Bölüm 4
MER-HA-BA!
En hızlısından, süper uzun bir yeni bölümle buradayım! Gerçekten yazarken çok ÇOK çok zorlandım, bir sürü video izledim, makale okudum ve tüm doktorlara tekrar tekrar şükrettim. Bence okurken siz de aynısını düşüneceksiniz. Aramızda sağlık çalışanı varsa, hepiniz ÇOK AMA ÇOK seviliyorsunuz! Bu bölüm size!
Keyifli okumalar,
E.Ç.
***
You're a drop in the rain
Just a number not a name
***
BÖLÜM 4
Kat
Olly konuşuyor, Olly bağırıyor, Olly karşımda çırpınıyordu. İlk birkaç cümlesini duymuş, sonrasını ise bir yankı gibi dinlemiştim. Sözleri eko yapıyordu kafamın içinde. Saldırı... bu kez daha büyük... yangın... çok insan Kat... çok ama çok insan... ölüyorlar... hepsi ölüyor... Yer ayaklarımın altında sallanıyordu. Bir an bayılacağımı düşünüp duvara uzandım. Ama hayır, şu an her zamankinden daha dik durmam gerekiyordu.
Oliver, Moxie'nin sokakta bulup yetiştirdiği yetimlerden biriydi. Tünellerin teneke şehre açılan kapılarında nöbet tutar ve bize haber taşırdı bu çocuklar. Acil yardıma ihtiyacı olan insanların bize ulaşması için birer elçiydi her biri. Tünelleri avuçlarının içi gibi öğrenir, hastaların haberlerini bize ulaştırır, onları da alabilmemiz için doğru buluşma noktalarına yönlendirirlerdi. Sadece bir ay önce aynı şekilde bu laboratuvara koşmuştu Oliver. On beşinci bölgedeki korkunç faciayı bize ilk haber veren oydu. O gün de bugünkü gibi titriyordu karşımda. Tek fark o zaman annemin, arkadaşlarımın, tüm ekibin etrafımda olmasıydı. Şimdiyse...
"Dördüncü bölgenin yarısı havaya uçmuş Kat!" diye inledi Oliver göz yaşları içinde. "Robotlar geride kimseyi bırakmamış!"
"Neden?" diyebildim sadece. Halbuki bunun hiçbir önemi yoktu artık. Onun yerine kaç diye sormam gerekirdi. Bu kez kaç kişi öldü? Bu kez kaç kişinin hayatı mahvoldu? Bu kez kaç çocuk ailesiz, evsiz kaldı? Ve hala kurtarabileceğimiz kaç kişi var?
"Tekstil fabrikasında devam eden isyan vardı ya..." dedi Oliver titreyen sesiyle. "Ona dahil olan herkesi avlıyorlar tek tek. Ama direnenler olmuş. Geri kalanlar da olaya dahil olunca iş büyümüş, beyaz kod verilmiş. Ark'tan özel ekip göndermişler Kat. Koca bir bölük! Darmaduman etmişler tüm bölgeyi!"
Beyaz kod diye düşündüm. Bu, ardında hiçbir şey bırakma demekti. Mutlak son. Büyük temizlik. Robotların elinden gelen ölüm. Son nokta! Bu kadar korkuyordu demek Ark bir avuç isyankardan. İbret olsun diye koca bir bölgeyi silecek kadar gözleri dönmüştü. Midem bulanıyordu. Kafamın içinde oradan oraya savrulan bir top vardı sanki. Tansiyonumun yerlerde olduğunu gözümün önünde beliren beyaz baloncuklardan bile söyleyebilirdim.
Bir an için gözlerimi yumup kulaklarımdaki uğultunun hafiflemesi için bekledim. Başımı yeniden kaldırabildiğimde tüm nefretimle camın ardından beni izleyen Tyron'a döndü bakışlarım. Tam şu an onu ellerimle gebertip tüm o insanların intikamını almaktan başka bir şey geçmiyordu içimden. Ama Olly'nin az ötemdeki varlığı beni mantıklı olmaya zorlayan bir kanca gibiydi. Kendimi zorla zapt ettim ve karşımda tir tir titreyen çocuğun karşısında dizimin üstüne çöküp onu kollarından yakaladım.
"Tamam Olly... tamam sakin ol. Bir yolunu bulacağız. Şimdi bana durumu özetle."
Olly itiraz ederce başını iki yana salladı. "Çok fazla Kat. Çok çok fazla! On beş, belki yirmi kişi... Tam sayamadım bile. Gelmeye de devam ediyorlar! Hastane çoktan dolmuş olmalı, çaresizler!"
Tanrım bir mucize gönder! diye yakardım içimden. Onca insan yardım için kapımıza dayanmıştı ve ben tek başımaydım. Annemlere ulaşamaz, Flame'den kardeşini bırakıp buraya gelmesini isteyemezdim. Bir an Olly'den uzaklaşıp amaçsızca platformun içinde yürümeye başladım. Gözlerim laboratuvarı dolaşıyor, beynim imkansız denklemler arasından makul bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Düşün Kat, bir doktor gibi düşün!
Tamam... Önce hastaların buraya transferini sağlamalıydım. Daha sonraysa onları aciliyetine göre sıralamalı ve müdahale etmeli... Bu laboratuvar kronik hastalıklara çözüm bulmak için kurulmuştu. Bir hastane değildik, gerekmedikçe de acil müdahaleler yapmazdık. Ama bu tam da acil müdahale gereken bir durumdu. Ama tek başınasın! diye hatırlattı sevimsiz iç sesim yeniden. Onu düşüncelerimle boğdum hemen. Korkularımı dinleyerek vakit kaybedemezdim. Belki de çoktan geç kalmıştık o yaralıların pek çoğu için. Ve bu korkuyla bugün verdiğim sonsuz kötü karara bir yenisini eklemek için Olly'ye yöneldim.
"Onları buraya senin getirmen lazım Olly."
"Ama..."
"Şu an gelip yaralılara refakat edebilecek kimse yok burada. Bu yüzden onları senin getirmen gerekiyor. Önce en acil olanları trene bindir. Seni burada ben karşılayacağım tamam mı?"
