yavaş yavaş diğer melodilerin sesi silikleşip geriye bir tek piyanonun o tok, acıya doymuş sesi kaldı. Eslem sesini bir perde daha yükseltip tize çıkarken kulak tırmalayacak kadar ince olan o tuşa dokundum bir an bile yaptığım şeyden şüphe duymayarak. Parmaklarımın tuşlar üstünde her hareketi kabuk olduğuna inandığım bedenimi siyah ve beyaz renklerinden oluşan bir ruhla dolduruyordu. Kirpiklerim bu ruhu taşımanın ağırlığıyla birbirine sarılırken kirpiklerimin ucundan titredi kristal kadar parlak yaşlar, ağlamayacaktım. Bu kadar fazla seyirci varken ağlamamalıydım.

Salondan yükselen alkış sesiyle irkilip gözlerimi açtığımda gözlerime vuran mavimsi spot ışığı ürkmeme sebep olmuştu, etrafımda olan bitene baktım:  Eslem de susmuş, diğerleriyle birlikte beni izliyordu. Tuşların üzerinde bir harita varmış gibi adım adım ilerleyen, işini bilir parmaklarım en nihayetinde bir notanın üstünde durup birbirine yakın aralıklarla onu tuşladı; parmaklarımı sırayla bütün tuşların üstüne gezdirip yaptığım şey her neyse onu sonlandırdım. Alkışlar kuvvetlenirken Semih'in elindeki bagetlerin birbirine vuruş sesini işittim, dudaklarımda utangaç bir gülümseme...

Derin bir nefes alıp ellerimi kucağıma indirdim, bir süre kalkabilecek gücü toplamak için bekledim. Çok geçmeden Semih yardımıma koşarak kolunu belime sarmıştı, ondan destek alarak kalktığımda kulaklarım; sağır edici bir alış ve ıslık tufanına tabi tutuldu, buna alışık değildim.

"Çok iyi bir iş başardın güzellik. Sen yaptın," diye fısıldadı Semih kulağıma.

Bugün 17 Ocak, günlerden Salı. Ben, Neva Karaer. Bir şeyleri başardım, sanırım. Kabil'in izlerini taşıyan o hinlik dolu yanıma, hastalıklı zihnime ve bitap düşen hücrelerime rağmen, anneme rağmen. Ben, bir piyanistin ve bir hayat kadınının kızı; hiçbir zaman kendi olamayan, bu iki sıfattan öteye gidemeyen... Bugün ilk kez bir şeylerin altına kendim olarak imza atıyordum.

Şarkıyı bitirip bekleme salonunda, sahnesini almış öğrenciler için ayrılan kısmı geçtikten sonra her şey epey tuhaflaşmıştı. Bizden önce çıkan üç grubun tebriklerinin hemen ardından takındıkları tavır ironikti. İyi olan kazansınmış... Hiç şansınız yok, diyordu ben konuşmadan konuşan ve hâlâ bir isim bulamadığım yanım. Gerçi ona ilk kez canı gönülden katılmıştım, evet, bugünün tarihini altın harflerle bir yerlere kazımak lazımdı!

Bizden sonra sahneye çıkan gruplar ve bireyler de teker teker bekleme salonunu doldurup son bir kişi bile kalmazken sunucu kadın sahneye çıkarak bir konuşma yapmaya başlamıştı. Odaya bina görevlilerinden biri girip "Sırayla sahneye çıkmanız isteniyor," diye bildirdi ve onu takip ederek sırayla sahnenin gerisindeki yerimizi aldık. Kadın sunucu elindeki mikrofona bir şeyler söylemeye devam etti, konuştuğu konu bitip esas mevzuya geçene kadar onu özellikle dinlememiş ancak sonrasında heyecanımın yenemediği gerginlikle yanı başımda duran Semih'in bileğini tutarak tırnaklarımı çocuğun etine geçirmiştim.

İlk önce bireysel çalışanlar açıklandı, sonrasında en iyi şarkı/beste. Sıra en iyi soliste geldiğinde Eslem ellerini göğsünün üstünde kenetleyerek beklemeye başladı. Kadın beşinciden başlayarak teker teker isimleri okudu: "Beşinci sırada, Volkan Gediz; dördüncü, Sibel Demir; üçüncü Rüveyda Çam ve ikinciyse Eslem Kayhan."

Hepimiz Eslem'e döndüğümüzde gözlerini kapayıp derin bir nefes almış, yanaklarından hızlıca düşen iki damla yaşı silmişti. Semih ona sarıldıktan hemen sonra kardeşini öne iteleyerek madalyasını ve plaketini alması için harekete geçirdi. Ona gülümseyerek Eslem'i izledim, kadın o sırada birinciyi de açıklamıştı ancak aldırmadım.

"Sırada en iyi piyanist var," diye devam etti sözlerine kadın, Semih'in kolu belimi kavradı sıkıca. "Ama zaten bunun belli olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden ilk olarak birinciyi açıklayacağım."

Güçlükle yutkunup gülümserken Semih'e baktım göz ucuyla; bana inanan insanların inançlarını, güvenlerini boşa çıkarmak istemiyordum ki bu beni yaralardı. Her şeyden ve hepsinden çok.

"Neva Karaer'den daha azını kimse beklemiyordu, değil mi?"

Rahat bir nefes boğazımdan geçip gerilen bedenim gevşediğinde Semih'e kısaca sarılmış, sonrasında vakit kaybetmeden plaket ve madalyamı almak için sunucunun yanına doğru ilerlemeye başlamıştım. O sırada seyircilerin arasında beni alkışlayan Yıldıray'ı gördüm. Gözleri güzel bir tebessümle kısılarak göz çevresindeki gülümseme çizgileri çıkmıştı ortaya, dudakları yukarı doğru kıvrılmış ve hatta deyim yerindeyse ağzı kulaklarına varacaktı. Gözlerimi kaçırarak sunucu kadına döndüm zoraki bir gülümsemeyle, mecburen tokalaşıp madalyayı boynuma takması için eğildim ve kısa bir sarılışın ardından plaketimi aldım.

