Bölüm 3

Selamlar canlar,

Yepisyeni bir bölümle geri döndüm!! Bu kez sahiden 2 bölüm uzunluğunda oldu, işin içine heyecan girince elimden kaçıveriyor :D

Neyse hadi keyifle okuyun :))

E.Ç.

***

I'm uncontrollable, emotional, chaotically proportional
I'm visceral, reloadable
I'm crazy, I'm crazy, I'm crazy, I'm crazy

***

BÖLÜM 3

Kat

"Yavaş ol çocuk! Yavaş!"

Yavaş diye geçirdim içimden burnumdan soluyarak. Bu sabah kaçıncı kez bu kelimeyi duyuyordum? On, yirmi, elli, yüz? Yavaş ol Kat! Konsantre ol Kat! Kontrolünü kaybediyorsun Kat!

Elbette kontrolümü kaybediyordum. Çoktan kaybetmiştim hatta. Beynim bu hızla çalışırken bedenimin yavaşlaması mümkün değildi ki. Bombalar patlıyordu tenimin altında. Atlıyor, zıplıyor, duvarlara tırmanıyor, yine de ateşimi söndürmeyi başaramıyordum. Elbette Moxie de farkındaydı bunun. Özellikle üstüme geliyor, sınırlarımı zorluyordu. Beni defalarca kez yere sermiş, duvara yapıştırmış, yeleğimi delik deşik etmişti. Yine de pes etmiyordum. Kolumdaki kesiğe bakmak için sadece bir saniye durup yeniden saldırıya geçtim.

Hayır, bir savaş değil, sadece Moxie'yle düzenli yaptığımız eğitim çalışmalarından biriydi bu. Tünellerin arasında bu iş için ayırdığımız koridorda buluşmuştuk çoğu sabah olduğu gibi. Onunla tanıştığımız günden beri bu acımasız dünyada nasıl hayatta kalacağımı gösteriyordu Moxie bana. Dövüşmeyi, silah kullanmayı ve yeri geldiğinde kaçmayı ondan öğrenmiştim. Çoğunlukla diğerleriyle birlikte, ikili üçlü gruplar halinde antrenman yapardık. Ama bugün benimle yalnız kalmak istemişti Moxie. Bunun biricik annemin talebi olduğunun farkındaydım elbette. İyice sinirimi atıp aklımı başıma toplamamı istiyordu Dr. L. Ne yazık ki şu ana kadar bu konuda hiç yol katedememiştim.

Bir saatten fazla çalışıyor olmalıydık. Her zamankinden bin kat daha berbat bir öğrenciydim bu sabah. İçimden atamadığım öfke bana öğretilen her şeyi silmişti sanki. Hiçbir teknik düşünmeden sadece saldırmış olmak için saldırıyordum. Şu ana kadar ağzımın payını fazlasıyla aldığımı söyleyebilirdim. Yine de yılmadan bana komutlar vermeye devam ediyordu Moxie.

"Aklını kullan Kat!" dedi ben geride kalan tek silahım olan bıçağı yüzüne salladığımda. Kolaylıkla kolumu ters çevirip bileğimi bükmüş ve beni etrafımda çevirip kolunun altına kıstırmıştı. Gerçek dünyada tam şu an ölmüş olurdum. Bunu anlamamı ister gibi birkaç saniye boğazımı sıkmaya devam etti Moxie. Sonraysa beni sırtımdan itip kendinden uzaklaştırdı.

"En son on yıl önce bu kadar berbat dövüşüyordun," dedi elinin tersiyle ağzını silip.

Haklıydı elbette. Ama bu domuz gibi somurtmama engel olmamıştı. "Belki de düşündüğün kadar iyi değilimdir," dedim ters ters. Zaten dün sergilediğim acınası performanstan sonra kimse aksini iddia edemezdi. Bir ceylan yavrusu gibi avlamıştı beni o lanet olası çocuk. Ne ondan kaçmayı başarabilmiş ne de yaptığım planın sonunu getirebilmiştim. Ve diğerleri zamanında yetişmemiş olsa belki bugün burada bile olmayacaktım. Kaldıramıyordum işte bu gerçeği. Katlanamıyordum ona, o adamın oğluna yenilmiş olma fikrine. Bedenimde sızlayan her köşe beceriksizliğimi yüzüme çarpmak ister gibiydi.

Bu da yetmezmiş gibi bir de Lee'nin söylediği yalan vardı. O çocuğu aramıza sokan, yanımızda kalması için annemi ikna eden bendim. Onca zaman hayatımı elimden alan düşmanımın oğluna hayat vermek için uğraşmıştım bir ahmak gibi. Aptal Kat! Aptal, aptal, aptal!  Ruby'nin söylediği tüm sözleri sonuna kadar hak ediyordum. Korkunç bir belayla baş başa bırakmıştım sevdiğim herkesi. Ve o bela laboratuvarımızın ortasında çözümsüz bir problem olarak bekliyordu hala.

Bir kez daha dudaklarımı dişlemeye başlamıştım sinirden. Dövüşmeli, daha çok hırpalanmalı, bir şekilde bu öfkeyi içimden atmalıydım. Ama hareket etmeden, çatık kaşlarla beni izliyordu Moxie. Sonunda elindeki bıçağı duvara asılı hedef tahtasına fırlatıp bana doğru ilerledi. Bu, dersimizin bittiği anlamına geliyor olmalıydı. Hayır, henüz değil! demek istedim bir anlamı olmadığı halde. Hala göğsümde patlayan enerjiyle ne yapmalıydım şimdi ben? Tünellerde beş on kilometre koşsam en azından elimin kolumun titremesine engel olabilir miydim?

"Katy..." dedi Moxie elini omzuma koyup. Eyvah! dedim içimden. Belli ki ağır bir nasihat geliyordu, çünkü sadece berbat bir durumda olduğumu düşündüğünde zırhını indirip bana böyle seslenirdi Moxie. Ne de olsa sahip olduğum babaya en yakın şeydi koca adam.

"Beni avutmana gerek yok," dedim tüm huysuzluğumla. "Hatamı biliyorum."

Moxie'nin gözleri kısılmıştı. "Ve neymiş o hata?" diye sordu merakla. Kollarımı göğsümde bağlayıp başımı başka bir yöne çevirdim. Bacağımı sallıyor, alt dudağımı dişliyordum. "Neymiş yaptığın hata?" diye üsteledi Moxie ben cevap vermeyince. "Karşındakinin gücüne, boyuna bakmadan son ana kadar, pes etmeden savaşmış olman mı? Kafanı kullanıp rakibine üstünlük sağlayacak yollar araman mı? Sayende Noah'nın iki oğlunun da elimizde olması mı? Söyle çocuk, hangi hatadan bahsediyorsun sen?"