"Kat ben..."
Oliver omuzlarına yüklediğim sorumluluğun altında ufacık kalmıştı. Ondan istediğim şey on iki yaşında bir oğlan çocuğunun asla sorumluluğu olmamalıydı zaten. Hastaların laboratuvara gelmesi için kullandığımız hala işleyen bir ray hattı ve iki vagonlu bir trenimiz vardı. Normal şartlar altında yetimler bize haberi taşır, hastaları buluşma noktasına getirir, onları almayaysa bu trenle ekipten biri giderdi. Elbette laboratuvara girişi kontrol altında tutmak içindi bu önlem. Bugünse deldiğim diğer pek çok yasağa bir yenisini eklemek zorundaydım.
"Sen çok güçlü bir çocuksun Olly!" dedim onun kolunu sıkıp. "Bunu yapabileceğini biliyorum. Bizi defalarca kez izledin. Treni nasıl çalıştıracağını biliyorsun. Sakin kal ve işine odaklan yeter!"
Ama Olly artık eskisinden de çok titriyor, başını dehşetle sağdan sola sallıyordu. "Ben... ben yapamam Kat," dedi yalvarırcasına. "Tek başıma başaramam!"
Hayır! demek istedim. Yapabilirsin, yapmak zorundasın, çünkü başka şansımız yok! Ama bu haksızlıktı. Birkaç dakikada tüm alt dudağını paramparça etmişti karşımda Olly. Ne kadar korktuğunu mavi gözlerinden görebiliyordum. Başka bir yol bulmak zorundaydım, ama ne? Lütfen yardım et! diye bağırdım içimden. Ama cevap tanrıdan değil Lee'nin kafesinden gelmişti.
"Kat onunla ben gidebilirim," dedi heyecanla. "Daha önce hem Fitz'le hem Ruby'le trene bindim. Kullanabilirim. O yaralıları getirebilirim."
Lee'nin sesi gökten inen ilahi bir mesaj gibiydi resmen. Onun bir kafesin içinde olması, kimin oğlu olduğu, bana söylediği yalan... her şey silinip gitmişti bir anda. Hiçbir öfke insanların hayatını kurtarmaktan daha önemli olamazdı. Ona yöneldiğimde kararımı vermiştim bile çoktan. "Gerçekten bunu yapabilir misin?" diye sordum kontrol paneline kodu girdiğimde.
Cam kayarak yukarı kalkarken açılan boşluktan hemen dışarı fırlamıştı Lee. Başını hızla salladı. "Merak etme Kat, onları sana getireceğim."
Keşke Lee'nin pırıl pırıl gözlerindeki büyük inanç benim kalbimde de olsaydı. Yine de "Tamam," dedim. "Söylediklerimi duydun değil mi, önce en acil olanları getirmelisiniz."
"Duydum," dedi Lee Oliver'a dönüp. "Hadi gel Olly! Gidiyoruz!"
"Bekle!" diye atıldı Tyron hemen. "Onu nereye gönderiyorsun? Bu tehlikeli değil mi?"
Ona küfretmek için ağzımı açmıştım ki Lee araya girip "Sorun yok Ty!" dedi. "Sadece trenle hastaları almaya gidiyorum!"
Kurt çocuğun hala çatık kaşlarına bakılırsa bu duyduğu kesinlikle canını sıkmıştı. Canın cehenneme! diye düşündüm bakışlarımı zorla Lee'ye çevirip. "Sizi burada bekliyorum."
Başını salladı Lee ve Olly'nin omuzuna vurdu. "Hadi Olly!"
Küçük oğlan bir refakatçiyle olmanın rahatlığıyla yeniden motive olmuştu. Lee'nin peşine takıldığında birlikte vagonların arasında kayboldular. Durmadım. Onca yaralı az sonra buraya geldiğinde hazır olmalıydım. Vagonlara koşup boştaki sedyeleri orta platforma sürükledim tek tek. Bu arada elim telsize gitmişti bir kez daha, ama bu defa aradığım Fitz'di. Ona birkaç cümleyle başımızdaki belayı anlattım ve ne yapmasını istediğimi söyledim. Flame'i kurtların arasında bir başına bırakma fikri laboratuvarda yalnız olmak kadar korkutucuydu. O yüzden Ace yoluna devam edecek, Fitz ise bana yardım için geri dönecekti. Ace'in bu plandan nefret edeceğini biliyordum, zaten o yüzden onu aramamış, Fitz'i ise iki dakika sonra ikna etmeyi başarmıştım.
Onun, annemlerin ve sonunda herkesin laboratuvara döneceğini kendime hatırlatıp rahatlatmaya çalıştım ve malzeme vagonuna koştum bu kez. Bir koliye doldurup kucakladığım onlarca ilaç, sargı bezleri ve ameliyat için gerekli aletlerle ana platforma geri döndüğümde sadece bir an için Tyron'la göz göze gelmiştik. Ve bu, onun lanet çenesini yeniden açması için yeterliydi.
"Ben de sana yardım edebilirim," dedi ona bakmak yerine malzemeleri ayarladığım halde. "Beni buradan çıkar. Onca insana tek başına müdahale edemezsin."
"İyi denemeydi," dedim ters bir bakış atıp. Lee'yi serbest bırakmak başkaydı, Tyron ise bambaşka. O çocuğun anında beni yere serip evine koşacağına ve koca bir orduyla geri döneceğine emindim. Bir de yardım edebilirim demiyor muydu? Sanki tüm bu kıyametin nedeni onun babası değilmiş gibi... Dr. Noah'nın umurunda mıydı ki tüm o insanlar oğlunun olsun?
