Bölüm 8

Güzel haftalar Noah okuyucuları,

Heyecanlı bir bölüme hazır geldiğinizi umuyorum. Zira bu ve sonraki bölümlerde popomuz yere değmeyecek :p Heyecana kapılıp da beni yorumsuz bırakmayın ha! Sizden bam bam bam yorum bekliyorum!

Hadi keyifli okumalar,

E.Ç.

***

This is a revolution
We are rising up
We are rising up

***

BÖLÜM 8

Kat

Aklımdan geçen bir milyon düşünce vardı şu an. En zor ameliyatımda, en tehlikeli operasyonumda, en karmaşık bulmacanın ortasında bile beynim bu denli hızlı çalışıp beni bu kadar yormamıştı sanırım. Şimdiyse ışık hızıyla değişiyordu görüntüler, onlara karışan yazılar, sesler. Ve tüm bu kaosun ortasında tek bir değişmez vardı.

Yeşil, yeşil, yeşil!

Gözüne ışık tutulmuş bir tavşandan farksızdım önümdeki manzara karşısında. Ark'a daha önce de gelmiştim, ama bir Ark'lının evine girmek deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Tüm daireyi boydan boya çevreleyen dev pencereler, içeri dolan pırıl pırıl güneş ve evin her köşesini ele geçirmiş orman... Dünya yemyeşildi burada. Hayat bu renkle can bulmuş, tüm deliklerden fışkırmıştı. Buram buram kokuyor, ciğerlerime doluyor, aklımı karıştırıyordu. Yer altında, ışıksız bir dünyada büyümüştüm ben. Teneke şehre çıktığımda karşılaştığım tek renk gri, ötesine baktığımda gördüğümse maviydi. Korkutucu, içi tehlikelerle dolu, ölüm kadar koyu bir mavi...

O yüzden şimdi tüm olası tonlarıyla benim inandığım gerçekliğe saldırıyordu yeşil. Salonun ortasına doğru çekingen bir adım attığımda dalların uzayıp beni sarmalamasını ve bedenimi yutmasını bekledim bir an. Oysa Moxie'nin adamları dışında tek bir hareket yoktu odada. Kapının kenarından bana başıyla işaret veren çocuk görevin tamamlandığını bildiriyordu. Beş kişiydik. Birer hayalet gibi tünelden çıkmış, Fitz'in yönlendirmesiyle dronlara takılmadan apartmana kadar ilerlemiş, sonra da güvenliği bayıltıp hedefimiz olan eve ulaşmıştık. İçinde olduğumuz bu göz kamaştırıcı daire az sonra kimliğini çalacağım kadına aitti. Susie Lockman...

Güvenlik için benim yüzümü görmemesi gerektiğinden diğerleri onu uyuturken özellikle salonda kalmıştım. Yatağından kalktığında her zamanki gibi Ark'ta keyifli bir güne başlayacağını düşünüyor olmalıydı Susie. Ne yazık ki boynuna saplanan enjektör anında uykusuna geri döndürmüştü onu. Ben onun yerine enstitüye gidip dev bir kaçakçılık operasyonu gerçekleştirirken o da mışıl mışıl yatağında uyuyacaktı. Şimdi tek yapmam gereken onun gibi giyinmek, onun arabasına atlamak ve onun adıyla enstitüye girmekti. Ama...

Aldığım işaretle oyalanmadan kızın odasına geçtiysem de hemen hareket edememiştim. Bir kez daha sarsılmıştı tüm bildiklerim. Duvarlardan süzülen suyun şırıltısı eşliğinde yemyeşil kırlara uzanmış bir prensesi andırıyordu Susie üzerindeki ipek gecelikle. Onun pırıl pırıl parlayan tenine, boyalı tırnaklarına, omuzlarından dökülen bakımlı saçlarına bakarken bir an nasıl bu kadının yerine geçeceğimi düşünüp panikledim. Neyse ki karamsar düşüncelere kapılamadan kulağımdaki ses kendime getirmişti beni.

"Ark'a geçtik! Belgelerde sorun yok. Hepimizi içeri aldılar. Şimdi enstitüye götürüyorlar."

Konuşan Ruby'ydi. Annemin sesi telsizin diğer ucunda duyulduğunda onunla birlikte derin bir nefes aldım ben de. Ark'a çalışmaya giden günlük işçiler gruplara bölünüp görev alacakları merkezlere götürülürdü. Eğer o nakliye aracına binmeyi başardılarsa muhtemelen enstitüye de girebilecekti ekibimiz. Ruby ve Ace'le birlikte tam on beş kişiydiler. Annem ve Moxie her birini özel olarak seçmişti. Markette yapılmış basit modifikasyonları olanlar vardı içlerinde, ama en önemlisi birden fazla kez Ark'a akın yapmış, dövüşmeyi ve silah kullanmayı bilen insanlardı. İçeride bu yeteneklerin hiçbirine ihtiyacımız olmayacağını umuyordum ya... Yine de...

"Biz de tünellerdeyiz," dedi Moxie o an. "Tüm ekipler konumlarına yerleşti."

İşte ikinci işaret fişeği de böylece çakılmış oluyordu. Beş tır dolusu malzeme kaçıracaktık bugün o binadan. Ve bunun için doğru noktalarda hazır bekleyen elliye yakın adam vardı Moxie'nin emirinde. Ark'tan tünellere açılan, kaçakçıların kullandığı geçitlerden işimize yarayacak beşini tespit etmiştik. Tırlar bir kez fabrikaya dönüş yoluna girip enstitüden yeterince uzaklaştığında dolu olan beşi normal rotalarından sapacak, her biri Ark'ın içinde farklı bölgelere dağılacaktı.

Burada bir kez daha Fitz devreye giriyordu, çünkü onları dronlar ve Ark'ın takip sistemi karşısında olabildiğince görünmez kılmalıydı. Yetenekleriyle bunu başarabileceğine hepimiz hemfikirdik. Yine de birkaç tonluk uçan bir tırı gözlerden saklayamayacağımız için bir kez rotadan çıktıktan sonra kara yolunu kullanacaktı tırlar. Ve olur da bu adımı da başarıyla atlatırsak bu kez buluşma noktasında bekleyen Moxie'nin adamlarının mümkün olan en kısa sürede malzemeyi önce tünellere indirmesi, sonraysa teneke şehre geçirmesi gerekecekti.

Bu planı baştan sona düşünmek bile durup soluklanma ihtiyacı yaratıyordu içimde. Maalesef ki durmak şu an yapabileceğim son şeydi. Bu macerayı tamamlamak için gerekli olan üçüncü anahtar bendim. Bir Ark'lı gibi enstitüye giren, silahları içeri sokan, deponun güvenliğini aşan ve ekibin kalanını o kapıdan geçiren... Tam da bu yüzden bir an önce hareket etmem gerekiyordu. Bunu bana hatırlatmak istercesine "KittyKat," dedi Fitz kulağımda. "Hazırsan seni artık arabaya alabilir miyiz?"

