Bölüm 9
Haftanın ikinci bölümünden herkese MERHABAAA,
Aşırı aksiyon dolu önceki bölümden sonra çıtayı yükseltmesem olmazdı, o yüzden size BOMBASTİK bir yeni bölümle geldim. Bu kez kahramanımız Tyron. Kat'in gözünden neler yaşandığını okudunuz zaten. Bakalım duvarın öteki tarafında işler nasıl görünüyormuş :)
Siz nasıl bölümü heyecanla okuyorsanız ben de yorumlarınızı öyle okuyorum. O yüzden düşüncelerinizi bırakmayı unutmayın ;)
Öpücük
E.Ç.
***
You should never ever trust my kind
I'm a wanted man
***
BÖLÜM 9
Tyron
Uçuyordum. Yani... sadece fiziksel olarak değil, hız bakımından da... Önümdeki gösterge maksimum sınıra çoktan ulaştığımı anlatmaya çalışıyordu olabilecek tüm işaretler ve kırmızı alarm ışıklarıyla. Babamı ve geç kalmam halinde başıma gelecekleri bilmiyordu elbette. Güya kendi aklı olsa da sonuçta bir makinaydı o. Dr. Noah'nın asla bekletilmeyeceğini, hele de basın karşısında kusursuz bir aile tablosu çizmek istediği böylesi bir günde öz oğlu tarafından bekletilemeyeceğini anlatsam da anlamazdı. Ne yazık ki yapay zekasının arkasına sığınabilecek bir robot değildim ben. Ve enstitüye zamanında yetişmek için tam olarak dört dakika kırk iki saniyem kalmıştı.
Aslında sabah içtiması için tümeni topladığımda bugünlük programı kısa tutup ekipleri görev yerlerine dağıtmaktı amacım. Böylece zamanında hazırlanıp, babamın istediği o kusursuz evlat ceketimi üstüme giyebilecektim. Maalesef ki her şeyden önce bir generaldim ben. Ekibime yeni katılan iki asker ve genetik modifikasyonları tümenin kalanı gibi beni de gaza getirmiş, bu heyecanla da antrenmanın ucunu biraz kaçırmıştım. İtiraf etmek gerekirse çocukların yapabildiklerini düşündükçe hala müthiş bir hazla çarpıyordu kalbim.
Tümenimde birbirinden farklı yüzlerce yetenekli asker vardı. Özel bir ekiptik biz. Namı diğer Alfa ekibi. Genleriyle oynanmış, her açıdan geliştirilmiş, eşsiz eğitimlere tabi tutulmuş, imkansız görevlerle sınanmış, sayısız sınavdan geçmiş... İki yıl önce Ark'a yapılan korkunç saldırıda gösterdiğim başarı sayesinde yaşıma rağmen almıştım rütbemi. O günden sonra da tümenin generali olmuş, birbirinden yetenekli pek çok askerle çalışmıştım. Yine de tümene katılan her yeni kanla aynı coşkuya kapılıyor, giderek daha da ekibime bağlanıyordum. Normalde bu bir problem değil, meslek aşkı sayılırdı. Bugünse... babamın canıma okuyacağına emindim.
Bir dakika otuz saniye... diye düşündüm saatime bakıp. Keşke kendi arabam yerine orduya ait araçlardan birini almayı akıl etseydim. Bu şekilde hava trafiği sorununu da hız limitini de çözmüş olurdum. Sanki beni duymuş da düşüncelerime içerlemiş gibi bir anda devreye girdi arabanın iç sistemi.
"Moralinin bozuk olduğunu hissediyorum Tyron. Güzel bir müzik açmamı ister misin?"
"Aslına bakarsan beni enstitüye ışınlamanı isterim," diye homurdandım. Şu oto-asistanın doğru ayarını bulup kapatamamıştım bir türlü. Sinirimi sertçe kırdığım direksiyondan çıkarıp enstitünün önüne doğru keskin bir dönüş yaptım. Bingo! Babamın konvoyu az ilerideydi. Dört yanında uçan koruma ekipleri olmasa da ortadaki altın rengi başkanlık aracını başka bir şeyle karıştırmak imkansızdı ya, zırhlı kartallar ve en dış halkada uçan dronlar babamın aklındaki şaşalı giriş için kusursuz bir manzara yaratıyordu.
Daha hızlı gidebilsem onlar durmadan konvoya yetişebilirdim belki. Ne yazık ki son model de olsa sadece bir arabaydı altımdaki ve ancak babam ve Leroy başkanlık aracından indiğinde konabilmiştim çatıya. Ah, hem de nasıl bir konmaydı o... Zemine bu denli hızlı bir iniş için tasarlanmamış olan lastikler acı bir çığlık ve ardında siyah bir leke bırakarak metrelerce sürüklenmeme neden olmuş, direksiyonu son anda çevirmeyi başardığımdaysa kayarak konvoyun dibinde ancak durmuştu.
İşte şaşalı giriş diye buna derler diye düşündüm sıkıntıyla. Askerler, başkanın şahsi korumaları, özel olarak davet edilmiş basın, Leroy ve elbette Dr. Noah... Bana bakmayan canlı ya da robot tek bir kişi yoktu şimdi terasta. Yeterince dikkat çekmemişim gibi bir de arabadan indiğim an tüm droidlerin ve dronların silahları üzerime çevrilmişti. Sivil bir aracın sadece özel ziyaretçilerin kullanabildiği bu terasta ne aradığını anlayamamaları normaldi elbette.
Neyse ki saniyeler içinde kimlik taramam tamamlanmış, Noah kardeşlerden biri olduğumun ortaya çıkmasıyla namlular yere çevrilmişti. Robotların hatasını telafi etmek istercesine "General," diye selamladı askerler beni saygıyla. Onlara karşılık verirken suçlu bir çocuk değil de komutanları gibi görünmek için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Yol açtığım manzaranın babamın hayalindeki aile tablosuna hiç uymadığının farkındaydım. Plana göre o altın araçtan hep birlikte inmeli, Leroy'la babamın iki yanında durup güven dolu gülüşlerimizle kameraları selamlamalıydık.
Yine de... niyetim kesinlikle bu olmadığı halde basının ilgisini çekmediğimi söyleyemezdim. Ağızlarından salyalar akarak görüntülerimi kaydeden kameramanlara bakılırsa gece gibi ışıl ışıl parlayan arabasıyla mekana teşrif etmiş asi bir Tyron'ın haber değeri çok daha yüksekti. Manşetlerin saçmalığını şimdiden hayal edebiliyordum.
Ark Semalarında Bir Noah...
Ark'ın Uçan Prensi Enstitüye Bomba Gibi Düştü
Tyron Noah Kanatlarını Kullanmadan Da Uçabiliyor
Özür dilerim baba diye düşündüm kameraların arasından ailemin yanına doğru ilerlerken. Babamın yüzünden cezamın boyutlarının ne olacağını anlamaya çalıştıysam da tam şu an tüm spotlar üzerine çevriliyken bunu asla göstermezdi. Zaten yanında durduğumda kolunu açıp abartılı bir sevinçle "Tyron," demiş ve elini omzuma bırakmıştı. Basın mensuplarına çevrilen mavi gözleri gururla ışıl ışıl parlıyordu. "Askerlerini başkanla randevusunun bile önüne koyan bir generaliniz var," dedi keyifle gülümseyerek. "Hepiniz evlerinizde güvenle uyuyun sevgili Ark'lılar. Emin ellerdesiniz."