Onu boş ver! diye düşündüm elimdeki işe odaklanmaya çalışıp. Beş tane boş sedyeyi platformun ortasında yan yana dizmiştim. Ventilatör, defibrilatör, drenaj kiti, entübasyon tüpleri, oksijen maskeleri, serum askıları, gerekebilecek ilaçlar, serumlar... Acil bir müdahale için ihtiyacım olabilecek her şey hazırdı yirmi dakikanın sonunda. Ve böylece beklemeye başladım. Bir yanım -mucizelere inanan akıllanmamış yanım- hala annemin kapıdan girip günü kurtarmasını bekliyordu. Sedyelerin arasında volta atarak ve itinayla Tyron'la göz göze gelmekten kaçarak geçirdiğim on dakikanın sonundaysa gelen o değil, Olly ve Lee'nin taşıdığı ilk sedye olmuştu.
"İçeride üç kişi daha var!" dedi Lee nefes nefese. "Ancak bu kadarını sığdırabildik trene." Her ne gördüyse giderken gözlerinde parlayan ışıltı tamamen sönmüştü. Yüzü, elleri, kıyafetleri kan içindeydi şimdi. Zaten taşıdıkları kadına bakmak bunun nasıl olduğunu hemen anlatıyordu.
"Onu şuraya bırakın!" dedim anında sedyeye yönelip. Oğlanlar diğer hastaları taşımak için geri trene koştururken ben önümdeki korkunç resmi analize başlamıştım bile.
"Beni çıkarırsan onlara yardım edebilirim!" diye bağırdı Tyron yeniden. "Askeri eğitim aldım ben. İlk yardım nasıl yapılır biliyorum!"
Haklıydı. Tabii gerçekten bana yardım edeceği konusu dışında... Onu duymazdan gelip baygın kadının başını hafifçe yan çevirdim. Büyük bir kesik vardı kafasının sağ tarafında. Ama asıl problem hala midesine saplı duran metal plakaydı. Birden fazla iç organın zarar gördüğü ve iç kanamanın olduğu aşikardı. Onu tek başıma bu kadar ciddi bir ameliyata sokamazdım, ama ekibin geri kalanı gelene dek hayatta kalmasını sağlayacak ilk müdahaleyi yapmam gerekiyordu.
Üzerinde gezdirdiğim tarama cihazı anında tüm yaşamsal verileri dökmüştü ekrana. Nabız düşük, solunum yetersiz, vücut ısısı düşüşteydi. Üzerindeki kıyafeti yırtıp kadının yakasını açtım ve ağzının içine baktım. Hava yolu açık görünüyordu. Hortumu trakeye ittirip maskeyi taktım ilk iş. Damar yolu açmak için eline uzandığım sırada Lee ve Olly geri dönmüştü. Yirmilerinde bir oğlan vardı bu kez taşıdıkları sedyede. Onlar çocuğu yatırıp gerisin geri trene koşarken ben elimdeki işi tamamladım ve kadını seruma bağlayıp oğlanın yanına koştum.
"Yo..." olmuştu istemsizce dudaklarımdan dökülen ilk sözcük. Bir bacağın dizden altı yoktu. Vücudundaki diğer kesiklerin ölümcül olduğunu sanmıyordum, ama şu ana kadar kaybettiği kan... işte bu bir problemdi. Anında kırmızıya dönmüştü elimdeki aletin ekranı. Solunumu neredeyse durmuştu çocuğun. Vücut ısısı otuz beşe düşmüştü. Ne zamandır bu halde olduğunu sorabileceğim kimse yoktu. Onu entübe etmek için trakeye girmeye çalıştım. İlk deneme başarısızdı. İkinci ve üçüncü de.
Siktir, siktir, siktir!
Çığlık atacaktım neredeyse. Ortadaki tezgaha koşup trakeostomi setini aldım. Onun gırtlağına bir delik açmaktan başka şansım yoktu. Hem de tek başıma... Derin bir nefes alıp bistüriyle deriyi kestim. Tanrım, çok fazla sekresyon vardı. Kan içindeki eldivenlerimle enjektörü kesikten soktum ve aspire etmeye çalıştım. Hadi Kat, hadi! Arkamda Lee'nin sesini işitsem de ona dönememiştim. Gırtlağa iğneyle girmeyi başardığım gibi tel guide'ı ittirdim bu kez ve içeri doğru çevirerek ilerlettim. Tüpü takıp teli içinden çekmemle derin bir nefes almıştım. Son olarak enjektörle kalan havayı boşalttım ve önceden hazırladığım ambuyu ucuna taktım. Balonu öyle bir hırsla sıkıp bırakıyordum ki Azrail'le inatlaşıyordum sanki.
Fakat "Kat!" diye bağırmıştı Lee o an yeniden. "Buraya gelmen lazım!"
Hayır, diye düşündüm. Önce bu çocuğu kurtarmam lazım! Ama omzumun üzerinden attığım kısa bir bakış Lee'nin neden ısrarla bana seslendiğini anlamama yetmişti. Az ötedeki sedyeye yeni yatırdıkları adam delice sarsılıyordu. Nöbet! diye çığlık attı beynim. Nöbet geçiriyor! Elimin altındaki çocuğun nefesinin düzelmeye başladığını tarama cihazında görmemle diğer adamın yanına koşmam bir oldu. Lee Olly'nin peşinden gitmekle kalıp bana yardım etmek arasında kalmıştı.
"Git!" diye bağırdım ona. "Bunu ben hallediyorum!"
Bu tam olarak doğru sayılmazdı ama geçen her saniye geride kalan insanlar için ölüm demekti. Peki ya bu laboratuvardakiler? Onların bir şansı var mıydı benim ellerimde? Sakin kal, sakin, sakin, sakin! Yeniden nefes alıp adamın üzerine eğildim. İlk iş olarak başının altını desteklemiştim. Bir yandan aklımdan sayısız formül akıyordu. Epanutin diğer tüm alternatiflerin arasında parlayınca tezgaha koştum ve ilacı buldum. Enjektöre çekmem ve geri sedyenin başına dönmem saniyeler sürmüştü. Damar yolu için eline uzandım adamın, ama sarsıntı öyle şiddetliydi ki onu kontrol edemiyordum. Diğer tarafa geçip bir kez daha denedim. Beklemediğim sert yumruk o an gelmiş, enjektör adamın kontrolsüzce çarptığı elimden fırlamıştı.