"Beş dakika," dedim kulağımın içindeki telsize dokunup. "Üzerimi değiştirip otoparka çıkıyorum." Sesim ne kadar kendinden eminse göğüs kafesimde çırpınan kalbim o kadar panik içindeydi. Gardıroba yöneldiğimde "Bana biraz izin verin," dedim odadakilere. Zaten Fitz'le konuşmamdan ne yapacağımı anlayıp kapıya ulaşmışlardı bile.

Az sonra Susie'nin odasında, onun kıyafetleri önünde yalnızdım. Düz bir pantolon ve askılı bir bluz seçtim dolaptan. Hepsinin üstüneyse enstitüdeki doktorların bir üniforma gibi giydikleri beyaz cüppeyi geçirdim. Maalesef ki tüm rahatsızlığına rağmen kuyruğumu kotun içine saklamam gerekiyordu. Ellerimin titremesini görmezden gelerek saçlarımdaki tokayı çözmüş, son anda makyaj masası üstünde duran rujla dudaklarımı boyamıştım. İşim bittiğinde bir an... ama sadece bir an, aynadaki görüntüm tüm dikkatimi çekti.

Ben... ilk kez gerçek bir bilim kadını gibi görünüyordum şimdi. Sanki onca yıl yer altında yaptığım hiçbir şeyin anlamı yoktu da bu bembeyaz, yakası ve kolları işlemeli, kaliteli kumaş parçası beni hep hayal ettiğim doktora dönüştürüvermişti. Saçmalıyordum elbette. Annemin, Dr. L.'in öğrencisiydim ben. O aptal akademilerinde yetişmediysem de enstitüdeki pek çoğundan daha iyi bir bilim insanı olduğuma emindim. Emindim ama... Yine de...

"Ses ver kedi kız..." dedi Fitz ve beni yansımam karşısında yaşadığım hipnozdan kurtardı.

"Hazırım," dedim hemen panikle ve Susie'nin iş çantasını omzuma takıp salona döndüm.

"Asansörü kullanmak için de arabayı çalıştırmak için de Susie'nin anahtarına ihtiyacın olacak. Sonra yüz elli sekizinci kata çıkacaksın. Arabanın plakası NX934. Yeni nesil kırmızı bir Polsh."

Fitz yüzlerce kez söyleyerek bana ezberlettiği bilgileri bir kez daha kulağımda tekrarlarken onu özellikle susturmamıştım. Arkadaşımın kafamın içinde çınlayan sesinin sakinleştirici bir etkisi vardı garip bir şekilde. Sanki gerçekten yanımdaymış gibi...

"İkimiz burada kadınla kalıyoruz," dedi benimle binaya giren adamlardan biri. "Diğerleri seni otoparka çıkarıp silahları arabaya yükleyecek."

Bir an kalbimin sesinin kendiminkini bastıracağını düşünüp sadece başımı salladım. Hemen sonra genç bir kız, abisi olduğunu öğrendiğim çocuk ve başka bir adamın peşinden apartmanın koridoruna çıkmıştım. Hepimizin sırtında, ellerinde silahları koyduğumuz koca valizler vardı. Üçü önden gidip etrafta kimsenin olmadığını garantilemiş, sonra da beni asansöre bindirmişlerdi. Fitz'in verdiği talimata uyup Susie'nin anahtarını panele okutup otoparkın numarasını tuşladım. Sadece beş, belki altı saniye sürmüştü kapıların yeniden açılması. Vay canına... Bugün bir robotun elinde kalmasam da Ark'ın mükemmel teknolojileri yüzünden bir yerde bayılıp kalacaktım korkarım.

"Otoparktayız," dedim kulağıma.

"Sorun yok, kameralar iptal," diye cevapladı Fitz hemen.

Herhangi bir sürprize karşı silahımı yüzümün önüne kaldırmıştım. Ama "Burada bekle," diye komut verdi önümdeki oğlan ve üç refakatçim asansörden otoparkın içine dağıldılar. Bir dakika sonra aradığımız aracı bulup eliyle bana işaret vermişti kız. Ben de onlar gibi iki büklüm olup bedenimi küçülttüm ve etrafımı kontrol ederek arabaya doğru koştum.

Siktir! olmuştu kırmızı Polsh'u gördüğüm an ilk düşüncem. Bu Ark'ın ürettiği uçan, yüzen, gerekirse tekerlekleri üstünde gidebilen o yeni nesil ulaşım araçlarından biriydi. Onun ne olduğunu biliyordum elbette. En büyük eğlencemiz yer altının uzun ve sıkıcı gecelerinde bu arabaları kullanarak simulasyonlarda birbirimizle yarışmaktı. Ama şimdi, araba böyle kanlı canlı önümde dururken... avucumdaki anahtar titreyen parmaklarımdan kayıp düşecekti neredeyse. Sesli bir nefesle ciğerlerimdeki baskıyı hafifletmeye çalıştım ve anahtarı kapıya tuttum. Anında canlanmıştı Polsh. Farlar, kapıların etrafı, jantlar ve iç konsol ışıl ışıldı şimdi. Test etmek için koltuğa oturduğumda kapı kendiliğinden kapanıp mekanik ses Susie'yi karşılamıştı. Vov! İşte bu biraz korkutucuydu.

"Aynı oyundaki gibi," diye hatırlattı Fitz kulağımda.

"Ya ne demezsin..." diye mırıldandım kendi kendime. Bir iki küfür de gelmişti dilimin ucuna kadar. Ama kulağıma dokunduğumda herkesin benden olmamı beklediği o özgüvenli kızdım yeniden. "Silahları yüklüyoruz."

Ben konuşurken diğerleri çoktan o işe girişmişti bile. Ben de arabadan geri inip kendi taşıdığım yükü silahların üzerine bıraktım. Sonunda bagaj tabanını geri yerine oturttuğumuzda dışarıdan bakan biri keçenin altına sakladığımız cephaneliği asla tahmin edemezdi. Elbette Susie'nin aracının özel güvenlik taramasından geçmeyeceği varsayımlarımız doğruysa... Artık bunun aksini düşünmek için geç olduğundan kapağı kapadım ve bana yardım eden ekibe teşekkür edip yeniden koltuğa oturdum. Tanrım... Bilgisayar ekranında nasıl da kolay görünüyordu arabayı çalıştırmak.

"Yola çıkıyorum," dedim karşımdaki elektronik konsolu tuşlayıp. Aynı oyundaki gibi, diye tekrar ediyordum içimden. Aynı oyundaki gibi Kat. Sakin ol! Aynı... oyundaki... gibi! Ne yazık ki simulasyonlarda en fazla kendi koltuğunuzdan düşebilirdiniz. Oysa az sonra Polsh öne doğru hareket etmeye, arabanın çıkacağını algılayan otoparkın duvarıysa yukarı doğru kaymaya başlamıştı. Bir dakika sonra tüm yeşillikleri, ağaçlarla kaplı köprüleri, etrafından şelaleler akan binaları ve hava treninin raylarıyla Ark ayaklarım altındaydı.