Böyle anlarda ondan nefret ediyorum. Asla lafı dolandırmaz, senin dolandırmana da müsaade etmezdi. Verecek hiçbir cevabım olmadığından bakışlarım yere düştü. Ama Moxie çenemden tutup kendine bakmaya zorlamıştı beni. "Sen tam da olması gerekeni yaptın Kat," dedi iyice üzerime eğilip. "Yalnız başına o çocukla baş edemezdin, sen de ekibine güvenmek istedin. Laboratuvarın boş olması senin değil, diğerlerinin suçuydu. Protokolü biliyorlardı ve yine de uymadılar. Buna rağmen o koku zımbırtısını kullanmayı akıl ettin. Bu sabah değil, ama dün orada gerçekten iyi bir öğrenci olduğunu kanıtladın. O yüzden, ben düzeltmeden kendin topla o suratını!"

Moxie'nin dudağının sağ kenarı yukarı kıvrıldığında karşılık vermeden edememiştim. Bir an, çok kısa bir an, Moxie'ye sarıldığımı, o saçlarımı okşarken gözlerimi yumduğumu hayal ettim. Ama ne o bana bu şefkati verebilecek baba ne de ben onun kızıydım. Bunun yerine yanağıma yalandan bir tokat atıp "Hadi," demişti. "Bugün yeterince dayak yedin. Git ve sinirini hastalarından çıkar biraz da."

Dersin de motivasyon konuşmasının da burada bittiğini belli etmek istercesine benden uzaklaştı ve köşeye dizdiği silahları toplamaya koyuldu. Ben de üzerimdeki eğitim yeleğini çıkarıp onun yanına bıraktım. "Teşekkürler Moxie," demiştim arkamı dönmeden, ama bana bakmadan elini havada savurarak kendi dilinde kaybolmamı söyledi. Onu ikiletmemiştim. Ter içinde kalmış saçlarımı ellerimle havalandırıp tünel boyunca ilerledim.

Kaslarım iyice ağrımaya başlamadan sıcak bir duşa ihtiyacım vardı. Yeni dünyada su bir problem olmayabilirdi, ama sıcak su kesinlikle öyleydi. Özellikle de bu yer altı tünellerinde. Şu an Ark'taki evlerdeki küvetlerden birinin içine uzanıp saatlerce köpüklerin arasında kalmak öyle çok isterdim ki... Ama beni bekleyen umumi bir banyo ve tek bir delikten ip gibi akan kaynar suydu. Yine de bu pis kıyafetlerden kurtulduğumu düşünmek adımlarımı hızlandırmıştı. Önce odama gidip temiz kıyafetler ve havlu aldım, sonra da yeniden tünellerin içinden banyoya ilerledim.

Bilmeyen biri için bir labirentti yer altı. Oysa benim gibi karanlıkta büyümüş bir kız için büyük bir evin odalarından farksızdı. Ortak mutfak, ortak banyo, çamaşırhane, antrenman sahası, laboratuvar, odalarımız... Hepsi ve her şey müthiş bir düzendeydi benim için. On beş yaşıma kadar annemle aynı yerde kalıyor olsak da on altıma bastığım gün Moxie benim için hazırladığı küçük deliğe götürmüştü beni. Fazla bir şeyim yoktu, bir yatak, bir dolap, tuvalet ve Ark'tan aşırılmış kitaplar yığını... Yine de bu özgürlüğü sevmiştim.

Ace, Ruby ve Moxie de bizim gibi tünellerde yaşıyordu. Ruby'yi annem, Ace'i ise Moxie bulmuştu onlu yaşlarında. Birinin ailesi fabrikada çıkan patlamada ölmüş, diğerininkini dronlar vurmuştu. Teneke şehirde bile gidecek bir evleri olmamasıydı onları anneme ve bu pis tünellere bu kadar bağlayan sanırım. Ace annemin yanında tanıdığım en iyi bilim adamlarından birine dönüşmüş, Ruby'yse operasyonların başına geçmişti. Ark'a yaptığımız akınlar, kaçırdığımız malzemeler, hasta ziyaretleri, hepsi onun kontrolündeydi artık.

Moxie'ye gelince... o asla konuşmazdı geçmişi hakkında. Onun da annem gibi bir zamanlar Ark'ta yaşadığı dışında hiçbir şey bilmiyordum. Ama silah ve savaş bilgisine bakarak onun sıradan bir adam olmadığını söyleyebilirdim. Bizi koruyan, onlarca insana yardım edebilmemizi sağlayan onun kurduğu sistem, tasarladığı tuzaklar ve eğittiği insanlardı.

Çoğu sabah antrenmanında ekiple birlikte olduğumuzdan banyoda yalnız kalmak bir hayaldi benim için. Ama en azından bugün diğerlerinin çoktan işlerini halledip laboratuvara geçmiş olacağını umuyordum. O yüzden akan suyun sesini duymadığımda önce rahatladım. Fakat sonra, böyle bir sabah karşıma çıkabilecek en büyük komplikasyonla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Ace duyduğu sesle anında arkasını dönmüş, gelenin ben olduğumu fark ettiğindeyse yüzü bariz şekilde aydınlanmıştı.

"Sıkı antrenmandı sanırım," dedi bakışları terden sırılsıklam olmuş bluzuma kayarken. Dudakları kurnazca yukarı kıvrılmıştı. "Moxie seninle baş başa çalışacağını söylediğinde hapı yuttuğunu anlamıştım."

"Sen bir de onu gör," dedim ukala bir tebessümle ona karşılık verip.

Daha da büyüdü Ace'in gülüşü. Sadece belden altını örten havluya ve ıslak saçlarına bakılırsa duştan yeni çıkmış olmalıydı.  Bu görüntünün aklıma getirdiği anıları uzaklaştırıp aynanın önüne gittim ve eşyalarımı tezgahın üzerine dizmeye başladım. Söz verdin diye geçiriyordum bir yandan içimden. Kendine biz söz verdin! Ve elbette Flame'e de...

Ama bu sözden tamamen bihaber olan Ace aramızdaki mesafeyi kapatıp arkama geçmişti. "Çamur içindesin..." dedi saçlarımı kenara çekip boynumu ortaya çıkartırken. Parmakları güya lekeleri silmek için ağır ağır tenimi okşamaya başlamıştı. "Belki de kalıp temizlenmene yardım etmeliyim."

Elbette böyle bir şey yapmamalıydı. Bunun nereye varacağını ikimiz de biliyorduk. "Ace..." dedim onun dokunuşundan kaçmak için hamle yaparak. Ama milim kıpırdayamadan beni belimden yakalamıştı Ace. "Gitme!" diye fısıldadı kulağımın içine. Boynuma minik bir buse bıraktığında lanet gözlerimin kapanmasına engel olamamıştım. "Seni çok özlüyorum Kat. İnanamayacağın kadar çok..."

"Ace dur!"

Saçma sapan bir komuttu bu. O durmayacak bense onu durdurmaya çalışmayacaktım. Tıpkı önceki seferlerde olduğu gibi... Ace'in dudakları ağır ağır omzuma inerken baş parmağı yukarı doğru kayıp göğsümü okşamaya başlamıştı.

"Sahiden durmamı mı istiyorsun?"

