Bölüm 29

Canım NOAH okurları,

Sonunda kendi evimde yazmanın haklı gururuyla ilk kitabımızın son bölümünü paylaşıyorum sizinle. Beş aydır valizlerle geçirdiğim hayatım geçtiğimiz hafta sona erdi şükür. Taşınma sürecinde bölüm biraz gecikti, ama son bölümün hakkını vermem gerekiyordu :)) 

Çok çok çok heyecanlıyım!

NOAH birinci kitabı zirvede bitiriyoruz. Upuzun bir bölüme ve yanarlı dönerli sürprizli sona hazır olun :)

Keyifli okumalar,

E.Ç.

***

Nothing is as it seems

***

BÖLÜM 29:

Tyron

Öne arkaya, sağa sola, ileri geri, tekrar sağa, tekrar öne, kapıya, masaya, dolaplara, duvarlara... Adımlamadığım tek bir karış kalmamıştı odamda. Ellerim belimde, ellerim ensemde, ellerim saçlarımda, ellerim yüzümde... Çekiştiriyor, bastırıyor, ovalıyor, ama heyecandan uzuvlarımı sokacak yer bulamıyordum. Sonunda bir kez daha masadaki telsize uzanıp dudaklarıma götürmüştüm.

"Misha rapor ver!"

Bugün bilmem kaçıncı defa odama dolan cızırtıların ardından askerimin sesi duyuldu. "Hala bir hareket yok komutanım."

Parmaklarımın arasında çatırdıyordu alet. Dudaklarımdan çıkan "Tamam," bir insanın cevabı değil de öfkeli bir köpeğin hırlamasıydı. "Beklemede kal," deyip masaya fırlattım telsizi ve odanın içinde amaçsız adımlar atmaya devam ettim. "Neredesin Kat? Neredesin, ne yapıyorsun?"

Dilime de dökülen bu sorular bir an olsun terk etmemişti düşüncelerimi markette Kat'ten ayrıldığım andan beri. Ruby'nin başına bela açacağını bile bile, göz göre göre onun laboratuvara yalnız dönmesine nasıl izin vermiştim, neden ben de onunla gidip yanında durmamıştım, hala kan beynime sıçrıyordu düşündükçe. Kat annesini daha da kızdıracağını söyleyip ısrarla reddetmişti bu fikri. Halledecekti bir şekilde. Anlayacaktı annesi onu, bizi, ilişkimizi. Anlamak zorundaydı. O gün telefonuma düşen isimsiz mesaj Kat'in sahiden de bir şekilde sorunu çözüp bana haber verecek bir yol bulduğunu düşünmemi sağlamıştı başta. Ama ikinci bir ihtimale mahal bırakmayacak kadar kısa ve netti not.

Onu bir daha görmeyeceksin! L.

Sonraki yirmi dört saatim türlü plan yaparak, birkaç defa laboratuvara giden yolun yarısından dönerek ve bir çözüm bulamadığım için kendimden delice nefret ederek geçmişti. Kat ne derse desin ne kadar karşı çıkarsa çıksın Dr. L.'le konuşmaktan başka bir şey gelmiyordu aklıma. Cuma gecesi olduğunda tüm cesaretimi toplayıp, dürüstlüğümü, samimiyetimi ve duygularımı yanıma alıp yola çıkmıştım yeniden. İkinci mesaj da ilahi bir fren gibi tam o an belirmişti saatimin ekranında. Yine isimsizdi, yine kısacıktı, ama bu kez benim inatçı kedimden geliyordu.

O baloya geliyorum!

O an motoru durdurup öyle bir kahkaha atmıştım ki... Kat'in düşündüğü gibi annesini ikna edemediğine emindim, çünkü sonradan birkaç kısa mesaj daha atmış, benimle nerede, nasıl buluşacağını anlatmıştı. Resmen bir kaçış planıydı bu. Benim için, bana gelebilmek için... Dr. L.'in kızının bu kararından haberi yoktu kesinlikle, ama tüm o mesajları atabilmek ve laboratuvardan çıkabilmek için Fitz'i ve hatta Flame'i de oyununa katmış olmalıydı Kat.

Mutluluktan delirecektim neredeyse. Hemen kendi planlarımı yapmış, bana destek olabilecek en iyi insanı, Misha'yı bu gizli operasyona dahil etmiştim ben de. Kat'in tünellerde benimle buluşacağını söylediği yerde onu bekleyecek ve güvenle askeri üsse girmesini sağlayacaktı Misha. Sonrasıysa bendeydi. Kat'le odamda hazırlanacak, birlikte, benim arabamla gidecektik balonun yapılacağı bahçeye. Yanımda olduğu sürece kimsenin bizi durdurmayacağına da onu tüm tehditlerden koruyabileceğime de emindim. Ama... tüm bunlar için Kat'in önce kendi duvarlarını aşıp bana gelmeyi başarması gerekiyordu.

"Neredesin?" diye mırıldandım sonunda popomu masanın kenarına yaslayıp.

Gözüm köşedeki sandalyenin üstünde duran kutulara kaymıştı istemsizce. Kat için aldığım elbise, ayakkabı ve maske vardı o kutuların içinde. Hıncımı onlardan çıkarmak isteyeceğim kadar sahipsiz ve boynu bükük duruyorlardı gölgelerin altında. Sıkıntıyla nefes verip arkamdaki telsize uzandım yeniden. Dudaklarıma götürmeden elimde evirip çevirdim aleti bir süre. Bir gelişme olsa Misha'nın haber vereceğini söyleyen aklımla inatlaşıyordu yerinde duramayan kalbim.

"Misha!" dedim sonunda.

"Komutanım," demişti karşıdaki ses aynı anda, nefes nefese. Koşuyor olmalıydı. Arkadan gelen sesler giderek belirginleşirken başkalarının bağırışları karıştı bu kez cızırtılara.

"Misha ne oluyor?"

"Komutanım," dedi yeniden. "Tünellerde bir patlama oldu. Buraya çok yakın. Bir iki koridor ötede. Kapıda nöbetçi duran askerler de şimdi geldi, etrafı kontrol ediyoruz!"

Hayır! diye bağırıyordum az daha telsize. Hayır demek istiyordum duyduğum, duyacağım her şeye! Kat'in geçeceği tünellerden biriydi bu. Bu kadarı rastlantı olamazdı. Rastlantı olamayacağını haykırıyordu lanet sezilerim.

"Kat?" diye sordum panikle.

Misha "Burada kimse yok komutanım," diyene kadar ruhum iki dünya arasında askıda beklemişti. Derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum bir saniyeliğine. Tamam, Kat yaralanmamıştı demek, ama bu hala neden onun geçeceği yolda bir patlama olduğunu açıklamıyordu.

"Etki alanı dar bir bomba," diye böldü Misha'nın sesi düşüncelerimi. "Birkaç metrelik çemberde fiziksel hasar yaratmış sadece."

Bu bilgiyle rahatlamam gerekirdi belki, oysa denklemler arasından birbirinden kötü ihtimaller çıkartıyordu beynim her duyduğu kelimeyle. Evet, Ark'taki kutlama yüzünden ekiplerin çoğu ana karaya gönderildiğinden normal kapasitesinin onda biri kadar asker vardı şu an üste, ama geride kalan hala Alfa birliğiydi. Kimsenin uyduruk bir bombayla bize saldırmaya cesaret edeceğini sanmıyordum. Bu da midemi yakan ihtimali güçlendiriyordu.

