Bölüm 5
Güzel pazarlar canlar,
Hafta sonunuzu şenlendirmeye geldim. Bu kez olayları Tyron'ın gözünden okuyacaksınız. Çünkü multimedyadaki şarkımızın da dediği gibi her hikayenin iki yüzü vardır ;)
Yorumlarınızı bekliyorum, biliyorsunuz!
Hadi keyifli okumalar,
E.Ç.
***
There's two sides to every story
But I don't know how this one ends
***
BÖLÜM 5
Tyron
Ayaktaydım. Etrafımdaki herkes çılgınca oradan oraya koştururken istesem de oturamazdım zaten. Dr. L.'in laboratuvara dönüşüyle benim yardımıma ihtiyacı kalmamıştı kimsenin. Bir köşeden korkunç bir felaket filmi izler gibi önümdeki manzaraya bakıyordum. Tam da şu an bu zayıflıklarını kullanıp kaçabilir, hatta daha iyisi onları yakalayabilirdim. Sadece doktoru rehin almamın tüm ekibini dize getireceğini biliyordum. Bir bilgisayar gibi çalışan beynim sonsuz savaş taktiğini sıralamıştı bile. Yine de...
Fitz koşarak laboratuvara daldığında hala milim kıpırdamamıştım yerimden. Ve sonra Flame ile Ace aralarında taşıdıkları çocukla içeri girdiler. Karnındaki bıçak yarasına bakılırsa bu Flame'in kardeşi olmalıydı. Acil müdahaleye ihtiyacı olan bir insan daha... diye düşündüm çaresizce. Ne yazık ki sırasını beklemesi gerekecekti. Moxie, Lee ve Olly'nin hastaları almaya gittiğini duyar duymaz dışarı fırlamış, o andan sonra da yaralıların transferini tamamen o ve ilk kez gördüğüm adamlar üstlenmişti. Çok daha hızlı bir şekilde yeni yaralılar geliyordu artık laboratuvara.
Moxie'nin kontrolü ele almasıyla Lee ilk trenle laboratuvara dönmüş, ama defalarca kez ona nasıl olduğunu sorduysam da ağzını bıçak açmamıştı. Kollarını önünde bağlamış titriyordu. Tıpkı bir ay önce onu kaybettiğim zamanki kadar hastaydı bugün de. Soluk, cansız, bir hayalet gibi... Kat'in ona verdiği silah garip bir açıda belinde duruyordu hala. Öyle iğretiydi ki kardeşimin üzerinde... öyle yanlıştı ki Lee'nin tüm bu kıyametin ortasında, kanlar içinde duruyor olması... Yıllarca onu her türlü kötülükten korumaya çalıştıktan sonra tüm karabasanlar bir anda rüyalarına saldırmış gibiydi.
Kafamın içinde aynı karabasanlarla mücadele ediyor olmasam ona uzanıp teselli edebilirdim belki. Ama Kat'e yaptığım savunmanın arkasında durmaya çalışan mantığım gelen her yeni hastayla biraz daha sarsılıyordu. Kedi kız ortadan kaybolmadan önce zihnime kazıdığı laflarıyla kanıma vermişti zehri bir kere. Beynimin her köşesinde aynı sözler yankılanıyordu şimdi.
Onların kurduğu bu aptal sistemi hiçbir güç bozamaz. Ve bu yüzden her gün masum insanlar ölmeye devam edecek! Başka kız çocukları gelecek buraya ve biz cesetlerine bakıp sonra onları unutacağız.
Ona itiraz etmek, o isyankarlar yüzünden kendi ellerimde ölen insanlardan bahsetmek istemiştim. Hala her kan kokusu aldığımda o gün canlanıyordu zihnimde. İki yıl önce Ark'a düzenlenen saldırıda yüzden fazla masum insan hayatını kaybetmişti. Silah arkadaşım ve dostum Cal'le birlikte... O yüzden bu kadar sıkıydı artık güvenlik. O yüzden verilmiş olmalıydı beyaz kod. İsyanın büyümesini önlemek ve başka bir saldırı ihtimalini kökten yok etmek için... Biliyordum, eve döndüğümde her şeyin mantıklı bir açıklamasını bulacaktım. Babam... hata yapmazdı. Kurduğu sistem kusursuzdu. Her zamanki gibi ince ince düşünülmüş bir planın parçası olmalıydı yaşananlar...
Ama...
Bu gerçek Kat'in sözlerindeki doğruluk payını ortadan kaldırmıyordu maalesef. Buraya gelen kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar... onların hiçbirinin isyanın bir parçası olmadığına emindim. Yine de az ötemde bir ceset torbasının içindeydi kalbini çalıştıramadığımız küçük kız. Ondan sonra ölen başkaları da olmuştu. Durup yas tutmaya vakti yoktu kimsenin. Benim için bir avuç yabancıydı tüm bu insanlar, ama artık asi kaçakçılardan fazlası olduklarını biliyordum. Ark'ın seçilmiş doktorları gibi gösterişli, tek tip üniformaları yoktu üzerlerinde, ama ortaya koydukları iş, kullandıkları ilaçlar, aletler... yer yer bizim doktorlarımızın boyunu bile aşıyordu.
Nasıl olmuştu bu? Nasıl oluşmuştu böyle bir ekip? Hala almıyordu aklım. Her birinin farklı bir uzmanlığı vardı sanırım. Aralarındaki konuşmalardan ve yaralılara müdahale etme şekillerinden o kadarını çıkarmıştım. Ace ve Flame kesinlikle işlerine en hakim olanlardı. Elbette Kat ile birlikte... O yüzden ikisi de kedi kızı sormuştu içeri girer girmez. Neredeydi Kat, niye yanlarında onlarla mücadele etmiyordu? Dr. L. kızının gelmeyeceğini söylediğinde bir yanlışlık olduğunu anlamışlardı elbette, ama yaralıları bırakıp işin aslını çözmekle uğraşamazdı ikisi de.
Ruby ve Fitz aldıkları komutlarla onlara yardım ediyorlardı. Asıl işlerinin hastalara bakmak olduğunu sanmıyordum. Yine de ikisi de iyi bir yönlendirmeyle yaralılara müdahale edecek kadar doktorluktan anlıyordu. Söz konusu insanları yaşatmak olunca herkes kendi ceketini çıkarmış, uyum içinde çalışan bir motorun parçaları oluvermişlerdi.