Kontrolsüzce gerindim ve başımı geri bıraktım. Kimi kandırıyordum ki? Ace ve bana verdiği sıcaklık hep bir kaçış olmuştu benim için. Gerçek sorunları, öfkemi, yalnızlığımı bastırmak için kullandığım bir uyuşturucuydu. Ve tam şu an, ağrı içindeki bedenim bu hazzın içinde eriyip yok olmaya can atıyordu. Aklın da mantığın da canı cehennemeydi. Sadece kendimi bırakmak, düşüncelerimden kurtulmak ve kalbimin üstündeki baskıdan özgürleşmek istiyordum.

Ace için durum biraz daha farklıydı. Onun bana karşı olan hislerinin de o hislere asla karşılık veremeyeceğimin de farkındaydım. Tam da bu yüzden bu yaptığımız kaçamaklara bir son vermek konusunda söz vermiştim kendime. Flame eninde sonunda Ace'in kalbini kıracağımı söylüyordu.  Bir gün herkesin ruh eşini bulacağına inanan hayalperest bir aşk kadınıydı o. Ama ben Flame değildim, Ace de onu defalarca kez itmeme rağmen bir yere gideceğe benzemiyordu. Diğer eli pantolonumdan içeri kayıp bacaklarımın arasına uzanmıştı bile. Ah... beni nasıl dize getireceğini öyle iyi biliyordu ki...

İyice ıslandığıma emin olana kadar parmakları üzerimde çalışmaya devam etti ve sonra, bir anda beni kendine çevirip tezgahla bedeni arasına sıkıştırdı. Aynı anda dudaklarımız birbirini bulmuş, kollarım onun etrafına dolanmıştı. Üzerimdeki atleti çekiştirip çıkardı. Anında sutyenimden kurtulmuş, dili bu kez çıplak göğüslerime uzanmıştı. Ben de boş durmuyordum elbette. Kuyruğum bacaklarına dolanıp kasıklarına ulaştığında zevkle inledi Ace. Onu hazdan çıldırtabilirdim bu şekilde. Ama, hayır, bugün oyun oynamak değil doğrudan gök yüzüne tırmanmak istiyordum. Hemen, şimdi! O diliyle göbeğime doğru ilerlerken tırnaklarımı sırtına geçirip onu yukarı çektim.

Göz göze geldiğimiz an Ace arzumu karanlık bakışlarımda yakalamış olsa gerek belindeki havluyu tutup attı. Çoktan çözmeye başlamıştım ben de kemerimi. Bir an sonra dizlerimin üstünde duruyordu pantolonum. Çıkarmaya bile uğraşmadım, çünkü içimdeydi artık Ace. Beni belimden kavrayıp tezgahın köşesine oturtmuş, avucunu destek için aynaya yapıştırmıştı.  Daha da derine batırdım tırnaklarımı. Hırsımı karşımdaki oğlandan çıkartır gibi ileri geri hareket ediyordum onunla. Nefes nefese kalmıştık ikimiz de. Benim kadar ter içindeydi artık Ace de. O an herhangi biri girebilirdi banyoya ve ben bunu bile umursamıyordum.

"Kat..." diye hırladı Ace dişlerini boynuma geçirip. İstese zehriyle beni şuracıkta öldürebilirdi, ama o beni uyuşturacak kadarının kanıma karışmasına izin vermişti. Ah... işte beni her defasında onun kollarına geri getiren his buydu. Havai fişekler patlıyordu kapalı gözlerimin ötesinde. Boynumdan tüm bedenime yayılan sıcaklık kaslarımı ele geçirmişti az sonra. Acılarım hafifliyor, sızılar diniyor, beynimi kemiren düşünceler buharlaşıyordu. Sadece Ace ve içimdeki varlığı kalmıştı geriye. Yüz kat, bin kata daha fazla hissediyordum her hareketini, tenime her dokunuşunu.

Bir an -zirveye tırmandığım, o dağın tepesinde asılı kaldığım kısa bir an- sahiden de dünya durmuştu. Baskı yoktu, öfke de nefret de gitmişti. Kaçtığım tüm hisler eşit mesafede havada süzülüyor, ama bana ulaşamıyordu. Nasıl da isterdim hep burada kalabilmek. Geçmişi düşünmemek, gelecekten korkmamak, sadece şu anda asılı kalmak... Ama bu sahte masal gözlerim aralanana kadar sürdü. Haz sona ermiş, kanımdaki zehrin etkisi dağılmıştı. Şimdi, Ace'in birkaç santim ötemdeki varlığı bacaklarımın arasındaki yapışkan ıslaklık kadar can sıkıcıydı.

Başını kaldırıp beni izledi Ace. Yüzümde dolanan bakışlarında yine o huzursuz edici ilgi vardı işte. Ve ben her yakınlaşmanın bu bağı kuvvetlendirdiğini bile bile yine, bencilce onunla olmayı seçmiştim. Kendimi onun altından kurtarmayı denediysem de eli bana uzandığından hareket edemedim. "Bunu her sabah yapmaya ne dersin," dedi Ace yüzüme düşen saçı nazikçe kulağımın arkasına takıp. "Ya da her öğlen, her akşam, her boşlukta..." Dudağımın kenarından başlayıp yanağıma, boynuma ve kulağımın dibine doğru buseler bırakıyordu.

"Ace..." dedim onu göğsünden itip. "Yeterince oyalandık. Duş alıp laboratuvara gitmem lazım artık."

"Benim de..." dedi keyifle. "Ama bu, duşa birlikte giremeyeceğimiz anlamına gelmiyor."

Onun dudakları benimkilere uzandığında kendimi hızla onun altından kurtarıp uzaklaştım. "Buna vaktimiz yok. Bugün vizitem var, Fitz söylenmeye başlamıştır bile. Hadi."

Özellikle bir şey demesine izin vermeden arkamı dönmüş ve yere eğilmiştim. Ben botlarımı çözer, pantolondan tamamen kurtulurken Ace'in sessizce beni izlediğini biliyordum. Omuzumun üstünden tek bir bakış atsam peşimden gelecekti. Belki de buna izin vermeli, duygularımdan kaçtığım anları birkaç dakika daha uzatmalıydım. Ama büyü bozulmuş, gerçek hayat yeniden mideme oturmuştu. Ben de kendimi kabinin içine attım, etimi delip geçen kaynar suyun altında durdum ve üzerimdeki pisliği silip götürmesini bekledim. Nasılsa kafamın içindeki bulanıklığa kimsenin yapabileceği bir şey yoktu.

Sonunda işimi bitirip üstümü giyindiğimde Ace çoktan hazırlanmış beni bekliyordu. Ben kirli kıyafetleri çamaşır dolabına sıkıştırıp çıkışa yöneldiğimde o da tezgahtan atlayıp peşimden yetişti. Tanrım... keşke bu kadar mutlu görünmeseydi. Islak saçlarımız ve kızarmış yanaklarımızla yan yana laboratuvara girdiğimiz an Flame'in ve muhtemelen diğer herkesin yediğimiz boku anlayacağına emindim. Aferin Kat! Kararlılık dediğin tam da böyle olur!