"Bu bir tuzak Misha!" diye kükredim telsize kapıya doğru ilerlerken. "Kat'in orada olacağını bilen birinin benim için kurduğu lanet bir tuzak!" Ama kimdi o biri? Nasıl öğrenmişti planımızı ve daha önemlisi Kat'e ne yapmıştı? "Onu bulmam lazım Misha! Kat'i bulup ona ne olduğunu öğrenmem lazım. Ben tünellere bakacağım. Buranın yönetimi sende!"

"Emredersiniz komutanım!" diye karşılık verdi Misha.

Daha sözleri kulaklarımdan silinmeden kapım açılmıştı. Aynı anda boştaki elim tamamen refleksle tabancamı askısından çekip gelen misafirin üzerine doğrulttu. İki saniyenin arasına sıkışmış iç sesimdi bunun nedeni. Haykırıyordu dehşetle. Saldırı! Bir tuzak! Rastlantı olamaz!

Ama...

Bir vaha gibi önümde dalgalanan görüntü netleştiğinde bugün en çok görmek istediğim kişinin şeklini almıştı.

"Tyron!" dedi Kat nefes nefese kapadığı kapıya yaslanıp.

Nasıl? diye sordu aynı anda iç sesim.

Dudaklarım yalnızca "Kat?" demeyi başarabilse de vücudum çoktan ona doğru harekete geçmişti. Kat'ti sahiden karşımdaki ya bunu hala sorgulayan beynime kabullendirmek istercesine yüzünde, boynunda kollarında dolaştı ellerim. Gözlerim hızla üstünü tarayıp kafamda kurduğum felaket senaryolarını doğrulayacak ipuçları aradı, ama üstü başı toz içinde olsa da yaralıymış gibi görünmüyordu Kat.

"İyiyim," dedi elini benimkinin üstüne koyup. "Bir şeyim yok, sadece çamur."

İyi! diye tekrarladı iç sesim. O iyi, her şey yolunda, sana geldi, başardı! Ama... hep bir ama vardı kafamdaki lanet sesi takip eden.

"Ne oldu Kat? Neredeydin? Nasıl girdin üsse tek başına?"

Cevap verecekti ki aynı anda koridorda koşturan askerlerin sesi duyulunca tedirgin olup kapıdan sıçrayarak uzaklaştı Kat. Bir şeyden ve birilerinden kaçıyordu.

"Kat!" diye üsteledim yeniden. Kolundan tutana kadar gözleri dehşetle kapıya bakmaya devam etmişti. "Buluşacağımız yerde bir bomba patladı. Kimin yaptığını gördün mü? Onlardan mı kaçıyorsun?"

"Ben..." dedi alnını ovalayıp. "Ben... hayır. Bombayı patlatan bendim Ty."

Ha?

Sıkıntıyla nefes verip devam etti Kat. "Üsse giden tüm yollar Moxie'nin adamalarıyla doluydu. Normalde kullanmadığımız çıkışlar bile... Her zamankinden on kat daha fazla adam var tünellerde. Neden anlamadım. Belki de Flame daha fazla saklayamadı yokluğumu, annem kaçtığımı fark etti, sana geleceğimi düşündü, sonra da... bilmiyorum. Geri dönemedim, ilerleyemedim. Bir şekilde onların dikkatlerini dağıtmam gerekiyordu. Ben de... biraz ses çıkardım. Allah'tan hazırlıklı gelmiştim." Yeniden kapıya kaydı tedirgin bakışları.

İşte bu önsezilerimin tahmin edebildiği bir gelişme değildi. "Kat bu delilik!" dedim hayretle. "Nasıl bomba kullanırsın sırf dikkat dağıtmak için?" 

Sesim şaşkınlıktan biraz sert çıkmış olsa gerek kendi alanını korumak ister gibi bir adım gerilemişti Kat.

"İçeri girmemin başka yolu yoktu Ty!" dedi kaşlarını çatıp. "Moxie'nin dikkatini çekmeden ya da senin askerlerine yakalanmadan başka nasıl buraya ulaşabilirdim söyler misin?"

Söyleyemezdim ama... "Bu ne kadar tehlikeli bir kumar farkında mısın?" diye üsteledim. "Kendine zarar verebilirdin! Kafana inebilirdi tavan. Kırılan duvarların altında ezilebilirdin. Ya da o bombayı elinde gören bir asker alnının ortasına sıkıp oracıkta öldürebilirdi seni!"

"Sence ben bunları akıl etmemiş miyimdir? Sence yaptığımın ne kadar tehlikeli olduğunun farkında değil miyim? Ben bu tünellerde büyüdüm Tyron. Hangi duvarın çatlak, hangi tavanın yıkık, hangi kolonun kırık olduğunu ezbere biliyorum. İnan bana bu aptal binaya girmenin başka yolu olsa denerdim. Ama yoktu işte! Yok-tu! Allah kahretsin!"

Kolunu tamamen elimden kurtarıp iki adım daha gerilemişti Kat. Yüzündeki hayal kırıklığı öyle büyüktü ki şoktan kurtulup saçmaladığımı anlamamı sağlayan bir tokat gibiydi. Haklıydı elbette. Bugün burada olması için onu zorlayan ve böyle delice hareketler yapmaya iten bendim. Tüm imkansızlığına ve bütün risklere rağmen odama gelmenin bir yolunu bulmuştu kedi kız ve ben ona bir şey olmasından öyle korkuyordum ki kendimi kaybedip eşeklik etmiştim. Tabancayı askısına takıp eline uzandım.

"Tamam... tamam haklısın, özür dilerim." Kendini geri çekince iki kolundan yakalayıp uzaklaşmasına engel oldum bu kez. "Hey... Özür dilerim. Gerçekten." Yüzüme bakması için çenesinden tuttuğumda zorla da olsa gözleri benimkilerle buluştu. "Korktum Kat," dedim tüm dürüstlüğümle. "Bombayı duyunca çok korktum. Hala korkuyorum. Karşımda dursan, iyiyim desen, iyi olduğunu görsem de korkuyorum işte. Bir başkası canını yakacak ya da sen delice bir şey yapıp kendine zarar vereceksin diye aklım çıkıyor. Her an yanında olmak, seni korumak istiyorum. Olamadıkça deliriyorum."

 Alnımı onunkine yaslayıp gözlerimi yumdum ve kokusunu içime çektim. "Bu iki gün... zordu. Seni görememek, ne yaptığını bilmemek... Ben... panikledim, abarttım, saçmaladım. Özür dilerim."

Gözlerimi araladığımda bana bakıyordu Kat. Hala alnının ortasında derin bir çizgi vardı ama bakışları yumuşamıştı en azından. Beni tekmelemesi hayli muhtemel olduğu halde dayanamayıp dudaklarına minik bir buse kondurdum. Karşılık vermese de şiddet uygulamamıştı. Ben de bu umutla bir kez daha uzandım dudaklarına. Bu kez gerçek bir öpücüktü bıraktığım. İçime akan sıcaklıkla söylediğim her sözü kendime kanıtlıyordum sanki. Onu çok özlemiştim, onu çok merak etmiştim, ben ona... tanrım ben ona bas baya, kör kütük aşık olmuştum.

"Bana geldiğin için teşekkür ederim," diye mırıldandım durabildiğimde. Parmaklarım yanaklarını, dudaklarını, saçlarını sevdi. Dokunuşum altında her an biraz daha yumuşuyordu Kat'in sinirden kasılmış bedeni.

"Bir daha böyle saçmalarsan o güzel suratında bir tırmık iziyle hayatına devam edersin," dedi sonunda. Bu tehdidin onun jargonunda bir zeytin dalı olduğunu bildiğimden istemsizce güldüm.

"Bir tırmık izine hayır demem doğrusu. Beni daha azılı bir asker gibi göstereceği kesin."