"Allah kahretsin!" diye bağırdım panikle. Bu içinde olduğum bir savaşsa kesinlikle kaybediyordum. Kendi kalbimin atışını kontrol altında tutmak imkansızlaşmıştı. Bir an ne yapacağımı bilemeden, kaosun içinde öylece kalakaldım. Ben de şoka girmek üzereydim korkarım.
"Kat!" diyordu biri. Bir uğultu gibiydi. Uzak, çok uzaktan gelen bir uğultu... "Kat!" diye bağırdı yeniden. Tyron... Bakışlarım ona döndü kontrolsüzce. Cama vuruyor, sesini bana duyurmaya çalışıyordu. "Çıkar beni buradan!" dedi dişleri arasından. "İnadın yüzünden onları kaybedeceksin!" Yeniden sarsılan adama baktım dehşet içinde. Sonra bacağı kesik çocuğa, ilk gelen kadına... Onları kaybedeceksin diye düşündüm. Onları kaybediyordum.
"Lanet olsun!" diye bağırdı Tyron. "Bırak da yardım edeyim Kat! Çıkar beni buradan!"
Yeniden Tyron'a döndüğümde ona doğru hareketlenen beden benim değildi sanki. Sadece bir an tereddüt ettim parmağım kontrol paneline uzandığında. Az sonra kodu girmiş, düşmanımı kafeste tutan cam kayarak açılmıştı. Tyron da bunu beklemiyor olsa gerek hareket etmeden öylece yüzüme bakakaldı bir süre. Kaçacak mıydı? Gitmeden bana neler yapabileceğini mi tartıyordu kafasında? Belki de her şeyi bitirecek kadar saçma sapan bir karar vermiştim. Fakat sonra, benden daha hızlı kendini toplayıp "Hadi!" dedi Tyron. "Onu ben tutarım. Sen ilacı hazırla!"
Komut aldığım Tyron Noah değildi de bizim ekipten biriydi sanki. İkiletmeden yeni bir enjektör açıp ilacı içine çekmiştim. Bir sis perdesinin ortasında, suyun üzerinde yüzer gibi hareket ediyordum. Tyron adamın kolunu sabitlediğinden bu kez çok daha kolaydı işim. "Giriyorum," dedim onu uyarmak için. Kana karışan ilk damla ilaçla yaralı adamın kasılmaları anında hafiflemişti. Sarsıntı seyrek titremelere dönene kadar onu tutmaya devam etti Tyron. Sonra eline bir eldiven geçirmiş ve benim gibi hastanın başına gelmişti.
"Buna ben devam ederim," dedi elimdeki hortuma uzanıp. "Bacağı kopan çocuğun acil kana ihtiyacı var."
"Daha önce kimseyi entübe ettin mi?" diye sordum inanamayarak. Başını hafifçe sallamış ve işi bildiğini göstermek istercesine airway'i adamın ağzından içeri sokmuştu. Hortumu üst damağa yerleştirip yüz seksen derece çevirdiğinde onun sahiden de işi bildiğine ikna olup boynuna bağladığım tüple baygın yatan çocuğun yanına koştum. İşaret parmağına batırdığım alet kan sayımını anında tamamlamış, ihtiyacım olan tüm bilgileri önüme sermişti.
"A pozitif!" dedim Tyron işini bitirip yanıma geldiğinde. "Dolap şurada, 4 ünite lazım!"
İkiletmeden gösterdiğim yere koştu Tyron. Ya teorik bilgisi çok iyiydi ya da sahiden birilerinin hayatını kurtarmak zorunda kalmıştı. Benim bir şey dememe kalmadan getirdiği kan torbalarını serum direğine takmaya koyulmuştu bile. Bunu fırsat bilip kopmuş bacağın başına geçtim. Muhtemelen evlerden düşen metal parçalardan biri bıçak gibi kesmişti çocuğun dizden altını. Onu hayatta tutmayı başarabilirsem doğru gen modifikasyonlarıyla yeni bir bacak geliştirmesini sağlayabilirdim. Ya da en kötü Flame kendi dokusundan mekanik bir bacak tasarlayabilirdi çocuk için. Ama tüm bunlardan önce kanamayı durdurmalıydım. Burada da annemin icadı devreye giriyordu.
Malzeme dolabından çıkardığım rulodan bir parça kestim ve bacağın açık kısmını tamamen örtecek şekilde üzerine bastırdım. File kumaş sıradan bir sargı bezi gibi görünüyordu, ama az sonra tam da olması gerektiği gibi rengi koyulaşmış, liflerin içindeki mikro böcekler hızla boşlukları örmeye başlamıştı. İşte bu Tyron'ın daha önce gördüğü hiçbir şeye benziyor olamazdı. Zaten çocuğun bacağını izlerken dudakları aralanmış, kaşları hayretle yukarı kalkmıştı. Diyalog kurabilecek iki insan olsak bana bunun nasıl bir teknoloji olduğunu soracağını biliyordum. Ama içeri dalan Lee ve Olly yapabileceğimiz her türlü söz alışverişini engellemişti.
"Bu son!" dedi Olly nefes nefese. "Bu parti bitti. Şimdi geri dönüp diğerlerini almamız lazım!"
Tyron küçük oğlanın sedyeyi taşırken nasıl zorlandığını fark edip ona yardıma koşmuştu. "Bana bırak," dedi elinden alıp. Sonra da ağzı açık ona bakakalmış kardeşine seslendi. "Hadi, şuraya yatıralım!"
Lee onu ikiletmese de bakışları beni bulmuştu hemen. Abisini serbest bırakmama sevinmiş olmalıydı, ama muhtemelen içinde olduğumuz durumun şokundan tepki veremeyecek haldeydi. Olly onu gerisin geri trene doğru çekiştirirken tekrar tekrar arkasını dönüp bize bakmıştı. Bense çoktan yeni getirilen kızın başındaydım. Benim yaşlarımdaydı muhtemelen. İkinci derece yanık vardı bedeninde. Yüzündeyse travmaya bağlı ödem ve ekimoz... Ben elimdeki aletten kızın bulgularını incelerken Tyron başını eğmiş, eli onun karnına uzanmıştı.