Yeniden yerime döndüğümde sunucu kadın geri kalan dört ismi de açıklamıştı. İçimde tuhaf, ismini koyamadığım bir rahatlama hissi vardı ve bunun zehir olmasından korkuyordum. "Şimdi sıra son kategoride," dediğinde herkesin, en azından grupların, nefesini tutup beklediğine adım gibi emindim. "Gruplardan yalnızca üç tanesini başarılı buldu jüri üyelerimiz ve ben de sizlere o üç grup ismini açıklayıp sahneye öğretmenlerini davet edeceğim. Üçüncü grubumuz..." Arka fonda gerilimli kalp atışları vardı. "Gece ve öğretmenleri Engin Bey'i bronz madalyayı alması için sahneye davet ediyorum."

Bir alkış tufanı, ıslıklar... Engin Bey sahneye çıkıp madalyonu aldıktan sonra ismi Gece olan grubun yanına gitti.

"İkinci olan grubumuz ise burada bir rock konseri verdi... Papatyalar Ölür Mü ve öğretmenleri Jeyan Hanım'ı sahneye davet ediyorum huzurlarınızda."

Yeni bir curcunanın sonunda Jeyan Hanım da elinde madalyasıyla grubunun yanına geçmişti. O gerilimli kalp atışlarının sesi daha yüksek duyulurken salondakiler gülmüş, arkada bekleyen öğrenciler ise memnuniyetsizce homurdanmıştı. Başımı yorgunca Semih'in başına yaslayıp koluna tutundum ondan güç almak istercesine.

"Sırada birinci olan grup var..." Salondan yükselen homurtular... "Tamam tamam, sizi daha fazla bekletmeden Syllable'ın öğretmeni İlge Hanım'ı altın madalyasını alması için sahneye davet ediyorum!"

Bütün gruptan yükselen sevinç naraları salondaki sesleri bastırmıştı. Olmuştu işte, biz birinci olmuştuk!

"Senin sayende," diye fısıldadı Semih gülümserken, kollarını sıkıca bedenime sardığında ona sarılma fırsatı bulamadan başka kollar tarafından da sarılmıştım. Arkadaşlarım bana sarılmıştı, ilk kez.

   ● ● 

Salondan ayrıldıktan sonra grubun isteğiyle gençlerin takıldı bir bar kafeye gitmiştik, içeriye nasıl girdiğimiz konusuna ise gerçekten girmek istemiyordum. Semih ve Eslem'deki şeytan tüyü, gruptan –ben de dâhil olmak üzere- büyük duran birkaç kişiyi görenleri çeri girmemizi hiç sorun etmemiş, aksine bizi resmen kucaklamıştı. Oldukça büyük bir masa bizim için hazırlandığında içerisi yavaş yavaş boşalmaya ve içeriyi bizim okulun öğrencileri doldurmaya başlamıştı. Semih'e merakla döndüğümde bana, birkaç kişinin birlik olup burayı bir gece için kiraladığını; bir saatten sonra her şeyi eski haline döneceğini söylemişti ki o bahsettiği saat bizim gidişimizden sonraya tekabül ediyordu. Bu oldukça sinir bozucu bir durumdu ama en sinir bozucu olan masamızdaki gerginlikten başka bir şey değildi.

Her masaya akşam yemeği mahiyetinde bir şeyler dağıtıldığında sessizlik bir an için bozuldu, konu üniversite ve sınavlardı. Başlayan YGS başvurusunu yapmayan kalmış mı diye soruluyordu ve soru hiçbir şekilde dönüp dolaşıp bana yöneltilmiyordu. Alayla güldüm, tek nefeslik bir gülüştü bu. İçinde birçok anlam taşıyan ama hiçbir şekilde bir nefesten öteye gidemeyen bir gülüş. Masada daha fazla yok sayılmak sinirlerimiz iyice altüst ederken peçeteyle ağzımı silip peçeteyi masaya bıraktım zaten çok bir şey yiyememişken, ayağa kalktım.

"Size afiyet olsun, daha fazla dayanacak gibi değilim."

Semih bileğimi tutmak için bir hamle yaptığında elimi kurtardım ve telefonumu masadan alarak doğrudan Savaş'ı aradım. Masadan uzaklaşırken telefon meşgule düştüğünde sıkıntı dolu bir nefes verdim. Şimdi geri dönüp Semih'ten beni bırakmasını isteyemezdim, bunu yapamayacak kadar gururluydum. Bir köşeye geçip bekleme kararı aldığımda ve hatta bar taburesine oturup kendim için bir su istediğimde yanıma Ayça gelmeseydi gayet rahat da edecektim.

"Efendim Ayça," dedim aksi bir sesle, ona bakmadım.

"Konuşmak için geldim."

Sessizlik.

"Evet, onu görüyorum," derken gözlerimi ona çevirdim sakince. "Neden geldiğini anlamıyorum ama."

Derin bir nefes alıp önünde birleştirdiği elleriyle oynarken fazla masum duruyordu ancak bu artık ilgilendiğim bir konu değildi. "Özür dilemek istiyorum ve tabii, diğerleri de. Yeniden arkadaş olmak."

Başımı hafifçe iki yana salladım ve telefonu sıkıca kavrayarak kalktım oturduğum sandalyeden. "Acımanıza ihtiyacım yok Ayça, arkadaşlığınıza ihtiyacım vardı ama yoktunuz, şimdi de gerek yok." Sonrasında Ayça'ya değmeden yanından geçip çıkışa doğru ilerlemeye başladım.

"Sana acımıyoruz biz Neva!"

Onu duymazdan gelerek ilerledim çıkışa doğru. Arkamda kalan acı henüz eteklerime yapışmamıştı, boş hissettiriyordu. Derin bir nefes alarak kollarımı birbirine bağlamadan hemen önce son kez şansımı deneyerek yeniden aradım Savaş'ı, bekledim. Arama ikinci kez meşgule düşene dek bekledim, telefon yine açılmadı. Kapıdan dışarı çıktığımda soğuk olduğu gibi kesmişti etimi, gözlerimi kapayıp çıplak sırtımı kefenin duvarına yasladım kendime gelebilmek için. Gözlerimi kapayıp içimden saymaya başladığımda bir kez daha Savaş'ı arama kararı aldım, yeniden denemem gerektiğini hissederek.