Tepkim Kat'in dudaklarının yukarı kıvrılmasına neden olmuştu. Beni göğsümden itip kollarım arasından kurtardı kendini ve odanın ortasına doğru ilerledi. Sanırım artık kızgın değildi bana, ama hala huzursuzluğunu hissedebiliyordum.

"Neler oldu anlatacak mısın?" dedim o etrafa göz atmayı bırakıp köşedeki dolaba yaslandığında.

Omuz silkti. "Annemi düşündüğüm kadar iyi tanımıyormuşum maalesef. Seninle görüşmemem için beni bir kafese kapatacağını ben bile tahmin edemezdim."

"Ne ne ne? Ne yaptı sana dedin?"

Sıkıntıyla nefes verdi Kat. "Onu dinlemeyeceğimi biliyordu Ty. Kendince beni zapt etmek için bir yol buldu. Muhtemelen aklımın başına gelmesi için bir iki gün bekler ve çıkarırdı ama..." Buruk bir tebessüme kıvrıldı dudakları. "Flame'in gönlü ayrı kalmamıza el vermedi. Özellikle de söz konusu bir baloyken... Fitz'le ikisi bana yardım ettiler. Hem mesajlar hem de laboratuvardan görünmeden çıkmam ve buraya gelmem için..."

İşte şimdi gerçekten o laboratuvarı basmak, Dr. L.'in karşısına çıkmak ve o kafesi gözleri önünde paramparça etmek istiyordum. "Anlamıyorum Kat," dedim kendimi tutamayıp. "Lee'ye ve bana yardım etti annen. Gözümü açan, gücümü daha iyiye kullanmam için bana yol gösteren oydu. Ve ben o günden sonra elimden gelen her şeyi yaptım. Yapmaya devam ediyorum. Şimdi neden... neden bana karşı duruyor?"

"Çünkü onun planlarına göre senin bir daha laboratuvarımıza dönmemen gerekiyordu Ty," dedi Kat hüzünle. "Sorun sen ya da yaptıkların değil. Sorun benim senin yanında durmayı seçmem. Bu işin sonunun bana zarar vereceğini düşünüyor annem. Ve seninle olursam beni Ark'tan koruyamayacağını..."

Detaylara girmese de bu birkaç cümlenin ötesindeki konuşmayı harfi harfine tahmin edebiliyordum. Elbette ilk zora düştüğümde babamı ve içine doğduğum dünyayı seçeceğimi düşünüyordu Dr. L. Ne de olsa bir Noah'ydım ben. Bir insandan önce bir güç sembolüydüm, bir araçtım. Hatta bir silah... Öfkeden iki adımda kapadım Kat'le aramızdaki boşluğu.

"Ark ya da bir başkası... kimsenin sana bir şey yapmasına izin vermem ben Kat!"

"Biliyorum," dedi Kat hemen elini yanağıma koyup. "O yüzden buradayım değil mi?" Bu kez gerçekten gülümsemişti. "Sana bu dünyadaki herkesten çok güveniyorum ben Ty. Kim olursan ol her zaman doğru olanı seçeceğini biliyorum. Annem de bunu görecek. Belki hemen değil ama eninde sonunda görecek." Bu kez dudaklarıma uzanan oydu. Verdiği öpücüğün sıcaklığı kaygılarımı silmek için akıyordu sanki içime. "Şimdi..." dedi durduğunda. "Ne yapıyoruz söyle bakalım. Böyle çamur içinde değil baloya katılmak Ark'ın kapısından içeri bile giremem."

Hala atlatamadığım öfkeye rağmen Kat'in suratındaki ifade yüzümü güldürmüştü. "Sanırım bu konuda bir şeyler yapabilirim," dedim kaşının kenarındaki toprağı silip. Tüm gece ve tüm sabah sahibini beklemiş kutulara doğru ilerledim. Onları kucaklayıp karşısına geçtiğimde Kat hayretle suratıma bakmıştı.

"Bu nedir?"

Omuz silktim. "Hayalindeki peri ana gibi görünmeyebilirim ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Şey... Will'in de biraz yardımı oldu tabii. Aslında baya yardımı oldu."

"Benim için kıyafet mi aldın?" diye sordu Kat hayretle. "Bunu yapmaman konusunda anlaşmıştık."

Cevabını bildiği bir soruydu bu. Zaten bir karşılık beklemeden kutunun kapağını kaldırmıştı. İçindeki siyah ipek elbiseyi sanki dokunursa dağılacak nadide bir parşömenmiş gibi iki kenarından tutup çıkardı. Ne tepki vereceğini görmeyi beklerken heyecandan alt dudağımı parçalıyordum.

"Tyron bu..." diye başladı Kat. Yutkundu. Yeniden aralandı dudakları. Gözleri yaşarıyor, ama kelimeler dökülmüyordu. Aferin Will! diye düşündüm keyifle. Nutku tutulmak tam olarak bu oluyordu işte. Ama sonra, elbiseyi geri bırakıp kutuyu bana doğru ittirdi Kat. "Ben... ben bunu giyemem Ty."

"Sevmedin mi?" dedim müthiş bir hayal kırıklığıyla. Ama Kat başını iki yana sallamıştı hemen.

"Hayır! Hayır, bu... harika. Fazla harika. Ben... daha önce böyle bir şey hiç giymedim. Bu... bir sanat eseri Ty. Benim gibi biri için değil, Ark'ın o gösterişli kadınları için yapılmış."

Hem rahatlamış hem de kalbimin sızlamasına engel olamamıştım. Kutuları yere bırakıp elbiseyi içinden aldım ve Kat'in elinden tuttum. Onu köşedeki kapıya doğru sürüklediğimde ne yaptığımı anlamamıştı önce. Sonra içinde minik bir duş ve tuvaletin olduğu küçük odayı görüp şaşkın şaşkın suratıma baktı. Elbiseyi kapının arkasına asıp lavabonun üstündeki aynanın karşısında durdum ve Kat'i önüme çektim. Yansıması soran gözlerle beni izliyordu.

"Bu gece benim yanımda olduğun sürece ne giydiğin zerre kadar umurumda değil Kat," dedim çenemi omzuna bırakıp. "Üzerinde ne olursa olsun gözlerimin gördüğü tek kadın sen olacaksın. Her zaman, her yerde..." Boynuna minik buseler bırakarak yanağına doğru ilerledim ve başını çevirip bana baktığında gülümsedim. "Karar senin. Burada rahatça temizlenip istediğin gibi hazırlanabilirsin. Bu elbise ya da kendininkiler... Ne seçersen seç ben senin şu kapının ardında bekliyor olacağım."

Son öpücüğü dudaklarına kondurdum ve ondan uzaklaştım. Onu karar vermesi imkansız bir yol ayrımında tek başına bırakmışım gibi baktı Kat suratıma. Gözleri arkamızdaki elbiseyle benim aramda gidip geldi tereddütle. Sahiden de ne seçeceğini bilmiyordum. Sahiden de önemi yoktu benim için. Bir kez daha yanımdaydı Kat. Ve sanırım bu gece için gelecekte bizi bekleyen sorunları bir kenara bırakıp bununla yetinebilirdim.

Yarım saatten fazla sürdü Kat'in banyoda benimse ofisimde geçirdiğimiz vakit. Bu arada Misha'ya durumu haber vermiş, davet için üstüme temiz bir üniforma giymiş, saçlarımı düzeltmiş, bir daha düzeltmiş, sandalyeme çöküp masadaki eşyaları kurcalamış ve son olarak tablete gömülmüştüm. Birkaç saat içinde gerçekleşecek balonun onur konuğu olduğumdan teoride izinliydim bu gece. O yüzden her zamanki gibi kulağımda bir telsiz, üzerimde onlarca silah yoktu.