Esprisi etrafımızdaki basın mensuplarında samimiyetsiz kıkırtılara yol açmıştı. Tanrım... tüm bu sahte gösterilerden nefret ediyordum. En azından doğru dürüst tebessüm etmeyi başarabilmiştim umarım.
"Başkan Noah," dedi o sırada gazetecilerden biri. "Bugün sizi buraya getiren nedir? Enstitüye ziyaretinizin özel bir nedeni var mı?"
Ve işte başlıyorduk. Elbette planlanmış, özenle kurgulanmış, yazılmış, çizilmiş bir senaryonun ilk cümlesiydi bu soru. Babam cuma günü konseye Leroy'un fikrini sunduğunda oy çokluğuyla kabul edilmiş, o da ilk adımı atmak için gecikmek istememişti. Aslında bugünkü amaç bu iş fikrini hayata geçirebilecek uzmanlarla bir araya gelmekti. Elbette küçük bir şovun ardından... Ne de olsa bizim dünyamızda yaptığın işten daha önemli bir şey varsa o da o işi nasıl pazarladığındı. O yüzden de önce Leroy'un Ark'a tanıtılması, sevdirilmesi, onların gözünde bir kahramana dönüştürülmesi gerekiyordu.
Onca yıl kameralardan uzak kalmış, kendini eğitimine adamış, Dr. Noah'nın gizemli küçük oğlu... zeki, yetenekli, girişimci Leroy Noah!
Kardeşimin iş fikrini tüm Ark'a duyuracağı büyük lansmandan önceki ilk ısınma turuydu bugünkü enstitü ziyaretimiz. Babam Leroy'un ilk kez kameraların karşısına çıktığı böyle özel bir günde bir aile olarak omuz omuza görünmemizi istemiş, beni de hiç alakam olmadığı halde bu oyunun bir parçası yapıvermişti. Üzerine özel dikilmiş takımı, özenle taranmış saçları ve kendinden emin gülüşüyle tanıdığım küçük kardeşime hiç benzemiyordu şu an Leroy. Ama sanırım amaçlanan da tam olarak buydu.
"Bugün çok özel bir nedenden dolayı buradayız," dedi babam gururlu bir tebessümle ve diğer kolunu da Leroy'un omuzuna attı. "Yakında tüm detayları sizinle paylaşacağım, ama başkanınız olarak şunu diyebilirim ki Ark için muhteşem bir yeniliğe daha imza atmak üzereyiz. Bunun özellikle gençleri çok heyecanlandıracağını biliyorum. Detayları çok yakında bizzat oğlum Leroy paylaşacak sizinle. Şimdi izninizle bu heyecanlı atılım için bizi bekleyen ekiple buluşmalıyız."
Bu coşkulu konuşmayı başka sorular takip etmiş, ama babam akılda kalmasını istediği tek bir mesaj olduğundan gülümsemekle yetinip girişe doğru ilerlemişti. Leroy gibi ben de bir adım arkasından takip ettim onu. Babamın özel korumaları benim ekibimden seçilmiş altı yetenekli askerdi ve şimdi etrafımızda yürürken bizi aşılmaz bir çemberin içine almışlardı. Bir dış halkada Ark'ın en donanımlı droidleri yürüyordu. Sempatik görünmeleri için silahları farklı bölmelerin altında gizlenmiş olsa da her biri gözün algılayamayacağı bir hızla olası bir tehdidi yok edebilecek şekilde tasarlanmıştı.
Bunlar sadece babamın yakın temas korumalarıydı elbette. Bir de başkanın enstitüye ziyareti nedeniyle devreye giren özel güvenlik protokolü vardı. Binanın etrafını saran dronlardan her kata dizilen robotlara, detaylı veri taramasından geliştirilmiş görsel arama sisteminin aktifleştirilmesine kadar pek çok önlem vardı bu protokolde. Bunca tedbirin arasında bana kesinlikle ihtiyaç yoktu. Zaten teknik olarak bir asker değil, Dr. Noah'nın oğlu olarak katılıyordum bu ziyarete. Buna rağmen ekibimden yirmi askeri de binanın stratejik noktalarda görevlendirmiştim. Bu dünyada tek bir Dr. Noah vardı sonuçta değil mi? Onu korumak da asker, sivil her Ark'lının ilk sorumluluğuydu.
Kulağımdaki telsiz otomatik olarak binanın güvenlik kanalına bağlandığından az sonra tüm yönlendirmeler bana da akmaya başlamıştı. Böylece tüm korumaların ortasında asansöre bindik. Birkaç saniye sonra kapı açıldığında uzun, bembeyaz bir koridor belirmişti karşımızda. Koca bir tebessümle bizi karşılayan baş hekimle birlikte ilerlemeye başladık dalların ve yeşil bitkilerin ortasından. Onun yönlendirmesiyle sağa sola dönüyor, özel izinle açılan kapılardan geçiyorduk. Başkanı görmüş olmanın haklı gururu vardı koridorlarda karşılaştığımız tüm bilim insanlarının gözlerinde. Hepsi için bir ilahtı babam ne de olsa. Hemen sonra bakışları bana, onun en mükemmel eserine kayıyor, bu kez hayranlıkları tüm yüzlerine yayılıyordu. Çirkin bir adam sayılmazdım. Köpek kulaklarım insanların hakkımda ettiği iltifatları yakalamaya fazlasıyla alışıktı. Ama şu an etrafımızdaki bu bilim insanları için yakışıklı bir adamdan çok içini açıp kurcalamak istedikleri bir icat olduğumun farkındaydım.
Neyse ki bugün benim kadar Leroy da nasibini alıyordu ilgiden. Kimdi, nereden çıkmıştı, bunca zamandır ne yapıyordu? İnsanların aklında tonla soru olduğunu yüzlerinden okuyabiliyordum. Abilik damarım onu arkama saklamak ve tüm aç bakışlardan korumak için derimi zorlasa da şu an Lee'nin bana pek de ihtiyacı varmış gibi durmuyordu. Yeni stiliyle oldukça ilgi çekici bir adam oluvermişti ve daha önce üzerinde görmeye alışık olmadığım bir özgüvenle atıyordu bugün adımlarını.
Babamın baş hekimle koyulaşan sohbetini fırsat bilip ona yanaştım. "Babam çok kızdı mı gecikmeme?"
"Hımm..." dedi Lee yüzünü buruşturup. "Birkaç küçük şey söylemiş olabilir. İtaatle ve belki bir de sorumluluk almakla ilgili bir şeyler..."
Sıkıntıyla nefes verdim. Cuma günkü konsey toplantısında yeterince delirtmiştim babamı zaten. Ve şimdi, daha o olayın etkisini atlatamamışken bir de bugünkü sorumsuzluğum binmişti üzerine. Beni çok ciddi bir konuşma beklediğini biliyordum. Gel gör ki hala suçlu olduğumu kabul etmeyecek kadar emindim yaptığımın doğruluğundan. Lee'yi bulma hikayemi tam babamın istediği şekilde anlatmıştım konsey üyelerine. Defalarca kez aldığımız provadan sonra kimsenin sözlerimden şüphelenmediğine de emindim. Zaten asıl sorun bundan sonra, benim genel kurmay başkanımız Krol'a dronlarla ilgili konuyu açmamla başlamıştı.