"Bugün seninle Fitz mi çıkıyor viziteye?" diye sordu Ace sessizlikten rahatsız olduğunda.

Başımı salladım. "On beşinci bölgedeyiz. Yetişirse on altı."

Ace yüzünü ekşitip yandan bana baktı. "O en son yangın çıkan yer değil miydi?"

Korkunç görüntü gözümün önünde belirince kaçabilirmişim gibi başımı yere çevirdim. Bir ay önce Ark'tan silah kaçırdığı ortaya çıkan iki adamın peşine düşmüştü dronlar. Muhtemelen Moxie'nin de sık sık iş yaptığı kaçakçılardı. Kovalamacada açılan ateş sadece adamların işini bitirmekle kalmamış, başlayan yangında onlarca insanı da berberinde götürmüştü. Geride kalanları iyileştirmek için teneke şehrin tek hastanesi yeterli değildi elbette. Ne zaman, neye yetmişti ki zaten? Ağır olanlara laboratuvarda, kalanlara ise olay yerinde müdahale etmiştik.

O gün kurtaramadığımız pek çok insan vardı. Yananlar, yıkılan evlerin altında kalanlar, denize düşüp su canavarlarına kurban gidenler... Ama yaşama tutunanlara yardım etmeye devam ediyorduk. Bu viziteler de bu yüzden önemliydi zaten. Dokunduğumuz onca hayat asla ulaşamayacakları tedaviyi alıyorlardı sayemizde. Ve ne kadar berbat hissettirirse hissettirsin bugün oraya dönmeye can atıyordum içten içe. Operasyonlarını yaptığım iki kardeş beni bile şaşırtıp hayatta kalmayı başarmışlardı. Genlerine yaptığımız modifikasyonlar asla iyileşmeyecek yaralarının kapanması içindi. Ve hiçbir şey değilse de o çocukların iyileştiğini görmek için bile teneke şehrin pisliğine dalmaya değerdi.

Sonunda tüneller bizi laboratuvara getirdiğinde doğrudan ana platforma yönelen Ace'in aksine vagonlara doğru ilerdim. "Önce anneme bakacağım," diye açıklamıştım o bir şey soramadan. Ama ikinci adımında Fitz karşıma çıkıp bir duvar gibi yolumu kesti.

"Hiç gelmeyeceksiniz diye düşünmeye başlamıştık," dedi önce bana sonra iki adım ardımdaki Ace'e manidar bir bakış atıp. Yokluğumuz o kadar fark edilmişti demek. Şahane!  Çoktan silahlarını kuşanmış, ilaçları ve ekipmanı taşıyan çantayı sırtlamıştı Fitz. Belli ki düşündüğümden de fazla zaman kaybetmiştim Ace'le. 

"Malzemeleri alıp hemen geliyorum," dedim suçluluğumun sesime yansımamasına çalışarak. "Sen beni bekleme, ben asansörde sana yetişirim."

"Sen bugün benimle gelmiyorsun," dedi Fitz çantanın kayışlarını belindeki tokaya tuttururken.

"Ne demek sen gelmiyorsun?"

Omuz silkti Fitz. "Doktorun isteği... Bugün Ace'le ben çıkıyoruz. Sen Flame'le burada kalacaksın."

Anlamamıştım. "Bugün benim sıram!" dedim abartılı bir öfkeyle. Kendimi bu laboratuvardan ve Noah kardeşlerden kurtarmaya öyle hazırlamıştım ki... Üstelik, beni bekleyen hastalarım vardı. Ama Fitz'in şaşkın suratı buradaki karar merciinin o olmadığını açıkça gösteriyordu. Ben de "Bir yere kaybolma sakın!" deyip vagonlara meylettim. "Annemle konuşup geliyorum."

Bu kez de sözleriyle durdurmuştu Fitz beni. "Doktor burada değil Kat. Ruby'yle çıktılar. Halletmeleri gereken bir iş varmış. Moxie de onlarla. O yüzden senin burada kalmanı istedi. Flame... biliyorsun işte. Panikleyebiliyor bazen. Özellikle Lee için... bir şey olursa diye... en iyi senin göz kulak olacağını söyledi."

Midem kaskatı olmuştu. Dr. L. ve Ruby hiçbirimize söylemedikleri bir iş için çıkıp gitmişlerdi yani. Çok saçmaydı bu. Operasyonları önden planlar, tüm detayları haftalık toplantıda harfiyen konuşurduk. Ark'a yapılacak akınlar, ilaç nakliyatı, viziteler, laboratuvardaki hastalar, hatta o gün kimin yemek yapacağı bile belliydi. Oysa annem beni bile beklemeden, kimseye açıklama yapmadan kayıplara karışmıştı. Bunun içerideki iki oğlanla ilgili olduğuna neredeyse emindim. O an annemin sözleri yankılandı kafamın içinde. Bunu bana bırak Kat. Bir şeyler düşüneceğim. Evet, ama ne anne? Ve neden ben değil de Ruby?

"Harita ne diyor peki?" diye üsteledim sinirle. "Nereye gittiklerine bakmadın mı?"

Fitz başını iki yana sallamıştı. "Doktor özellikle takip sistemini devre dışı bırakacaklarını söyledi. Güvenlik için gizli kalması gerekiyormuş."

Bu iş her an daha da garipleşiyordu. Ace'le göz göze geldiğimizde onun da kaşlarının çatıldığını gördüm. "Moxie geride adamlarından birini bıraktı mı peki?" diye sordu şüpheyle. "Laboratuvarı kim koruyacak?"

Fitz emin değildi. "Bildiğim kadarıyla hayır. Belki işleri kısadır. Ondan gerek duymamıştır."

Belki de öyleydi. Yine de sabah bana attığı nutuktan sonra Moxie'nin kendi koyduğu güvenlik protokolünü esnetmiş olması garipti. Kural belliydi. Her zaman ve her koşulda en az üç kişi olmalıydı laboratuvarda. Biri hastalarla ilgilenmek, diğeri ikisi güvenlik için. Tünellere kurduğumuz tuzakları aşıp bize ulaşabilen henüz olmamıştı, ama işi asla şansa bırakmazdık. Teneke şehirde pek çok hasta insan, bizdeyse onları iyi edecek güç vardı. Zaman zaman vizitelerde bile zorluk çıkaranlar olur, çaresizlikten saçma şeyler yaparlardı. Oysa bugün annemin öyle önemli başka bir planı olmalıydı ki laboratuvarın güvenliği ikinci planda kalmıştı.

"Bugün sen yalnız çık," dedi Ace bir anda Fitz'e. "Ben kızlarla burada kalayım. Ne olur ne olmaz."

Mantıklı olan bu öneriyi kabul etmekti. Buna rağmen "Hayır!" dedim hemen. "On beşinci bölge en kötüsü. İkiniz ancak yetiştirirsiniz onca ev ziyaretini. Mutlaka ilaç gitmesi gereken hastalar var. Sonraki ziyareti bekleyemezler."