Yine de kendimi her şeyin yolunda gittiğini kontrol etmekten alamamıştım. Tara tüm kara kuvvetleriyle birlikte Alfa ekibini de görev yerlerine konumlandırmıştı çoktan. Hava sahasını koruyacak uçaklar, sualtını güvende tutan deniz altları... Herkes ve her şey geceye hazır görünüyordu. Tam şu an benim de kendi rolüme bürünmem ve tüm dünyanın önünde yapacağım konuşmayı tekrar etmem doğru olurdu. Babamın basın danışmanlarının hazırladığı metni değil ezberlemek doğru dürüst okumamıştım bile. Ekrana dokunup bir iki sayfa kaydırmamla karşımdaydı asla bana ait olmayan şaşalı sözler. Ve sonra banyonun kapısından gelen sesle önce gözlerim önünden, sonra da aklımdan tamamen uçup gittiler.

"Koca kurdeleli bir hediye paketine benziyorum. Ve sen bu konuda tek kelime laf edersen o baloya yalnız gidersin!"

Başımı kaldırdığım gibi arsız bir kahkaha kaçtı açık kalmış ağzımdan. Hemen ayağa fırlasam da sandalyeden tam kalkamamıştım. Havada bir noktada asılı kalmış karşımdaki kadına bakıyordum hayretle. O... Kat'ti. Benim Kat'im. Ama aynı zamanda... Tanrım kalbim duracaktı sanırım.

"Daha önce hiç bu kadar güzel bir hediye paketi görmemiştim," dedim hayranlıkla.

Kenardaki dolabın üstünde duran kutuyu kaptığı gibi üzerime fırlatmıştı Kat. Metal kabı havada yakalayıp onu izlemeyi sürdürdüm. Odadaki her şeyi kafama atsa da o an ne kadar muhteşem göründüğü söylememe engel olamazdı. O açık kalmış banyo kapısından aynadaki yansımasına döndüğünde ona doğru ilerledim ben de. Her ayrıntıyı ezberlemeye çalışıyordu beynim. Siyah bir inci gibi üzerinde parlayan ipek, yerleri süpüren eteğin yırtmacından görünen güzel bacakları, bir tarafa topladığı saçları ve beni öpmeye davet eden uzun boynu...

"Vazgeçtim," dedim arkasından beline sarılıp. "Baloya gitmek istemiyorum. Bu elbise üzerindeyken seninle sevişmek istiyorum. Tekrar tekrar. Tüm gece. Yarın. Sonraki gün. Tüm bir ömür."

Onu omuzlarını öperek kendime doğru çevirdim, ama devam etmeme izin vermemişti Kat. "Beni buraya kadar getirip bu elbiseyi giymemi sağladıktan sonra balodan kaytaramazsın," dedi sahte bir ciddiyetle. Öyle güzeldi, öyle yakınımdaydı ki hala aşırı mantıklı geliyordu kendi önerim. Ona doğru uzuyordu bedenimin her köşesi. Ama dudaklarına kadar eğilsem de son anda kendimi durdurmayı başarmıştım.

"Madem öyle, bu işin hakkını tam verelim ve bir an önce o baloya gidelim," diye mırıldandım. Yerdeki açılmamış kutuyu alıp onu sandalyeye otururken ses çıkarmamıştı Kat. Az sonra hemen önüne yere çökmüş, bir çift topuklu ayakkabı tutuyordum.

"Gerçekten mi?" dedi Kat biraz hayret biraz korkuyla.

"Gerçekten!" dedim keyifle gülümseyerek ve ayağına uzanıp eski postalları çıkardım.

Annemin ameliyatlarımın ardından bana okuduğu masal kulaklarımdaydı şimdi. Bir gün benim de kendi prensesimi bulacağımı söylediğinde kitaptaki prens gibi onlarca kızın ayağına ayakkabı deneme fikri korkunç gelmişti. Şimdiyse elimdeki topuklu ayakkabının tek bir kadına uyacağına öyle emindim ki... narince Kat'in bileğini tutup siyah topukluyu ayağına geçirdim. Aynı anda birbirimize kaymıştı bakışlarımız. Onun beklediği prens ben miydim bilmiyordum. Dürüst olmak gerekirse Kat'in bir prens beklediğini bile sanmıyordum. Ama benim aradığım prenses kesinlikle oydu. Hem de daha ben onu aradığımı bile bilmezken...

Ayakkabısının diğer eşini de giydirdiğimde ellerinden tutup kalkmasına yardım ettim. Önce dengesini hemen bulamamış, sağa sola sallanmış, sonraysa yavaşça beni bırakmıştı. Etrafımda attığı üç beş adımdan sonra bir balerinden farksızdı artık. Bir kediydi ne de olsa, denge onun işiydi ve artık tam anlamıyla kusursuz görünüyordu. Yüzünü kapatmak bu güzelliğe yapılmış bir ihanet gibiydi ama tedbiri elden bırakamayacağımız için son olarak maskesini bağlamama izin verdi Kat. Abartısız, siyah kadifeden, şık bir maskeydi bu ve yeşil gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı.

"Hazır mısın?" diye sordum sonunda kolumu uzatıp.

İçindeki tüm korkuları ardında bırakmak ister gibi uzunca nefes verdi Kat ve koluma girdi. "Ne kadar kötü olabilir ki?"

Güldüm. Kötü mü? Bu hayatımın en güzel gecesi olacaktı. En güzel! Koridora çıktığımızda Kat yine arkama saklanmaya çalışsa da elinden tutup göğsümü gere gere ilerlemiştim onunla. Önünden geçtiğimiz, bana selam veren tüm askerler şok içindeydi. Saygıdan başlarını yanımdaki kıza çevirmekten kaçınsalar da pek çoğu gözlerinin Kat'e kaymasına engel olamıyordu. Bir peri kızı her gün askeri üssü ziyaret etmiyordu ne de olsa.

İçlerinden birine "Kız arkadaşım," deyip Kat'i işaret ettiğimde askerden çok Kat olduğu yere bayılacaktı az daha. Sonra karşılaştığımız herkese aynı şeyi söylemeye devam etmiş, Kat yanımda debelendikçe gülmekten ağzımı kapatamamıştım. Sonunda otoparka inip kendini arabaya attığında Kat'in öyle bir azarlayışı vardı ki beni... maskenin altından bile görünüyordu kızarmış yanakları. Umursamadım. Tüm dünya bilsin istiyordum onunla birlikte olduğumu, onun için delirdiğimi. Kat'in kaygılı itirazlarını açtığım keyifli müzikle bastırdım ve onun elini bir an bile bırakmadan Ark'a doğru sürdüm arabayı.

Tanrım, şu an gerçekten mutluydum. Ark kurtulmuştu. İnsanlar yeniden güvendeydi. Kat yanımdaydı. Yarın hala çözmemiz gereken pek çok sorun taşıyor olabilirdi ama şu an burada, bu arabanın içinde, sevdiğim kadınla el ele gökyüzünde süzülürken üstesinden gelemeyeceğim hiçbir engel yoktu sanki dünyada. İkinci kez yanımda seyahat ettiğinden duvardan geçerken ilk seferki gibi tedirgin değildi Kat. O yüzden iyice pencereye doğru kaymış, küçük bir kız çocuğunun meraklı bakışlarıyla izliyordu altımızda uzanan Ark'ı.

"Tüm bu insanlar..." diye mırıldandı o sırada kendi kendine.