Sen kimsin Dr. L.? diye düşündüm kadını izlerken. Tüm bu çılgınlığın ortasında hala bir kaya gibi yıkılmadan duruyordu. Öğrencilerini kesinlikle iyi eğitmişti, ama asıl iyi olan kendiydi. Yer altında bu mucize laboratuvarı kurmakla kalmamış, bir de uzman bir ekip yetiştirmişti. Muhtemelen kendi dahil bu odadaki herkesin modifikasyonları vardı. Kat kuyruğuyla ve birden fazla kez bana geçirdiği tırnaklarıyla gücünü göstermişti bile. Yasadışı yapılan basit uygulamalar gibi değildi kesinlikle doktorun elinden çıkan iş. İddia ettiği gibi bir zamanlar Ark'lı bir bilim kadını mıydı sahiden? Olabilir miydi bu? Ve eğer öyleyse... annem... gerçekten onu tanıyor muydu?
Lee'nin sesiyle dağıldı düşüncelerim. "Kat!" demişti sadece benim duyabileceğim, cılız bir sesle. Kardeşimin bakışlarını takip ettiğimde onun sahiden de laboratuvarın girişinde olduğunu gördüm. Temizlenmiş, ama geçirdiği krizin izlerini yüzünden silememişti. Hala şişti gözleri. Yanakları, dudakları kızarmıştı. Buna rağmen kendini toparlamış görünüyordu. Savaş meydanına geri dönen gururlu bir asker gibiydi. Emin adımlarla platforma yürüyüp ellerine eldiven geçirdiğinde onu ilk fark eden Flame oldu.
"Kat!" diye bağırmıştı sanki beklediği mucize gerçekleşmiş gibi bir heyecanla.
Herkesin bakışları anında kedi kıza çevrildi duydukları isimle. Kat'se sadece bir an bana bakmış, sonra yerdeki yaralılardan birinin başına eğilmişti. Dr. L. ona dinlenmesini, burada olmasına gerek olmadığını söylese de kimsenin onu bu yaralılardan uzaklaştırabileceğini sanmıyordum. O küçük kızı kurtarmaya çalışırken gözlerinde parlayan hırs ve inat vardı hala bakışlarında. Ekibinin arasında olmanın güveniyle daha da hızlı çalışıyordu şimdi. Panik gitmiş, geçirdiği krizle tüm duygularını boşaltmış, geriye profesyonel bir doktor kalmıştı.
Kat'in ekibe katılmasıyla işlerin kesinlikle hızlandığını söyleyebilirdim. Ameliyatlar birbiri ardına tamamlanıyor, durumu stabil olan hastalar vagonlara taşınıyordu. Yine de ölüme karşı giriştikleri savaşı kazanamıyorlardı. Moxie beş ağır yaralı insan daha getirdiğinde Dr. L.'in yüzünde ilk kez özgüvenin kırıldığını görmüştüm. Daha fazla insan alamayacaklarını söylerken özellikle ekibinden kimseyle göz göze gelmemiş, Moxie'den treni durdurmasını isteyip ameliyata devam etmişti. Şimdi ona bakarken kadının yüzünde Kat'i görebiliyordum. Aynı hırs, aynı çaba, aynı hayal kırıklığı... Sadece daha deneyimliydi doktor ve çok daha iyi saklıyordu duygularını.
Onun bile sarsıldığını görmek benim için son nokta olmuştu. Bir anda yanına gidip nasıl yardım edebileceğimi sordum. Herkes, en başta da Kat onlara küfretmişim gibi bakmıştı suratıma. Umurumda değildi. Bir köşede dikilip insanların ölmesini izlemeyecektim. Neyse ki Dr.L. de benimle hemfikir olsa gerek iki saniye düşündükten sonra yapacaklarımı sıralamıştı. Bu iyiydi. Ellerimi kullanmak, eğilmek, kalkmak, bir şeyler taşımak, bir işe yaramak... Bu sayede düşünmem gerekmiyordu etrafımızı sarmış ölümü. Bu ölümün nasıl, neden olduğunu... ve elbette eve dönebilmek için bir sonraki adımımın ne olması gerektiğini...
Beni gören Lee de cesaret edip katılmıştı aramıza. Yardım etmek bana olduğu kadar kardeşime de iyi geliyordu, görebiliyordum yeniden renk gelen yanaklarından. Bu şekilde kaç saat çalıştığımızı söyleyemezdim. Üzerimdeki tüm elektronik eşyaları almışlardı ben baygınken. Ama benim yorulmamak üzere programlanmış bedenim bile isyan etmeye başlamıştı bir yerden sonra. Koşturma sona erip tüm ameliyatlar tamamlandığında herkes gibi kan içinde, terli, pis ve tükenmiştim ben de.
Nerede olduğumu umursamadan bir köşeye kıvrılıp gözlerimi yummak ve üzerimden geçen bu kasırgayı unutmak istiyordum. Dr. L.'in ise başka bir planı vardı bizim için. Flame ve Ruby'ye ilk nöbeti almalarını, diğerlerineyse dinlenmelerini söyleyip yanımıza gelmişti. Ama azat edilen ekip üyeleri onun bizimle ne konuştuğunu duymadan bir yere gideceğe benzemiyordu. Herkesin gözleri pür dikkat üzerimizdeydi şimdi. Kat tam da bir kedi gibi gerilmişti annesini izlerken.
"İkinize de teşekkürler," dedi Dr. L. elindeki bezle parmaklarındaki kanı silerken. "Hem biz gelene kadar yaptıklarınız hem de sonrası için."
Sanki fırtına bir anda durmuş, laboratuvar tam şu an derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ona ne diyeceğimi bilmiyordum. Burada tutsak olduğumuzu ve başka şansımız olmadığını söyleyebilirdim mesela. Ama bu doğru değildi. Birden fazla kez kaçıp gidebilecekken kalmayı ve yardım etmeyi seçmiştim. O küçük kızın suçluluğu muydu beni bu yer altında tutan, yoksa daha büyük bir vicdan azabı mı bilmiyor, düşünmek de istemiyordum. Hiçbir sözcük doğru hissettirmeyince başımı aşağı yukarı oynatmakla yetindim.
Yüzü daha da yumuşadı doktorun. "Şimdi sizi banyoya götürsünler," dedi. "Orada temizlenebilirsiniz."
"Sonra?" dedim boş kelimelerle konuyu uzatmadan. Dr. L. ne sorduğumu hemen anlamıştı. Bana çevrilen bakışları yorgun olsa da hala aynı zekanın pırıltısıyla yanıyordu. Sanki yeterince dikkatli baksam aklından geçen tonla fikri görebilecektim.
"Sonra her şeyi konuşacağız," dedi yorgun bir tebessümle. "Ve buradan gitmenize izin vereceğim."