"Meditasyon mu yapıyorsun?"

Kirpiklerim kıpraşıp gözlerim kocaman açıldı tanıdık seste duyduğum tanıdık cümleyle, tam Buğra'ya dönmüştüm ki omuzlarımda ceketinin sıcaklığını hissettim. İtiraz etmek isteyen yanım sıcaklığı duyumsadığı an çenesini kapayıp bir köşeye çekilmişti. "Ne işin var burada," diye sordum şaşkınlığımı üstümden atabildiğimde.

"Aynı okuldayız Neva," dedi bir çocuğa bilimsel bir şeyi anlatıyormuş gibi konuşarak. "Burada parti verenler benim de okul arkadaşlarım." Cümlesi bittikten sonra kollarımı kavradı nazikçe, "Hadi, içeri gidelim, sıcak bir şeyler iç. Sonra seni evine bırakırım istersen?"

Gözlerim elimdeki telefona kaydığında saate bakıp arama var mı diye kontrol ettim, yoktu. Başımı sallayarak onayladım onu. "Sadece bir bardak sıcak içecek, o kadar," diye uyardım öncesinde, sonra onunla birlikte yeniden içeri girdim. Kalbim ağzımda, kulaklarımda bir çınlama. Ceketinden buram buram yayılan kokusu burnuma dolarken kalbimin daha hızlı atmasına sebep oluyordu. Bu çocuktan ve hissettirdiklerinden nefret ediyordum.

Gözlerden uzakta iki kişilik bir masaya oturduğumuzda Buğra kendisine bir bira istemişti, benim içinse bir bardak ballı süt. Üstelik ne istediğimi sormadan. Ona öfkeyle bakarak ceketini uzattım, "Buna gerek yok. Hem ne o öyle, bira. Kaç yaşındasın sen?"

Masaya doğru eğilip gözlerimin içine baktı doğrudan: "On dokuz ve büyük olduğumu bildiğini zaten biliyorum."

"Henüz on dokuz değilsin akıllım."

Onun birası, benim ise sıcak ve ballı sütüm gelmiş, konuşmamız derinleşmişti. Bazen, her şeyin ötesinde o gözlerde daha derin bir şeyler yatıyordu; bazen sadece beni o anlıyordu. Sanırım en çok can acıtanlardan bir tanesi; en çok, en iyi anlayan kişinin aynı zamanda en kolay ve en fazla acıtan kişi olmasıydı. Benimle uzun uzun konuştu, sadece müzikten bahsettik. Piyano çalarken kendimi kaybediyormuşum, öyle demişti bana. "Sen bir de kendini piyano çalarken benim gözlerimden gör." Çok derin ve aynı zamanda tehlikeli bir cümleydi bu kalbim için. Malum, yüzme bilmeyen Çoban Yıldızı bendim.

Dans müzikleri çalmaya başladığında yerimizden kalkmadan oturduk, o da sustu bu kez; ben de sustun. Sadece birbiriyle dans edenleri izledik. Semih Ayça'yı dansa kaldırmıştı ve Öykü'yle Ali de dans ediyordu. Boğazıma yerleşen yumruyla gözlerimi kaçırarak başımı temiz masaya koyup kapadım gözlerimi. "Eve gitmek istiyorum," dedim hâlâ aramanın gelmediği telefonumu hatırlayarak. "Son çare bir taksi ama taksicileri sevmiyorum."

Gülüş sesi aramızdaki mesafeyi doldurup kulaklarıma ulaştığında dudaklarım bir tebessümle kıvrıldı. Gözlerimi açıp başımı kaldırarak ona baktım suratımdaki aptal sırıtışı silerek. "Ne gülüyorsun, komik bir şey mi söyledim?"

Başını iki yana sallarken dişlerini gösteren gülümsemesi küçülüp bir tebessüm halini aldı. Uzanıp önüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra başparmağı dudağımın kenarını okşadı hafifçe. "İncecik bir ip var dudaklarımdan dudaklarına, sen gülümsersen ben de gülümserim."

Konuşamadım, bir cevap veremedim. O elini indirdiğinde bile hâlâ ona bakıyordum konuşmak için hafifçe aralanmış dudaklarla, sessizlik sürüp giderken derin bir nefes alıp minik bir tebessümle eğdim başımı ancak gözlerim kaçamak bakışlarla onun yüzünde dolaşıyordu. Gülümsedi. Minicik bir tebessümdü ama ben gülüyorum diye gülmüştü. Gözlerimi kaçırıp çevirdim yüzümü başka tarafa, Allah aşkına; ne yapıyordum ben?

Kaiti Kink Ensemble - Remedy çalmaya başladığında sessiz durduğumuz onca dakikanın ardından elimi tutarak beni kaldırmıştı oturduğum sandalyeden. Dans edenlerin arasında bizim için bir yer açıp kollarını belime sardı ve yanağını şakağıma yasladı. Topuklularla bile benden uzun olan nadir adamlardan biriydi Buğra Aslan, bu tuhaf bir şekilde iyi hissettiriyor; kollarının arası tehlikeli bir güven aşılıyordu. Altı boş, temeli olmayan, hemen yıkılacakmış gibi çürük ve asla harabeye dönmeyecekmiş gibi kuvvetli. Gözlerimi kapayıp kollarımı boynuna sardım ve derin bir nefesle kokusunu doldurdum ciğerlerime. Dudaklarını şakağımda hissettiğimde iç çeker gibi soludum havadaki oksijeni, bedenim o nereye hareket ederse ona ayak uyduruyordu.

Havanın soğukluğundan nasibini almayıp neredeyse cehennemin olacak sıcak parmak uçları sırtımdan kayarak belimde durdu, elbise dekoltesinin açıkta bıraktığı tenim cayır cayır yanıyordu dokunuşlarının altında ve gözlerindeki bu ifadenin anlamını bilmiyor oluşumun yarattığı çaresizlikle kıvranıyordu hislerim. Ona bu kadar yaklaşmamalıydım. Aslında bu da değil, ondan tamamen uzak durmalıydım. Tabii yeşil gözlerinin emaresi üzerimde olmasaydı, o etkiye kapılmamış olsaydım.