Ana karanın dört bir yanını sarmış renk cümbüşünden bahsediyordu. Bir bayram havası vardı adeta. Baloya katılmayacak olan insanlar bile güzel kıyafetleriyle sokaklara dökülmüş, içkilerle, şarkılarla çoktan kutlamaya başlamışlardı geceyi. Birkaç seçilmişe özel, kapalı bir davet değil de bir festivaldi bu. İnsanlığın kurtuluşunu kutlayacağımız ortak bir buluşmaydı. Ve o buluşmanın kalbinde şüphesiz ki dünyanın en güzel çiçek bahçesi uzanıyordu.

"Bak!" dedim bahçenin ortasındaki kasrı işaret edip.

Kat'in bakışları bin yıllık tarihi yapıya kaydığı an gözleri kocaman açılmıştı. Daha önce bu eşsiz mimariyi canlı canlı görmediğine emindim. Benim için bile her defasında aklımı başımdan alan bir sanat eseriydi bu devasa bahçe ve geçmişten günümüze kalmayı başarmış ortasındaki sıra dışı yapı. Ark'ın korumayı başardığı bilinen tüm çiçekler vardı bahçede. Görsel bir şölen olduğu kadar bir teknoloji harikasıydı da. Tüm çiçekler ihtiyaç duydukları en optimum koşullara sahip olacak şekilde düzenleniyor, yedi gün yirmi dört saat özel ekiplerce bakılıyor ve gelecek nesiller için korunuyordu. Bugünse kutlama için özel olarak süslenmiş ve ışıklandırılmış olduğundan normalden bile daha büyüleyiciydi.

Arabayla alçaldıkça kendi kalbimin de heyecandan hızlanmasına engel olamıyordum. Çok uğraşılmış, çok gözyaşı dökülmüş ve kesinlikle hak edilmiş bu zaferde küçük ya da büyük katkı sağlamış herkes bu bahçeyi dolduracaktı dakikalar içinde. Gurur duyuyordum onlardan biri olmaktan, onlarla bu neşeyi paylaşmaktan. Sevincim içime sığmayınca Kat'in elini sıktım coşkuyla. Yüzünde şaşkın bir tebessümle bana dönmüştü. Benzer bir kıvılcımın onun damarlarında da alevlendiğini pırıl pırıl olmuş gözleri ele veriyordu.

Ve o sırada bahçeden yükselen müzik doldu aramıza. Piyano, keman, saksafon... Sanki şarkıya dokunabilirmiş gibi cama uzanmıştı yeniden Kat. O yüzünde tatlı bir tebessümle dışarıyı izlerken son bir manevrayla arabanın burnunu sola çevirdim ve özel davetlilerin içeri alınacağı VIP kapısına doğru sürdüm. Girişe oluşturulmuş çiçekli arkı görmemek imkansızdı. Ama diğer detaylar yaklaştıkça netleşiyor, renkler anlam kazanıyordu. Ve o detaylar Kat'in anında elini çekip koltuğuna yapışmasına neden olmuştu.

"Tyron gazeteciler!" dedi panikle.

Önümüzde uzanan çiçekli yolun iki yanına dağılmış basın mensuplarından bahsediyordu Kat. Onunla aynı anda fark etmiştim ben de bizi bekleyen mayın tarlasını. Ellerindeki makinalar ve başlarının etrafında uçan dronlarla gelen davetlilerden görüntü almayı bekliyorlardı merakla. Kahretsin! Bu girişe VIP denilmesinin bir nedeni olmalıydı. Mahremiyet ve özel muamele gibi... Ama yüksek sosyetenin insanların en çok dikkatini çekecek haber kaynağı olduğu düşünülürse elbette bu malzemenin boşa gitmesine izin vermemişti pazarlama uzmanlarımız. Korkarım ki o malzemenin başında ben geliyordum bu gece.

"Tyron!" dedi Kat bir şey yapmamı bekleyerek. Ayağımı gazdan çeksem de giderek büyüyordu süslü giriş karşımızda. Hedefe son on saniye diye saymaya başlamıştı beynim. Dokuz, sekiz, yedi... Düşün Tyron, düşün düşün düşün! Altı, beş, dört...

"Tyron!" dedi Kat neredeyse bağırarak.

Bizi karşılamak için iki yana açılmış görevlilerin yüzlerini seçecek kadar yakındık artık. Kamera tutan tüm kollar havaya kalkmıştı gelişimizi yakalamak için. Arabı tanıyor, gelenin ben olduğumu biliyorlardı elbette.

"Tyron!" dedi Kat son kez. Bu kez camları titretmişti sesi. Aynı anda tam tur çevirdim direksiyonu. Çıkan rüzgarla girişe dizilmiş görevliler geri sıçrarken geldiğimiz yöne keskin bir dönüş yapmıştım ben.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Kat korkuyla.

Omuz silktim. "Doğaçlama."

Neden bahsettiğimi kesinlikle anlamamıştı Kat. Yine de ben bahçenin etrafında tur atarken sessizce ve sabırla bekledi. Az sonra yeniden alçalmıştım, ama bu kez ne süslü bir ark vardı bizi karşılayan ne de takım elbiseli görevliler. Bu geceki operasyonu yönetecek ekip için kurulmuş karargahın girişindeydik çünkü. Anında arabanın etrafını sarmıştı dört askeri dron.

"Sorun yok," dedim her an kapıyı açıp kaçacakmış gibi duran Kat'in eline uzanıp. Tam düşündüğüm gibi plakayı taramaları tamamlandığında kimliğimi tespit edip dört yana dağılmıştı robotlar. Başarmış olmanın haklı gururuyla keyifle gülümsedim ve bugün için kurulmuş çadıra doğru sürdüm. Kesinlikle Kat için hayal ettiğim romantik giriş bu değildi ama en azından güvenle içeri sızabilirdik artık.

"Artık benimle dans etmeye hazır mısın?" dedim kemerimi çözüp.

Kat'in kaygıyla etrafı inceleyen bakışları o kadar da hazır görünmüyordu. "Bunun korkunç bir fikir olmadığına emin misin?" diye sordu. "Hala vazgeçebiliriz Tyron."

"Vazgeçmek mi?" dedim hayretle. "Buraya kadar geldikten sonra mı hem de?" Uzanıp onun da kemerini çözmüştüm. "Sen bu balonun en önemli konuğu olduğunun hala farkında değilsin herhalde?"

"Tyr..."

"Kat..." diyerek susturdum onu. "Lütfen korkma artık. İçeride binlerce insan olacak. Sen de kutlamaya gelmiş herhangi biri olabilirsin. Bu maskeyle kimse seni tanıyamaz zaten. Ark'ta hiçbir kaydın da yok. Rahatla artık. Bırak tüm bu insanlar yanımdaki güzeller güzeli, gizemli kadının kim olduğunu merak edip dursunlar. Bırak şu anın tadını çıkartayım. Bırak aşık olduğum kadınla hayatımın en güzel gecesini geçireyim. Lütfen!"

Sözlerim içinde olduğumuz durumdan daha büyük bir şok yaratmış gibiydi Kat'te. Öyle ki onu öpüp arabadan indiğimde bile kıpırdayamamıştı. Ettiğim lafın ağırlığının farkındaydım elbette. Gerçekten öyle hissetmiyor olsam düşünmeye bile cüret edemezdim muhtemelen söylediklerimi. Ama tek bir şüphe yoktu kalbimde, aklımda, ruhumda. Delice aşıktım bu yırtıcı kediye ben.

İki adımda diğer tarafa geçtim, kapısını açtım ve tutması için elimi uzattım. Tüm şaşkınlığı ve kafa karışıklığı Kat'in kocaman açılmış gözlerindeydi. Yine de birkaç saniyelik duraksamanın ardından elini avucumun içine bırakmıştı. Yüreği pır pır eden bir kuş gibi titriyordu yanımda. Onu askerler ve robotlarla dolu bir çadırın ortasına sokmuştum. Elbette anlıyordum ne hissettiğini, bunun onun için ne anlama geldiğini.