Ha? Anında şaşkınlık nidaları yükselmişti etrafımızdan. Onun bu kararı nasıl, ne zaman, ne sebeple verdiğini kimse anlamamış gibiydi. İtiraf etmeliyim ki benim de alnım kırışmıştı şaşkınlıktan. Dr. L. ise kimseyi umursamadan konuşmaya devam ediyordu. "Size söz veriyorum. Gitmenize izin vereceğim. Ama önce, hepimizin birkaç saate ihtiyacı var. Ve benim bu arada senin bir delilik yapmayacağını bilmem lazım. Bunu yapabilir misin Tyron? Sabaha kadar bekleyebilir misin?"
Bir delilik yapmak mı demişti o? Asıl delilik en başında bu laboratuvara düşmüş olmam değil miydi? Bu insanlarla karşılaşmam, onlara yardım etmem ve şimdi de onların çete başını dinlemem... Siktir... Her şey zaten öyle zıvanadan çıkmıştı ki "Tamam," çıktı bir anda ağzımdan. Sözlerimde samimi olduğuma kimse inanmamıştı elbette. Dr. L. "Güzel," dediğinde önce Kat, peşinden de Ace çekip gitti sinirle. Moxie, ben ve Lee'ye banyo dedikleri deliğe kadar eşlik etmiş, biz duş alıp kıyafetlerimizi temizlerken elindeki silahı bir an olsun indirmemişti. Umursamadım. Daha doğrusu, umursayamayacak kadar yorgundum artık. Lee benden de perişan durumda olsa gerek sorduğum bir iki soruya zoraki cevap vermek dışında tek kelime etmemişti tüm bu süre boyunca.
Doktorun sözlerine ben ne kadar sevindiysem kardeşim o kadar huzursuz olmuştu. Onun bu insanlarla kalmak istediğini biliyordum ve bu farkındalık beni delirtiyordu. Sonunda Moxie bizi kafeslerimize geri getirdiğinde itiraz etmeden içeri girip yatağa uzandım, ama uyku bir türlü gelmemişti. Düşünecek o kadar çok şey vardı ki... Dr. L.'in neden bizi serbest bırakmaya karar verdiği, gerçekte ne amacı olabileceği, Lee'nin bu insanlar hakkında ettiği laflar, onlarla kurduğu bağ, isyankarlara yapılan saldırı, ölenler, yaralananlar, Ark'ın bunu neden yapmış olabileceği ve elbette... babamın tüm bunlara ne diyeceği...
Doktor gelip bizi buradan çıkarana kadar tüm bunları tekrar tekrar düşünüp kendimi harap etmeye kararlıydım. Oysa uyku bir anda, tokat gibi çarpmıştı. Belli belirsiz bir koku geldi sadece burnuma ve sonra... zifiri karanlıktı her yer. Rüya yoktu, kabus yoktu. Suni bir boşluğun ortasına atılmış gibi ağırlıksız, şekilsiz, sessizdim. Sonra, bir anda açıldı gözlerim. Sıçrayarak kalkmıştım ayağa. Beni böyle harekete geçiren tek şey hayvansal içgüdülerim olabilirdi. Bir tehdit aradı gözlerim hızla camın ötesini tarayıp. Bir koku, bir ses... Tam o an cam yavaşça yukarı doğru kaydı.
"Doktor seni bekliyor," dedi Ruby köşeden görüş alanıma girip. Elbette üzerime doğrultulmuş bir silah vardı elinde. Başıyla kafesten çıkmamı işaret etti. Hala içten içe dürtüyordu hayvani içgüdülerim. Bir yerlerde yanlış bir şeyler olmalıydı. Ama son bir kez etrafa bakınıp hiçbir şey bulamayınca Ruby'yi takip ettim. Gözüm hemen yan kafese kaymış, boş olduğunu fark ettiğimdeyse "Lee?" demiştim panikle.
Aklımdan sonsuz berbat ihtimalin geçtiği bir mili saniye sonra "Lee doktorla," dedi Ruby. Bu kez silahının ucuyla işaret etmişti gitmem gereken yolu. Bunu duymak beni rahatlatmalıydı sanırım. Oysa artık daha da huzursuzdum. Ruby'nin silahının ucunda vagonların arasından ilerlerken başımdaki yersiz ağrıyı ve uyumadan önce burnuma ulaşan belli belirsiz kokuyu düşünüyordum. Yer altında olmak beni daha da paranoyak yapmıştı belki. Ama nedense içimi gıdıklayan sezilerim Lee'nin yokluğu ve bir anda daldığım uyku arasında korkutucu bir bağ olduğunu söylüyordu.
Sonunda bir vagonun önünde durduğumuzda Ruby geride kalıp içeri girmemi bekledi. Bir ofisti bu, daha doğrusu ofis şeklinde döşenmiş bir kompartıman... En köşedeki metal masanın arkasındaki kişiye bakılırsa oda Dr. L.'e ait olmalıydı. Onun karşısındaki koltuktaysa sahiden Lee oturuyordu.
"Tyron..." dedi doktor gülümseyip. Hiç uyumuş muydu bilmiyordum, ama o da temizlenmiş, kıyafetlerini değiştirmişti. "Otur lütfen," dedi Lee'nin yanındaki boş koltuğu işaret edip.
Onun gösterdiği yere ilerlemeden kardeşime baktım merakla. Yakalayabildiğim tüm ipuçlarını arıyordu gözlerim. Ne zaman gelmişti Lee bu odaya? Niye gelmişti? Ne konuşmuştu doktorla? Ve neden ben onlarla değildim? Çünkü uyuyordun! diye uyardı iç sesim hemen. Artık bunun yorgunlukla gelen bir dalgınlık olmadığına emindim. İnsan tarafım değil ama hayvani iç güdülerim haklıydı.
"Tyron!" dedi Dr. L. beni daldığım düşüncelerden uyandırmak istercesine. Onun sesiyle kendime geldim ve temkinli birkaç adım atıp karşısına oturdum. Koltuğa yerleşmemle Lee'ye dönmüştü doktor. "Bizi biraz abinle yalnız bırakır mısın Lee? Onunla da konuşmak istiyorum."
Lee bundan hoşnut olmuşa benzemiyordu. Aslında bakılırsa... ben gelene kadar Dr. L. ile her ne konuştularsa bu onu fazlasıyla mutsuz etmiş gibiydi. Huysuz bir çocuk gibi suratını asıp yerinden kalktı ve vagondan çıkıp bizi doktorla baş başa bıraktı.
"Bana ne verdin?" dedim konuya girmek için nazik sözcükler aramakla uğraşmadan.
Dr. L.'in gözleri kısılmış, dudakları yukarı kıvrılmıştı. "Etilen," dedi benim sorum gibi cevabı dolandırmadan. "Kafesin içine gaz olarak verdik. Renksiz, kokusuz. Tamamen zararsız. Rahatlaman ve uyumana yardımcı olması için... "
"Ve tabii Lee'yle yalnız kalabilmek için..."