"Ama..." 

"Merak etme, biz Flame'le idare ederiz. Zaten Fitz haklı. Muhtemelen işleri kısa sürecek annemlerin. Aksi halde Moxie bu riske girmezdi."

"Kızı duydun işte!" dedi Fitz yeniden itiraz etmek için ağzını açan Ace'i susturup. "Hazırlan hemen de yola koyulalım artık. Dışarı çıkma yasağından önce geri dönemeyeceğiz bu gidişle."

Haklıydı. Saat yedide tünellere girmemiş olmaları durumunda dronların açık hedefi olurlardı. O yüzden de Ace hala tereddüt içinde olsa da sonunda ikna olmuş, son kez bana bakıp ekipmanlarını almak için malzeme vagonuna koşturmuştu. Bir dakika sonra dışarıya çıkmaya hazır bir halde geri döndüğünde "Telsizimiz açık," dedi. "Bizi mutlaka arada haberdar et. Eğer bir şey olursa da protokolü biliyorsun. Laboratuvarı derhal kapatın. O zaman kimse içeri giremez."

Başımı sallamakla yetindim. Fitz yandan tek kaşı havada bizi izliyordu. Ace'in bu aşırı korumacı tavrı benden daha çok onun hoşuna gitmiş gibiydi. "Buralar sana emanet kedicik," dedi arkasını dönemden önce göz kırpıp.

Başka bir zaman olsa ona hemen karşılık verip sefil bir sürüngen olduğunu söylerdim. Ama bugün somurtmakla yetinip geride bırakılmış şımarık bir çocuk gibi çenemi sıkarak vagonların arasına dalmıştım. Kuyruğum canımın sıkkın olduğu her an olduğu gibi başına buyruk sağa sola sallanıyordu peşimde. Onlarca farklı ihtimal dolanmaya başlamıştı bile kafamın içinde. Annemin gidebileceği yerler, konuşabileceği insanlar, yapabileceği hamleler... Yanına Ruby'yi değil de beni almış olsa tüm bunları da düşünmeme gerek olmazdı ya, Dr. L. seçimini kızı yerine sağdık sağ kolundan yana yapmayı daha uygun görmüştü.

Belki de... dedi iç sesim o an. Belki de Ruby'nin önerisini dinlemeye karar verdi de ondan... Anında göğsümü sıkıştırmıştı bu düşünce. Başımı sallayıp hemen uzaklaştırdım bu saçma ihtimali. Annem asla böyle bir şey yapmazdı, yapamazdı. Muhtemelen sadece her zamanki korumacı tavrı yüzünden geride kalmamı istemişti. Lanet olsun! Tüm gün bunu düşünerek kafayı yemek istemiyorsam dikkatimi derhal başka bir şeye vermeliydim. Mesela işime...

Flame'i bulmak için vagonları dolaşmaya başladım. O bir biyomekanik uzmanıydı. O yüzden onun elinden düşmeyen icatlarından birinin üzerine çalıştığına emindim. Oysa dört vagon sonra arkadaşımı güvenlik bölümünde, ekranların karşısında bulmuştum. Kahvaltı kasesi elinde olduğu halde yemiyor, pür dikkat içine düştüğü görüntüyü izliyordu.

"Ne yapıyorsun?" dedim ona doğru yürürken. Ama "Hişt," deyip beni susturmuştu. Onun bu denli merakla ne seyrettiğini anlamak için üzerinden monitöre doğru eğildim. Ama daha görüntüyü kavrayamadan tanıdık ses gelmişti kulağıma.

"Anlamıyorsun Ty," diyordu Lee. "Onları tanımıyorsun. Neler yaptıklarını görmedin."

"Ve sen gördün mü?" diye bağırdı Tyron kendi kafesinden. "Sadece bir aydır buradasın Lee ve onları tanıdığını mı söylüyorsun?  Seni de beni de bir sıçan deliğine tıkmış bir avuç kaçaktan bahsediyoruz ikimiz de değil mi?"

Tyron öfkeyle cama vurduğunda ben de sinirle dişlerimi sıktım. Doğrudan onları gören kameralardan canlı gelen görüntüydü bu. Saldırgan hastalar ve bazı hayvanlar için nadiren kullandığımız özel odaların içindeydi iki oğlan da hala. Onları zapt etmek için düşünebildiğimiz en iyi yol buydu. Ne de olsa daha önce kimseyi tutsak almak zorunda kalmamıştık. Dün Tyron Noah'nın kayışları nasıl kopardığını gördükten sonra kimsenin bir daha onu o delikten çıkarmak isteyeceğini sanmıyordum. Zaten ancak kafasına doğrultulmuş üç farklı silah zoruyla geri dönmüştü kafesine. Suratına bakılırsa sakinleşmek yerine daha da artmıştı öfkesi laboratuvarda geçirdiği gecenin sonrasında. Öte yandan Lee tıpkı onu bulduğum günkü kadar soluk ve hasta görünüyordu.

"Onlar iyi insanlar Ty," dedi abisi gibi cama yanaşıp. "O tünelde ölüme terk edebilirlerdi beni, o zaman koklayarak ancak cesedimi bulurdun. Ama bana yardım ettiler. İyileşmem için uğraştılar. Aralarına aldılar beni Ty.  Bildiğimizin ötesinde bambaşka bir dünya olduğunu gösterdiler bana."

Tyron sinirle güldü. "Haklısın, sahiden de bildiğimizin ötesinde bambaşka bir dünya varmış. Burnumuzun dibine koca bir laboratuvar inşa etmişler. Hem de Ark'tan çaldıklarıyla!"

"Bu laboratuvardan bahsetmiyorum ben Ty. Dışarıda, teneke şehirde insanlar nasıl yaşıyor hiç görmedin sen. Bir defa olsun duvarın ötesine geçmemize izin vermedi babam."

"Çünkü bu dronların işi!" diye kendini savundu Tyron. "Ark'ın dışında sadece robot ordu görevli!"

"Kalbi olan kimse o dehşete katlanamaz da ondan!" diye bağırdı Lee. Onun da sabrı kalmamış gibiydi.  Abisi ondan böyle bir çıkış beklemiyor olsa gerek bir an sessizlik oldu. Sonra sıkıntıyla nefes verip alnını cama yasladı Lee ve gözlerini yumdu. "Ben gördüm Ty," dedi yorgun bir sesle. "İnsanların nasıl bir sefalet içinde yaşadıklarını, nerelerde çalıştıklarını gördüm. O üst üste binmiş paslı evlerin arasında dolaştım onlarla. Bir ay diyorsun ya... o bir ayın her günü yardım etmeseler ölecek onlarca insana nasıl ilaç taşıdıklarını, burada kaç kişiyi tedavi ettiklerini izledim."

Ty başını iki yana sallıyordu. Duyduklarını yalanlamak için ona öğretilen her bilgiye tutunduğuna emindim. Kardeşini terslemesini, beni daha da sinir edecek saçma sapan şeyler söylemesini bekledim. Oysa sıkıntıyla alnını ovmuş, sonra da tek kelime etmeden gidip yatağına çökmüştü.