Bir an kendini geri çekeceğini düşünsem de elimi biraz daha sıkı tutmuştu Kat. Üzerimize çevrilen meraklı bakışlara, kim olduğumu fark edip yanıma gelen, benimle konuşmak isteyen askerlere rağmen karargahtan bahçeye ulaşana kadar bir an olsun yamacımdan ayrılmamıştı. Sonunda açık havaya çıkıp kendimizi çiçeklerle bezeli bir dünyanın ortasında bulduğumuzdaysa istemsizce durdu.

Bembeyaz güllerin arasındaydık şimdi. Az ilerde pembeden kırmızıya doğru değişerek devam ediyordu güller bir halı gibi. Ortalarına yerleştirilmiş heykeller, fıskiyeler ve çardaklarla cennetin yer yüzüne inmiş hali olmalıydı bu. Orkestranın çaldığı yumuşak ezgiye eşlik ediyordu Kat'in saçlarını uçuran, eteğini dalgalandıran rüzgar.

"Ve artık sana söz verdiğim geceye başlayabiliriz," diye mırıldandım kulağına eğilip.

Artık onu öyle iyi tanıyordum ki gözlerini parlatan yaşların sevinçten kaynaklandığına emindim. Ona korkularını bile unutturacak kadar kuvvetli olmalıydı yaşadığı heyecan, çünkü az sonra o sürüklüyordu beni çiçeklerin arasındaki patikada. Üstelik bizi fark eden herkesin bakışları anında üzerimize kilitlendiği halde... Davetlilerle çoktan dolmuştu bahçenin etrafını dolanan yollar, çardaklar. Ellerindeki içkiler ve kulaklarındaki yumuşak müzikle gecenin tadını çıkartıyordu gelenler asıl parti başlayana kadar.

Şüphesiz ki kim olduğumu biliyordu her biri ve şüphesiz ki yanımdaki kızla benden çok daha fazla ilgileniyorlardı. İyi ya da kötü niyetli tüm gözlere inat elini bir an olsun bırakmamıştım Kat'in. Durmak ve davetlilerle konuşmak zorunda kaldığımda bile elim hep onunkinin üzerindeydi. Bunun insanları daha da meraklandırdığına emindim. Bana ettikleri övgülerin ve ayak üstü sohbetlerin sonu hep yanımdaki küçük hanımın kim olduğuyla noktalanıyordu. Tyron Noah'nın gizemli kız arkadaşı dilden dile, kulaktan kulağa yayılacak ve önce bu balonun, yarın da tüm haberlerin gündemine oturacaktı. Varsın otursun! diye düşündüm keyifle. Belki de bu, bir şeylerin değişmesini sağlar, bir suçlu gibi saklanarak geçirdiğimiz günlerin sonu olurdu.

Kat'in bu düşüncemi tam olarak desteklediğini söyleyemezdim. En azından ilk yarım saat boyunca ağzını bıçak açmamıştı. Tedirgindi, çekingendi, korkuyordu. Ama sonra, tehlikede olmadığını gördükçe rahatlamış, geçtiğimiz her köşede karşısına çıkan çiçeklerle, sanat eserleriyle mest olmuş ve içtiği ikinci şampanya kadehinin sonunda kendini iyice gecenin büyüsüne kaptırmıştı. Yeniden başımı döndüren o cesur kadındı artık.

O noktadan sonra davetlilerle oynadığımız ve sadece ikimizin eğlendiği bir oyuna dönmüştü sırrımız. Soran herkese değişik bir isimle kendini tanıtıyordu Kat. Bir saat içinde Isabelle, Dorothy, Maria, Lola, Pam ve daha pek çok kişi olmuştu. Bazen bir doktor, bazen bir ressam, birkaç defa içinse bir mimardı. Onun kimliği her an, her karşılaşmada değişiyordu ya ben her defasında, soran kim olursa olsun gururla onun kız arkadaşım olduğunu söylüyordum. Kız arkadaşımdı Kat. Sevgilimdi. Benimdi. Ve bu gece, tüm imkansızlıklara rağmen sahiden de benimleydi.

Tanrım! Şükürler olsun! Şükürler olsun! Şükürler olsun!

Saatler değil günler harcayabilirdi Kat bu bahçede muhtemelen. Her döndüğümüz köşede yeni bir şey ilgisini çekiyor, kokladığı her yaprakla merakı biraz daha kabarıyordu. Çiçekten çiçeğe konan bir kelebek gibiydi karşımda. Gözlerimi bir an bile üzerinden ayırmasam da doyamıyordum onu izlemeye. Onu böyle mutlu edebilmek o kadar farklı bir histi ki... bir başka kalpte açan bahar benim ruhumu ısıtıyordu resmen.

Sonunda bahçenin en ortasındaki görkemli kasra vardığımızda nutku tamamen tutulmuştu Kat'in. "Tyron!" dedi elini göğsüne koyup.

Yaşadığı şok için ona kim, nasıl kızabilirdi ki? Bir bina değil, bir tarihi eserdi karşımızdaki. İşlemeli beyaz sütunların etrafını saran çiçeklerle, yaprakların altında kaybolmuş cam kubbesiyle ve dört bir yanından akan sularla yeraltından göğe yükselmiş bir sarayı andırıyordu. Toprak ananın yeryüzünde kalmış son kalesiydi adeta. Bahçeye yayılmış tüm çiçeklerden bir seçki süslüyordu kasrın ark şeklindeki onlarca girişini. Ama asıl büyü içeri adım attığında sarmalıyordu insanı.

"Sanırım bayılacağım," dedi Kat kendi kendine.

Sahiden de olduğu yerde sallanıyordu başını göğe dikmiş, üzerimizdeki kubbeyi izlerken. Suyla kaplıydı kasrın içi. Davetlilerin, masaların, sahnenin ve orkestranın durduğu tüm platformlar öyle bir yerleştirilmişti ki sanki bu suyun üzerinde yüzen narin yapraklardı her biri. Kubbeyi kaplayan renkli camlardan içeri dolan ışık yüzünden bir gökkuşağıyla sarmalanmış gibiydik. Daha önce pek çok kez gelmiştim elbette buraya. Ama benim için bile sıra dışıydı bugünkü süslemeler, düzenli aralıklarla tavandan bırakılan ve etrafımızda uçuşan yapraklar, havadaki nergis kokusu...

"Çok kalabalık," dedi Kat gözleriyle tarihi yapıyı doldurmuş yüzlerce insanı incelerken. Sahiden de hiç olmadığı kadar doluydu bugün kasrın içi. Birbirinden güzel kıyafetli kadınlar, şık erkekler, mütevazi elbiseleriyle onlarına aralarında hemen dikkat çeken teneke halkın davetlileri...

"Ne kadar kalabalık, o kadar iyi," dedim biraz daha Kat'e sokulup. "Bu sayede kimsenin dikkatini çekmeyiz."

Bunun kesinlikle doğru olmadığını biliyordum. Şimdiden bizi fark edip üzerimize çevrilmiş onlarca bakış sayabilirdim. Zaten daha cümlem bitmeden arkamdan tanıdık bir ses gelmişti.

"Hayal görüyorum dedim ama gerçekten sizsiniz!"

Kat de ben de etrafı incelemeye öyle kaptırmıştık ki kendimizi burnumuzun dibine kadar gelen Will'i fark etmemiştik bile. Üzerine özel dikildiği belli olan, şık bir takım ve onunla aynı renkte maske giyiyordu arkadaşım. Bir adım gerileyip Kat'i inceledi ve sonra da ıslık çaldı.