"Hamile," dedi kaygıyla bana bakıp.
Başta ona itiraz edecek oldum. İlk bakışta anlaşılmayacak kadar küçüktü kızın karnı, ama bacakları arasından hızla sedyeye yayılan kanı gördüğümde Tyron'ın haklı olduğunu anlamıştım. İki ya da üç aylık olmalıydı bebek en fazla. Ve gördüğüm manzaraya bakılırsa durumu iyi değildi. Kızın bacaklarını iki yana açıp elbisesini yukarı çektim. Sedyenin başındaki ultrason başlığını kızın rahminden içeri sokmamla ekrana yansımıştı acı tablo.
"Bebek için çok geç," dedim sesimin titrememesine çalışarak. "Ama anneyi hala kurtarabiliriz. Sen solunumu düzenle ve damar yolu aç. Ben kanamayı durduracağım."
Tyron verdiğim kötü haberden benden bile fazla etkilenmişe benziyordu. O kendini beğenmiş, güçlü oğlan değildi artık. Benzi soluk, elleri ve kıyafetleri benim gibi kan içindeydi. Yine de bir an duraksadıktan sonra kızın başucuna geçmişti. Onu hamile kızla bırakıp Ace'in geliştirdiği serumu aradım şişelerin arasında. İç kanama operasyonlarda çok sık gördüğümüz bir komplikasyondu ve bu mucizevi serum hiçbir cerrahi müdahalenin yapamadığı hızla buna engel olabilecek şekilde tasarlanmıştı. Şişeleri kucaklayıp sedyenin başına dönerken Teşekkürler Ace! dedim içimden tekrar tekrar.
Açılmamış bir enjektörü şişelerden biriyle Tyron'ın eline tutuşturdum. "Bunu kıza ver! İç kanama için... Ben diğerlerine bakacağım."
Tyron kıza serum takarken ben ilk kadına dönmüş, ilacı izotonik çözeltinin içine karıştırmıştım. Sonra sırayla bacağı kopmuş çocuğa ve nöbet geçirmiş adama da aynı işlemleri uyguladım. Ancak o an ciğerlerime yeniden hava doldu. Sanki sıkışıp kalmış zaman yeniden akmaya başlamıştı. Etrafımdaki manzarayı izlerken Tamam dedim kendimi rahatlatmak için. İlk müdahaleyi yaptın. Ölmeyecekler.
Sadece bir dakika sürmüştü işleri kontrol altına aldığımı düşünüp nefes almam. Ve sonra tren ikinci partiyle geri döndü. Olly de Lee de çok daha kana bulanmış haldeydi artık. Yüzlerindeki dehşet iyi hiçbir şeyin habercisi olamazdı. "Bu kez altı kişi getirdik," diye açıkladı Lee ilk hastayı geride kalmış tek boş sedyeye yatırırken. "Daha hızlı olmazsak ölecekler Kat. Devamlı yeni birileri geliyor!"
"Hastane daha fazlasını kabul etmiyormuş!" diye atladı Olly. "Yaralılarını trene bindirmeye çalışıyor insanlar. Onlara anlatmaya çalıştık ama..."
Elbette anlamamışlardı. Sevdikleri için bir kurtuluş yolu bulmuş hangi insan böyle bir durumda mantıklı davranabilirdi ki zaten? Ama bir kez daha oraya döndüklerinde ne Olly'nin ne de Lee'nin kolay kolay o panikten kurtulabileceklerini sanmıyordum.
Elbette aynı tehlikenin kokusunu Tyron da almıştı. "Onlarla ben gideyim! Bana bir şey yapamazlar," diye önerdi. Hemen ona çevrilmişti bakışlarım. Ama duyduğumu sandığım ukalalık yoktu suratındaki ifadede. Tek düşüncesi kaygıyla izlediği kardeşiydi. Lee'yi tek başına o kaosun ortasına göndermek istemiyordu. "Ben onları kontrol altında tutabilirim," diye üsteledi. "Trene saldıramazlar. Kalan yaralıları alıp hemen döneriz."
Haklıydı elbette. Onun söylediği her şeyi yapabileceğini biliyordum. Yine de "Olmaz!" dedim. Tyron itiraz edecek oldu. Bunu kaçmasından korktuğum için istemediğimi sanmıştı muhtemelen. O yüzden "Sana burada ihtiyacım var!" dediğimde şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Ona böyle bir şey dediğime ben de inanamıyordum, ama maalesef bu doğruydu. Tyron Noah kimin oğlu olursa olsun şu an, tam burada işi bilen fazladan bir eldi benim için. Ve şimdiye kadar yaralılara gerçekten büyük yardımı olmuştu.
Hızlıca düşünüp belimdeki silahı çıkardım ve Lee'ye uzattım. "Bunu kullan," dedim Lee'nin kocaman açılmış gözlerindeki korkuyu görmezden gelmeye çalışarak. "Sadece onları korkutmak için. Bunu yapabilir misin?"
"Hayır, bu çok tehlikeli..." diye başladı Ty hemen koruma içgüdüsüyle.
Ama Lee onu susturup "Yapabilirim," demiş ve silahı elimden kapmıştı. Hemen sonra Olly'yle birlikte trene döndüler ve sırayla hastaları getirmeye devam ettiler. Tyron'ın kardeşine yüklediğim sorumluluktan nefret ettiğine emindim. Yine de Lee'nin arkasından bağırdığı ve karşılık alamadığı birkaç başarısız denemenin ardından çenesini kapamış ve gelen her yeni hasta için benimle birlikte çalışmaya devam etmişti.
Bir, iki, üç, beş... Asla sonu gelmeyecekti sanki bu felaketin. Olly'nin de Lee'nin de yorgunluktan titrediğini görebiliyordum. Taşıdıkları sedyeler bedenlerini, maruz kaldıkları acı ise kalplerini yormuştu. Aynı tükenmişliği sızlayan kaslarımda, ağrıyan belimde ve yanan gözlerimde ben de hissediyordum. Ama ne olursa olsun duramazdım böyle bir anda. Tyron bir adım ötemde, sanki hep bu laboratuvarın bir parçasıymış gibi çalışıyordu. Bir tahterevallinin iki ucu gibiydik. Ben öne çıktığımda o geri duruyor, çekildiğim an kaldığım yerden işi devralıyordu. Malzemelerin yerlerini öğrenmiş, benden komut almayı bırakmıştı.