"Zavallı Lee," dedi Flame yanımda iç çekip. "Onun için çok üzülüyorum. Şu haline bak..."

Masaya oturup yandan ters ters ona baktım. "O zavallı Lee Dr. Noah'nın oğlu Flame. Hepimize yalan söyledi. Kim olduğunu bizden sakladı."

"Kat..." Flame arkasına yaslanıp bana baktı hüzünlü gözleriyle. "O sadece bir çocuk. Hem de çok korkmuş bir çocuk... Onun yerinde olsan sen gerçeği söyleyebilir miydin? O adamın öz oğluna ne yaptığını hepimiz gördük. Ark'ı, tüm o imkanlarını bırakıp kaçmış. Neler yaşamış olabileceğini hayal et!"

Flame her zaman aramızdaki iyi kalpli, saf melek olsa da bu kez sözlerinde haklıydı maalesef. Kandırılmış olmaktan duyduğum öfkeye rağmen Lee için üzülmekten kendimi alamıyordum ben de. Omzumun üstünden yeniden ekrana baktığımda onun olduğu yere çöküp cama yaslanmış olduğunu gördüm. Bu haliyle tam Flame'in bahsettiği ürkek oğlan çocuğuna benziyordu. Gözüm hemen yanındaki kafese kaydığında yeniden sıkışmıştı göğüs kafesim. Lee ne kadar kırık dökükse Tyron o kadar yenilmez görünüyordu. Tanrım... Neden Lee sadece yardıma muhtaç, sıradan bir insan olamazdı ki? Ne yapacaktık? Nasıl çıkacaktık bu durumun içinden? Ve annem nerede, neyin peşindeydi?

"Biliyorum kızacaksın ama..." dedi Flame yeniden kahvaltısını eline alıp. "Ben diğer oğlana da üzülüyorum biraz." Dehşet içinde ona baktığımda omuz silkti. "O da aynı adamın oğlu Kat. Belli ki aynı şeyleri o da yaşamış. Sadece bedeni onca müdahaleye dayanabildiği için Lee'den daha şanslı. Yine de... Ne bileyim..."

Ona öyle bir baktım ki Flame bir kaşık lapayı ağzına tıkıp kendi sözlerini boğdu. Muhtemelen devam etse benim onu boğazlayacağımı yüzümdeki ifadeden anlamıştı. Onu lapasıyla baş başa bırakıp arka tezgahtaki su ısıtıcıya yöneldim bu saçma tartışmadan kaçmak için. Kahve içmek sadece Ark'taki ayrıcalıklı insanlar için bir alışkanlık olabilirdi. Bizse o hissi verecek en yakın alternatifle idare etmek zorundaydık. Teneke kutulardaki kahverengi haplardan birini sıcak suya atıp oluşan çamur renkli sıvıdan bir yudum aldığımda Moxie'nin getirdiği kaçak kahveyi içtiğim güne lanet ettim. Gerçeğini bilmeden bu bulamaca katlanmak çok daha kolaydı. Yine de kupamla vagonun çıkışına yönelmiştim az sonra.

"Ben hastaları kontrole başlıyorum," dedim kaseden son lokmalarını alan Flame'e.

Dolu ağzıyla hemen bağırmıştı arkamdan. "Oğlanlara da bakmayı unutma Kat. Dr. L. Lee'ye panzehirden seyreltilmiş bir doz daha vermemizi istedi."

Bunu ben de biliyordum elbette. Yine de sıra ona gelene kadar tüm vagonları dolaşmış, gözetimimizdeki hastalara tekrar tekrar bakmış, çiş molası vermiş, kahve molası vermiş, bir şeyler atıştırmış, hastaları yeniden kontrol etmiş, sonunda el mahkum ana platforma gelmiştim. Oğlanlar birbirine küs iki kardeş gibi asık suratlarla sessizce oturuyorlardı. Beni aynı anda fark edip aynı anda kaldırdılar başlarını. Ama konuşan sadece Lee'ydi.

"Kat!" demişti heyecanla ayağa fırlayıp. Onu duymazdan geldim ve malzemelerin dizili olduğu tezgaha ilerledim. "Kat konuşabilir miyiz? Lütfen?" Derin bir nefes aldım ve soğutucudan kalan panzehri çıkardım. Ben ilacı hazırlarken bana seslenmeye devam ediyordu Lee. "Lütfen Kat. Anlatmama izin ver. Yalan söylemediğimi anlayacaksın."

Şırıngayı ve ilacı sedyenin yanındaki tezgaha bırakıp kafese yöneldiğimde Lee sonunda beni ikna ettiğini düşünüp sevinçle gülümsemişti. Belimdeki silahı kafasına doğrulttuğumdaysa o gülüş dehşet ifadesine döndü ve beti benzi attı. "Kat?"

Anında ayağa kalkmıştı abisi de. Gözlerine çöken karanlık kardeşi için herkesi avlayabileceğini gösteriyordu. Onu umursamadan Lee'nin kafesinin önündeki panele yürüdüm. "Şimdi son dozu yapmak için seni oradan çıkartacağım," diye açıkladım. "Camı açtığımda sedyeye uzanıp kendini bağlayacaksın. Anladın mı?"

"Kat buna ne..."

"Anladın mı Lee?"

Sesim o kadar soğuktu ki Lee'nin titremesini gözle görmüştüm resmen. O hüzünle başını salladığında üzgünüm... diye düşündüm. Gerçekten üzgündüm, ama... güvenmek fabrika ayarlarımda gelen bir özellik değildi maalesef. İnsanın en sevdiklerinin nasıl kazık atabileceğini çok küçükken göstermişti hayat bana. Ve Lee, sadece yalan söyleyerek güvenimi kırmamış, bir de o adamın oğlu olduğunu gizlemişti benden. Hem de geçmişimle ilgili her şeyi onunla paylaştıktan sonra bile... Babasını o seçmemişti elbette, istesem de sırf Dr. Noah'nın oğlu diye ondan nefret edemezdim. Ben kendi babamı seçebilmiş miydim ki...  Ama bunu benimle paylaşmamak onun tercihiydi. Ve hangi haklı gerekçesi olursa olsun bu durumu sindiremiyordum.

"Sedyeye uzan," dedim o çekinerek bir iki adım attığında. Sedyeye tırmanıp kayışı sol bileğinde iliklerken parmaklarının titrediği gözümden kaçmamıştı. Midem yine aynı huzursuzlukla yanıyordu işte. Onun işini bitirdiğini görünce silahı belime sokup tezgaha yöneldim. Küçük bir köpek yavrusu gibi her hareketimi izliyordu Lee.

"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sorduğumda bir an umutlansa da boğazına kültür çubuğunu soktuğumda bunun sıradan bir doktor-hasta diyaloğu olduğunu fark edip bozulmuştu.