"Ne düşünüyorsun?" Sesi kulaklarıma ulaştığında bir aptallık yapıp derince soluduğum nefesimi ciğerlerime hapsettim kokusuyla birlikte, gözleri kısıldı. "Ne düşündüğünü duymak istiyorum."

Düşüncelerime ve hislerime pervasızca saldırılar yapan tek adamdı Buğra Aslan, parmaklarının arasında kapana kıstırdığı hislerim elinde bir tutsaktan belki farklı değildi ama yeri geldiğinde onlara bir tanrıça muamelesi yapmayı da iyi biliyordu. Aklıma girmesine, kalbime sağlam bir çelme takıp beni kollarının arası kadar büyük olan okyanusuna düşürmesine izin vermiştim. Yine ve yeniden ona karşı koyamamıştım, suçluydum, günahkârdım. Bir başkasına acı çektirendim.

"Neva."

Sıcak nefesiyle ödüllendirilen tenim ona boyun eğmemi emrediyordu, gözlerim usulca örtüldüğünde omuzlarında duran ellerimi ensesine kaydırıp parmaklarımı birbirine kenetledim. Kaç dakikadır aynı şekilde dans ediyorduk bilmiyordum ama olduğumuz yerde, bizden başka kimse kalmamıştı, şarkı duralı çok olmuştu ve biz hâlâ dans ediyorduk -yaptığımız salınma hareketine ne kadar dans denilirse... Tam da bu sırada belimde duran ellerinden birisi kayarak sırtıma doğru çıktı, bedenlerimizi birleştirdi. Hiç itiraz etmedi ayaklarım gücü tadıp tanıyınca, ona yaklaştırdı beni. Ensesindeki parmaklarımı çözüp sağ elimi kaslı koluna indirerek ceketinin üstünden tutundum koluna, gözlerim yarı yarıya örtülü ve ensesindeki parmaklarım saçlarının keşfindeydi. Birbirine her saniye biraz daha yaklaşan yüzlerimiz nefes alanlarımızı tıkıyordu ancak bu bizi durdurmadı, aç olan yanımız birbirimizin nefesine pençesini geçirdi. Gözleri dudaklarımda, dudakları dudaklarım için hafif bir aralıkla beni bekliyordu; tatlı nefesi okşuyordu dudaklarımı.

"Bu çok yanlış," diye fısıldadım onu durdurmayı istiyorken hâlâ mantıklı yanım, göğsüm; kurtulmak için çırpınan ciğerlerime aldığım nefesin fazlalığıyla şiştiğinde Buğra'nın göğsünden yükselen ve hırıltıyı andıran ses yaptığım şeyin iyi olmadığını doğruluyordu. "Yanlış olan ne?"

Dilim damağım bir an kurak bir çölden farksız hale geldiğinde yutkunmak için özel bir çaba sarf etmek zorunda kalmıştım. "Biz," dedim güç bela, fısıltıdan öteye geçmeyecek bir sesle ve devam ettim: "Şu an, bu halimiz. Burada olmamalıydın, ben senin kollarında olmamalıydım." Sonra sustum, Buğra'nın gözleri öfkeyle kısılırken susmaktan daha iyisini yapamadım.

"Onunla bu kadar yakınsan onun kemiklerini kırmam gerekecek," dedi derin bir iç çekişin ardından, hâlâ birbirimize az önceki kadar yakın duruyorduk ve bu şey her neyse, bacaklarımın titremesine sebep oluyordu.

Yumruk yaptığım parmaklarımın arasındaki ceketi sıkıca tuttuğum saniyede belimdeki eli daha kuvvetli bir sarışla tenimi kavradı. Göz kapaklarım usulca örtülüp omuzlarım dokunuşunun etkisiyle, istemsizce dikleşince dudaklarımız birbirine çarparak durmuştu. Kısık sesli, şaşkınlık dolu bir bir inilti yükseldi dudaklarımdan; kirpiklerim daha sıkı tutundu birbirine ve kalbim, göğüs kafesimi parçalamak ister gibi hızla çarpmaya başlamıştı. Onu itmek için bedenime komut verdim, oysa parmaklarım saçlarını sıkı olmayan bir tutuşla kavrayarak geri çekilmesine engel olmaya çalışıyor gibi duruyordu. Geri çekilmesini söylemek için dudaklarımı araladığım an oluşan boşluğu keskin ve zehirli sözlerinin bile etki etmediği yumuşak dudakları doldurdu, birbirimize kenetlenmiştik.

Acı durdu, sesler kesildi. Kendi zihnimde ben bile yoktum, Buğra vardı. Tenimde gezinen parmakları güzel hissettiriyordu ve tuhaf olan, piyanosuna aşık bir piyanist gibiydi o an Buğra. Teni tenimde, nefesi nefesimdeydi ve parmaklarım yumuşak sayılacak bir sertliğe sahip olan saçlarını okşuyordu. Şefkât vardı dokunuşlarımda ya da ben öyle sanıyordum. Her yer soğukken beni sarıp sarmalayan sıcak beden ateşten bir çemberin içinde yanmadan duruyormuşum hissi veriyordu. Dudaklarımdan yavaş bir öpücüğü çekip aldığında içinde bulunduğum çember daraldı ve anladım ki, aslında ben de vardım. Buğra'nın öpüşünde, dokunuşlarında, nefesime karışan nefesindeydim.

Nefeslenmek için uzaklaştım dudaklarından, alnım burnunun hizasında bir yerlerde, yanağındaydı. Birbirimize hâlâ haddimizden fazla yakındık ama bunu umursayan yanımız yaktığımız ateşin içinde kül olup havaya karışmış olmalıydı. Gözlerim hiç açılmamışken saçlarının arasına saklanan parmaklarım boynundaki dövmesine kaydı, usul bir dokunuşla okşadım dövmenin üstünden tenini. "Bana yaptıklarından nefret ediyorum, böyle hissetmekten de. Keşke senden de nefret edebilsem."