Yeterli sedyemiz olmadığından yerlerde yatıyordu artık yaralılar. Kesik, kopuk, kırık, yanık... üst seviye bir eğitim simulasyonundaydım sanki. Bir an durup düşünürsem karşımdaki vakaların çeşitliliğinden kafayı yiyebilir, panikten aklımı kaçırabilirdim. Neyse ki bugün soluklanmak için bile vakit yoktu. Lee ve Olly son hastayı da platforma bıraktığında onlar dönene kadar muhtemelen en fazla yirmi dakikam olduğunu düşündüm. Tüm bu insanları kurtarmak ve yenilerine hazırlanmak için yirmi dakikacık...
"Dikkatli ol!" diye bağırdı Tyron Lee gözden kaybolmadan hemen önce. Kardeşinin ardından öyle bir bakışı vardı ki... yaşadığı korkuyu, onun peşinden gitmek için duyduğu arzuyu, kararsızlığını hissetmemem imkansızdı. Yine de buradaydı, benim yanımda. Son gelen küçük kızın yanına çöktüğümde o da son kez Lee'nin ardından bakıp dizlerinin üstüne inmişti. Ben tarama aletini kızın üstünde gezdirirken o parmaklarını çocuğun boynuna bastırıp sıkıntıyla bana baktı.
"Nabız yok!"
Haklıydı. Karşımdaki ekrana göre çoktan ex olmuştu bu kız. Kaburgada kırıklar, akciğerde hasar, iç kanama... Yine de "Hayır!" dedim aletle inatlaşarak. Kaç yaşındaydı daha ki ondan öyle kolayca vazgeçeyim? Belki beş, belki altı? Kan içindeki kızıl örgüleri iki yanından sallanıyordu. Oyun oynamalı, koşmalı, zıplamalı, hayaller kurmalıydı bu yaşta. Oysa boktan bir dünyanın güya ayakta kalmış bir köşesinde ölümle karşılaşıvermişti.
"Onu sedyeye almamız lazım," dedim ayaklanıp. Hamile kızın başına gittiğimde Tyron da peşimden gelmişti. "Üç deyince..."
Ve komutumla hamile kızı altındaki örtüyle kaldırıp yere bırakmıştık. Onun şimdilik makinaya ihtiyacı yoktu ama örgülü kızın belki de tek şansıydı bu. Anında küçük çocuğun yanına koştu Tyron, onu kucakladığı gibi boşalan sedyeye getirip yatırdı bu kez. Ben onu solunup cihazına bağlarken o da kızın elbisesini yırtıp kabloları göğsüne yapıştırmıştı. İşi bittiğinde korkunç tablo düz bir çizgi ve uzun bir bip sesi olarak monitördeydi artık.
"Kalp masajı?" diye sordu Tyron tereddütle. Muhtemelen o ana kadar gördüğü icatlar gibi bu işi de farklı yoldan çözebilecek bir mucizemin olmasını umuyordu. Ne yazık ki bu kez işi en klasik yoldan yapmaktan başka şansımız yoktu.
Ben başımla onayladığımda "Emin misin?" diye sordu kaygıyla. Onun neden çekindiğini biliyordum elbette. Zaten kaburga kırılmış, akciğere zarar vermişti. Göğüs kafesini daha da zorlamak kırığı büyütebilir, akciğerde geri dönülmez bir hasar bırakabilirdi. Ama kemik kaynayabilir, Flame'se bu küçük kıza yeni bir akciğer verebilirdi. Şu an tek önemli olan onu hayata döndürebilmekti.
"Sen solunuma geç," deyip öne uzandığımda kolumu tutup beni durdurmuştu Tyron.
"Ben daha kuvvetli yapabilirim!" dedi benim yerime ellerini kızın göğüs kafesine yerleştirip. Bir yanım bu işi kimseye bırakmak istemese de haklı olduğunu biliyordum. O basınca başladığında dişimi alt dudağıma takıp ben de kızın başucuna geçtim. Bir, iki, üç, dört... nefes almadan içimden sayıyordum bir yandan. Otuz olduğunda ambuyu sıktım tüm hırsımla.
Yoktu. Tek bir kıpırtı bile yoktu ekranda. Tyron bir an benimle göz göze gelip yeniden başladı masaja. O bitirince ben hava verdim, ben durdum Tyron basınca başladı. Bu şekilde üç tur dönmüştük. Tüm inadımızla resüsitasyona devam ediyorduk, ama işe yaramıyordu işte.
"Adrenalin ve antropin vereceğim," dedim Tyron'dan çok kendime. İlacı enjektöre çeken ellerim titriyordu.
"Vücut ısısı otuz ikiye düştü," diye uyardı Tyron kaygılı bakışlarını monitörden bana çevirip.
Onu umursamadan kıza ilacı verdim. "Devam et!"
"Kat..."
"Devam et!" diye bağırdım. Bu kızdan vazgeçmeyecektim. Henüz değil. Adrenalin işe yarayacak diye telkin ettim kendimi. Yarayacaktı, çünkü yaramak zorundaydı. Tyron yeniden masaja başladığında metal sedyenin kenarlarını sıkıyordu ellerim. Öyle bastırıyordum ki avuçlarım kesilmişti. Çocuğun göğsüne inen her darbe yeni bir başarısızlıktı, katlanamıyordum bu çaresizliğe.
"Çok fazla sekresyon var..." dedim sinirle. "Aspire etmem lazım."
Tyron ben kızın başına geçip aspiratörü ağzından çıkan hortuma taktığımda bilerek elini çekmiş ve işimi bitirmemi beklemişti. "Yeniden!" diye komut verdim.