"Fena değil," diye mırıldandı dudaklarını aşağı sarkıtıp. Kalın duvarlarımı aşmanın o an için mümkün olmadığını anlamış olsa gerek ben diğer tetkikleri yapar ve panzehri verirken sessiz kalmıştı.

İşim bittiğinde "Hepsi bu kadar," dedim bir iki adım gerileyip. "Odana dönebilirsin. Yarına tüm yan etkiler geçmiş olur."

Lee yeniden "Kat..." diye başlayacak oldu. Ama bu kez bakışlarım onu susturmaya yetmişti. Çaresiz bileğindeki kayışı çözdü ve kös kös kafesine döndü. Silahı belimden çıkarmakla uğraşmamıştım bile. Zaten hepsi yan kafesten pür dikkat bizi izleyen Tyron Noah'nın görmesi içindi; Lee'nin saldırmaya ya da kaçmaya çalışacağını hiç düşünmemiştim. Zaten az sonra uslu bir çocuk gibi yatağında oturuyor ve bana bakıyordu Lee. Onu bulduğum gün nasıl kurtarılmayı bekliyorsa yine aynı arzu vardı gözlerinde. Kim bilir, belki sahiden de annem kalmasına izin verecek ve kurtuluşu bizim elimizden olacaktı. Ama bunu bilebilmem için Dr. L.'in geri dönmesi ve ne işler karıştırdığını öz kızına anlatması gerekiyordu.

Bu düşünceyle bir süreliğine rafa kaldırdığım sinirim geri gelmişti. İş... diye düşündüm. İşine odaklan! Flame'in hiç sesi çıkmadığına göre çoktan kendi köşesine kurulmuş yeni icadı üstüne çalışıyor olmalıydı. Ben de hızlıca ortalığı toparlayıp konsolun başına geçtim. Klavyeyi tuşlamamla cam panel canlanmış, hasta kayıtları listelenmişti. Tyron'ın da Lee'nin de beni izlediğini umursamamaya çalışarak isimleri taradım hızla. Bir süredir hastalığına çözüm bulamadığımız oğlanı bulunca tıklayıp dosyanın içine girmiştim.

Tüm veriler anında karşıma döküldü. Sadece on yaşındaydı Luke ve doğuştan kistik fibrozis hastasıydı. Genetik mutasyon sonucu salgı bezleri düzgün çalışmıyor, iç organlarına, özellikle de akciğerine zarar veriyordu. Ace'in oluşturduğu ilaç sayesinde salgı bezlerini kontrol altına almış, Flame'in geliştirdiği mekanik alveollerle akciğeri güçlendirmiştik. Yine de durumu düzelmiyordu Luke'un. Yeniden nüksetmişti enfeksiyon akciğerlerinde. Ve hastalık sindirim sistemine de hasar vermeye başlamıştı.

O yüzden yaşı küçük olmasına rağmen ona modifikasyon yapmaya karar vermiştik. Ve bu tam olarak benim uzmanlık alanımdı. Günlerdir onun hastalığına kalıcı bir çözüm olabilecek bir donör arıyordum. Hangi hayvan, hangi gen düzeltebilirdi Luke'un hayatını zehreden illeti? Mutasyona uğramış gene mi odaklanmalıydım yoksa zarar verdiği sistemleri güçlendirip onun etkisini ortadan kaldırmaya mı? Bir saatin sonunda o ana kadar yaptığım tüm kontrollü testlerin sonuçlarını ekranlara yansıtmış, yazı tahtasını formüllerle ve fikirlerle doldurmuş; ama başladığım noktadan bir adım öteye gidememiştim. Bir an Flame'i çağırıp benimle kafa patlatmasını istemeyi düşündüm. Ama ben yerimden kalkamadan sanki hissetmiş gibi platformun girişinde belirmişti Flame.

"Kat!" dedi bana doğru koşarken. Öyle büyük bir panik içindeydi ki anında sandalyeden fırlamıştım. Beni kollarımdan yakaladığında harika bir buluşun eşiğinde olduğunu söylemesini umdum; ama arkadaşımın gözleri dehşetle parlıyordu. "Kat... Joe..." dedi kesik kesik aldığı nefesleri arasında. "Joe... beni aradı. Ben... ben ona telsiz vermiştim. Yasak biliyorum ama... Kat... Kat o..."

"Flame sakin ol!" dedim ben de onun kollarını tutup. "Düzgünce anlat bana. Joe'ya bir şey mi oldu?"

Joe Flame'in hayatta kalan tek ailesiydi. Kimsesiz kaldıklarından beri erkek kardeşine Flame bakıyordu. Annesini, babasını ve en küçük kardeşini bir yangında kaybetmişti Flame. Babaları yosun kaçakçılarından biriydi. Çeteler arası bir kavgada bir adamı bıçaklamış, o da karşılığında gece evlerini ateşe vermişti. İnsanların yanında, orada burada yaşayarak, markette ve fabrikada işçilik yaparak kardeşine bakmıştı yıllarca Flame. Ta ki yolları annemle kesişene kadar. Azimli, çalışkan, en çok da iyi kalpliydi. Fabrikalarda edindiği mekanik bilgisini annemden aldığı eğitimle birleştirip müthiş bir bilim kadını olmuştu.

Öte yandan Joe babasının izinden ilerlemeyi seçen bir serseriydi. Yalan yok, onu günahım kadar sevmezdim. Yosun ticareti yapıyor, hayırsız adamlarla yasak işlerin peşinde koşuyordu. Sırf onu kontrol altında tutabilmek için bizimle tünellerde değil de teneke şehirde yaşamayı seçmişti Flame. Gel gör ki Joe'nun aklının başına geldiğini kimse söyleyemezdi. Flame'in korku dolu yüzüne bakılırsa yine bir haltlar karıştırmış olmalıydı.

"Kat o..." diye başladı Flame yeniden. "O kavga etmiş. Bıçaklanmış Kat! Bıçaklandım dedi! Yetiş dedi! Ben... ben ne yapacağım?"

Siktir! dedim içimden. Bu kesinlikle berbat bir haberdi. "Nerede?" diye sordum cevabı az çok tahmin ettiğim halde. Ama Flame beni yanıltmamış "Otuz üçüncü bölge!" demişti. Tüm kaçakçılar orada takılırdı zaten. Hay lanet! Beynim bir bilgisayar gibi çalışıp çıkış yollarını tarıyordu. Sonunda "Tamam, buldum!" dediğimde yine, yeniden berbat bir çözüm önereceğimi biliyordum, ama geri adım atmak için çok geçti artık. Flame'in umut dolu bakışları yüzümdeydi. "Motorlardan birini al," dedim hızla. "En hızlı bu şekilde tünellerden yetişirsin oraya. Ace ve Fitz yukarıdan asla senin kadar çabuk gidemez."

"Kat motoru izinsiz alamam. Hem burası... sen ne olacaksın? Burayı nasıl bırakabilirim?"

"Bırak bunu ben düşüneyim! Senin kardeşine yetişmen lazım Flame. Yanına yardım kiti al. Ve elbette silah. Tulumunu giymeyi de unutma. Orası çetin bir yer değil, her şeye hazırlıklı olman lazım!"