Dudaklarını yeniden şakağımda hissettiğimde gözlerimi daha sıkı kapayıp başımı omzuna düşürdüm, sakladım yüzümü ondan. Neden bu kadar zordu kollarından çekilip gitmem, neden arkama bakmadan kaçamıyordum ondan?

"Sen öptüğünde neden geçecek gibi hissettiriyor, bu yanlış değil mi?"

Sustu. Her zamankinden daha sıkı sarıldı ama konuşmadı. Alnımı boynuna yasladığımda derin bir nefes alarak hafifçe gülümsedim, kollarında hiçbir zaman küçücük kalamayacaktım kendimden büyükken sorularım ve yine hiçbir zaman rahat bir nefes alamayacaktım kollarına bindiğinde omuzlarımdaki yük. Boynundaki elimi yanağına kaydırıp yüzünü kendime doğru çektikten sonra son kez öptüm dudaklarını, son kez onun kollarındayken onun hissetme şansı tanıdım kendime; çok değil, bir dakika kadar sonra kollarının arasından çıkmıştım ve yürüyordum, uzaklaşıyordum ondan. Dudaklarımda dudaklarının tadı, nefeslerim nefesleriyle mühürlü...

"Neden hâlâ senmiş gibi hissediyorum," diye sordum olduğum yerde aniden durarak, ona döndüm çatılı kaşlarımla. "Bu yanlış ama neden seni seviyorum?"

Buruk bir tebessüm geçti dudaklarından, gözlerinde hayal kırıklığının yansıması can buldu. Ayakları bana doğru ilerlediğinde ondan kaçmak için bir adım geriledim. Bu kez durmadı, beni dikkate almadı yeniden; bir eli bana uzanmıştı kaybolmamı önlemek ister gibi.

"Neden acıtıyor?"

Yeniden dibindeydi heybetli bedeni, omuzları ışığın bir kısmını keserek gölge düşürüyordu yüzüme fakat teni bir ilahmış gibi ışıldıyordu. Bu kadar güzellik, haksızlıktı. Yaradan bize pek adil davranmış sayılmazdı bu konuda, güzel olan oydu; hem de her şeyiyle. Gözlerimi gözlerine sabitledim yanağımdaki yerini alan elini göz ardı etmeye çalışarak, ceketinin yakalarını kavramıştı ellerim. Onu sarsıp kendimden uzaklaştırmak istiyordum.

"Neden beni bıraktın Buğra, ben sensiz kalmak istememiştim ki?"

"Bilmediğin ve bilmeni istemediğim şeyler var," dedi sessizce konuşup, sesinde çaresizlik vardı. "Senden hiçbir şey istemiyorum Neva."

Ellerim kollarına kayarken gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım, alnını alnıma yasladı. Kollarına sıkıca tutunuyor ve belimi aynı sıkılıkla kavrayan ellerinden destek alıyordum düşmemek için. Çünkü biliyordum ki düşersem elini uzatmayacak, ayağa kalkmama yardımı dokunur belki diye gösterecekti. Eline uzandığımda hemen kalkarım sanacaktı ama kalkamayacaktım, yeniden düşecek; bir öncekine göre daha çok yara alacaktım. Görmeyecek, bilmeyecekti çünkü çoktan arkasını dönüp gitmiş olacaktı; bense düştüğümle kalacaktım, ölene ya da daha dibi bulana kadar.

"Sadece bu gece yanında olmama izin ver."

Başımı sallayarak onayladım onu sessizce: "Sadece bu gece. Sonra gideceksin, bana zarar veriyorsun, istemiyorum. Dengemi bozuyorsun."

"Şş..." Fısıltısı dudaklarıma vururken alnımdaki ağırlık geri çekildi, nefesleri yeniden tenimi ısıtıyordu. Güçlükle yutkunarak yüzümü başka bir yöne çevirdim onun etkisi altından bir şekilde çıkarak. "Yapma," dedim sessizce. "Öpmeni istemiyorum, daha fazla değil. Eve gidelim artık."

Hiçbir şey konuşmadan kafeden çıkıp arabaya binmiştik, üzerimde yine Buğra'ya ait olan bir ceket vardı ve telefonum hariç tüm eşyalarım Semih'in arabasındaydı. Huzursuzca yerimde kıpırdanıp başımı cama yasladım, gecenin karanlığına boyun eğen sokağı; geceye rağmen kalabalık olan yolları izledim yolculuk boyunca. Bu sessizliğime saygı duydu Buğra, zaten sessizliği sevip her anlamda tercih eden biriydi ki onun da işine geldiğini düşünüyordum. Yarım saatin sonunda ise nihayetinde eve gelebilmiştik. Arabadan inip kapıya yürürken babamın kullandığı anahtarı sakladığım için şükrediyordum, kapının önündeki su sayacının içinden anahtarı alarak kapıyı açtım ve içeri girerek açık bıraktım. Buğra hemen arkamdan içeri girecekken durdum kendimi kötü hissederek, ona döndüm: "Gelmesen, yani eve birlikte girmesek?"

Göz devirirken içeri girip kapıyı arkasından kapadı. "Ne zamandan beri meraklı komşuları düşünür oldun," diye sordu aksi bir şekilde oturma odasına ilerlerken. "Yorgunum, alkol aldım ve araba kullandım. Polise yakalanırsam ehliyetime el koyar."

"Ne zamandan beri polisleri dert eder oldun," diye sordum onun sesini taklit ederek, onu arkamda bırakıp odama geçerek eşofmanlarımı ve günlüğümü alıp banyoya girdim. Elimi yüzümü bol sabunlu suyla yıkadım makyajdan arınması için, sonrasındaysa üzerimi değiştirip elbisemi odamdaki koltuğa derli tolu bir şekilde yerleştirdim. Buğra'nın yanına geri döndüğümde kollarını koltuğun sırtlığına açarak yaslamış, başını geriye vererek ayaklarını sehpaya uzatmıştı. Başına hafifçe vurdum ve ona kızdım: "İndir o ayakları, dingonun ahırında mı sandın kendini sen?"