Havada asılı kaldığım an Allah'ım yardım et! dedim içimden. Uçuyordum. Ben, Kat, tünellerde, yer altında büyümüş kedi kız, bir kuş gibi gökyüzünde süzülüyordum şimdi. Nefes almak gibi yaşamsal fonksiyonları bırakmış, bu akıl almaz gerçeğe saplanıp kalmıştı beynim. Yüzüm de muhtemelen direksiyonu delice sıkan ellerim gibi bembeyazdı. Sağımdan solumdan arabalar gelmeye başladıkça iyice kasılmıştı midem. Sıradan bir pazartesiydi Ark'lılar için. İşlerine, okullarına gidiyor olmalıydı bunca insan. Bir zamanlar annem, babam, hatta ben bile onlardan biriydik. Belki... belki o hastalık olmasa... bu sabah Susie'ninki gibi bir odada gözümü açmış, akademideki dersime gitmek için yola koyulmuş olabilirdim. Oysa ben bir kaçaktım. Ve onların en korunaklı binasını soymaya gidiyordum.

Bir an düşüncelerime kendimi fazla kaptırınca sağımdan geçen arabayı son anda fark edip direksiyonu sola kırdım. Korna sesi kafamdan aşağı boşalan bir kova su gibiydi. Kalbimdeki çarpıntıyı durdurabilecek hiçbir güç yoktu artık. Aldığım derin nefesler kan ter içinde kalmama engel olmamıştı. Neyse ki hala kulağımdaydı Fitz. "Çok iyi gidiyorsun," diyordu durmadan. "Az kaldı kedicik. Altı dakika sonra binaya sağ kanattan girip mavi otoparka park edeceksin!"

Sağ kanat, mavi otopark, altı dakika... diye tekrarladım içimden beni sakinleştirecek bir mantra gibi. Olur da bugünü atlatırsam bu yardımları yüzünden Fitz'e çok daha iyi davranacaktım. Arabayı kullanırken verdiği yönlendirmeler az sonra otoparka girerken detaylı bir kullanma kılavuzuna dönmüştü. Geçmem gereken güvenlik bariyerini zaten biliyordum. Konsoldaki tuşlara dokunup haritada hedefi işaretledim ve otomatik pilotu devreye soktum. Az sonra tam da olması gerektiği gibi burnunu aşağı eğmişti Polsh.

Otoparkın hangi katta olduğunu anlamamak imkansızdı, çünkü duvarlar yerine metal kemerler vardı burada. Annem bu kontrol noktalarının aracı değil, sürücüyü taradığını ve kimlik tespiti yaptığını birden fazla kez söylemiş olsa da kesinlikle rahat değildim. Bir inci gibi parlayan enstitü binası giderek yaklaşırken istemsizce koltuğu sıktım. Az sonra önümdeki üç arabanın arkasında içeri giriş kuyruğuna katılmıştım ben de. Ağzım kupkuru, ellerim buz gibiydi korkudan.

"İçeri girmek üzereyim," dedim kulağıma. Telsizin ucunda herkesin nefesini tutmuş benimle birlikte bu anı beklediğinin farkındaydım. Kaderin dönebileceği en önemli anlardan biriydi bu. Fitz'in hack'i işe yaramayabilir, Kat olduğum ortaya çıkabilir, arabanın içindeki silahlar bulunabilir ve tüm planla birlikte hayatım sona erebilirdi.

"Sakin ol Kat," dedi annem kulağımda. "Her şey kontrol altında." Sırf orada olduğunu bilmem için konuştuğuna emindim. Şu an nasıl korktuğumu bir o anlayabilirdi zaten. Bu akına gitmeme herkesten çok o engel olmaya çalışmıştı ve yine de benimle, benim yanımdaydı. Onun sesindeki güvene tutunup biraz daha sıktım koltuğu. Üç dakika... Tam üç dakika sonra korktuğum hiçbir şey olmamış, o kemerin altından geçip otoparka girivermiştim. Ancak Polsh tamamen durduğunda çözüldü çenem, delice bir kahkaha kaçıverdi ağzımdan.

"Başardım," dedim sözlerime kendim bile inanamayarak.

"Elbette başardın güzelim," dedi Fitz keyifle. "Emin ellerdesin."

Sırıttım. Henüz asıl görevim başlamamıştı bile, ama buraya kadar gelmiş olmak bile devam etmek için ihtiyaç duyduğum enerjiyi pompalamıştı bedenime.

"Biz de binadayız," dedi Ace aynı sırada. "Farklı kanatlarda görevlendirildik. Hizmet yerlerimize dağılıyoruz."

"Planın ikinci kısmı başlıyor beyler bayanlar" diye komut verdi Fitz hepimize. "Otopark kameralarını kapatıyorum. Kat, kendi silahlarını alıp arabayı kilitlemeden oradan ayrıl. Diğerleri, ne yapacağınızı biliyorsunuz!"

Tamam, diye telkin ettim kendimi. Bunu yapabilirim, bunu yapabiliriz, bunu yapacağız, bunu yapmak zorundayız! Fitz'in dediği gibi arabadan inmiş, Susie'nin çantasını koluma takmıştım az sonra. Bagajdan iki silahı çantama, diğerini botumun içine soktum. İç ceplerimi bıçaklar ve disklerle doldurduğumda işe koyulmaya hazırdım. Diğerleri de farklı zamanlarda otoparka gelip silahları bagajdan alacaktı.

"Depo otuz üçüncü katta," diye hatırlattı Fitz ben asansöre yöneldiğimde. Ama o sırada benimle birlikte kapıya yönelmiş adam yüzünden ona cevap verememiştim.

"Güzel günler," dedi adam bariz bir ilgiyle. Ona yalandan gülümseyip başımı çevirdiysem de sosyalleşmek konusunda ısrarcıydı. "Güneş bugün harika değil mi? Sarı kafeterya dolup taşıyordur şimdi."

"Hı hı..." diye mırıldanıp önüme döndüğümde adamın gülüşünden beni rahat bırakmayacağını anlamıştım. Neyse ki Ark'ın asansörleri bizim tüneldekilere hiç benzemiyordu. Ben daha herhangi bir tuşa basamadan üç katta durmuştuk bile. İçerisi başka insanlarla dolarken bu şansı kullanıp kendimi dışarı attım. Aşırı konuşkan adam bu sayede ardımda kalmıştı. Bense şimdi bilmediğim bir dünyanın ortasında, bir uzaylıdan farksızdım. Tüm ekibin silahlarını otoparktan alması için beklemem gerektiğinden nerede oyalandığımın pek bir önemi yoktu aslında. Susie'nin çalıştığı bölümden uzak durmak ve fark edilmemek koşuluyla...