Duyduğum en saçma açıklamayı yapmıştı Krol. Dediğine göre iki yıl önce Ark'ta yaşanan talihsiz saldırı sonrası teneke şehrin dronlarına bilerek olay yerinde imha yetkisi verilmişti. Bir dronun tehdit gördüğü insanı yok etmesi için ana merkeze bildiri yapması yeterliydi artık. Bir kez imha süreci başladığındaysa dron hedefe kilitleniyor, durdurulamaz oluyordu. Peki ya beni tanımaması? diye sormuştum başkana. Sonuçta itaat etmesi gereken bir askerdim ben ve kanımı tarayıp anında anlayabilmeliydi o dronlar kim olduğumu. Bu durumu da güvenlik sistemimizde bir zafiyet olarak açıklamıştı Krol. Teneke şehirde bir Ark'lının dolaşma olasılığı sıfır olduğundan oraya gönderilen eski nesil dronlarda bu tip bir analiz yetisi yoktu.
İçime hiç sinmese de buraya kadar onun anlattıklarını kabullenmeye hazırdım. Babamın huzursuzluğunu görüyor, konuyu daha deşmemi istemediğini biliyordum. Yine de kendimi tutamamış ve beyaz kodun nasıl ve neden verildiğini sormuştum. Bir bölgeyi yok edecek büyüklükte bir imha kararı Krol'un yetkisi olmadan çıkamazdı. Sorum diğer konsey üyelerini de meraklandırdığında doğru bir iz üstünde olduğumu anlamıştım. Oysa babam beni şaşırtıp Krol'u savunmuş, Ark'ın güvenliği için zaman zaman zor kararlar almak gerektiğini söylemişti.
Yakın zamana kadar ona tüm kalbimle katılıyordum ben de. Cal o isyancıların elinde öldüğünde içimdeki iyi niyetli, saf çocuğu da beraberinde götürmüştü gittiği yere. Zapt edilmesi, baskı altında tutulması, gerektiğinde başları ezilmesi gereken haşereler olarak görüyordum teneke halkı. Öfkem zamanla azalmak yerine günden güne büyümüş, o isyanı başlatanların cezasını vermek için teneke şehre gitmeye defalarca kez gönüllü olmuş, her defasında ret yemiştim.
Sonra olabilecek en imkansız şey yaşandı ve Lee beni peşinden yeraltına sürükledi. O laboratuvarda gördüklerim, işittiklerim, ellerimde son bulan hayatlar... Dünya bir anda siyah ve beyazdan binlerce rengin yüzlerce farklı tonuna bölünüvermişti. Yanlış bir şeyler vardı resimde. Şimdiye kadar gördüğümün ötesinde bir dünya, inandığımdan farklı bir gerçek, kurtulamadığım bir huzursuzluk... İşte beni Krol'un karşısında sesini yükseltmeye iten buydu. Hayır, kalbim hala Cal için yas tutarken teneke halkı savunacak değildim. Tam tersi, bizim onlar gibi olamayacağımızı, olmamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum kendimce. Masum insanlara zarar veremezdik biz. Bu dünyayı korumak, daha güzel bir yer haline getirmek içindi tüm ilkelerimiz.
Ne yazık ki bu çabam babamın sözleriyle anında kesilmiş, konu da daha önemli gündem maddelerine kaymıştı. O günün devamında babamın beni odasına çağırmasını ve hadsizliğim yüzünden azarlanmayı beklediysem de bu olmamıştı. Tepkimi yaşadığım olayların stresine vermeyi ya da kardeşimi kurtardığım için beni affetmeyi seçmişti sanırım babam. Bugünkü geç kalışımdan sonraysa itaatsizliğimi masaya yatıracağımıza emindim. Elbette bunun için önce enstitüdeki tiyatronun bitmesi gerekiyordu.
Baş hekim bizi steril bir toplantı odasına soktuğunda bir kez daha burada ne yaptığımı düşünmeden edemedim. Etrafımızdaki her şey hipnoz edici derecede beyaz, temiz ve parlaktı. Öyle ki, az sonra masanın etrafında bize katılan bilim insanları bile özel üniformalarıyla dekorun bir parçasıydılar sanki. Babam konuşmaya başladığında onun sesine konsantre olmayı denediysem de bu beyaz duvarların arasından kurtulup özgürlüğüne kavuşmaya çalışan bir kurt vardı içimde. Sadece bir saat... diye telkin ettim kendimi. Sonra askeri üsse dönüp işimin başına geçebilirdim.
Şimdiyse konseye yaptığı sunumun aynısını enstitünün heyetine tekrarlıyordu babam. Leroy ondan beklendiği noktalarda araya giriyor, çalışılmış cümlelerle projeyi savunuyordu. Babamın karşısında fikrini ilk dile getirdiğinde duyduğu heyecan hala sesindeydi. Ama şimdi kardeşimden çok Dr. Noah gibi geliyordu sözleri kulağıma. Her kelimeye dokunmuştu babam. Her virgülü, noktayı bizzat kendi seçmişti. Bu iyi bir şeydi sanırım. Hayatında belki de ilk kez babamın Lee'nin fikrine değer verip onun yanında durduğu anlamına geliyordu bu destek.
Yine de... üçüncü kez dinlediğim senaryo hala ilk anki kadar garip bir huzursuzluk yaratıyordu midemde. İş Lee'nin teneke halkın arasından seçmek istediği yetenekli adamlara geldiğinde daha da şiddetlenmişti bu kekremsi his. Neydi Lee'nin amacı? Ne yapmaya çalışıyordu anlayamıyordum. Tüm hafta sonu bir fırsatını bulup da kardeşime bu isteğinin altındaki gerçek nedeni soramamıştım. Bilim heyeti de benim gibi düşünüyor olsa gerek Lee'nin verdiği her cevabı yeni bir soruyla karşılıyorlardı. Akademide yetişen onca bilim insanı ve doktora bir hakaretti teneke halkı Ark'ın saygıdeğer bir kurumunda çalıştırmak. Babam araya girene kadar türlü çeşit savla ispatlamaya çalışmışlardı neden böyle bir şeyin olamayacağını.
Bir yanım onları dinlemek, bu tartışmanın içine girmek istiyordu. Ama önce kulağımdaki ses, sonra cam duvarın ötesinde fark ettiğim hareketlilik tüm dikkatimi çekmişti. Malzeme deposunda bir güvenlik ihlali tespit ettiğini bildiriyordu ana kumanda merkezi. Kameralar devre dışı kalmış, kapı içeriden kilitlenmişti. Basit bir teknik arıza olduğunu düşünüyorlardı. Zaten bunca güvenlik önlemi, asker, koruma, robot arasında bir terslik olması imkansızdı.