"Elbisenin şahane olduğuna emindim ama... bu kadar güzel duracağını ben bile hayal edemezdim doğrusu. Göz kamaştırıyorsunuz hanımefendi!" Kat mahcup olup başını çevirdiğinde bana kaymıştı Will'in bakışları. "Sanırım bu senin nasıl bu kadar salakça bir risk aldığını açıklıyor!"

"Will!" dedim kaşlarımı çatıp.

Anında ellerini havaya kaldırmıştı. "Tamam, bir şey demiyorum. Diyeceğimi bin kez dedim şimdiye kadar zaten. Yine de domuz gibi inatçı olduğun için buradasın!" Burnundan soludu sinirle. "Sadece çok fazla ortalıkta dolanmayın! Tek söyleyeceğim bu! Krol biricik ailesiyle saat üç yönünde. Sevgili baban bir kat üstümüzde konsey üyeleriyle. Baş belası kardeşini istesen de gözden kaçıramazsın zaten. Kendini göstermek için konuşmadığı kimse kalmadı geldiğinden beri. Basını da birazdan içeri alırlar, tam olur."

Aman ne güzel diye düşündüm bir anda tüm neşemi kursağıma dizen Will'e ters bir bakış atıp. Başımı aksi yöne çevirmemle Jess'in yeşil gözlerine takılmıştım bu kez. Babasının hemen yanından ip gibi olmuş dudaklar ve kaskatı bir suratla izliyordu beni. Bakışları yanımdaki kıza kaydığında onun zehrinden korumak ister gibi kendimi Kat'in önüne atacaktım neredeyse. Ama Jess o çok iyi bildiğim özgüveniyle çenesini hafif yukarı kaldırmış ve sonra saçlarını savurup arkasını dönmüştü. Güzel! En azından onunla muhatap olmak zorunda kalmayacaktım.

"Babam, Krol, Lee..." dedim Kat'in eline uzanıp. "Kimin bizi göreceği, ne yapacağı, ne düşüneceği umurumda değil! Bu benim gecem, bu balonun en güzel kızı benim yanımda ve ben onunla şu kubbenin altında dans etmeden hiçbir yere gitmiyorum!"

Will küfretmek, Kat de itiraz etmek için ağzını açsa da az sonra dans için ayrılmış piste uzanan basamakları tırmanıyordum peşimden sürüklediğim Kat'le birlikte. Muhteşem bir dansçı olduğum falan yoktu. Daha önce hiçbir kutlamada kendi isteğimle piste atladığım da olmamıştı. Ama farklıydı bugün. Bir inada dönmüştü artık resmen. Neden göğsümü gere gere sevdiğim kadınla birlikte olamıyordum ki ben? Neydi bizi engelleyen? Dr. L., babam, başkalarının aramıza koyduğu duvarlar, dikte ettiği kurallar... Yeter! diye düşündüm. Yeter, yeter, yeter! Bu gece her şey değişecekti.

"Tyron..."

"Sadece bana eşlik et," dedim Kat'in kulağına doğru eğilip. Bir elim belinde, diğeri onunkiyle birlikte havadaydı. Gözlerimiz buluştuğunda onun yeşillerindeki tedirginliğin dağılması için birkaç saniye bekledim. Ve sonra pistte dönen diğer çiftlere katılmıştık biz de. O andan sonrası gerçek dünya değil bir masaldı artık. Kubbeden yansıyıp sudan seken renkli ışıkların, yağmur misali üzerimize yağan çiçek yapraklarının ve bahar kokusunun altında, tepemizde uçan beyaz güvercinler gibi özgürdük tam bu anda.

Her bir göz üzerimizdeydi muhtemelen. Varsın olsun diye düşündüm keyifle. Varsın hesap sorsunlar bu müzik, bu gece, bu hikaye sona erdiğinde. Yine de burada olacaktım ben. Ellerinden tuttuğum, kalbimde taşıdığım, düşüncelerimi allak bullak eden, temelimi sarsan, yanlışları doğru yapan kadınla. Son notalarla birlikte onu etrafında döndürdüm ve geri yatırdım. Kalabalık alkışlarla dans edenleri kutlarken gözlerini bir an olsun benden ayırmadan doğrulmuştu Kat. Dağılıp yüzünün etrafına saçılmış saçlarıyla dünyadaki en güzel varlıktı şüphesiz. Tam şu an maskesini çıkarıp atacağım ve onu herkesin önünde delice öpeceğim an olmalıydı. Ama bir adım gerilemişti Kat.

"Arabada söylediğin şey..." dedi. "Sen... gerçekten... sen gerçekten bana..."

Devam edemedi Kat, çünkü kırmızı kostümlü görevlilerden biri bitmişti başımızda. "General Noah," dedi saygıyla eğilip. "Babanız locada sizi bekliyor. Az sonra gerçekleştireceğiniz konuşma için olduğunu söyledi."

Lanet konuşma! diye söylendim içimden birkaç sevimsiz küfürle birlikte. Ama gözlerim saatime kaydığında hala kırk beş dakikadan fazla süre olduğunu görüp daha da sinirlenmiştim. Babamın beni huzuruna çağırmasının konuşmayla falan ilgisi yoktu. Yanımdaki kızı da herkesin gözüne soktuğumuz dansı da görmüştü elbette. Kendi kontrolünde olmayan bu yersiz gelişmenin hesabını vermemi bekliyordu benden şüphesiz. Güzel, gerçekleri ortaya sermek için yarınki manşetleri beklemem gerekmeyecekti demek.

"Tamam," dedim sıkıntıyla. "İşim bitince geleceğimi söyleyin." Merakla Kat'e dönmüştüm yarım kalan sözlerinin devamını duymak için, ama bir türlü başımızdan çekilmiyordu görevli kız.

"Efendim," dedi ıkına sıkına. "Size yukarı kadar eşlik etmem gerekiyor. Herhangi bir gecikme yaşanmaması için."

"Git," dedi Kat ben kıza ters bir cevap veremeden. "Ben Will'i bulur, onunla beklerim."

Kat'i yalnız bırakma fikrinden kesinlikle nefret etmiştim. Hele de yaptığımız danstan sonra tüm ilginin onun üzerinde olacağını bile bile... Ama "Git hadi!" diye üsteledi Kat. "En kötü tuvalette saklanırım olur biter."

O kaşlarını yukarı kaldırınca istemsizce gülümsedim. "Beş dakika," dedim ondan çok kendimi rahatlatmak için. "Sonra hemen yanındayım. Söz veriyorum." Ve sözlerimin kalanı için kulağına eğildim. "Bana sormaya çalıştığın sorunun cevabı evet. Ben sana çok aşığım Kat! Hayal edemeyeceğin kadar çok hem de!"

Olduğu yerde rüzgara kapılmış bir yaprak gibi sallandı Kat. İlk duyduğu anki kadar şaşkındı sözlerim karşısında. Öyle sevilesi, öyle güzeldi ki bu masumiyeti... Geri dönüp onun aralık kalmış dudaklarını doyasıya öpmek için kendime söz verip görevli kızın peşine takıldım. Ne yazık ki basamakların başına ancak ulaşmıştım Lee bir anda önüme atladığında. Dehşet dolu bir ifade vardı suratında. Öyle ani koluma asılmış, öyle çabuk çekiştirmişti ki beni tepki veremedim bile.

Nispeten kuytu bir köşeye geçtiğimizde "Sen aklını mı kaçırdın?" dedi göğsümden sertçe itip. Gözlerinden alevler fışkıracaktı öfkeden neredeyse. Kontrolsüzce sarsıyordu beni. "Sen nasıl... nasıl böyle bir şeyi yaparsın ha? Nasıl onu buraya getirirsin? Seni bencil, kendini beğenmiş ahmak!"