"Ve Lee'yle yalnız kalabilmek için..." diye tekrarladı sözlerimi. "Onunla sensiz konuşmam gerekiyordu. Gitmeye ikna etmek için... Kalmak istediğini biliyorsun. Neden bunu yapamayacağını anlamasını sağladım."
"Bunu neden yapasın ki?" dedim kuşkuyla.
Sıkıntıyla nefes verdi Dr. L. "Çünkü bu gördüğün laboratuvarı kurmak için yıllarımı verdim ben. Ve bunu hiçbir şeyin bozmasına izin veremem. İkimiz de babanın sizi bulmak için tüm teneke şehri yok edebileceğini biliyoruz. Sizi takip edebileceği tüm aletlerini devre dışı bıraktık. Ama bu onu durdurmayacaktır. Bakılmadık ev, girilmedik delik bırakmayacak. İşte bu yüzden Lee de sen de buradan gitmek zorundasınız."
Kulağa fazlasıyla mantıklı gelen bir yalandı bu. İnanmıyordum doktora. "Dr. Noah'nın iki oğlu elinde tutsak," dedim tek kaşımı kaldırıp. "Bizi kendi avantajın için kullanabilirsin. Laboratuvarındaki her şey Ark'ın malı. Belli ki bir şekilde ana karadan malzeme kaçırıyorsunuz. Bizim karşılığımızda neler alabilirsin babamdan... Neden öylece gitmemize izin veresin ki? Hem de Lee'yi zorla buna ikna ederek..."
Bu kez o beni taklit edip tek kaşını kaldırmıştı. "Sen böyle bir anlaşmada babana güvenir miydin Tyron?"
Gözlerimi onun çok bilmiş bakışlarından kaçırdım. Bu kadın babamı sahiden de tanıyor olmalıydı. Elbette Dr. Noah bu kaçakçılarla asla masaya oturmazdı. İdealleri için yaşayan bir adamdı o. Bizi geri alana kadar düşmana boyun eğmiş gibi yapacağını ve en beklenmedik anda arı gibi sokacağına emindim. Ben sessiz kaldığımda Dr. L. de cevabını almıştı.
"Şimdi seninle bir anlaşma yapacağız," dedi öne eğilip. "Senden burayı, bizi, gördüğün her şeyi unutmanı istiyorum. Babana Lee'yi teneke şehirde bulduğunu söyleyeceksin. Onu kardeşini markette kaçak modifikasyon yapan adamaların iyileştirdiğine inandır. Lee bu oyuna ayak uydurmayı kabul etti. Dr. Noah bizi asla öğrenmemeli."
"Ve karşılığında..." dedim kuşkuyla.
"Karşılığında özgür kalacaksınız."
Alaycı bir tebessüme kıvrıldı dudaklarım. "Hepsi bu yani?"
Doktor da gülümsüyordu şimdi. Elbette hepsi bu değildi. "Bir de..." dedi masasındaki klavyenin tuşlarına basıp. Elini çektiğinde yan duvardaki monitöre yeni bir görüntü yansımıştı. Lee'ydi bu. Az önce oturduğu yerde, aynı kıyafetlerleydi. Ben uyuduğum sırada çekilmiş olmalıydı görüntü. "Lee ile yalnız konuşurken bana babasının ona yaptıklarıyla ilgili oldukça enteresan şeyler anlattı," dedi Dr. L. "Girdiği operasyonlar, çektiği sıkıntılar, buna rağmen arkası kesilmeyen deneyler... Gerçekten çok ama çok zor bir hayatı olmuş Leroy'un. Ark'a dönmek istememesini anlamamak imkansız." Dudaklarını hüzünle aşağı sarkıttı. "Ama tabii ki bunlar aile içinde kalması gereken konular. Zaten eminim ki Dr. Noah da bu gerçeklerin duyulmasını istemez. Bu... onun Ark içindeki itibarı için oldukça olumsuz olurdu. Sence de öyle değil mi Tyron?"
Çenemi sıktım. Köpek dişlerim etime batıyordu sinirden. İşte şimdi doktor gerçek zekasını ortaya koymuştu. Beni ve kardeşimi elimiz kolumuz buradan gönderemezdi elbette. O da üzerimde bir saatli bombayla beni özgür bırakmayı seçmişti. Beni uyutması, Lee'yi yanına çağırıp konuşturması, hep daha büyük bir planın parçasıydı. Onların Ark'ın güvenlik teşkilatının veri tabanına nasıl kolayca girdiklerini gördükten sonra bu görüntülerle neler yapabileceklerini, nerelerde yayınlayabileceklerini hayal etmek o kadar da zor değildi.
Bravo doktor! diye düşündüm. Beni sahiden de köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Yüzünde bu zaferinin haklı gururunu görmeyi bekleyerek ona baktım öfkeyle. Ama sadece yorgun görünüyordu Dr. L. "Bak..." dedi sıkıntıyla nefes verip. "Bana kızdığını biliyorum. Ama bu sadece bir önlem. Korumam gereken insanlar ve bu laboratuvar için... Sen susarsan, bu videoyu ikimizden başka kimse görmez Tyron. Bana güvenebilirsin."
Histerik bir kahkaha atıp başımı iki yana salladım. Güvenmek... bu kadına... hem de saniyeler önce beni nasıl oyuna getirdiğini dinledikten sonra... Yine de... düşününce pek de fazla şansım varmış gibi görünmüyordu. Elimle yüzümü ovaladığım, sıkıntılı birkaç nefes alıp verdiğim saniyelerin sonunda "Tamam," dedim ona bakıp. "Dediğin gibi olsun. Sizi görmedik, duymadık, bilmiyoruz!"
Bu kez gerçekten gülümsedi doktor ve arkasına yaslandı. "O zaman... istediğiniz zaman buradan gidebilirsiniz. Moxie ve Ruby sizi asansörlerden birine götürecek. O zamana kadar gözünüzü bağlamak zorundayız, hepsi bu."
İstemsizce güldüm. "İki gündür buradayım doktor. Gözümü kör de etsen sırf kokunuzdan bile sizi yeniden bulabilirim."
"Ama bulmayacaksın," dedi doktor ukalalığımı umursamadan. "Bir daha bu tünellere dönmeyeceksin Tyron. Ve biz bir daha seninle karşılaşmayacağız."
Ah, hiç merak etme! diye geçirdim içimden. Bu laboratuvara da içindekilere de bir ömür yetecek kadar doymuştum. Özellikle de o yırtıcı kızına... Ark'tan çalınan malzemeler konusunda bir şeyler yapmadan duramazdım elbette, ama bu, daha sonra düşüneceğim bir sorundu. Şimdiyse...
"Peki Lee?" dedim. "Onu nasıl ikna ettin dönmeye?"