Ne yazık ki sadece gözlerim ya da kulaklarım değil, önsezilerim de yakalamıştı havadaki gerginliği. İşler ters gittiğinde hep olduğu gibi göğsümü sıkıştırıyordu yersiz bir baskı. Sandalyemde fark etmeden öne kaymıştım bile. Tek gözüm babamda, diğeri koridorda, kulağım ise depoyu kontrole giden ekipten gelecek haberdeydi. Leroy anlattıklarının heyecanıyla hiçbir şeyin farkında değildi. Oysa Dr. Noah'nın kapıya kayan bakışlarından gerginliği yakaladığı belli oluyordu. Gözleri bana çevrildiğinde ne oluyor? der gibiydi çatık kaşları. Ne yazık ki ben bir cevap veremeden kapıyı tutan korumalar içeri dalmıştı bile. Kulağımdaki panik dolu sesle aynı anda ayağa fırladım ben de.
"Kırmızı kod!" diye bağırmıştı ana kumanda merkezindeki asker. "Enstitüye izinsiz giriş tespit edildi. Kaçaklar depoda ve silahlılar. Tekrar ediyorum, silahlılar!"
Göğsümdeki askıya uzanıp silahımı çeken reflekslerimdi. Tıpkı emirler yağdırmaya başlamış dudaklarım gibi. "Başkanı buradan çıkarıyoruz!" dedim koridora fırlayıp. "Hava sahasını kontrol edin! Takviye drone istiyorum binanın çevresine derhal!" Özel korumalar Lee ve babamın etrafına etten bir duvar örmüştü saniyeler içinde. O arada kulağıma bağırdım yeniden. "Durum raporu verin! Kaç kişiler?"
"Sekiz kişi hayatta komutanım," diye cevapladı karşıdaki asker panikle. "İçlerinden biri Ark'lı. Karşı saldırıya geçtiler. Lazer silahları var. Dört robot ve dört asker kaybettik. Takviye ekip olay yerine ulaşmak üzere."
Ne? dememek için kendimi zor tuttum. Bir Ark'lı isyancılarla birlik mi olmuştu? İçimizde bir hain vardı yani. Silahlara dahi ulaşabilecek, onları enstitüye sokabilecek biri hem de... Bir asker miydi? Bir doktor, enstitüde çalışan biri? Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin!
"Deponun girişini çembere alın!" dedim tükürür gibi. "Hiçbiri o delikten çıkmayacak! Gerekirse öldürün." Etrafı kolaçan ederek diğer korumaların önünden koridorda ilerliyor, bir yandan emirler yağdırmaya devam ediyordum. "Binanın tüm çıkışlarını kapatın hemen. O kaçaklar yakalanana kadar bu enstitüyü terk etmeyecek kimse. Tüm katlar için görsel tarama raporlarını istiyorum, saklanan başkaları olabilir!"
Şu an bu binadaki en rütbeli asker ben olduğum için robot ya da insan hiçbir askerin emirlerime itiraz etme şansı yoktu. Sözlerim bittiği an asansöre yönelmişti korumalar babam ve Lee ile birlikte.
"Başkan güvenle binayı terk edene dek tüm dronlar onu koruyacak!" dedim onlar asansöre bindiğinde. "Alfa ekibi, en yakın beşiniz çatıya! Başkanla sığınağa gidiyorsunuz! Diğerleri, konumunuzda kalın!"
"Ty..." demişti Lee kapı kapanmadan önce. Korku dolu gözleri abisinin de onlarla kaçmasını bağırıyordu dudakları yerine. Ama babamın eli kolunu kavradığında "Dikkatli ol," diye ekledi sadece. Kural belliydi, biz, Noah erkekleri hiçbir durumda güçsüz görünemezdik. Hele de Ark'ın itibarının söz konusu olduğu böyle bir durumda... Zaten ben cevap veremeden kapı kapanmıştı bile.
Yeniden dokundum kulağıma. "Rapor verin!"
"Komutanım..." Nefes nefeseydi karşıdan gelen ses. Bu hayra alamet olamazdı. Değildi de zaten. "Patlayıcıları vardı komutanım. Depoyu havaya uçurdular. Ardından çatışma çıktı. İçlerinden biri askerleri etkisiz hale getirip kaçmayı başardı. Diğerlerinin içeride öldüğünü düşünüyoruz. Kameralar devre dışı bırakıldığından emin olmak imkansız."
"Lanet olsun!" diye bağırdım bir insandan çok uluyan bir hayvan gibi. Kafamın içinde bir nehir gibi akıyordu milyon tane fikir. Kaç asker ölmüştü aşağıda? Hasar ne kadar büyüktü? Patlama depodaki malzemelere ne yapmıştı? Onca kimyasal bir arada duruyordu aşağıda. Kırılan şişeler, birbirine karışan gazlar... Tanrım... yeni bir felaket demekti bu. Binlerce insan olmalıydı şu an bu binada. Panik boğazıma asılıp boğmaya başlamıştı beni. Üç, belki dört saniye felç bir halde etrafımda benden komut bekleyen askerlere baktım. Beşinci saniyeyle aldığım eğitim duygularımı yenmiş, hayvani içgüdülerim aklımdaki analize desteğe gelmişti.
"Binayı boşaltmamız lazım," dedim az önce yaşadığım korkuyu yansıtmayan, buz gibi bir sesle. "Kontrollü tahliye sürecini başlatın. Taranmadan kimseyi çıkarmayın binadan. Hastalar hızla bölge sağlık merkezlerine yönlendirilsin." Bu arada asansöre binmiştim. "Afet ekibi depoyu karantinaya alsın derhal. Yangına, patlamalara, radyoaktif sızıntıya hazırlıklı olun."
"Komutanım taşınamaz hastalar var binada."
Küfretmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Elbette hareket ettiremeyeceğimiz hastalar vardı. Ark'ın en kapsamlı sağlık merkeziydi burası. "Tamam," dedim derin bir nefes alıp. "O bölümlere ekstra asker yerleştirin. Sadece gerekli personel hastaların yanında kalsın. İçerinin temiz olduğuna emin olduktan sonra katlara giriş çıkışları ana kapılardan engelleyin."
"Yedi kat için tecrit operasyonu başlatıyoruz," diye onayladı kulağımdaki ses. "Geri kalanlar için tahliye prosedürü işlemde."
"Komutanım?" dedi bu kez yanımdaki asker.
Benimle asansöre binmiş diğer askerler gibi o da sonraki adımı duymayı bekliyordu benden. "Deponun iki kat üstüne in!" diye komut verdim. Hemen sonra kulağıma dönmüştüm yeniden. "Tüm asansörlerin başına en az bir droid olacak. Diğer askerler katlara yayılsın. Alfa ekibi acil çıkış merdivenleri sizde. Şansınız varsa o haini canlı istiyorum!" Çünkü bu iş basit bir isyanın ötesine geçmişti ve ben ardındaki büyük oyunu öğrenmeden peşini bırakmayacaktım.
Kapının önümde açılmasıyla askerlerle birlikte koridora adım attım. Bir operasyonda değil de sivil bir ziyarette olduğumdan etrafımdaki adamlar gibi ordunun havalı silahlarından biri yoktu elimde. Önemli değildi. O kaçak tüm bombalarını üzerime atsa da pençelerimden kurtulamayacaktı. Acil çıkışa yönelip deponun olduğu kata uzanan basamakları indik. O sırada merkez konuşmaya başlamıştı yeniden.