Böylece normal davranmaya çalışarak enstitünün koridorlarında ilerledim. Sahiden de güneş harikaydı bugün. Binanın sonsuza uzanan pencerelerinden içeri dolan ışık cilalanmış yüzeylerin üstünde parlıyordu. Burada da yeşillikler her köşeye hakimdi elbette. Birbirinden sağlıklı, bakımlı, beyaz önlüklerini gururla taşıyan onlarca insan vardı koridorlarda. Bazıları yanımdan geçerken gülümsüyor, bazılarıysa kafalarını ellerindeki tabletlerden kaldırıp bana bakmıyordu. Bir süre diğer çalışanları gözlemledikten sonra ben de Susie'nin tabletini çantadan çıkarmıştım. Cam yüzeye dokunduğum an mavi yazılar belirmişti ekranda. Neyse ki Ark'taki her şey gibi bu alet de parmak iziyle değil, kanımdaki çiple aktive oluyordu. Ve o çipe göre ben artık Susie'ydim.

Önümdeki verileri inceler gibi yaparak dolanmayı sürdürdüm. Arada bir beş dakikalığına dursam da hiçbir yerde gerektiğinden fazla kalmıyordum. Farklı katlara çıktım. İlk karşılaştığım adamın bahsettiği terasa kurulmuş kafeteryayı buldum. Gerçek, evet mis gibi kokan, gerçek bir kahve ve peynirli sandviç aldım kendime. Odaklanmam gereken önce kendi canım, sonra da operasyonun başarısıydı ama... bu yiyeceklerin tadı... bu kahve... O tezgahın önüne geri dönüp kalan ne varsa istememek için kendimi zapt ettim ve başka bir kata çıktım. Bir yandan dikkatim kulağımdaki seslerdeydi. Silahlarını otoparktan almayı başaranlar ekibin kalanına haber veriyordu tek tek. Bir saatin sonunda tam planladığımız gibi herkes asıl görevine geçmeye hazırdı artık.

"Depoya iniyorum," dedim kulağıma dokunup. Saçlarımı hemen geri önüme düşürmüş, telsizimi gizlemiştim. Ama zaten enstitü çalışanları ellerindeki işlerle fazlasıyla meşgul olmalıydı. Koridorda da asansörde de sadece bir iki saniye harcıyorlardı yüzüme bakmak ya da nezaketen gülümsemek için. Otuz üçüncü katı tuşladığımda herkesin suçlayan bakışlarını üzerime çevireceğini düşünsem de kimse oralı olmamıştı. Susie'yi özellikle seçmiştik zaten. Salgın hastalıklar bölümünde, aşı geliştirme ekibinde görevliydi. O yüzden de zamanının büyük kısmını malzemelerin arasında geçirmesi şaşılacak bir durum değildi.

"Katın tüm kameraları deaktif," dedi Fitz tam asansörden dışarı adım atacakken. "Unutmayın, bu şekilde fark edilmeden fazla tutamam. İçeri girmek için en fazla üç dakikanız var."

İşte bu hiç stres yaratmamıştı üzerimde. Gözlerim hızla koridoru tararken çantama uzanmıştım bile. Elimdeki tableti içine yerleştirip silahın kabzasını kavradım. Dört kişi vardı koridorda. İkisi indiğim asansöre binmeyi bekliyor, diğerleri ise yolun ortasında durmuş bir konu üzerine tartışıyorlardı. Kıvrılarak devam eden koridorun sonunda olmalıydı deponun kapısı. Önünde bizi bekleyen robotları düşününce bu insanlardan hemen, şimdi kurtulmam gerektiğini anlamıştım. Dört kişiyi aynı anda uyutmak kesinlikle ideal değildi. Ama durup diğerlerinin gelmesini bekleyip bu insanların dikkatini üzerime çekme riskine giremezdim. Ben de hızlı bir matematik yaptım ve silahımı çıkardım.

Tetiği çekmemle öne fırlayan iki ok karşımdaki kadınla adamı yere sermişti anında. Arkamı dönüp silahımı asansörün önünde bekleyen ikiliye doğrultmam sadece bir saniye sürdü. Ama adamlar çoktan yerdeydi.

"Takım çalışması," dedi Ace göz kırpıp. Ruby'yle birlikte asansörden yeni inmiş olmalıydılar. Dudaklarım kontrolsüz bir sırıtışa döndü hemen. Sanki o ana kadar içimde sıkışıp kalmış gizli bir güç bedenime yayılmıştı ekibime kavuşmamla.

"Hadi," dedi Ruby, Ace ve benim yüzümdekine zıt, sert bir ifadeyle. Yanımdan geçer geçmez kulağına dokunmuştu. "Kat'le buluştuk, içeri giriyoruz. Asansör sende Fitz."

"Hay hay!" diye karşılık verdi kulağımızdaki ses. Yerde baygın yatan adamları olduğu gibi bırakıp koridorda ilerledik. Biz depoya girdiğimizde, ardımızdan gelen ekip o baygın insanları içeri taşıyacak, Fitz de asansörü bozup bu katta durmasını engelleyecekti. Yol kıvrılıp kapıyı önümüze sermeden önce çantaya uzanıp silahımı yeniden içeri sakladım. Moxie'nin hatırladığına göre girişte iki droid bizi karşılamalıydı ve ancak onların taramasını geçtiğinde kapı açılıyordu. Ruby ve Ace plana adları kadar hakim olduğundan sessizce bir adım geride kalmışlardı zaten. Onları beklemede bırakıp sırtımı dikleştirdim ve Susie'nin emin adımlarıyla kapıya doğru ilerledim.

Ve işte bir şok daha bekliyordu beni. Teneke şehrin kendi gibi paslı, kırık dökük dronlarına ya da saldırı için gönderilen metal canavarlara hiç benzemiyordu kapının iki yanında duran droidler. Bir robottan çok bir enstitü çalışanı gibi göründüklerini söylemek daha doğru olurdu. Beyaz, parlak bir materyalle kaplanmıştı insanınkini andıran bedenleri. Yüzleri ise... mimik yapsalar şaşırmayacağım kadar detaylı bir modellemeydi. Yavaşlamak, hatta arkadaşlarımın yanına geri dönmek için kasılan bedenime rağmen kendimi yürümeye zorladım ve droidlerin karşısında durdum.

"Malzeme birimine hoş geldiniz doktor," demişti sağdaki. Annemden öğrendiğim gibi elimi kaldırıp avucumu robota doğru çevirdim. Kendi elini benimkinin karşısına getirmişti hemen. Vücudumdaki tüm bezlerden aynı anda ter fışkırdığı iki saniyenin sonunda neşeli bir ses geldi ve bir adım geriledi droid.

"Çalışmalarınızda başarılar dilerim Doktor Susie."