"Doğruyu söyleyerek..." dedi doktor omuz silkip. "Lee... gerçekten çok iyi bir çocuk. Bizi tehlikeye atmamak için kendini feda etmeyi seçecek kadar iyi. Burada neler başardığımızı kendi gözleriyle gördü. Eğer kalırsa bunun bize ne yapabileceğinin farkında. O yüzden de onun için zor olsa da seninle eve dönecek."
Kulağa nasıl da güzel geliyordu bu sözcükler. Sanki bir son kullanım süreleri varmış gibi biter bitmez ayağa fırlamış, vagonun çıkışına yönelmiştim.
"Ty..." diye seslendi doktor arkamdan ve son anda beni durdurdu. Omzumun üstünden baktığımda gülümsüyordu. "Annen ve ben... bu dünya için farklı bir gelecek hayal etmiştik. Adil ve herkes için eşit bir gelecek... O senin özel olacağını hep biliyordu. Bu hayali gerçekleştirebileceğini de... Gücünü ne için kullandığını iyi düşün olur mu?"
Anında bir yumru oturdu mideme. İşte yine bana karşı annemi kullanmaya çalışıyordu Dr. L. Ama kelimeleri ve zeka oyunlarıyla daha fazla beni manipüle etmesine izin vermeyecektim. Onunla işim bitmişti. Tek kelime etmeden vagondan çıktım ve beni bekleyen Ruby'nin önünden ana platforma geri döndüm. İlk Kat'i yakalamıştı gözlerim. Vardiyayı Flame'den devralmaya gelmiş olmalıydı, çünkü başına eğildikleri yaralının durumunu anlatıyordu Flame. Beni fark ettikleri an iki kızın da bakışları üzerime çevrildi. Flame'in nazik, hatta anlayışlı bir ifadesi olduğunu söyleyebilirdim. Kat'se... onunla yıldızımız asla barışmayacaktı.
"Hadi Lee," dedim özellikle onların duyabileceği bir sesle. "Buradan gidiyoruz!"
Bir köşede küskün küskün dikilen kardeşim mi bana daha çok sinir olmuştu, yoksa Kat mi emin değildim. Umursamadım, nasılsa daha sonra Lee'nin aklını başına getirecek uzun bir konuşma yapmam gerekecekti. Şimdiyse bu deliği ve yaşadığım saçma sapan olayların hepsini ardımda bırakmaya hazırdım. Moxie vagonların arasında belirdiğinde gitme vaktimiz gelmişti.
"Bunları kafanıza geçirin," dedi önce bana sonra Lee'ye iki siyah kumaş parçası fırlatıp. Madem doktor öyle istiyordu buradan kurtulana kadar oyunu onun kurallarına göre oynayacaktım. Ama Lee benimle hemfikir olmasa gerek Ruby'nin üzerimize doğrulttuğu silahı umursamadan Kat ve Flame'e doğru yöneldi.
Ruby bir anda namluyu burnuna doğru ittirince "Sadece veda etmek istiyorum," demişti.
Müdahale etmeme bir nefes kalmıştı ki silahı çekip Lee'nin geçmesine izin verdi Ruby. Kardeşimin konuşmaktan başka bir delilik yapmayacağına emindim, ama bu, tüm kaslarımın gerilip olası bir müdahaleye hazırlanmasına engel olmamıştı. Lee ağır adımlarla kızlara doğru ilerlerken ben de pür dikkat onu izliyordum.
"Ben..." dedi karşılarında durduğunda. "Her şey için çok üzgünüm. Burada gördüklerim... Keşke... gitmek zorunda olmasam... keşke kalıp sizinle..." Her ne demek istiyorsa Lee'nin dudaklarından dökülmemişti. Bakışlarını bir an için yere eğdi, derin bir nefes aldı. Başını kaldırdığında tamamen Kat'e dönmüştü. "Bana yardım ettin, hayatımı kurtardın ve ben bu yüzden her zaman sana borçlu kalacağım. Belki... bir gün bunu ödeme şansım olur."
Yüzündeki ifadeye bakılırsa Kat onun sözlerine itiraz edecek bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki Lee onu, beni ve diğer herkesi şaşırtıp kızın boynuna sarıldı. Ancak ilk şoku atlattıktan sonra ona karşılık verebilmişti Kat. Tanrım... Ne ara bu insanlara böyle bağlanmıştı Lee? Onunla yapacağım konuşma düşündüğümden de zor olacaktı belli ki. Kat'ten ayrılıp Flame'e de sarıldıktan sonra yeniden yanıma dönmüştü Lee. Yüzüme kitlenen bakışlarında gördüğüm öfkeyi uydurduğumu düşünmek istiyordum. Elbet aklı başına gelecekti Lee'nin. Şuradan bir kurtulalım da...
Son bir kez kardeşime bakıp bez torbayı kafama geçirdim. Anında kolumu kavramıştı güçlü parmaklar. Benim refakatçim Moxie olmalıydı. Bu durumda Ruby'nin de Lee'yi sürüklediğini tahmin ediyordum. Az sonra laboratuvarın kimyasal kokusu seyrelmiş, aldığımız her adımla da giderek azalıp sonunda kaybolmuştu.
Bir saatten fazla hiç konuşmadan yürüdük. Bizi özellikle tünellerin içinde dolandırdıklarına emindim, çünkü onların yerinde ben olsam tam olarak bunu yapardım. Bu komik çabalarının istediğim takdirde onları bulmama mani olamayacağını bilselerdi keşke, o zaman çok daha hızlı eve dönebilirdik. Karanlık, nem, küf ve lağım kokusu giderek daha can sıkıcı olmaya başlamıştı. Görmeden ilerlemek kolumdaki el olmasa da benim için bir sorun olmazdı, ama iki de bir tökezleyen kardeşim için aynı şeyi söyleyemezdim. Neyse ki sonunda tamamen durmuştuk, Moxie de kafamdaki kumaşı çekip çıkarmıştı.
Metal bir yük asansörünün önündeydik şimdi. Genç iki oğlan köşeden merakla bizi izliyorlardı. Onların Olly gibi yeraltında yaşayan kimsesiz çocuklar olduğunu tahmin ediyordum. Üstleri başları kir içinde, kıyafetleri delik deşikti. Moxie'nin tek bir baş hareketiyle asansörün kontrol panelini tuşlamaya başlamıştı sarışın olan.
"Bunlar sizin," dedi aynı anda Ruby Lee'nin eline bir torba tutuşturup. "Kendine dikkat et ufaklık," dedi göz kırpıp. "Seni özleyeceğiz." Tebessüm eden dudakları bana döndüğünde alaycı bir gülüşe dönmüştü. Bana mı laf sokuyordu aklınca, yoksa Lee'yi mi sinir etmeye çalışıyordu emin değildim. Sözlerinin altına gizlemiş olabileceği mesajların tamamını duymazdan gelip asansöre bindim. Tüm isteksizliğiyle yanıma gelmişti Lee ve hemen sonra kapılar kapandı, bize refakat eden oğlanla yükselişe geçtik.