"Komutanım, depoya son giriş yapan kişiyi tespit ettik. Susie Lockman. Salgın hastalıklar departmanı çalışanı. Hemen sonrasında kameralar deaktif olmuş. Binanın içinde yerini tespit ediyoruz derhal."
Susie diye düşündüm kızın isminin her harfini dişlerimle ezdiğimi hayal ederek. Kaçakları içeri o almıştı demek. Ama neden? Bir enstitü çalışanın ne derdi olabilirdi ki böyle alçakça bir girişimde bulunsun? Az sonra deponun olduğu koridora çıkmamızla daha da büyümüştü merakım. Sadece ordumuzun kullanabileceği güçte bir patlayıcıydı deponun girişiyle birlikte koridorun yarısını da havaya uçuran.
Kimsin Susie? diye geçirdim içimden nefretle. Kimsin, kim için çalışıyorsun? Amacın ne? Neyse ki sorularımın cevabını almamızın uzun sürmeyeceğine emindim. Elinde ne silah olursa olsun tek başına bir kız bunca askeri, bu akıllı binayı alt edip elimizden kaçamazdı. Görsel tarama sistemi herhangi bir kontrol noktasından geçtiği an mimleyecekti o kızı. Ve sonra da... keyifli bir sohbet bekliyordu bizi. Silahımı suratıma doğru kaldırıp enkazın üstünden temkinli adımlarla depoya doğru ilerledim.
"Radyasyon ölçümlemiyoruz," dedi solumdaki asker elindeki ekrana bakarak.
Bu iyiydi. Harikaydı hatta. Ama benim burnum hala yüzlerce farklı kimyasalın kokusunu duyabiliyordu. "Silahlarınızı kullanmayın," diye uyardım. Acemi bir asker yüzünden havaya uçmak istemiyordum. O adi kızı yakalayana kadar değil... "Afet ekibi nerede kaldı?"
"İki dakika otuz saniye içinde binaya giriş yapıyorlar komutanım."
"Başkan?"
"Başkanlık aracı dronlar eşliğinde binayı terk etti. Yedi dakika sonra sığınağa ulaşmış olacaklar."
İşte bu haber rahatlatıcıydı. Şansı olduğu halde kimse başkana havadan müdahalede bulunmaya çalışmamıştı demek. Bu da saldırının Dr. Noah'ya değil, doğrudan enstitüye yönelik olma ihtimalini güçlendiriyordu. Zaten son anda planlanmış bir ziyaretti babamınki. Suçluların önden haber alıp bunca hazırlığa girmiş olduğunu sanmıyordum.
"Sağ kanatta hayatta kalan kimse yok komutanım," diye bildirdi deponun arka odalarından koşarak gelen asker. Önümdeki manzarayı görüp de ona inanmamak imkansızdı zaten. Bir kıyamet kopmuş gibiydi içeride. Saldırganların kullandıkları bomba yüzünden et ve metal parçaları saçılmıştı dört bir yana. Patlamadan tek parça halinde kurtulmuş cesetler kendi kanları içinde yerde yatıyordu. Çatışmada hayatını kaybeden askerler, yok edilmiş robotlar, darmaduman olmuş raflar, ortalığa saçılmış kırık ilaç şişeleri ve az ötede hangar kapısının önünde yarısı dolu bir tır...
"Komutanım," demişti o sırada diğer kanadı tarayan askerlerden biri. "Bayıltılmış ve bağlanmış bir halde bir grup insan bulduk. Enstitü çalışanları ve tır şoförleri olduklarını tespit ettik."
Yarısı dolu tıra döndü hemen başım. "Bugün binaya kaç tır girişi oldu?"
"On komutanım," diye cevapladı askerlerden biri. "Her pazartesi on tır malzeme naklediliyor enstitüye."
Gözlerim hızla en uca kadar hangarı taradı. "Yedi," dedim askere döndüğümde. "Burada yedi tır var." Onun suratındaki dehşetten bir cevabı olmadığını anlayıp kulağıma dokunmuştum hemen. "Enstitüden izinsiz ayrılan üç tır var! Derhal takip başlatın. Saldırganlar ve kaçırdıkları malzemeler o tırlarda olmalı. Ne zaman çıkış yaptılar, nereye gittiler? Cevap istiyorum, hemen!" Yeniden önümdeki askere döndüm. "İçerideki adamlardan suçluları gören, tanıyan var mı?"
"Negatif," dedi asker. "Hiçbiri kendinde değil komutanım. Ağır bir uyuşturucu etkisindeler."
Sinirle hırladım. "Çıkarın onları hemen buradan!"
"Komutanım bir de..." Ben hışımla arkama döndüğümde asker kız bir an panikleyip yutkunmuştu. Çekinerek elindeki kumaş parçasını uzattı bana. "Bunu bulduk arkada. Aradığımız kadının üniforması... Dronlar koku analizi yaparak saldırganın yerini tespit..."
Kız devam edemeden önlüğü elinden kaptım. Askerler şok içinde beni izlerken kumaşı ortadan ikiye parçalamış, yarısını kıza geri vermiştim. "Dronları peşinden yollayın hemen!"
Ne yaptığımı anlamadıysa da başıyla onayladı kız. Bu arada ben elimdeki diğer parçayla koridora yönelmiştim bile. Hiçbir robot benim köpek burnumdan daha hızlı ulaşamazdı o lanet olası kaçağa. Ki zaten ulaşmasını da istemiyordum. Tüm bu ölen insanları gördükten sonra öfkemi bastıracak hiçbir güç yoktu artık. Ah... bir de daha iki gün önce Krol'un karşısında o teneke şehrin insanlarını savunmuştum ya... Şimdi kim haklıydı? Güya masumları öldürdüğümüzü iddia eden Kat mi, yoksa ülkenin güvenliği için zaman zaman zor kararlar almamız gerektiğini öğütleyen babam mı? Sanırım cevap ortadaydı.
"Burayı temizleyip güvenlik çemberine alın," diye komut verdim ve koridora attım kendimi. Asansöre doğru ilerlerken "Kızın yerini tespit ettik komutanım," demişti kumanda merkezi kulağımda. "Yirmi birinci katta. Laboratuvarlardan birine giriş yaptı."
"Kat boşaltılmış mıydı?"
"Evet komutanım."
"İçeri kilitleyin!" dedim düşünmeden. "Onu canlı istiyorum. O kız o laboratuvardan çıkmayacak!"
Şimdi işin bitti! diye düşündüm inanılmaz bir hazla. Beraberimde gelen beş askerle asansöre bindiğimde hala elimde olan üniformayı sıkıyordum sanki parmaklarımın arasındaki o kızmış gibi. Yirmi birinci kata ulaşmayı ve kapının açılmasını beklerken burnuma götürdüm kumaşı. Beynime ulaşan kokuyla avını hafızasının her köşesine kazımış acımasız bir kurttum artık. Garip... bir şekilde tanıdıktı koku. Duyularım depoda soluduğum kimyasallar yüzünden beni yanıltıyordu muhtemelen. Çünkü bu...