Yüzünde öyle bir ifade vardı ki muhtemelen çıldırdığımı düşünüyordu. Yine de sesini çıkarmadan komutumu dinlemiş masaja devam etmişti. Hadi, hadi, hadi! Neden işe yaramıyordu? Bu kadar mı geç kalmıştık onu kurtarmak için yani? Ve o an bana cevap vermek ister gibi bağırmaya başladı monitör.
"Ventriküler fibrilasyona girdi!" dedim panikle. Tyron bu onun hatasıymış gibi panikle geri sıçramış, bense defibrilatöre uzanmıştım. Aleti iki yüze şarj edip "Çekil!" diye bağırdım öfkeyle. Kaşıkları kızın göğsüne bastırdığımda elektrik enerjisi şok halinde minik bedenine akıp onu sedyenin üstünde zıplatmıştı. Şimdi Tyron'ın da benim de gözüm ekrandaydı. Ama görmek istediğim hiçbir şey yoktu orada.
"Lanet olsun!" dedim dişlerim arasından. Sinirden ağlıyor olmalıydım çünkü puslu görüyordum dünyayı artık.
"Kat..." dedi Tyron bir kez daha. Kızın üstünden koluma uzanmak istemişti, ama hışımla kendimi çekip elinden kurtuldum.
"Onu bırakmıyorum!" diye kustum kalbime sıkışmış tüm öfkeyi. Tek bir rakam vardı zihnimde parlayan. Beş... Beş... Beş... Daha beş yaşında! Üç yüze şarj ettim bu kez defiyi. "Çekil!" diye bağırdım yeniden kızın üstüne eğildiğimde.
Uyguladığım şok kızın kalbine hiçbir etki yapmamış, ama benim dizlerimde kalan son gücü de alıp götürmüştü. Bir an yer ayağımın altından kaydığında sedyeye tutundum düşmemek için. Saniye sürmüştü Tyron'ın bana ulaşıp belimden yakalaması. Yeniden ittim onu, ama ne ayakta duracak ne de direnecek gücüm kalmıştı. Delice ağlıyordum artık. O ana kadar yaşadığım tüm çaresizlik önümdeki minik, cansız bedenden suratıma çarpıyor, beni parçalara ayırıyordu. Makinadan gelen sabit bip sesiyle sağır olmuştum. Hayır! diye tepiniyordu ruhum içimde. Onu bırakamazsın! Daha beş yaşında! Hayır! Hayır Kat, onu bırakamazsın!
"Kat, biz elimizden geleni yaptık!" dedi Tyron bir adım ötemde. Her an yeniden düşmemi bekler gibi eli bana uzanmıştı.
O eli sinirle ittirdim. Başımı şiddetle iki yana salladığımda yaşlar çenemden dökülmüştü. Annem de böyle mi hissetmişti ondan beni ölüme terk etmesini istediklerinde? Ben de bu kızla aynı yaşta değil miydim beni gizlice masaya yatırıp hayatta kalmamı umduğunda? Bu çocuğun da bir annesi vardı şüphesiz. Ne diyecekti kızını ona geri veremediğimi duyduğunda? Yoksa o da şu an, başka bir yerde, böyle cansız mı yatıyordu?
"Kat..." dedi Tyron beni içine saplandığım buhrandan çıkarmak için. "Diğerlerine yardım etmemiz lazım. Bu kız için çok geç, ama hala onları kurtarabilirsin."
Yine, yeniden haklıydı lanet olası. Ama ben kaybolmuştum bir kere. Titriyor, ağlıyor, her an biraz daha karanlığa batıyordum. Kesinlikle profesyonel değildi bu yaptığım. Bir yanım sakinleşmem, yardım etmek zorunda olduğum onca diğer cana odaklanmam gerektiğini haykırıyordu. Bense mantığı tamamen yitirmiş kalbimden başka bir şey duymuyordum artık.
Ve bir anda "Bir kez daha deneyeceğim," dedim delice bir kuvvetle öne atılıp. Öyle hızlıydım ki Tyron kenara çekilmek zorunda kalmıştı. Ben zar zor kontrol edebildiğim ellerimle defibrilatörü şarj etmeye uğraşırken dehşetle beni izliyordu. Fakat sonra ikimizin de başını aynı yöne çeviren ses geldi arkamızdan.
"Kat?"
Aldığım nefes ciğerlerimde sıkıştı. Arkamı dönerken aletin kaşıkları elimden yere düşmüştü. Yıkılmak üzere olan bir bina gibiydim. Duyduğum ses bir bombayı tetiklemişti kalbimde, annemi gördüğümdeyse patlayıp ne kadar duygu varsa serbest bıraktı.
"Burada ne oldu?" dediğini duydum Ruby'nin dehşetle. Moxie sanki olanların suçlusu oymuş gibi anında silahını Tyron'ın üstüne doğrultmuştu. Hiçbirini görmüyordum anneme doğru koşarken. Kendimi onun kollarına attığımda onunla Ark'tan kaçan beş yaşındaki kızdım yeniden.
"Kat..." dedi annem anında beni göğsüne bastırıp. "Kat neler oluyor?"
Konuşmak istesem de hıçkırıklarımın arasından yolunu bulabilen tek kelime yoktu. Moxie'nin aynı soruyu Tyron'a sorduğunu, onun kısaca olanları anlattığını duysam da ne ağlamayı kesebilmiş, ne de annemi bırakmıştım.
"Kat..." dedi annem Tyron sustuğunda. Kollarımdan tutup beni zorla kendinden uzaklaştırmıştı yüzüme bakmak için. "Kat, sakin ol. Sen elinden geleni fazlasıyla yapmışsın. Bundan sonrasını bana bırak. Her şeyi halledeceğiz, tamam mı?"
Başımı dehşetle iki yana salladım. "Onu kurtaramadım! O... o kız... kurtaramadım anne! Öldü! O çocuğu kurtaramadım!"
Annem muhtemelen beni teselli edecek bir şeyler söyleyecekti. Ama bir şeytan vardı beni dürten. Kalbime sapladığı çatalla bir anda kurtulmuştum annemin elinden. Arkamı dönüp Tyron'ın üstüne atlamam bir oldu.