İki gün önce aldığım kokunun peşinden bir rögar kapağının içine daldığımda paslı, kırık dökük bir merdivenle on beş dakikadan fazla sürmüştü yer altına ulaşmam. Oysa şimdi içinde olduğumuz asansör iki, üç dakika sonra yüzeydeydi. Nedense gözümü Ark'ın bakımlı, ışıl ışıl, yemyeşil sokaklarından birinde açmaya hazırlamıştım. Ama elbette ana karada değil, teneke şehirdeydik. Ve şimdi üzerimize doğrultulmuş başka bir silah vardı. Anında devreye giren reflekslerim Lee'yi tutup arkama geçirmişti. Oysa yanımızdaki çocuk hiç şaşırmışa benzemiyordu.
"Onları Dr.L. gönderdi Ox," dedi başıyla bizi işaret edip. "Öldürmeyecekmişsin."
İsmi Ox olan adam bu haberden hoşnut olmasa gerek ikna olup silahı indirmesi bir dakikadan fazla sürdü. O geri çekildiğinde biz de asansörden dışarı atmıştık adımlarımızı.
"Buradan sonra yolu kendiniz bulursunuz artık," dedi küçük oğlan alay ederek. Sonra da kırık dişlerini göstererek sırıtmış ve asansörün kapılarını kapatmıştı.
Harika! diye düşündüm. Teneke şehrin bir köşesine atıvermişlerdi bizi ve eve dönmemizi bekliyorlardı. Başımı kaldırınca asansörün tepesindeki yarısı silinmiş dokuz rakamını gördüm. Bulunduğumuz bölge olmalıydı bu. Bir zamanlar Ark'tan yeraltı tünellerine açılan tüm istasyonlar hava trenlerinin kullanılmaya başlanmasıyla yıkılmıştı. Böylesi hem daha hızlı hem daha güvenli hem de geçişi kontrol edebilmek için daha pratikti. Teneke halksa bu istasyonları korumuş, kaçak geçişlerinde tünellere inmek için kullanmaya devam etmişti. Elinde silahla kapıyı tutan Ox'a bakarak bu işi yönetmek için kendi sistemlerini kurduklarını söyleyebilirdim.
Onların yasa dışı işler yaptıklarını biliyorduk elbette. Ama Dr. Noah bu girişimlere müsaade etmemiz gerektiğini düşünüyordu. Sözleri şimdi bile kulağımdaydı. Kontrolsüz bir patlamadansa kontrollü sızıntılar Tyron, işte bizim yaptığımız bu. Bu stratejinin işe yaramadığını söyleyemezdim kesinlikle. İki taraf da ticaretten mutluydu. Bu sayede teneke şehirde çok daha fazla ve sık olabilecek isyanlar engelleniyor, Ark'ın halkı normalde erişimleri olmayan yosuna ulaşmak için delice şeyler yapmıyordu. Bir nevi kazan kazan durumuydu yani. Yine de hiçbir zaman bu işleyişi desteklememiştim. Ve yer altında şu son iki günde gördüklerim kaygılarımda ne kadar haklı olduğumun kanıtıydı.
Lee'ye "Gel hadi," dedim bakışlarımı Ox'tan ayırmadan. O aç bir sırtlan gibi sonraki adımımı beklerken planlarımı önünde tartışmayacaktım. Hoş, henüz bir planım da yoktu ya...iç güdülerim önce uzaklaşmamı ve güvenli bir yer bulmamı bağırıyordu. İstasyonun durduğu sabit zeminden teneke evlerin üzerine inşa edildiği yüzen platforma adım attığımız an etrafımdaki dünya sallanmış, dengemi sağlamak için bir an durmam gerekmişti.
İşte bu yeniydi benim için. Haklıydı Lee, daha önce hiç gelmemiştim bu metal yığının ortasına. Hiç böyle yakından görmemiştim evleri, insanları, duvarın ötesindeki yaşamı. Eğitim uçuşlarında tepeden izlediğim gri şehir içindeyken kesinlikle aynı hissettirmiyordu. Şimdi tek boyutlu bir resimden onlarca katmana ayrılmıştı önümde. Kir, pas, sefalet, tonla doku, sayısız ayrıntı, sonsuz yaşanmışlık... Birbirine bağlı metal levhalar üzerinde kat kat gökyüzüne uzanıyordu teneke evler. Sanki yama yapar gibi zamanla tekrar tekrar, üst üste inşa edilmişlerdi.
Ark'ın ezbere bildiğim haritasını gözümün önüne getirip nerede olduğumuzu anlamaya çalıştım. İstasyonda yazan numaraya göre dokuzuncu bölgedeydik. Tek sayılar ana girişin solunda kalıyordu. Bu da teneke şehirle Ark arasına kurulmuş tek yasal geçiş kuzeydoğumuzda demekti. Elbette elimizi kolumuzu sallayarak teneke şehirde dolaşıp sonra da hava treniyle eve gidebileceğimize inanacak kadar kafayı yememiştim. Sadece çağıracağım yardımın ana karadan bize ne kadar sürede ulaşacağını hesaplamaya çalışıyordum.
Bir yandan yürür bir yandan güvenli bir köşe ararken düşüncelerime o kadar dalmıştım ki Lee'nin geride kaldığını hemen fark edemedim. Tanrım... resmen eve dönmek istemeyen küçük, şımarık bir çocuk gibi ayaklarını yere sürüyordu yürürken. "Hadi Lee!" dedim ona ters bir bakış atıp. Ama bana değil etrafına bakıyordu Lee.
"Bunun iyi bir fikir olduğuna emin misin?" diye sordu gözlerini tüm dikkatini bize vermiş insanlardan ayırmadan. Bakışlarını takip ettiğimde onun ne kastettiğini anlamıştım. Evlerin arasında, sokak demeye bin şahit, dar bir koridorun ortasında kalıvermiştik. Her adımımızda daha fazla baş bize çevriliyordu. Belki Lee'ninkini değil ama kimsenin benim yüzümü bir başkasınınkiyle karıştıracağını sanmıyordum. Onca yıldır yapılan basın çalışmaları ve pazarlama kampanyalarının amacı buydu sonuçta.
"Şöyle geç!" dedim Lee'yi kolundan yakalayıp ve iki evin arasındaki boşluğa sürükledim. Gölgelerin arasına girdiğimiz an kolunu silkeleyip tutuşumdan kurtarmıştı.
"Senin derdin ne?" dedim sinirle. "Kendine gel Lee ve biraz yardım et!"