Neredeyse kahkaha atıyordum. Neredeyse... Önümde iki parçaya ayrılıp kayarak yanlara açılan kapı anında ötesindeki dünyayı ortaya çıkardığındaysa çıkarabileceğim tüm sesler boğazımda düğüm oldu. Sakin kalmak için harcadığım onca çabaya rağmen kalbimin hızlanmasına engel olamamıştım. Hayatım boyunca bir arada görmediğim ve muhtemelen bir daha asla göremeyeceğim kadar çok ilaç ışıl ışıl parlıyordu karşımda. Metrelerce yukarı uzanan beyaz rafların üzerindeki cam kutuların içinde depolanmışlardı. En sondaysa tırların yan yana durduğu geniş bir hangara genişliyordu depo. Harikalar diyarına düşen Alice'den hiçbir farkım yoktu şu an. İçeri attığım adımı zar zor bir sonraki izlemiş, benim yaşadığım şoktan habersiz olan arkadaşlarımsa çoktan atağa geçmişti.

Sesleri duyup arkamı dönmemle yere düşen iki robotu görmem bir oldu. Ace ve Ruby tam karşıda, lazer silahları ellerindeydi. Sadece iki tane vardı elimizde bu ölüm makinalarından ve bu operasyonda robotlar karşısında bir şansımız olmasını sağlayan yegane güç onlardı. Tam da olması gerektiği gibi, tehlikeyi fark edip kumanda merkezine haberi gönderemeden başlarını robotların bedeninden ayırmıştı lazerler.

Kalıp izleyecek vaktim yoktu, zaten kapı anında kapanıp arkadaşlarımı koridorda beniyse deponun içinde bırakmıştı. İki silahımı da çıkarıp omzumdaki çantayı bir köşeye fırlattım. Tam o an sesleri duyup ne olduğuna bakmaya gelmiş ilk görevli çıkmıştı karşıma. Önce onu, sonra ardından gelen kadını bayılttım. Durmamış, kapıyı içeriden açan panele avucumu okutmuştum. Beyaz plaka iki yana açıldığında az sonra Ace ve Ruby de içerideydi. Onlar deponun içine doğru koşturup diğer görevlileri etkisiz hale getirirken ben ardımızdan gelen ekibin içeri girebilmesi için kapıda kalmıştım.

"Son yirmi saniye," diye uyardı Fitz son adamımız da içeri adımını attığında.

"Hepimiz içerideyiz," dedim elimi kontrol panelinden çekip kapının kapanmasına izin vererek. "Bizi içeri kilitliyorum." Yani... umarım... diye geçirdim içimden parmaklarım cam panel üstünde çırpınırken. Fitz'ten öğrenirken sadece on saniye bile sürmeyen işlem benim acemi ellerimde iki dakikadan fazla almıştı. Ama sonunda bir klik sesi duyuldu ve beyaz kapının etrafındaki mavi ışık kırmızıya döndü. "Tamam," dedim heyecanla. "Oldu, içerideyiz. Kapı da kilitlendi!"

"Tüm görevlileri iç odalardan birine taşıdık ve bağladık," dedi o sırada Ruby. Onu hem kulağımda hem karşımda duymuştum.

"Uyanmaları imkansız zaten," diye ekledi Ace gururla. Görevlileri bayıltan uyuşturucuyu bizzat kendi hazırlamıştı ne de olsa.

"Malzemeleri yüklemeye başlıyoruz," dedi Ruby. Sonra parmağını kulağından çekip bize dönmüştü. "Bakmamız gereken on iki ayrı bölüm var. İkiniz de yanınıza beşer adım alın. Siz malzemeleri belirlersiniz, ekip taşır. Ben diğer üçüyle tırların başında olacağım. Ne olur ne olmaz..."

Ace'le aynı anda başımızı sallayıp öne atıldık. "Sen..." demiştim hemen ilk gördüğüm kıza. "Ve sen, sen, siz ikiniz! Gelin benimle!"

Sözlerimi ikiletmeden peşime takıldılar. Annemin hatırlayıp anlattığı bilgiye dayanarak en sondaki bölüme koşmuştum ilk. Ama yıllar içinde tüm yerleşimin değiştiğini anlamam uzun sürmedi. "İlaçlar farklı bir düzende," dedim kulağıma. Ace'ten gelen hiç de profesyonel olmayan küfür onun da aynı şeyi fark ettiğini göstermişti. "Sağ kanadı ben alıyorum," dedim hemen. "Sen sola bak Ace!"

Ve böylece karıncalar gibi çalışmaya başladık. Üzerimdeki üniformadan kurtulmamla kutuların arasına dalmam bir olmuştu. Tek tek rafları tarıyor, bazılarını ilk kez gördüğüm ilaçlar ve malzemeler arasından ihtiyacımız olanları ayıklıyordum. İşaret ettiğim ne varsa tek söz etmeden sırtlanıp tıra taşıyordu çocuklar. Özellikle içlerinde iki tanesi vardı ki modifiye genleriyle en hızlı ve en güçlü onlardı. Biri maymun, diğeriyse çita olmalıydı. Kurbağa genleri taşıyan ikizler de pek geri kalmıyordu onlardan. Yarım saatin sonunda ilk üç tırı doldurduğumuzu söylemişlerdi. Ace geldi hemen sonra peşindeki çocuklarla.

"O tarafta alabileceğimiz her şeyi yükledik. Burada durum nasıl?"

"Bakamadığımız üç bölüm daha var," dedim koridorun sonunu işaret edip. "Siz orayı alın."

İkinci kez söyletmeden gösterdiğim yere yöneldi Ace. Son anda omzunun üstünden bana bakan gözlerinde o ana kadarki başarımızın haklı gururu parlıyordu. Tam o an ona henüz sevinmek için erken olduğunu söylemeli, bu sahte cennetten kurtulana kadar hiçbirimizin gülemeyeceğini hatırlatmalıydım. Oysa bunu benim yerime kulağımızdaki Fitz yapmıştı.

"Çocuklar acele etmeniz lazım. Asansörün çalışmadığı ve depoya ulaşılamadığıyla ilgili on iki şikayet girişi oldu sisteme. Ben ne kadar silsem o kadar yenisi geliyor. İşkillenmeye başlarlar yakında."

"Dördüncü tırdayız," diye cevapladı Ruby. "En az on beş dakikaya daha ihtiyacımız var."

Fitz onaylamıştı, ama sesindeki tınıdan bu durumdan duyduğu huzursuzluğu anlamak mümkündü. Umursamadan önümdeki sıra sıra kutuya döndüm. Fitz yeniden konuştuğunda aradan ancak beş dakika geçmişti sanırım. Ama bu kez az önce duyduğum tedirginlikten öte bir panik vardı arkadaşımın sesinde.

"Bir sorunumuz var," dediğinde bir yandan klavyeyi döven parmaklarının sesini işitebiliyordum. "Özel güvenlik protokolüne geçiyorlar. Ek destek çağrısı yapıldı. Giriş ve çıkışlarda kontrolü sıklaştırıyorlar."