Flame ellerimin altında her sözümle daha da küçülüyordu; ama birinin ona gerçekleri anlatması lazımdı. Aksi halde arkadaşımın da sonunun kardeşininkinden farklı olmayacağına emindim. Ah... neler vermezdim onun yanında, hatta onun yerine o lanet bölgeye gidebilmek için... Ama bu şekilde bile her türlü kuralı ihlal ediyorduk. Flame'in Joe'ya verdiği telsiz, kaçıracağı motor, laboratuvarı tek kişi bırakmamız... Ve maalesef aklımda bir kötü fikir daha vardı.

"Merak etme!" dedim elimi Flame'in yanağına koyup. "Ace'e haber vereceğim. Senin kadar hızlı olmasa da destek için arkandan oraya gelirler. Hadi, git şimdi ve çok ama çok dikkatli ol!"

Flame bir anda boynuma sarıldı ve birkaç saniye öylece omzumda ağladı. Sonraysa geri çekilmiş ve yaşlarla sırılsıklam olmuş yüzüyle vagonlara doğru koşmuştu. Onun gidişiyle bastırdığım panik yüzeye fırlamıştı anında. Elimle saçlarımı çekiştirip platformda ileri geri yürüdüm. Nefesim düzensizleşmiş, avuçlarım terlemeye başlamıştı. Kendimi korkuya kaybettiğimi fark edince hızla toparlanıp belimdeki telsize uzandım ve Ace'in kanalına konuştum. Fitz'e bu özel telsizleri geliştirdiği için bilahare teşekkür edecektim. Şimdiyse Ace'in flörtöz ses tonunu sözlerimle anında baltalayarak kötü haberi bir çırpıda vermiştim.

Elbette bunun berbat bir fikir olduğunu düşünüyordu o da. Laboratuvarda tek kalmıştım, hala iki tutsağımız vardı, ekibimin yarısı teneke şehrin dört bir yanında, diğer yarısı ise kayıptı. Bir an Ace'in bana itiraz edeceğini ve laboratuvara dönmeye kalkacağını sandım. Ama Flame hepimizin arkadaşıydı. Onu böyle bir anda yarı yolda bırakamazdık. Bırakamamıştık da zaten. Az sonra Fitz ve Ace otuz üçüncü bölgeye doğru depara başlamışlardı.

Telsizi kapadığım an omuzlarıma çöken yükle sandalyeye yığıldım. Küçük bir kız çocuğu gibi annemi aramak için duyduğum apansız istek yumruklarımı sıkmama neden olmuştu. İstesem de ona ulaşamayacağımı biliyordum. Takip cihazını kapatmış, bile isteye kayıplara karışmıştı annem. Kahretsin, kahretsin, kahretsin! Hayatımın hiçbir zaman kolay olduğunu söyleyemezdim, ama şu son iki gün üst üste olanlar... bela daha çok belayı çekiyordu resmen. Bu düşünceyle gözlerim istemsizce Tyron'a kaydı. Şüphesiz ki en büyük paratoner oydu bela için ve tam şu an meraklı bakışlarla beni izliyordu. Muhtemelen bu zayıflığımı nasıl avantajına kullanabileceğini geçiriyordu aklından. Ona bu hazzı vermeyecektim.

"Kat!" dedi Lee. "Benim yapabileceğim bir şey var mı?"

Muhtemelen abisinin aksine onun niyeti iyiydi. Yine de ona cevap vermek yerine yerimden kalkıp monitörlerin başına geçtim. Klavyede tıkladığım tuşlar ve girdiğim birkaç kod sonra güvenlik odasında 7/24 takip ettiğimiz harita ana ekrana yansımıştı. Tüm tünel alt yapısı, teneke şehrin modellemesi, güvenli evler, gizli depolar, stratejik buluşma noktaları... Hepsi ve her şey bu güvenlik sisteminin içinde gömülüydü.

Renklere göre ayrılmış noktalar arasında kırmızıları pinledim hemen. Bu, ekibimizin rengiydi. Benim noktam laboratuvarda sabit duruyordu, diğerleri ise hızla hareket halindeydiler. Flame giderek benden uzaklaşırken Fitz ve Ace'in de on altıncı bölgeye doğru ilerlediklerini gördüm. Flame'in de onların da zamanında Joe'ya yetişmelerini ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu şu an için. Resmen elim kolum bağlı kalakalmıştım bir ekran karşısında. Ve bu gerçek beni delirtiyordu.

Öyle ki mantığımı kaybetmiş olmalıydım. Arkamı dönüp Tyron'la göz göze gelene kadar düşmanın önünde kullandığımız takip sistemini apaçık sergilediğimi fark etmemiştim bile. Tanrım, nasıl bu kadar şuursuz olabilmiştim ki? Panikle klavyeye uzanıp sistemi kapadım, ama içimden kendime ettiğim küfürler susacağa benzemiyordu. Aferin kızım, aferin geri zekalı! Bir bu eksikti! Neyi ne kadar görmüştü Tyron, ne anlamıştı gördüklerinden düşünmek bile istemiyordum. Aptal, aptal, aptal!

Bir an için gözlerimi yumdum ve parmaklarımı üzerlerine bastırdım. Daha ne kadar berbatlaşacaktı bugün acaba? Aldığım derin nefesler ve karanlık bile sakinleşmem için yeterli değildi. Zaten az sonra hayat sorumun cevabını olabildiğince hızlı vermek istediğinde o sakinliğin bir hayal olduğunu anlamıştım. Duyduğum sesle kaskatı oldu tüm bedenim. Gözüm açıldığı gibi laboratuvarın girişine dönerken hayır, lütfen demiştim sanki olacakları engelleyebilirmiş gibi. Ama tarih tekerrür ediyordu.

"Kat..." dedi kan ter içinde kalmış olan Olly nefes nefese. "Mahvolduk! Bu kez gerçekten mahvolduk!"

***

-BÖLÜM SONU-

Ve yeni bir kıyametin arifesinde bölüm biter :) Karakterlerin hayatını zorlaştırmaya bayılırım biliyorsunuz. Her zamanki gibi her şeyi allak bullak etmeyi başardım. Gururluyum :p

Ama bu bölüm dedikodu yapacağımız epey malzeme verdim size bence. Ace ve Kat'i konuşarak başlayabiliriz. Ne dersiniz bu ikili hakkında, nereye gider bu işin sonu?

Sonra Dr.L. var tabii. Kızına hiçbir şey demeden ortadan kayboluverdi. Komplo teorilerinizi duymak isterim :) Çünkü benim aklımda inanılmaz bir tane var ;)

Flame yollarda, Ace ve Fitz onun peşinde. Kat ise laboratuvarda oğlanlarla baş başa. E bir de felaket haberiyle çıkagelen Olly var. Bakalım nasıl toparlayacağız sonraki bölüm :)

Şimdilik öpüyorumm!!!!

Kendinize çooook iyi bakın.

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top