Düşüncelerimde daha fazla derinleşemedim, çünkü bambaşka bir sorunumuz vardı şimdi. Normal şartlar altında saniyeler sürmesi gereken yolculuğumuz bir şekilde bir türlü sona ermiyordu. Askerlerden biri kontrol paneline uzandığında onun fark ettiği garipliği yakalamıştı benim gözlerim de.
"Ne oluyor?" dedim panelin üzerindeki hiç değişmeyen numaralara bakarak. "Neden hareket etmiyoruz?"
Sanki bana cevap vermek istermiş gibi elektrikler gidip geldi o an. Sonra yeniden gitti ve yeniden geldi, fakat artık kıpkırmızı bir ışıkla kaplıydı asansörün içi. Binanın acil durum modu aktive edilmişti.
"Komutanım," dedi kulağımdaki panik dolu ses bilmem kaçıncı kez. "Dışarıdan sisteme girdiler. Tüm kontrolü yitirdik. Görüntülü tarama sistemi ve kameralar devre dışı. Asansörler çalışmıyor. Binadaki tüm kapıların kilidi açıldı. Müdahale edemiyoruz."
Haykırmamak için dişlerimi öyle bir yanağıma sapladım ki kan dolmuştu ağzımın içi anında. Enstitüye girmekle kalmamıştı saldırganlar, bir de dışarıdan binanın beynini ele geçirmişlerdi. Nasıl diye sormaktan vazgeçmiştim artık. Tek bir yol vardı neler olduğunu öğrenmek ve bu işi bitirmek için. O da o kaçak kızı bulmaktı. Nefes al! Nefes ver! Nefes al! "Binada şu an ne kadar sivil var?"
"Çalışanların üçte biri hala binada komutanım."
Tanrım... biraz yardımcı olamaz mıydın? "Tahliye işlemini hızlandırın!" dedim. "Tüm ekipler gözünü dört açsın. Saldırganlar dışarıdan destek alıyor. O kız binanın her yerinde olabilir. Kimse mevkiini terk etmesin. Kızın yirmi birinci katta olup olmadığına emin olamayız. Sistemi ele geçirdilerse bizi aldatmış olabilirler. Onu binadan çıkarmak için her şeyi yapacaklar! Özellikle otoparklara ekstra adam istiyorum. Koku için dronları kullanın! Kızın yerini tespit eden ilk birlik haber versin!"
Ve ben de bu sırada bizi bu asansörden çıkartacak bir şeyler düşüneyim diye ekledim içimden sinirle. Güvenlik sistemi gereği elektrik kesildiği an asansör ana katlardan birine ilerlemiş olmalıydı. Bu da kapıyı açmayı başarırsak boşlukla karşılaşmayacağımız anlamına geliyordu. Yani... umarım... Benimle aynı şeyi düşünen öndeki asker lazer silahını kapıya doğrultmuştu bile. Ne yazık ki ışının tek seferde delip geçemeyeceği kadar kalın ve korunaklıydı asansör kafesi. İki askerin ortak çabası ve heba olan beş dakikanın sonunda dışarı çıkabilmiştik ancak. En azından asansör boşluğunda değil, yirmi üçüncü kattaydık.
Askerleri ardımda bırakıp öfkeyle koridora atıldım. İhtiyacım yoktu ama bir kez daha burnuma götürmüştüm üniformayı. Acil çıkışa doğru koştururken aynı imkansız düşünce dolanıyordu kafamın içinde. Bir sürü farklı koku vardı kumaşa sinmiş. Ama içlerinden bir tanesi... Bu kokuyu tanıyordum. Yakın zamanda fazlaca vakit geçirmek zorunda kaldığım tünellerde rastlamıştım ona ilk. Lee'nin doğumundan beri içime çektiğim aşina kokusuna ve yer altının pisliğine karışıyordu hafızamda.
Hayır! dedim hemen. Bu... imkansızdı. Kaçağın kim olduğunu zaten biliyorduk. Bir Ark'lıydı peşinde olduğum aşağılık kadın. Bir an üniformadaki kokunun izini yakaladığımı düşünüp on dokuzuncu kata daldım. Bina çoğunlukla boşaldığından kimse yoktu ortalıkta ve kırmızı ışık altında kıyamet sonrası terk edilmiş bir hastaneye benziyordu enstitü şimdi.
"Burada değil," dedim koridorda iki adım attıktan sonra. Bu kez kendi kendime değil peşimdeki adamlarla konuşuyordum. Gerisin geri acil çıkışa dönüp basamaklardan inmeyi sürdürdüm. On sekiz, on yedi, on altı... Bir süre sonra burnumun sahiden de kimyasallar yüzünden işlevini kaybettiğini düşünüp kendimden şüphe duymaya başlamıştım. Fakat o an önce yerdeki, sonra da korkuluklara sürünmüş kanı gördüm.
Yaralı diye düşündüm hastalıklı bir hazla. Yakalamaya çalıştığımız kız yaralanmıştı. Bu iyiydi, hem de çok iyi. Eninde sonunda zayıf düşecek, bu arada kurtulmak için acele ederken de hata yapacaktı. Bu heyecanla daha hızlı indim merdiveni. Bir süre sonra koku duyum aradığı izi yakaladığına emin olmuş, özgüvenim de yerine gelmişti. Bana yetişemeyen askerlerin iki üç kat yukarıda kaldığının farkındaydım. Ama burnum gibi bedenim de bir kurda aitti artık. On üçüncü kata ulaştığımda fişek gibi dalmıştım içeri.
Hiç olmadığı kadar şiddetliydi şimdi koku. Buradaydı o, cam koridorların arasında, laboratuvarlardan birinde... emindim artık. Üniformayı bir kenara atıp silahımı uzattım öne doğru. Temkinli adımlarla ilerlerken kulaklarım en ufak bir nefesi bile yakalamak için tetikteydi. Ama ben daha beklediğim o küçük çıtırtıyı duyamadan yanından geçtiğim cam duvar korkunç bir gürültüyle patlamıştı. Beni korumak için anında açıldı kanatlarım. Kendimi yere atıp üzerime yağan kurşunlardan korunmaya çalıştım. Bir yandan sürünerek metal bir tezgahın arkasına geçmeyi başarmıştım.
Beni vurma şansını kaybettiğini anladığı an ateşi kesti Susie. Önüne saklandığım tezgahta açılan deliklere bakarak atışının fazlasıyla isabetli olduğunu söyleyebilirdim. Bilimden anladığı kadar silah kullanmayı da biliyordu demek. Aman ne güzel!
"Teslim ol!" diye bağırdım başımı hafifçe dışarı çıkarıp. Anında yeniden ateş açmıştı üzerime. Kurşunun saçımı sıyırdığına yemin edebilirdim. Aaaaaaa! Katlanamıyordum artık bu olanlara. Yemin ederim yakaladığım an kafasını koparacaktım o kızın. "Buradan canlı çıkamazsın!" dedim öfkeyle. "Tek başınasın, yaralısın, etrafın askerlerle çevrili!" Ve bir de ben varım...