Elimdekileri düşürüyordum az daha. "Bizi mi fark ettiler?" diye sordu Ruby hemen. Yanımda olmasa da sesinden gözlerinin dehşetle büyüdüğünü tahmin edebiliyordum, çünkü ben de avucumdaki tüplerle olduğum yerde kalakalmıştım.

"Hayır," dedi neyse ki Fitz. "Hayır, bizden değil. Özel biri geliyor sanırım binaya. Onun için önlem alıyor olmalılar. Ama..." Bir an bir sessizlik oldu. Sonra "Siktir!" dedi Fitz mikrofonunun açık olduğunu unutup.

"Ne oluyor Fitz? Konuş!"

Yanımızda olmasa da soru ve komut Moxie'den gelmişti. Sessizlik devam ettikçe onun tünellerde bir yerleri yumrukladığına emindim.

"Neler oluyor söylesenize!" dedim ben de tahammül edemeyince.

Fitz'den beklediğimiz berbat haberi verme görevi anneme düşmüştü. "Noah binaya geliyor," dedi bir çırpıda. "Habersiz bir ziyaret olmalı. Onun güvenliği için tüm giriş çıkışları kapatacaklar."

"Tüm sistemi tarıyorlar," diye araya girdi Fitz'in korku dolu sesi. "Kameranın kapalı olduğunu fark etmeleri bir dakika bile sürmez. Kontrol için depoya mutlaka birilerini göndereceklerdir."

"Hemen çıkın oradan!" diye bağırdı Moxie. "Birazdan dronları binanın etrafına yığarlar. Ekipler yolları kapamaya başlamıştır bile!"

İşte bu haber iki gün boyunca üzerinden geçtiğimiz felaket senaryolarından hiçbiriyle örtüşmüyordu. Robotlar depoyu kontrole gelip kapının kilitli olduğunu anladığında ne olacaktı? Ne kadar sürerdi bizi malzemelerin arasında basmaları? Ve hangi taktik, hangi silah Dr. Noah için binayı çembere almış onca birlik arasından kaçmamızı sağlayabilirdi?

"Hadi!" dedim ellerinde kolilerle kalakalmış çocuklara. Kendim de son kutuyu kucaklayıp koşmaya başlamıştım. Önce biz, ardımızdan da Ace ve ona yardım edenler geldi tırların başına. Sahiden de ilk üç tırın kapıları kapanmış, dördüncüyse yarısına kadar anca dolmuştu.

"Bu şekilde çıkarmamız lazım malları," dedi Ruby.

Ben başımı salladım, Ace'in ise daha delice bir fikri vardı. "Hazır olanlar gitsin. Son ana kadar dördüncüyü yüklemeye devam edebiliriz. Kalan herkes onunla çıkar buradan!"

"On tırı da buradan aynı anda çıkarmalıyız," diye itiraz etti Ruby. "Aksi halde bir terslik olduğunu anlarlar!"

Ace onu dinlemiyordu. "Tırların takip sistemleri kapalı," dedi çoktan arkasını dönüp. "Dronlar başkanın etrafında. Onlar fark etmeden ortadan kayboluruz!"

"Ace!" dedi Ruby sinirle. Bir an ikisinin arasında hangisine hak vereceğimi, ne yapacağımı bilemeden öylece kalakalmıştım. Sonra Ace kadar delice bir şey yapıp raflara koştum ben de. Beş dakikamız bile kalmış olsa hala birkaç koli fazla ilaç demekti bu. Ve onlarca insan için umut... Bu vurgundan sonra muhtemelen bir daha uzun süre hiçbir ilaca ulaşamayacağımız düşünülürse elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundaydık. Neyse ki Ace'in aşırı tehlikeli önerisini duymamış olan Moxie ya da annemin bize itiraz etme şansı olmamıştı.

"İlk üç tırı çıkarıyoruz!" dedi Ruby kulağımıza. Komutuyla açılan hangar kapılarının sesi dolmuştu depoya. Aynı anda koca bir kutuyu aldım kollarımın arasına ve tıra koştum. Artık ben ve Ace de taşıyorduk malzemeleri. Ama "Çocuklar..." diye uyardı Fitz. "Noah binaya giriş yaptı. Ana kapılar kapatıldı. Derhal o tırlara binip binayı terk edin!"

"Çabuk!" diye bastırdı Moxie. "Deponun kapalı olduğu anlaşıldığında çıkış yapan tüm tırları kontrol ederler."

Onu onaylamak istercesine "Dronlar enstitünün etrafını çembere aldı," dedi Fitz. "Tırların takip sistemleri kapalı. Hemen şimdi çıkarsanız bir şansınız olabilir. Ama fark edilirseniz sizi koruyamam."

Elbette koruyamazdı. Deponun saldırıya uğradığını anladıkları an tüm sokakları karış karış arar, ellerimizle tek tek topladığımız tüm ilaçlarla birlikte hepimizi havaya uçururlardı.

"Tamam," dedi Ruby hemen. "Üç tır yolda. Dördüncüye binip hemen çıkıyoruz biz de."

Her şeyimle ona itiraz etmek istiyordum. Alamadığımız tüm bu ilaçlar yüzlerce kişiyi kurtarabilirdi. Ama... geçen her saniye hayatta kalma şansımız sıfıra yaklaşıyordu. Ben de "Hadi!" diye bağırdım deponun içinde kim varsa sesimi duyması için. "Alabildiğinizi alın ve tıra binin! Hemen şimdi buradan gidiyoruz!"

Sözlerime anında itaat etmişti herkes. Ace'in suratından kaçmak zorunda olmaktan benim kadar nefret ettiğini görebiliyordum. Başka çaremiz yoktu. Zaten az sonra alamadığımız ilaçların en küçük sorunumuz olduğunu öğrenecektik. Arkamızdan gelen sesi aynı anda hepimiz duymuştuk, ama arkasını dönüp tepki veren ikizlerden biri oldu. Sorumun cevabı hemen karşımdaydı şimdi. Bizi bulmaları, benim içeriden kilitlediğim kapıyı açmaları ve içeri dalmaları saniyeler sürmüştü sadece. Fitz'in bizi uyaramayacağı kadar hızlıydı güvenliğin müdahalesi.

O andan sonra her şey öyle hızlı gerçekleşti ki yaşamıyor, bir film izliyordum sanki. İkizlerden kız olan belindeki silahla kapıdaki robotu vurmak istemiş, ama onun silahı sadece metal canavarı şöyle bir sarsmıştı. Anında karşılık verdi droid. Kolundan çıkan ışın kızın başını bedeninden ayırdığında boğazımda patladı hıçkırığım. Ruby önce onu sonra yanındaki droidi elindeki silahla vurmuştu göz açıp kapayıncaya kadar. Yine de yeterince hızlı değildi. Devreleri yanana kadar kırmızı kod vermişti bile ikinci droid. Kumanda merkezinin onun yerini sistemden tespit edip üzerimize bir ordu yığması saniyeler sürecekti biliyorduk.

"Çabuk!" diye haykırdı Ace en yakınındaki oğlanı tıra doğru ittirip.