O, keyifle gülerek ayaklarını indirirken gözlerini takip ettim: Karşısında duran piyanoya, babamın piyanosuna bakıyordu. Koltuktaki sağ eliyle bileğimi kavrayıp beni yanına doğru çekiştirdi. Ayaklarım ona ayak uyduruyordu, onlara söz geçiremiyordum. Gerçi hoş, beynimi bir kutuya kapayıp üstüne kilit vurdukları da gün gibi ortadaydı. Yanına oturduğumdaysa yarın, bu yaptıklarım için kendime ne kadar kızacağımı hesap edemiyordum.

Kolunun birini belime sararak beni sıcak gövdesine yaklaştırdı hiç zorlanmadan. "O elindeki ne?"

Gözlerimi ona kaldırdığımda gözlerindeki saf merakı görmüştüm. "Babamın günlüğü," dedim samimiyetine inanarak, gülümsedim hafifçe.

"Okusana, ben de seni izleyeyim?"

Gözlerimi deftere eğip omuz silktim ve rast gele bir sayfa açarak okumaya başladım. Annemin bir sıralar davranışsal bozukluklar göstermeye başladığını ve bir arkadaşıyla konuşarak uygun psikiyatrı ayarladığını yazıyordu. Psikiyatrın adını okuduğumda gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Başka bir Yıldıray daha olabilir miydi? Başımı hafifçe iki yana sallayıp sayfayı bitirmeye odaklandım ve devam ettim. "Onu ellerimle teslim ettim Yıldıray'a," diyordu babam bu sayfasının sonunda "Benim bile sevemeyeceğim bir sevgiyle sevdi onu Yıldıray, karşı çıkamadım." İçime bir acı çökmüştü aynı saniyelere denk; gözlerimi Buğra'ya kaldırdım gövdesinden destek alarak. "Sevdiğin birine iyi gelmediğini hissedersen ne yaparsın?"

Kaşları bu beklenmedik sorumla çatılırken gözlerimin içine bakıyordu, bir şeylerin arasında kaldığı ve şaşkınlığı belliydi sert çehreli yüzünde. Dudakları aralandığında aldığı nefesin kısık sesi bir ıslık gibi doldurdu aramızdaki boşluğu, gözlerimi dudaklarından çekip utançla bıraktım başımı göğsüne. Kalp atışları normal düzeyden biraz hızlıydı ancak bunun onun normali olduğunu düşünüyordum, derin bir nefes alıp kokusunu ciğerlerime doldururken gülümsedim elimde olmadan.

"Tenin neden bu kadar sıcak," diye sordum bu kez, bir önceki sorumu es geçip merakımı gidermeyi istedim.

Eli sağ omzumu kavrayıp beni kendine çektiğinde dudaklarının yumuşaklığını hissettim saçlarımda, derin bir nefes almıştı yeniden. "Ben küçükken yaramazlık yapamazdım," dedi fısıldar gibi boğuk çıkan sesiyle konuşup, boğazını temizledi sonrasında. "Annemi hiç tanımadım zaten, bakıcılar büyüttü beni. Babam ne derse o şekilde. Uyku, yemek, oyun, çalışma saatlerim vardı." Sesi sonlara doğru alıştığım duygusuz haline bürününce göğsünde duran başımı hafifçe geriye eğip ona baktım, gözlerindeki ifadeyi izlemek istedim.

"Bir gece babamı dinlemeyip evde dolaşırken," derken kaşları çatılmış, gözleri; uzaklarda bile var olmayan o noktaya kilitlenmişti. Anıları onu rahatsız ediyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde, memnuniyetsizdi. "Banyodan bir kadın çıktı, benimle konuşmaya çalışınca ona bağırmıştım. Sonra babam geldi yanımıza, önce kadını gönderdi; sonra bir şey demeden beni üstümdeki pijamalarla kapının önüne koydu." Tek çırpıda söylediği cümleler kanımı dondururken dehşetle ona bakıyordum, ifadelerinin hepsi bir kapının ardına saklanmış gibiydi; sesi gibi bomboştu gözleri. "Şubat ayı, hava buz gibi soğuk, gecenin bir vakti ve yerler, çatılar kar dolu. Kapının önünde bir girinti vardı, orada bir köşeye kıvrılıp uyumuşum."

Başımı iki yana sallayıp kapadım gözlerimi sıkıca, onun yerine yanan canıma söz dinletemedim.

"Neden peki," diye sordum sessizce fısıldayarak. "Sana bunu yapmasının gerçek sebebi ne?" Hangi baba kendi çocuğuna, sırf sözünü dinlemedi diye böyle bir ceza verirdi ki?

Gülümseyerek saçlarımı okşadı, duruşumu düzelterek kalktı koltuktan. "Artık gitsem iyi olacak," dedi bir duygunun barınmadığı ses tonuyla, yine de dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Sessizce başımı sallamakla yetindim ve onu geçirmek için hareketlendiğimde ise omzumu tutarak durdurdu beni. "Çıkışı biliyorum güzelim, sen okumana devam et."

Başımın tepesine bir öpücük bıraktı ve gitti, ardından kapanan kapının sesi doldurdu boş evi.

Sayfalar akıp gidiyor, mürekkebe yaşların karıştığı yerlerde kanım donuyordu. "Yasemin," diyordu babam, "Hayatın kadını, hayat kadını. Her şeyini hayattan öğrenmiş, hayatın doğurduğu kadın. En büyük sırrı karanlıktan korkmak olmayan kadınmış meğer, bilmediğim kadınmış. Yetim yüreğine kirli ellerin sürüldüğü, rahminden taze canların koparıldığı kadın."

Gözlerim okuduklarını kabul etmiyor, gözyaşlarım kabul edemediklerine acıyordu. Sağ elimi ağzıma kapayıp yuttum hıçkırığımı. Gözlerim satırların arasındaki zehri toplamaya devam etti: "Yetimhaneden alan dayısı daha el kadar çocukken tecavüz etmiş benim Yasemin'ime, sekizinde bir kızken. Kaçmış, inanmamışlar. Polisler bile dinlememiş. On ikisinde başkaları gelmiş. Bebek düşürmüş çok kez. Bana kaçtığında aslında adamlardan kaçmış. Ellerim kırılsaydı, vurmasaydım, dokunmasaydım. Güzel sevgilimi acıtmasaydım."