Sözlerim en gözü pek suçluyu bile dize getirirdi. Oysa Susie pes edeceğe benzemiyordu. Ben bir hareketlilik hissedip başımı kaldırana kadar saklandığı yerden çıkmıştı bile. Bir an için yerdeydi ve sonra duvara sıçramış, oradan sekip tavandaki boruya asılmıştı. Ben şoku atlatıp ayağa kalktığımda yeniden ateş etti. Bu yaptığı onun için korkunç, benim içinse mükemmel bir hataydı.
Aldığı yara omuzunda olmalıydı çünkü silahı kullanmak için sağ elini borudan çektiğinde bedenini taşıyamamıştı diğer kolu. O hızla yere düşerken ben de yerimden fırlamış, ikinci adımımda kanatlarım yardımıyla havalanmıştım. Kızı yarı yolda yakalayıp kollarımın arasına hapsettim, ama düşündüğümden güçlüydü. Bacak arama savurduğu tekmeyle bir an dünyam kararınca ikimiz de yere düşmüştük. Bu kez suratıma indi yumruğu. Hayır, yumruk değil, pençe! dedi beynim hemen. Tıpkı benim gibi. Tıpkı...
"Sen..."
Nefes nefese, kan, kir, pislik içinde bana baktı Kat bir an. O olamazdı kovaladığım. O olamazdı şu an koca yeşil gözleriyle bana bakan. Askerlerin söylediği her şey karşımdaki kızın suretiyle çarpışıyordu aklımda: Susie, enstitü çalışanı, salgın hastalıklar, Ark'lı... Tüm bunlar ilahi bir şaka, bir hata, bir kabustu şüphesiz. Ama Kat ne kadar gerçek olduğunu kanıtlamak istercesine tünellerden hatırladığım bir çeviklikle yerinden fırlamıştı.
Botundan çıkarıp fırlattığı metal disk fişek gibi üzerime geldi ve yanağımı kıl payı sıyırıp geçti. Durmamıştı. Başka bir bıçağa uzandı bu kez. Ama o hızlıysa ben iki kat hızlıydım. Daha elini kaldıramadan belinden yakalayıp yeniden yere sermiştim onu. Öyle bir mücadele ediyordu ki benimle... Tekme yemiş, tekme atmış, tırmıklanmış, savurmuş, savrulmuş, düşmüş, kalkmış, ama sonunda onu boğazından yakalayıp yere yapıştıran ben olmuştum.
Parmaklarımı iyice sıktığımda boğulur gibi öksürdü Kat. Canı öyle yanıyor olmalıydı ki yaşlarla parlıyordu gözleri. Şimdi ona bu kadar yakınken kokusu başka hiçbir şeyle karıştıramayacağım kadar tanıdıktı. Yanılmamıştım. Susie değil, en başından beri Kat'ti peşinde olduğum kaçak. Depodaki kıyametin sorumlusu oydu besbelli. Omzundaki kurşun yarası girdiği çatışmayı daha güzel anlatamazdı. Ve binanın sistemini alt üst eden hackerlar da elbette Dr. L.'in ekibiydi. Ah, nasıl onlara inanıp da gizlemiştim varlıklarını? Nasıl Ark'a döner dönmez yollamamıştım tüm orduyu üzerlerine?
Sinirle yerden kalkıp Kat'i de beraberimde kalkmaya zorladım. Elimin altında çırpınsa da şu ana kadar verdiği mücadele ve yarası onu güçsüz bırakmıştı. "Konuş!" dedim dişlerimi sıkıp. "Neden girdiniz binaya? Planınız ne?"
Bana cevap vermek yerine elimi ısırdı Kat. Ah ve bir daha ah! Kan içinde kalan elimle yeniden yakaladım onu. Acının etkisiyle kulaklarımdan alevler fışkırıyordu artık. "Kim?" diye haykırdım. "Başka kim vardı yanında? Söyle! Diğerleri nerede?"
"Cehennemin dibine kadar yolun var!" dedi Kat tiksinerek.
Bir kez daha çarptım sırtını duvara. "Neden enstitüye saldırdınız?"
Acıyla inlemiş, ama yeniden benimkileri bulan bakışlarındaki kararlılık biraz olsun azalmamıştı. Dudakları titriyor, gözünden kopan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Sanki üzerime kusacağı tüm lanetler dilinin ucunda kalmıştı. "Senden korkmuyorum," dedi dişlerini sıkıp. "Bana ne yapacağın umurumda bile değil!"
"Yanlış cevap!" dedim iyice ona sokulup. "Benden korkmalısın Kat! Hem de çok korkmalısın! Yaptığınız her şeyin hesabını vereceksiniz! Sen de o yer altında saklanan arkadaşların da..."
Sivri köpek dişlerim sözlerimi kanıtlamak için yeterli olmalıydı. Oysa delice bir kahkaha döküldü Kat'in dudaklarından. "Yaptıklarımız mı?" dedi hayretle. "Hangi yaptıklarımız? İlaç bulmak için hayatımızı tehlikeye atmamız mı? Bir hastane dolusu insan ölmesin diye ölümü göze almamız mı? Asla bize verilmeyecek yardımı tırnaklarımızla kazıyarak almaya çalışmamız mı? Hangi yaptıklarımız Tyron Noah? Sen neden bahsediyorsun?"
"Onlarca masum askeri öldürdünüz!" diye bağırdım en az onunki kadar büyük bir nefretle. "İlaçları yağmaladınız, alamadıklarınızı yakıp yıktınız. Bu mu sizin başkalarına yardım etmekten anladığınız?"
Öfkeyle gelen delice bir güçle yumruğunu mideme indirip elimden kurtuldu Kat. Daha fazlası için takati yoktu bedeninin. Olduğu yere yığılmıştı anında, ama düştüğü yerden hem bakışları hem sözleriyle lanet saçmaya devam ediyordu. "Koca bir bölgeyi yok eden sizsiniz!" diye haykırdı. "Masum insanları vuran, yaralayan, ölüme terk eden... sizsiniz! Kendi gözlerinle gördün. Benimle onları kurtarmaya çalıştın. Sen... nasıl... nasıl bu kadar... kötü olabilirsin? Hala nasıl..." Hıçkırıkları arasında doğru dürüst konuşamıyordu artık. "Ölüyorlar. Anlamıyor musun? Ö-lü-yor-lar! İlaç... ilaçları... yok. Doktor yok. Yatak... yok. Hiçbir şeyleri yok o insanların. Evet onlara yardım etmek için girdik bu lanet binaya! Çünkü biz bunu yapıyoruz Tyron Noah. Her gün... her gece... insanları kurtarıyoruz. Tıpkı... tıpkı senin kardeşini de..."
Öksürük devam etmesine izin vermemişti. O yerde şiddetle sarsılırken ben mideme saplanan korkunç sancıyla olduğum yerde kalakaldım. Artık konuşmadığı halde eko yapıyordu Kat'in sözleri kafamın içinde.
Koca bir bölgeyi yok eden sizsiniz! Kendi gözlerinle gördün. Benimle onları kurtarmaya çalıştın. Ölüyorlar! Ölüyorlar! Ölüyorlar!
Hayır! diye haykırıyordu mantığım. Doğru olan biziz. Haklı olan benim. Yalan söylüyordu Kat. Günahlarını saklamak için uydurduğu masallardı bu sözler.