"Ben yeterince kendimdeyim," diye homurdandı. "Sorun da bu zaten."
Onu bakışlarımla azarlayıp elindeki poşeti kaptım sinirle. Saatim, kolyelerim, künyem, kısaca üzerimden çıkan her şey içindeydi. Kulak içi telsizim hariç... Dr. L. bizi serbest bırakırken eve kolay yoldan dönmeyeceğimizden de emin olmuştu. Önemi yok diye düşündüm. Merkeze haber göndermek için saatimi de kullanabilirdim. Fakat bu düşüncem de aleti elime aldığım an çürüyüp gitti. Beni saati kullanarak takip edebileceklerini biliyordu doktor elbette. Yakalandığım gibi tüm mekanizmayı sökmesi için ekibinden birine görev vermiş olmalıydı. Şimdi içi boş bir metal parçasından fazlası değildi saat.
"Siktir...'" diye söylendim sıkıntıyla nefes verip.
Ellerim belimde amaçsızca sağa sola yürüdüğüm anlamsız saniyeler sonunda bambaşka bir fikir gelmişti aklıma. Teneke şehrin sokaklarında devamlı devriye gezen dronlardan birine kendimi tanıttığım takdirde anında merkeze giderdi bu haber. Bir mesaj gönderip bizi almaları için derhal bir araç göndermelerini isteyebilirdim. Tek yapmamız gereken ortalığa çıkmak ve dronların bizi bulmasını beklemekti. Kanımızdaki çip sayesinde bunun fazla uzun süreceğini sanmıyordum. Sonuçta biz ana karada yaşayanları teneke şehrin halkından ayıran en büyük şey doğar doğmaz damgalanan kanımızdı. Bir kimlik kartıydı aslında her çip. Ark'lılar için mavi ve teneke şehir için kırmızı. Bu durumda çözmem gereken tek sorun diğer insanların dikkatini çekmeden bir dronu üzerime nasıl çağıracağımdı. Neyse ki kör talihim çok fazla kafa yormama gerek kalmadan devreye girmiş, cevabı en sevimsiz yoldan vermişti.
"Evet bu o!" dedi iki evin arasında beliren iri adam. Sağında ve solunda başkaları da vardı. Bu o derken Dr. Noah'nın oğlu, Ark Kara Birliği generali, kanatlı tek insan ya da hepsini birden kastediyor olabilirlerdi. Ve hiçbirinin benim hayrıma olmadığını nefret saçan bakışlarından okuyabiliyordum. Bize doğru bir adım attığında Lee'yi arkama geçirip kardeşimle adamların arasında dimdik durdum. Üç kişi az sonra dört, beş, altı olmuştu. Dapdar bir koridorda arkalı önlü dizilip akıllarınca yolumu bloke edebileceklerini düşünüyorlardı. Keşke içimde birikmiş iki günlük öfkeden haberdar olsalardı.
"Seni bu çöplüğe hangi rüzgar attı parlak çocuk?"
"Geçiyorduk uğradık," dedim en sevimsiz tebessümümle. Bu cevap kesinlikle kimsenin hoşuna gitmemişti. En öndeki iri kıyımın gözü seğirirken birkaç adam bir hayvan gibi hırladı onun arkasında. Belli ki markette yapılmış basit modifikasyonlarına fazlasıyla güveniyorlardı. Hızla her birini, ellerindeki silahları, avantajlarını, dezavantajlarını tarttım kafamda. Metal sopalar, zincirler, bir testere ve iki, üç bıçak dışında sahip oldukları pek bir şey yoktu. Onları da ulu orta sergileyecek kadar deneyimsizlerdi.
"Bakalım kafanı bir torbaya koyup eve gönderdiğimizde baban bizi dinleyecek mi?" dedi sarı dişlerini mide bulandırıcı bir sırıtışla ortaya serip.
Tanrım... tam şu an gerçekten bununla uğraşmak istemiyordum. Ama adamlar benimle hemfikir olmasalar gerek anında üzerime atılmıştı öndeki üçü. İri adamın elinden sopayı kapıp onu sert bir yumrukla yere sermem iki, sağdan saldıran adamı arkadaşının sopasıyla bayıltmam üç saniye sürdü. Sol kanattan gelen kız bana diğerlerinden bir adım fazla yanaşacak şansı bulsa da sonu aynıydı. Bunun karşımda her an sayıları artan kalabalığı korkutup kaçıracağını umuyordum. Oysa şimdi çok daha öfkeyle bakıyorlardı suratıma. Anlaşılan o ki dronlara ulaşmadan önce sıkı bir mücadele bekliyordu beni.
Elimdeki sopayı Lee'ye doğru atıp "Ne olur ne olmaz..." dedim ve düşmanlarıma doğru koştum. İki adım sonra kanatlarım açılmış, ayaklarımı yerden kesmişti. Serbest kalan bacaklarımla savurduğum tekmeler iki kişiyi anında devirdi. Yere konduğumda karşımda dikilen kızı kendi bıçağının kabzasıyla bayıltmış, yanındakini yüzüme salladığı sopayla duvara yapıştırmıştım. Bu şekilde sonsuza kadar mücadele etmem gerekecekti muhtemelen. Bilerek onlara ölümcül bir zarar vermiyor, sadece bizi rahat bırakmalarını sağlayacak kadar canlarını yakıyordum. Ama rakiplerimin bu durumu fark edip minnet duydukları tartışılırdı.
"Ty dikkat et!" diye bağırdı Lee o an. Arkamdan gelen nefesi hissetmiş, ama aynı anda mideme geçen sopa yüzünden tepki vermekte geç kalmıştım. "Yapma!" diye haykırdığını duydum Lee'nin. Ona hayır, asıl sen yapma, uzak dur! demek istiyordum. Ama Lee ona verdiğim sopayı üzerimdeki adamın sırtına indirmişti bile. Arkasına döndüğü gibi oyuncak bir bebek misali kardeşimi kollarından yakaladı iri adam. İşte şimdi sinirden hırlama sırası bendeydi. Köpek dişlerimle boynunda koca bir ısırık açmamak için kendimi zor tuttum. Bunun yerine pençelerim adamı ceketinden yakaladığı gibi arkadaşlarının üzerine fırlatmış, beraberinde üç kişiyi daha devirmişti.
Hayatı boyunca tırnaklarımın izini taşıyacaktı şüphesiz. Tanrım, onu gerçekten ısırmak istiyordum. Yine de "Böyle olmak zorunda değil," dedim iki elimi teslim olur gibi havaya kaldırıp. "Size zarar vermek istemiyorum. İzin verin gidelim."