Acıtmasaydım.

Vurmasaydım.

Sekiz yaşında kızken...

On ikisinde...

Yaşlar bir sicim misali, ardı arkası kesilmeksizin dökülüyordu yanaklarımdan. Taşıyordu ruhum, sesim çıkmıyordu. Boğazım yanıyordu, katan mıydı midemden yükselen?

"O çok sevdiğin baban nerede, Neva," diye fısıldadı zihnim lanetli sözlerini, "Seni koruyamayan, karısının canını yakan melek baban nerede!"

Başımı iki yana sallayıp günlüğe sıkıca sarıldım. Gözlerim kördü, doğru okuyor olamazdım. Hayır, deliydim ben, hayal görüyordum. Babam iyi biriydi!

Karnıma çektiğim bacaklarıma kollarımı dolayarak yüzümü diz kapaklarıma doğru kapadım ve olduğum yerde sallanmaya başladım. Ses, yalan söylüyordu, beni korkutmak içindi. Babam iyi biriydi, iyi biri olmasa beni sevemezdi ki, saçlarımı okşamazdı.

Aciz!

Avazım çıktığı kadar bağırdım: "Hayır!"

Korkak!

"Hayır, hayır!"

Gülüyordu, sesi her yerde duyuluyor; yankılanıyordu.

Ne kadar da babana benziyorsun Neva, acizsin! Sen de annene vurdun!

Ellerimi kulaklarıma kapayarak başımı iki yana salladım hınçla, uzun olmamasına rağmen tenime batan tırnaklarım canımı yakıyordu, boğazım acıyordu. Yağmurun cama vuran sesi zihnimdekileri bastırınca yeniden kendime sarılarak yattım kanepenin üstüne, dizlerimi karnıma çekip korumak istedim kendimi herkesten; her şeyden. En çok kendimden. gözlerim kapandı, açıldı. Ebede kadar uyumak istedim, yağmur bedenimi yıkasın istedim. Ölüp yok olmak.

Zamanla tüm acılarımı, kanımla birlikte içime akıtmayı öğrenmiştim. Damarlarımda akıp duran o yoğun sıvı hüznü kendine yoldaş edinmişti, bunu kabullenmiştim zaten ancak zorluyordu. Hâlâ daha bocalıyordum, yuvarlanıp duruyordum atıldığım boşlukta. Bir sonu olmalıydı, hiçbir şey sonsuz değildi fakat daha sonu görememiştim, sırtım sert yüzeye çarpmamış, kemiklerim bu sertlikle kırılmamıştı. Yine de ölüyordum. Belki yüksekliği kaldırmıyordu kalbim, belki de basınç dayanamayacağım kadar kuvvetli olduğu içindi. Bir zaman sonra fiili ölümüm de gerçekleşecekti ve o zaman ruhum Araf'ta asılı kalmayacaktı, hak ettiğim muameleyi görecektim.

Göğsümü rahatlatacağını düşündüğüm derin bir nefes doldurdum içime ancak o boşluğu dolduramamıştım. Gözlerim, pusuda yatan yaşlar yüzünden yuvalarına batıyor; burnum, henüz ağlayamamış olduğum için kemikleri kırılırcasına sızlıyordu. Dudaklarımın ardında sıkışıp kalmış hıçkırıklarım kalbimin en kuytu köşelerinden kopup gelmişti. Ruhum dağlanıyordu. Bunca acı niyeydi, bu kadar acının bir anlamı olmalıydı. Öyleyse neden o anlamı bulamıyordum!

Bir kez daha okuduğum satırları anlamlandırmaya çalışıyordum. Bunca zaman kendi gözümde büyütüp melekleştirdiğim insan koskoca bir yalan mıydı? Kandırılmıştım. Neredeyse on bir yıldır kendimi avutuyordum ve buna izin vermişlerdi. Ben, içi dışı yalan olan birini hayallerimde büyütmüş, ona güvenmiştim. Her şeyim pahasına korumuştum o insanı, canım yandığında ona sığınmış; eksikliği hep kendimde aramış ve en nihayetinde kendimi ona hiç yakıştıramamıştım. Temiz kalamayacak kadar lekelere sahip olan iki insanın kızıydım ben. Temiz kalmaya çalıştıkça içine düştüğüm bataklıkta hep daha derine saplanmıştım. Belki de benim için öngörülmüş olunan hayattı bu. Başkalarının bedellerini ödüyordum...

Annemin haklı olduğunu düşündükçe içimde bir şeyler parçalanıyordu. Kulaklarımdaki uğultu düşüncelerimi haklı çıkarmak istercesine şiddetlenirken kendi kendime yaptığım bu işkenceye bir son verip kucağıma düşen defteri sertçe kapadım ancak oturduğum koltuktan kalkamıyordum, sanki bacaklarım işlevini kaybetmişti, sanki ben bütün hislerimi yitirmiştim.

Kapının çalınmasıyla bir çırpıda düşüncelerimden sıyrıldım. Oturduğum yerden güçlükle ayağa kalktım fakat kapıyı açmak yerine oturma odasının bir köşesine koydurduğum piyanonun yanına gittim. Hâlâ elimde duran defteri sertçe fırlattım piyano tuşlarının üzerine. Onları istemiyordum; ne piyanosunu, ne de benim için bıraktığı defterini! Piyanonun yanına koyduğum, içinde sahte melisa çiçeklerinin olduğu cam vazoyu tutarak var gücümle piyanonun üst kısmına vurdum. Cam gürültüyle kırılırken ahşap zemin kulak dolduran bir çatırtıyla parçalanmıştı. Hiç vakit kaybetmeden başka bir şeylerin arayışına girdiğimde odanın köşesinde duran iki demir sandalye gözüme çaptı, bir tanesini titreyen ellerimle güç bela kavrayıp kaldırarak piyanonun üstüne  vurdum: Bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha... Piyanonun üzerine inen her darbe ruhumdan bir şeyler koparıp gidiyordu. Yaşarken kendi hayatıma son veriyordum. Artık ne bir piyanistim ne de bir piyanistin kızı. Ben baştan sona lekelere bulanmış, her solukta biraz daha çürümüştüm. İlk önce etrafımdaki rezil dalkavuklara sıkı sıkıya sarılmış ve sonra onları kendi ellerimle devirmiştim. Tutunacak bir dalım, hayatta kalma sebebim, ayakta durmak için bir dayanağım yoktu artık.