Bir kaostu yaşananlar. Ruby talimatlar yağdırıyor, çocuklar tıra binmek için birbirinin önüne geçmeye çalışıyor, ölen kızın abisi kardeşinin başında haykırıyordu. Asıl kıyametse sahiden saniyeler geçmeden inmişti gökten. Kulağımı sıyırıp tırın çelik kapısını delen ışın üzerimize yağan ölümün tek bir rengiydi sadece. Kendimi tekerlerin dibine atarken üç robot saymıştım. Ve arkasında dört kanlı canlı asker... Az ötemde iki ceset yerde yatıyordu. Dünya sarsıldı etrafımda. Görüntü gidip geldi. Buna rağmen beni yerimden kaldıran ve hareket etmeye zorlayan güç içimdeki kedi olmalıydı. Sürünerek tırın arkasına attım kendimi. Ruby de üç kişiyle birlikte oraya sığınmıştı.

"Yakalandık!" diye bağırdı kulağına dokunup. "Köşeye kıstırdılar bizi!"

İçinde olduğumuz durumu bundan daha kısa ve güzel hiçbir söz anlatamazdı sanırım. Ateş kesildiği an Ruby'yi doğrulamak istercesine robotun korkutucu sesi yankılanmıştı bu kez.

"Beş... hedef... imha... edildi. Sekiz... hedef...hayatta. Bir Ark'lı... yedi yabancı. Hedefler... silahlı."

"Ark'lıyı canlı istiyorum," dedi başka bir ses. İnsandı bu kez konuşan. Komutuyla droidlerin metal adımlarının sesi duyuldu anında.

"Ace, ses ver!" diye fısıldadım kulağıma. Hayatta kalan üç kişi daha vardı bizden başka, ama ya... ya Ace onlardan biri... Korkunç düşüncelerimde daha ileri gidemeden bir gürültü koptu arkamızda.

"Lazer silahları var!" diye haykırmıştı askerlerden biri. Aynı anda gelen ses yere devrilen robotlara ait olmalıydı. Durup düşünecek vaktim olsa kahkaha atardım, çünkü Ruby'ninkinden başka tek bir lazer silahımız ve onu da taşıyan tek bir kişi vardı. Ace hala hayattaydı demek. Şükürler olsun! Şükürler olsun! Şükürler olsun! Aynı şeyi anlamış olan Ruby'yle eş zamanlı saklandığımız yerden fırlamıştık. Tırda olmalıydı Ace ve hayatta kalan başka kim varsa. Aracın içinden kurşunlar yağıyordu şimdi askerlerin üzerine. Öyle ki, robotlar artık onların kalkanı olamadığından buldukları rafların arasına kaçmak zorunda kalmışlardı. Kendi silahımı belime takıp yerdeki ölü çocuğun tüfeğini aldım ve tek sıçrayışta tırın tepesine kondum. Beni fark ettikleri an kurşun yağdırmışlardı askerler üzerime. Ve bu kesinlikle yapmalarını istediğim hataydı.

Anında yerlerini tespit edip lazerini onlara çevirmişti Ruby. Yolladığı ışınla paramparça oldu raflar. İki askeri de beraberinde havaya uçurmuştu. Ace'i gördüm o an. Bu kargaşayı fırsat bilip rafların arkasına, güvenli bir yere atmak istemişti kendini. Ama onun hareketini benimle aynı anda fark etti askerlerden biri. Anında arkadaşımın üzerine çevrildi silahı. Neyse ki ben daha hızlıydım. O kızı alnının ortasından vurabilirdim olduğum yerden, bunun yerine omuzuna nişan aldım. Yediği kurşunla elindeki silahı düşürüp geri devrilmişti. Kendini attığı rafın ardından bana baktı Ace dehşetle. Bir an sürdü sessizce anlaşmamız.

Geriye kalan son askerin dikkatini üzerime çekmek için tırın tepesinde sürünüp uca kadar gelmiştim. Aşağı atladığımda beni havada vurabileceğini düşünüyordu. Bir kedi olduğumu asla bilemezdi sonuçta. Oysa ben dört ayağımın üstüne düşerken Ace çoktan düşmanına saldırmıştı bile. Dişleri adamın boynuna geçtiğinde direnme şansı yoktu artık askerin. Zehir anında gözlerini işlevsiz camlara çevirmiş, adam da Ace'in önüne yere yığılmıştı. Ne yazık ki sevinecek vakit yoktu. Dışarıdan gelen ayak sesleriyle deponun içine kaçışmıştık her birimiz.

"Fitz bizi buradan çıkarman lazım," dedi Ruby az ötemde dişlerini sıkıp. Karşıdan gelecek umut verici sözleri duymak için nefesimi tutup bekledim.

"Fitz!" demişti Ruby yeniden. Ve sonra Ace denedi bir karşılık almayı. Ama hattın ucunda cızırtı bile yoktu. Özel güvenliğin devreye girmesiyle jammer'lar dışarıdan gelen tüm sinyali kesmiş olmalıydı. Sıçmıştık! Sistemi kurcalayıp kıçımızı kurtarabilecek bir Fitz'imiz yoktu artık. Düşman topraklarında, onlarca askerin ortasında yapayalnızdık. Ve o an depoya dolan askerlerin azmine bakılırsa bizi kendi halimize bırakıp kimsenin bir yere gideceği yoktu.

Dehşetle beklediğimiz kısa bir anın sonunda "Burayı havaya uçuracağım," dedi Ruby bana ve Ace'e bakıp. Kendi aklımdan geçen yüzlerce kaçış planı arasında ilk tutunacağım bu değildi şüphesiz, ama başka şansımız olmadığına da neredeyse emindim. Aynı anda başımızla onayladık Ace'le. Bizle birlikte rafların arasına dağılmış beş çocuktan sadece bir iki tanesi hala korkudan kafayı yememişti. Onların bize faydadan çok zarar getireceğinin farkındaydım. Nitekim silahlar patladığında aptalca karşılık verip anında vurulan o çocuklardan ikisi olmuştu.

"Lanet olsun!" dedim dehşetle. Kurşunlar bir an için durduğunda burnumu rafın köşesinden çıkarıp askerlerden birini yere indirmiştim. Aynı anda Ace diğer köşeden droidlerden birini serdi yere. Hayatta kalmış üç adamımızdan birinin de askerlerden birini vurduğunu görsem de sevinemeyecek kadar berbat bir haldeydik. Bu kesinlikle silahlarla yenemeyeceğimiz bir mücadeleydi.

"Patlamaya beş..." dedi Ruby o an iç sesimi duymuş gibi. "Dört... üç... iki... bir..."