Bir kulağından girip diğerinden çıkmak deyimi tam olarak karşımda vuku buluyordu şu an. Çünkü toparlandığı gibi yeniden üstüme atılmıştı iri adam. Ve elbette diğerleri de... Öyle olsun... diye geçirdim içimden ve çaresiz ortalarına daldım. Bu kez çok daha sertti darbelerim. Yumruğumu ya da tekmemi yiyenlerin bir süre düştükleri yerde kalacaklarına emin oluyordum. Ellerindeki sopalar benim silahım, bıçakları pençelerim, zincirleri kollarımdı. Bir halkanın içinde dans ediyordum düşmanlarımda. Duvara tırmanıyor, uçuyor, konuyor, atlıyor, zıplıyor, nefes nefese, her geleni yere seriyordum. Beş dakikanın sonunda kan içinde kalmıştık hepimiz. Onlar için öyle büyük bir koz olmalıydım ki pes etmiyorlardı asla. Ama sonra beklediğim ilahi yardım tepemizde belirdi.
"Dronlar!" diye bağırmıştı duvardan destek alarak zorla ayağa kalkan kız. Yüzündeki dehşet o an benim yaşadığım duyguların tam zıttıydı. Kurtulmuştuk. Sonunda... Onlar ağır hareketlerle, korku içinde duvar dibine doğru gerilerken ben göğsümü gerip öne çıktım.
"Güvenlik ihlali!" diye bağırıyordu öndeki dronun mekanik sesi. "Silahlarınızı bırakın ve teslim olun. Bu bir emirdir. Aksi halde müdahale edilecektir."
Fazlasıyla iyi bildiğim, standart bir bant kaydıydı durmadan tekrar eden. Bu uçan robotları Ark'ın her yerinde 7/24 kullanıyorduk. Bir disk şeklindeki alüminyum dış yüzeyi kameralar, dedektörler ve sensörlerle, içi ise ilkel bir yapay zeka ve çeşitli silahlarla donatılmıştı. Uzun süredir bu kadar eski bir modeli görmediğimi itiraf etmeliydim. Muhtemelen Ark'ta hurdaya çıkan eski dronlar takviye için teneke şehre gönderiliyordu. Aletin etrafını saran ince çember şerit kıpkırmızı bir ışık saçıyordu şu an. Tehlike geçmediği takdirde geri saymaya başlayacak, ardından içindeki silahları kullanacak, yetersiz olursa da ana kumanda merkezine takviye isteği gönderecekti.
İşlerin oraya gitmediğine emin olmalıydım.Havada süzülen üç drona doğru bir adım daha attım ve avuçlarımı göreceği şekilde ellerimi yukarı kaldırdım. "Tyron Noah, Ark Kara Kuvvetleri, 5543389. Acil tahliye talep ediyorum."
Komutum drondan çıkan bant kaydını bir an için durdurmuştu. Vücudumu tarayıp kan analizi yapacak, söylediğim bilgilerin çiple uyumunu kontrol edecek ve sonra kırmızı ışık maviye dönecekti. Nihayet eve dönüyoruz, diye düşündüm iki gün sonra gerçekten ilk kez rahatlayıp. Fakat...
"Güvenlik ihlali!" diye bağırdı dron o an yeniden. Parlak kırmızı ışık çemberin etrafında dönmeye devam ediyordu. "Silahlarınızı bırakın ve teslim olun. Bu bir emirdir. Aksi halde müdahale edilecektir."
Nasıl? dedim içimden bir adım gerileyip. Bir papağandan farksızdı karşımdaki dron. "Güvenlik ihlali! Güvenlik ihlali! Güvenlik ihlali!" Az önce birer panter gibi üstüme saldıran ne kadar adam varsa sürüne sürüne, gerisin geri kaçmış, iki evin arasında beni ve Lee'yi robotlarla bir başımıza bırakmışlardı. Onların bu dronlarla daha tecrübeli olduğu düşünülürse bunun hayra alamet olmadığını tahmin etmem gerekirdi.
"Tyron Noah," diye yeniledim ellerimi daha yukarı kaldırıp. Elbet beni tanıyacaktı bu işe yaramaz alet. Askeri rütbem, ya da babam olmasa da kanım beni bu teneke şehirdeki herkesten ayırıyordu. Her şeyden önce bizi, Ark'lıları korumak zorundaydı tüm güvenlik birimleri. "Tyron Noah!" diye üsteledim burnumdan soluyarak. "Ark Kara Kuvvetleri, 5543389."Hadi lanet olası robot, topla aklını başına!
"Güvenlik ihlali! Bu sizin için yapılan son uyarıdır."
"Tyron..." dedi Lee bir adım arkamda korkuyla. Ona verdiğim demir sopayı sanki az sonra kopacak kıyametten onu koruyabilirmiş gibi sıkıca kavramıştı.
"Bizi tanımıyor," dedim dişlerimi sıkıp. "Anlamıyorum. Neden bizi tanımıyor?"
Korkarım şu an bu sorunun cevabını bulmak için geç kalmıştık. "Kod kırmızı!" diye bağırdı dron avaz avaz. "Kod kırmızı! Kod kırmızı! Kod kırmızı! Seviye üç. Dokuzuncu bölge, ikinci kısım, sol parsel. İmha işlemi başlatılıyor!"
"Yo, yo, hayır! Dur! Ben Tyron Noah'yım! Doktor Noah'nın oğlu! Ark Kara Kuvvetleri generali!"
Dronlar sözlerimden hiç etkilenmeden bir pervane gibi hızla etrafında dönmeye başladığında iyice dibime sokuldu Lee. "Seviye üç nedir Ty?"
Tam şu an yalan söylemenin bir anlamı yoktu korkarım. Ben de Lee'ye döndüm ve dehşetle ona baktım. "Olay yerinde imha."
***
-BÖLÜM SONU-
Ve işler Noah kardeşler için bir tık karışır :)
Her bölüm sizi biraz daha Ark'ın, teneke şehrin, tünellerin ve bu dünyanın içine çekmeye çalışıyorum. Bu bölüm de ilk kız duvarların ötesine geçmiş Tyron'ın gözünden teneke şehirle tanışın istedim. Ona öğretilenlerin, gösterilenlerin ve inandıklarının gerçekle tam olarak örtüşmediğini içine düştüğü sıkıntıdan daha güzel hiçbir şey anlatamaz herhalde.
E peki ne olacak şimdi bu çocuklara? Kim kurtarır onları dersiniz? Tahminleri alayım.
Sonraki bölüm Ark'a gidiyoruz. Biraz da ana karayı ve oradaki yaşamı görelim. Hikayenin henüz okumadığımız karakterleri de sizi bekliyor olacak.
Kim bilir, belki çok yorum yaparsanız acayip gaza gelip daha hızlı yazarım :p
Şimdilik öpücükleeeer
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top