Kendi gözlerinle gördün. Sen... nasıl bu kadar... kötü olabilirsin?
Başımı sallayıp yanlış düşünceleri aklımdan silkelemeye çalıştım. Depo, ölen askerler... tutunabileceğim bir sürü şey vardı. Ama... olmayacak sorular kontrolsüzce mitoz bölünüyordu kafamın içinde. Sahiden dördüncü bölgedeki yıkım yüzünden miydi bu saldırı? O insanlar için mi kaçırmaya çalışıyorlardı malzemeleri? Tanımadıkları yüzlerce kişi için... Hem de kendi hayatlarını tehlikeye attıklarını bile bile...
Ölüyorlar. Anlamıyor musun? Ö-lü-yor-lar!
Kat sağlam kolundan destek alıp yerden kalkmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. Yeniden öksürdüğünde kan geldi bu kez ağzından. Yine de geri adım atmıyor, teslim olmuyor, yardım dilemiyordu. Bugün buraya gelirken her şeyi göze almış olmalıydı sahiden de. Zorla sürünerek duvara ulaştı ve sırtını yasladı.
"Bana istediğini yapabilirsin," dedi yüzüme bakmadan. "Artık önemi yok. Tırlar gitti. Onları kaçırdınız. Biz... başardık. Sizin yüzünüzden ölmeyecek o insanlar." Belli belirsiz, her şeye meydan okuyan bir tebessüm yerleşmişti dudaklarına. Muhtemelen bayılmak üzereydi, çünkü gözleri kayıyordu artık. Yine de benimkileri bulmuştu. "Şimdi ne yapacaksın Tyron Noah?" diye sordu alay eder gibi. "Bu kez de hastaneyi basıp o ilaçları geri almaya mı çalışacaksın? Bu tam da sana ve babana yakışacak vicdansızlıkta bir hareket olurdu."
İşte bu sözler Kat'in suratıma geçirdiği tırnaklarından daha sert ve kesici bir darbeydi. Bir an gözleri yüzümde takılı kaldı. Ruhuma kadar ulaşabilirdi o an. Öyle derin, öyle yakıcıydı bakışları. Neredeyse geri adım atmak isteyeceğim kadar... Ama daha fazla dayanamayan bedeni sonunda iflas etmiş, başı yaralı omzuna düşmüştü. Ve böylece savaş bitmiş oluyordu. Tam şu an zaferimi ilan etmem gerekirdi aslında. Amacıma ulaşmış, suçluyu pençelerimin arasına almış, Ark'ın üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamıştım. Oysa ben yakalamak için her yolu denediğim düşmanımın başında, savaş alanına dönmüş bir laboratuvarın ortasında, korkunç bir boşluk hissiyle kalakalmıştım.
Kat'in sözleriyle birlikte kalbim de kulaklarımda atıyordu şimdi. Müthiş bir uğultu sarmıştı etrafımı. Onun cansız bedenine bakarken anbean ikiye bölünüyordu ruhum. Fikirlerim ayrılıyor, inançlarım yol değiştiriyor, kararlarım zıt yönlere sapıyordu. Bir an öncesine kadar doğru da yanlış da belliydi. Tünelin bir sonu vardı bir de başı. Dünya tek yöne dönüyor, zaman hep ileri akıyordu. Şimdiyse... neredeydim, ne yapıyordum, şu ana kadar ne yapmıştım... hepsi ve her şey birbirine karışmıştı.
Sen... nasıl bu kadar... kötü olabilirsin?
Gözlerimi yumdum kafamın içindeki savaşa bir son verebilmek için. Yapmam gerekeni söyleyen mantığın sesini duyabiliyordum hala. Ona tutunmalıydım. Onu dinlemeliydim. Kulağımdaki telsize dokunmalı, askerlere yerimi bildirmeli, onlar Kat'i kelepçelerken kumanda merkezine dönüp tırların bulunması için talimatlar yağdırmalı... Doğrusu buydu. Benden beklenen buydu. Bana öğretilen buydu.
Ama ruhum çoktan aksi yöne koşmaya başlamıştı o tünelde. Zaman geri akıyor, dünya tersine dönüyordu artık. Kat'in yanına yere çökmüştüm az sonra. Delilikti yaptığım. Yine de parmaklarım boynuna bastırmıştı. Yok! Nabız yoktu. Ölmüş müydü? Hayır! Panikle bileğine uzandım. Neden korktuğumu bile bilmiyordum. Saniyeler öncesine kadar onu elleriyle öldürmeye çalışan bendim. Yine de... parmağımın altında hissettiğim cılız atış kontrol edemediğim bir rahatlamaya yol açmıştı kalbimde. Anında kulağıma dokundum. Sözler dudaklarımdan bir kez çıktığında geri adım atamayacağımı biliyordum. Buna rağmen "On üçüncü kat," dedim aceleyle. "Yaralı bir sivil var. Acil yardım ekibi istiyorum, derhal!"
Telsizin ucunda beni duyup anında harekete geçmiş olmalıydı sağlık ekibi. Dakikalar içinde yanımızda olacaklarına emindim. Peki sonra? Ne yapacaktım ardından? Sistem çalışmadığı sürece Kat'in kovaladığımız kız olduğunu anlayamazdı kimse. Hayatta kalmasını sağlayabilirsem belki... bir ihtimal... onu buradan çıkarabilirdim. Peki tam olarak neden yapacaktım bunu? Onu ve annesini babamdan sakladığım yetmezmiş gibi bir de bir kanun kaçağına yardım mı edecektim sahiden?
Ne yapıyorsun Tyron? dedim yüzümü avuçlarıma bastırıp. Saçlarımı çekiştirmiş, yumruğumu ısırmış, yine de zerre sakinleşememiştim. Kat az ötemde kanlar içinde yatarken, sözleri hala kulaklarımda çınlarken, onun neden bu halde olduğunu bile bile aptal kararımdan beni caydıracak mantığı bulamıyordum. Yaklaşan ayak seslerini işittiğimde inandığım tüm gerçeklere karşı olsa da ne yapacağıma karar vermiştim.
"Sakın öleyim deme baş belası!" diye mırıldandım sinirle.
Ve sonra sağlık ekipleri içeri daldı.
***
-BÖLÜM SONU-
Önceki bölüme yorum bırakıp Ty Kat'i yakalar diyen ve Ty Kat'i kurtarır diyen herkese gelsin bu bölüm! İki taraf da bildi :) Kedi kız kurttan kaçamadı, ama kurt da kedi kızı ölüme terk edemedi. Kim bilir, belki herkesin düşündüğü gibi bir Noah değildir Tyron, ne dersiniz?
Bu bölüm gösterdiği çabadan dolayı elbette Tyron'ı oylayacağız. Onun hakkında ne düşünüyorsunuz merak ediyorum. Hadi seçin bakalım:
a) Ağzıyla kuş tutsa bana yaranamaz.
b)Belki bir şans verebilirim.
c) Favori karakterim olacak biliyorum.
d) Hiçbiri
Ve şimdilik sizi öpüyorum. Valla sonraki bölüm için ben bile çok heyecanlıyım. Gidiyim de hemen yazayım.
Öppücükkk
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top