"Hepsi senin suçun!" diye bağırdım onu göğsünden itip. "Hep... si... senin... suçun! Senin, babanın, kurduğunuz o lanet sistemin!"
Tyron bir an şok içinde yüzüme baktı. Yaptığı onca yardımdan sonra sözlerimi hemen anlamamış gibiydi. Ama sonra... kaşları çatıldı, karanlık gözlerine oturdu. "O lanet sistem insanlığın hayatta kalmasını sağladı!" diye karşılık verdi öfkeyle. "O sayede hala nefes alıyorsun! O sayede devam ediyor yaşam!"
O ana kadar bir insan gibi davranmayı başarmışsa da sonunda onu çileden çıkarmış, gerçek yüzünü göstermeye zorlamıştım işte. Güzel! diye düşündüm. İyi bir dövüş için parmaklarım karıncalanıyordu. Bu çaresizliği bedenimden söküp atmak için bir günah keçisine ihtiyacım vardı ve en büyük günahkar kanlı bir savaş için tam karşımda duruyordu. Annemin arkamdan bana seslendiğini duysam da durmayacaktım.
"Siz sadece kurtulmasını istediğiniz insanların hayatta kalmasını sağladınız," diye bağırdım tükürür gibi. "Seçilmişleri ayırdınız ve geri kalanları ölüme terk ettiniz. Bize bir yaşam hediye ettiğinizi mi sanıyorsun? O zaman kafanı bir kez olsun kaldırıp Ark'ın dışına bakmamışsın demek ki!"
"Kat yeter bu kadar, sakinleş!"
Annemin elinde kurtulup yeniden Tyron'a yanaştım. Hem ağlıyor hem bağırıyordum. "Pis işleriniz için insanları kullanıp bir de onları cezalandırma hakkı buluyorsunuz kendinizde! Yolladığınız o robotların ne bok yediğini görmüş müydün hiç ha? Söyle! Ya da dur, söyleme bir şey. Etrafına bak Tyron Noah. Tek bir emrinizle öldürdüğünüz onca adama bak!"
"O adamlar isyankardı," diye karşılık verdi Tyron. "Onlar yüzünden fabrikalar çalışmıyordu. Düzeni bozmak istediler! Ark'a saldırdılar, yaktılar, yıktılar! Ne yapsaydık ha? Bıraksaydık da her şeyi yok mu etselerdi?"
İşte bu son noktaydı. "Şuna bak!" diye bağırdım onun yakasına yapışıp. Kolum az ötemde cansız yatan küçük bedene uzanmıştı. "Şuna bak lanet olası ve bana o kızın hangi düzeni bozduğunu söyle? Hangi sisteminize karşı geldi? Hangi kuralınızı çiğnedi, neyi yaktı, neyi yıktı? Konuş! Konuş Allah'ın belası konuş!"
Tyron ceketini delip geçen kedi tırnaklarıma rağmen heykel gibi hareketsiz duruyordu. Şimşekler çakan koyu bakışları üzerimde, bedeni kaskatıydı. Son sözlerimle paralize olmuştu sanki. Bana karşılık verse içimdeki hiddetli canavarı bir nebze sakinleştirebilirdim. Öyle kasmıştım ki kendimi sinirden birbirine çarpıyordu dişlerim. Yine de göz yaşlarımın oluk oluk akmasına engel olamamıştım. Bu zayıflıktan, kendimden, karşımdaki bu oğlandan ve bana hatırlattığı her şeyden nefret ediyordum. O an belimi kavrayan güçlü kol beni Tyron'ın üzerinden aldığında sinirle tepindim, ama Moxie'yi alt etmem imkansızdı.
"Kat yeter!" diye bağırdı annem. Hayır, annem değil, Dr. L.'di bu kez konuşan. En büyük savaşları bitirecek, düzeni yeniden kuracak o ton vardı şimdi sesinde. Dışarıdaki kaosu sahiden de noktalayabilirdi belki. Ama bu kez onun iyileştirebileceğinden çok daha büyüktü kalbimdeki çöküş.
"Hayır yetmez!" dedim Moxie'nin beni bıraktığı yerde titreyerek. "Yetmiyor. Ne yaparsak yapalım ne kadar uğraşırsak uğraşalım yetmiyor işte. Bundan sonra da yetmeyecek. Onların kurduğu bu aptal sistemi hiçbir güç bozamıyor. Ve bu yüzden her gün masum insanlar ölmeye devam edecek! Başka kız çocukları gelecek buraya ve biz cesetlerine bakıp onları unutmaya, yaşamaya devam etmeye çalışacağız! Allah kahretsin! Allah... kahretsin!"
Yaşlar yeniden gözlerime hücum etmişti sözlerimin bitmesiyle. Beni toparlayabilecek bir cevap, bir teselli, bir umut yoktu artık bu laboratuvarda. Ben de son bir kez tüm nefretimle Tyron'a baktım ve tünellere koştum.
Dr. L. sonunda evine dönmüştü. Ve böylece ben ruhumdan bir parça daha kaybederek mesaimi tamamlıyordum.
***
-BÖLÜM SONU-
Gözlerde bir damla yaşla bölümü bitirdiğinizi tahmin ediyorum. Kat'in sözlerini duyup içi burkulmayan olacağını sanmam. Tyron'a bile kal gelmiş gibi... Ne dersiniz hayatı boyunca babasından öğrendiği, gördüğü, bildiği doğruları yıkmaya yeter mi bugün yaşadıkları?
Ve Kat, insanları kurtarmak uğruna tüm nefretini yutup düşmandan yardım aldı. Ne dersiniz belki o da Noah kardeşlere farklı bakmaya başlar bugünden sonra, ha?
Ah, tabi bir de Dr. L. var. Gittiği yerden döndü. Ama nereye gitmişti ki? Ve bizim oğlanlarla ilgili ne yapacak?
Her zamanki gibi muhteşem tahminlerinizi bekliyorum :)
Öpücükler, sevgiler, kalpler
E.Ç.
ÖNEMLİ NOT: SİZİ ÇOK SEVİYORUMMM OKURLARIM, İYİ Kİ VARSINIZ!!!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top