Kollarımdaki güç bütün bedenimden çekilirken dizlerimin üzerine düştüm, ellerimdeki sandalye de düştü benimle beraber. Aldığım soluklar, verdiğim nefesler... Hayat bana bir defter tutuyor ve orada yazan her şeyin bedelini ödetiyordu. Üzerime yıkılan borçların, kefili olarak gösterildiğim hataların, temsilcisi olarak göründüğüm suçların... Nefeslerimi bile borç olarak görüyordu belli ki. Şu an olduğu gibi onların bile bedelini ödüyordum.

Kırık cam parçalarının yırttığı eşofmanımla, kestiği etime ve acıttığı canıma aldırmadım, aldıramazdım da. Daha büyük acılarla cebelleşiyordum içimde. Ne büyük okyanuslarla, o okyanusların hırçın dalgalarıyla boğuşuyordum, boğuluyordum. Ruhum sızlıyor, içim acıyordu. Gözyaşlarımın tuzlu tadı damağımda kalmıştı kalmasına da, kan revan içindeydim, bitap düşmüştüm. Şuncacık cam kırıkları nasıl olurdu da canımı yakabilirdi? Ben kendi can kırıklarıma kanıyordum.

Yere uzandığımda kapıya vurulan yumrukların sesi de şiddetlendi, yoksa ben mi yeni duyuyordum? Dudaklarımdan kopan isterik kahkaha ciğerlerimdeki tüm havayı tüketiyordu. Ölüyor muydum?

Hayır hayır, daha çekecek çok acın var...

Kulaklarımda uğuldayan sesi duymak istemiyordum artık, sağ elimi kaldırıp var gücümle kulağıma vurdum. Bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha. Neva gülüyor ve devam etmemi söylüyordu, devam etmemi söyleyip gülüyordu bana. Boğazımın yırtılır gibi acımasına sebep olacak kuvvetle bağırdım: "Yeter, sus!"

Başka bir gürültü kopup bana yaklaşan ayakların sahibi içeriye girdiğinde ağlamaktan kan çöken gözlerimi yerden kaldırarak ona çevirdim. Annemin yüzüne önce şaşkınlık, sonrasında bariz bir dehşet yerleşti. Korkmuş muydu? Belki. Öne doğru uzanıp kollarımı tuttuğunda pelteye dönen bedenim ona itaat etmedi, ağırdım ancak bu ağırlık fiziki değildi, ruhuma bir ağırlık çökmüştü. Canımın acısından mıydı, bilinmez, bir hıçkırık süzüldü dudaklarımdan ve omuzlarım sarsıldı bir zelzeleye kurban gitmişim gibi. Annem, bir kez daha beni kaldırmayı denediğinde de sonuç değişmedi; yine kalkmadım. Bu kez o oturdu benim yanıma. Yerde, cam ve ahşap kırıklarının arasındaydık; dizlerim kan içindeydi ama en çok kırık kalbimdeydi benim, canım en çok kalbimde acıyordu.

"Neva," dediğinde sesi titredi, elleri bir türlü yanaklarıma çıkmadı; gözyaşlarımı silmedi ya da normal bir anne gibi okşamadı saçlarımı, beni bağrına basmadı. "Kızım, ne oldu? Kalk hadi yerden."

Kollarımı kendime çekip ellerinin kirli dokunuşundan kurtuldum, kırık piyanonun yanında dört bir yana savrulan kağıtları attım kucağına. Elimin tersiyle yanaklarımdan süzülen yaşları sildim hiddetle ve titremesine aldırmadığım sesimle, neredeyse bağırarak sordum: "Ne bunlar?"

Dudakları aralandı, parmakları sıkıca kavramıştı günlükten kopan yaprakları. Gözleriyle satırları takip ettiği her saniyede gözlerinden yaşlar süzüldü sıra sıra, daha çok ağladım o ağlarken. Onu kollarından tutup sarsmak istiyordum, bütün kızgınlığımı kusmak... Ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum oysa. Derin bir nefes alıp yutkundum güçlükle, yeniden sildim yanaklarımdaki acı ıslaklığı. "Ben ne yaptım sana?" diye sordum hâlâ ağlıyorken, sesim yok gibiydi; güçsüzdüm. "Miniciktim, hiçbir şeyi bilmiyordum, bir suçum yoktu benim, günahsızdım! Ne yaptım sana?"

Sağ elinin parmak uçlarıyla dudaklarını kapadı, hıçkırıklarını bastıramamıştı buna rağmen. Başını hızla iki yana sallıyor ve sarsılıyordu. Canı mı yanıyordu yoksa, sarılsak geçmez miydi?

"Beni sevmeni istedim sadece, çok küçüktüm Allah kahretsin, sadece sen de sev istedim!" Parmaklarım saçlarımın arasından kayarak saç diplerimi çekiştirirken avuçlarımı kapadım kulaklarıma, zihnimin içindeki sesleri duymak istemiyordum. "Neden sevmedin, bu kadar mı acizdin, o kadar mı çirkindim?"

Çirkindin, diye onayladı annemin arkasında durup ona sarılan Neva beni; gözlerinde annemi üzmemin verdiği öfke vardı: Çok çirkindin. Ellerimle kendimi geriye iterek uzaklaşmaya başladım onlardan, sırtım duvara yaslanana dek de durmadım. Kollarım bacaklarımı sardı, küçücük olmak; yok olmak istedim. İki günahın zehirli meyvesi miydim ben, daha ötesi değil miydim şimdi? Bildiğim her şeyin yalan olmasının ağırlığı altında paramparçaydım.

"Neden sevmedin beni," diye sordum yeniden, sesim boğuktu; ölüm yutmuş gibiydi. "Babam sevdi diye mi sevmedin?"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top