"Hey!" dedim sonunda onu bileğinden yakalayıp. "Kendine gel Lee! Neden saçmalıyorsun sen? Neyin öfkesi bu?"

Hışımla kendini kurtardı pençemden. "Aptal!" dedi tükürükler saçarak. "Koca bir aptalsın sen! Her şeyi mahvettin. Lanet olsun Ty! Lanet olsun sana!"

Ve sonra beni öylece bırakıp koşar adım uzaklaşmıştı Lee. Başımdan aşağı soğuk bir kova su dökülmüş gibi felç halde öylece bakakaldım bir süre arkasından. Ne demek istemişti, neydi onu böyle kızdıran, anlamak imkansızdı. Zaten görevli kız yeniden dibimde bitip babamı hatırlattığından kardeşimin öfke krizinin üzerinde daha fazla duramamıştım.

"Asıl sana lanet olsun Lee! " diye homurdandım locaya uzanan basamakları tırmanırken. On adım atmıştım. Belki on beş... Bir kez daha durdum olduğum yerde. Ama bu kez ne önüme atlayan bir Lee ne de başka bir görevli vardı. Bir anda zifiri karanlıkta kalmıştı tüm kasrın için. Müziğin susmasıyla davetlilerin şaşkınlık dolu sesleri yükseldi kubbeye doğru. Şovun bir parçası mıydı bu kesinti? Beklenmedik bir gösteri mi planlanmıştı konuşmamızdan önce?

Bir iki basamak daha tırmanıp altımdaki salonu taradım neler döndüğünü anlamak için. Diğerlerinin aksine tüm hareketi seçiyordu gözlerim karanlık olmasına rağmen. Ama bu yeteneğim olacakları öngörmeme yardım etmemişti. Bir anda dört dev projeksiyon belirdi duvarlarda. Bembeyaz, düz bir ekrandı önce. Hala bunun babamın şovunun bir parçası olduğuna inandırmaya çalışıyordum kendimi. Ta ki çok iyi bildiğim iki yüz kasrın duvarına yansıyana kadar...

"Ark!" dedi Dr. L.'in tam karşımdaki görüntüsü. 

Güçlü sesi kasrın içinde yankılanıp kalabalığın arasına yayılmıştı. Elleri arkasında, bir heykel gibi dimdik duruyordu.Onu görmeye alışık olduğum beyaz önlüğü içinde değil, bir üniformaylaydı. Tıpkı bir komutan gibi... Ama daha imkansızı onun hemen yanında duran kızdı. Kendi kızı... Kat...

"Ben Dr. Leena Stone," diye devam etti çenesini kaldırıp. "Ve bu da kızım Katherine Stone. İkimiz de sizin için birer hayaletiz, çünkü tam on üç yıl önce Başkan Noah'nın emriyle katledildik. Birimiz milyonda bir görülen bir hastalığa yakalandığı, diğeriyse küçük kızını ölümden kurtarmak istediği için..."

Kalabalıktan dehşet dolu şaşkınlık nidaları yükseldiğinde ben korkuluklara tutundum istemsizce. Yer, dünya, gezegenler, kainat... her şey sallanıyor, her şey eriyip yok oluyordu bu anda. Kat, az önce elinden tuttuğum Kat, benim Kat'im, bir projeksiyondan bakıyordu şimdi bana. Dr. L.'in hemen yanındaydı. Nasıl olabilirdi bu? Nasıl olmuştu?

"Ben artık sadece Dr. L.'im," diye devam etti görüntü. "Bizi, bizim gibileri yok etmek isteyen diktatörlüğe inat hayatta kaldım. Çünkü kızıma verdiğim bir söz var. Duvarların olmadığı, seçilmişlerin değil herkesin yaşama hakkı bulduğu yeni bir dünya bırakmak ona... Ve size yemin ederim, gerçekten ölmeden o sözü mutlaka gerçekleştireceğim."

Kimse bu konuşmanın sonunun nereye gideceğini tahmin edemese de huzursuzca kıpırdanmaya başlamıştı kalabalık. Dr. L.'in görüntüsü canlanıp da onlara saldıracakmış gibi çıkışa ulaşmaya çalışıyordu insanlar. Sivil askerlerin hareketlendiğini görüyor, onlar gibi önlem almam gerektiğini biliyor, ama gözlerimi karşımdaki projeksiyondan ayırıp hareket edemiyordum.

"Noah!" dedi Dr. L. o an. "Şu andan itibaren yönetime el koyuyorum! Kendi isteğinle koltuğunu bırakıp teslim olacaksın. Çünkü yirmi dört saat içinde insanlara yaptığın aşının etkisi geçecek ve virüs yeniden aktive olacak. Evet, doğru duydun! Sadece hastalığı uyutan bir ilaçtı herkese verdiğin ve o çok güvendiğin enstitün benim formülümle herkesi aşılarken bunu bile fark edemedi. Eğer panzehri istiyorsan bir kez olsun gerçek bir lider gibi davranacak, insanlarının hayatı için kendininkinden vazgeçeceksin! Bunu yapabilir misin Noah ha?"

Ne?

Saçmalıktı bu! Sapıklık! Delilik! Blöf olmalıydı doktorun söylediği her şey. Ama bir an olsun kırpmamıştı gözünü. Bir kez olsun sürçmemişti dili.

"Buraya duvarlarını yıkmaya geldim Noah!" dedi dişleri arasından. "Ve bunun için yapmayı göze almadığım hiçbir şey yok! Karşımda duran kim olursa o duvarların altına gömmeye hazırım!"

İşte şimdi çığlık çığlığaydı herkes. Biri kasrın ortasına bir bomba bırakmış gibi dört bir yana kaçışıyordu davetliler. Sonunda ben de felçten kurtulup öne atıldım. Ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmiyor sadece basamakları iniyordum. Ama o an dev bir dolu yağmuru kubbeyi parçalıyormuş gibi sallandı üstümüzdeki cam tavan. Onlarca, yüzlerce dev karga çökmüştü sanki üzerimize. Sonra bir anda patladı camlar ve daha önce bir benzerine hiç şahit olmadığım dev, metal kanatlar kapladı gökyüzünü. 

***

-BİRİNCİ KİTABIN SONU-

Ve sonunda Dr. L. Noah'nın duvarlarını yıkmaya gelir. Size bol tartışmalı, ucu apaçık, her yöne gidebilecek, soru işaretli bir son bıraktım ki heyecanımız hiç bitmesin :) Kafanızda deli sorular olabilir. Olsun :) Hepsini ikinci kitapta birlikte çözeceğiz. Elbette pek çok olay, yepisyeni karakterler ve bolca dramayla birlikte ;)

Şimdi teorilerinizi duymak istiyorum!!!!

- Nasıl oldu da Dr. L. herkese yapılan aşının kendi formülü olmasını sağladı?

- Neden o videoda Kat de yanındaydı?

- Son anda gökten inen kanatlı melekler de kim ola?

- Dr. Noah sahiden koltuğundan vazgeçer mi insanlar için?

- Veeeee en önemli soru: Tyron ve Kat'in başına ne işler açacak Dr. L.'in bu kuşatması?


Hadi bana yazınn!!! Kitabı buraya kadar birlikte getirdik, sizin yorumlarınızla bitsin!


İkinci kitap için istekleri de tam >>buraya<< alıyorum! 


Şimdilik kendinize çoooook iyi bakın! 

(Ve Noah'yı çok özleyin ki kavuşmamış dillere destan olsun!)

ÖPÜCÜKK

E.Ç.


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top