Ve deponun girişine yollayıvermişti bombayı. Yüzeye temas ettiği an korkunç bir gürültüyle etrafında ne varsa havaya uçurdu. Başımı kollarımın arasına sakladığım halde dayanılmaz bir çınlama işitme duyumu anında ele geçirmişti. Gözlerimi açabildiğimde kolumda ve boynumda hissettiğim keskin acının nedenini anladım. Raflarda patlayan cam kutular bir yağmur gibi üzerimize yağmıştı. Kesiklerle doluydu artık tenim. Alnımdan yanağıma kayan sıcaklık kan olmalıydı. Eğer bu kafesten çıkmak için saniyelerimiz olmasaydı durup halime üzülebilirdim belki. Ama yeni askerler içeri dolmadan bu çıkmaz sokaktan kendimizi kurtarmalıydık.

Aynı düşünceyle öne atıldık Ruby, Ace ve kalanlarla birlikte. O patlamadan kimsenin kurtulmamış olması gerekirdi. Elbette üzerlerinde Ark'ın son teknolojisi zırhlar, kasklar ve onları her türlü beladan koruyacak mükemmel kıyafetler olmasaydı... Çıkışa koştuğumuzu fark eden iki asker çapraz ateşe başlamıştı anında. Bacağından vurulan kız hemen yanımda yere devrildi. Yaptığımın ne kadar salakça olduğunu bile bile eğilip onu kolundan yakaladım ve ayağa kaldırdım. Beraberimde sürükleyemeyeceğim kadar ağır bir yüktü yanımda. Ama bunun için endişelenemeden ikinci kurşunu şakağına yiyivermişti kız. Ve ben de...

"Ah..." diyebildim sadece. Omzumu kavurup geçen acı tüm renkleri yutmuştu o an. Öne doğru sendelediğimde bir an düşeceğimi sandım, ama beni belimden yakalayan Ace beraberinde koridora çıkarmış, Ruby'nin silahıysa beni vuran askeri tek seferde yere sermişti.

"Kat, iyi misin?" dedi Ace beni duvara yaslayıp.

İyi mi? Daha berbat bir duruma düşmüş müydün diye sorması gerekirdi tam şu an. Boynuma ve koluma yayılan sancı sol tarafımı ele geçiriyordu anbean. Yine de kedi kulaklarım kapıdaki sesi algılayıp anında bakışlarımı deponun girişine çevirmişti. Hala sağlam elimdeki silahı kapıdan çıkacak düşmana doğrulttum. Ama ben bir şey yapamadan Ruby askerin üzerine atlamıştı bile. Benden kısaydı sözde. Dışarıdan bakan biri onu narin bir kız zannedebilirdi. Oysa genlerindeki bozayı onu içimizdeki en tehlikeli insan yapıyordu. Pençesi adamın başına indiği an yaşama şansı kalmamıştı askerin. Hemen onun ardından gelen ikisini de Ruby'ye ulaşamadan Ace ve ben kurşunlamıştık.

"Çabuk!" dedi Ruby asansörün tam tersi istikamete koşup. Onun kullanmayı asla düşünmediğimiz acil çıkış kapısına yöneldiğini anlamıştım. Kendimi duvardan ittirdim ve Ace'in yardım için bana uzanan kolundan kurtulup Ruby'nin arkasından ilerledim. Şu an zayıf olabileceğim son noktadaydım. Çünkü yok olan planımızla birlikte bambaşka bir fikir şekillenmeye başlamıştı zihnimde. Binanın acil çıkış merdivenlerine çıkmamızla "Durun," dedim bir anda. Kan içindeydi etrafımdaki herkes. Ace'in yanağında, Ruby'ninse göğsünün üstünde derin bir kesik vardı. Bembeyaz suratlarla, ölümden dönmüş birer ceset gibi suratıma bakıyordu diğer iki çocuk.

"Beni dinleyin," dedim özellikle Ruby'ye bakarak. Planımı mantıklı bulup kabul edebilecek bir o vardı. "Onları ben üzerime çekeceğim. Bu arada siz görevlerinize dönüp diğerlerinin arasına kaynayabilirsiniz. Kameralar kapalıydı, kim olduğunuzu bilemezler."

"Hayır!" dedi Ace hemen. Umursamadan devam ettim.

"O askeri duydunuz. Beni canlı ele geçirmek istiyorlar. O yüzden vuramazlar. Hızlıyım, onlardan kaçabilirim. Ayrılırsak bir şansınız olur."

"Seni bırakmıyorum!" dedi Ace öfkeyle.

"Evet bırakıyorsun!" dedim dişlerimi sıkıp. Onun aptal duygularının canına mal olmasına izin vermeyecektim. "Götür onları buradan Ruby!" dedim kıza dönüp. "Size zaman kazandırırım. Onları atlatıp otoparka ulaşabilirim. Yapabileceğimi biliyorsun!"

"Yaralısın Kat!" diye bağırdı Ace.

Kesinlikle haklıydı. Her an daha da katlanılmaz oluyordu omuzumdaki acı. Yine de gözlerimi karşımdaki kızdan çekmedim. Ruby de tereddüt içindeydi. Başarılı olma şansımın yüzde birin altında olduğunu da bunun onlar için hayatımdan vazgeçmem anlamına geldiğini de biliyordu. Bir an onun da Ace gibi geride kalmama izin vermeyeceğini sandım. Ama sonunda başıyla onayladı ve elindeki silahı bana atıp Ace'in koluna yapıştı. "Yürüyün hadi!"

Neyse ki Ace istese de onun ayı genlerine karşı koyamazdı. "Kat!" diye bağırdı Ruby onu basamaklara sürüklediğinde. Sadece bir kez baktım arkalarından. Ace'in gözlerindeki çaresizlik beni bekleyen sonu her şeyden iyi anlatıyordu. Sahiden o otoparka ulaşabileceğimi düşünüyor muydum? Bunun bir önemi yok! dedi iç sesim hemen. Önemli olan tek şey buradan çıkarmayı başardığımız tırlar ve arkadaşlarımın hayatta kalmasıydı.

Ben de acıya, korkuya, aklımdaki tüm berbat düşüncelere direndim ve kollarım arasındaki silahı yukarı kaldırdım. Attığım tekmeyle açılan kapıdan geçmiş, yeniden deponun olduğu koridora çıkmıştım az sonra. Bir... iki... üç... saniye geçti kendi nefesimi dinleyerek beklerken. Ve sonra koridorun ötesinde asansörün sesi duyuldu.

***

-BÖLÜM SONU-

Yazar ne yapıyosuuuuuun? dediğinizi duyar gibiyim. Ama elbette ki sizi heyecanda bırakmam gerekiyordu :D

Kedi kızımızı kanlar içinde, bir başına, düşmanların kucağına terk ettik. Bu tam da sonraki bölümle ilgili tahminler yapacağınız an. Tüm komplo teorilerinizi duymak istiyorum. Bakalım aranızda en çılgın olan kim? (nihahaha)

Bir de bu operasyonun en cool insanını seçelim:

KAT

ACE

RUBY

FITZ

MOXIE

Cevaplarınızı merakla bekliyorum.

Pazar görüşürüz canlar.

Öppücükk

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top