Bölüm 27

Güzel haftalar güzel okuyucular,

İlk kitabın finaline üç kala yeni sırları önünüze seriyorum bu bölüm :) 

Gönlünüz ana karadamı yoksa yeraltında mı seçme zamanı. Sınırlar çiziliyor, taraflar belirleniyor, saflar tutuluyor. Kimin ne olduğunu anlayacağız ilk kitap bitmeden. Bundan böyle durmak yok. Ta ki büyük bombaya kadar ;)

Şimdilik keyifli okumalar,

E.Ç.

***

But they're not gonna change the world

We are

***

BÖLÜM 27:

Tyron

Oturduğum yerde farkında olmadan öyle bir bacaklarımı sallıyordum ki içine tıkıldığımız toplantı odasından başlayan deprem tüm Ark'ı yerle bir edecekti neredeyse. Öyle ki yanımdaki sandalyenin sahibi Tara daha fazla dayanamayıp botunu benimkine geçirmişti sonunda. Aldığım darbeyle ne yaptığımı fark edip huzursuzca kıpırdandım yerimde ve pozisyonumu değiştirdim. Kollarımı göğsümde bağlamıştım bu kez. Elim enseme ulaşıp saçlarımı çekiştirmeye başladı birkaç saniye geçmeden.

Tanrı -ve muhtemelen bu odadaki pek çok kişi- kendimi zor tuttuğumun, söze dalmamak için insanüstü tüm yeteneklerimi kullandığımın farkındaydı. Sabırla, dudaklarımı kemirerek, dişlerimi sıkarak, bol bol da içimden küfrederek Krol'un konuşmasını bitirmesini bekliyordum. Konseyin geri kalan üyelerini yapılan askeri müdahaleler hakkında bilgilendirmekteydi genel kurmay başkanımız. Operasyondan sorumlu olduğumuz için Tara ve beni şovuna dahil etmiş olsa da şu ana kadar sahadaki gerçekleri anlatmamıza izin vermemişti.

Bir an bile titremeyen sesi, kendinden emin duruşu ve verdiği vaatlerle onu dinleyenleri tüm kontrolün kendinde olduğuna ikna edebilirdi her zamanki gibi. Tabii eğer dışarıda işler bu kadar zıvanadan çıkmış olmasaydı. Bugünse her zaman başlarını sallamakla yetinen babamın sadık konsey üyelerinin bile yüzlerinde inkar edilemeyecek bir kaygı vardı. Nihayet... diye geçirdim içimden öfkeyle. Belki bu sonunda doğru bir karar almalarını sağlardı. Tabii eğer hala çok geç kalmadıysak...

Teneke şehir yanıyor, teneke şehir bir volkan misali yüzeye doğru kabarıyordu. Adaletsizliğe verilen bir tepkiydi ilk kıvılcım. Günler içinde bir orman yangına dönüşüp durdurulamaz bir isyana dönüşmüştü. Şimdi Krol'u dinlerken daha da net şekilleniyordu kafamda işleri bu noktaya getiren adımlar, yapılmış yanlış seçimler, verilen şuursuz emirler.

Tara'nın tüm ısrarına rağmen onun operasyon planını onaylamamıştı Krol. Askerlerini ana kara ve yüzen şehir arasında eşit dağıtıp yaratıkları bir çemberin içine hapsetmekti komutanımın planı. Bana göre kusursuzdu. İki uçtan merkeze doğru adım adım yayılacak, canavarları ortamıza sıkıştırırken geçtiğimiz noktalarda aşılama çalışmalarını tamamlayıp bölgeleri birer birer temizleyecektik. Ama işler hiç de böyle gelişmemişti, çünkü Krol'un farklı bir fikri vardı. Ark'ın seçilmiş insanlarının herkesten üstün tutulması gerektiğini düşünen konsey üyeleri ve sevgili babamın da onayıyla güçlerimizin yüzde seksenine yakınını ana karaya yönlendirmiştik. Sonuç... geldiğimiz bu feci noktaydı.

Teneke şehir kontrolsüz kaldığı için yaratıkların çoğu üzerlerine binen baskıyla tünellerden oraya kaçmıştı. Aşılamaya da ana karadan başlandığından ne onlarla mücadele edecek yeterli asker ne de ilacı yeterince hızlı dağıtıp hastalığı durdurabilecek doktor vardı sahada. Böylece halkı katletmeye başlamıştı yaratıklar. Kan gölüydü teneke şehrin sokakları. İnsanlar bulabildikleri silahlarla kendilerini korumaya çalışırken Dr. Z.'nin robotları girmişti bir de resme. Yaratıklardan çok tehdit gördükleri insanları hedef alıyordu lanet makinalar. Defalarca kez durumu rapor etmemize rağmen hem de...

Yara aldıkça daha da hırçınlaşıyordu halk. Ve babamın sıkı yönetim ilan etmesi kesinlikle işleri çığırından çıkaran son noktaydı. Güya geçişlerin güvenliğini sağlayabilmek için Ark'tan yüzen şehre yapılan yiyecek ve malzeme tedariki tehlikeli boyutta azaltılmıştı. Kıtlığa doğru giden kısıtlama korkunç bir stresti insanlar için. İsyan ediyorlardı çatılarına çıkıp. Ark'ın dikkatini çekmeye çalışıyorlardı yakıp yıkarak. Şimdiden başarısız beşten fazla girişim olmuştu duvardan geçmek için. Hepsi daha kanlı, daha yüz karartıcı bir katliamdı.

Katlanamıyordum!

Dünya elimizden kayıp giderken öylece durmuş tuzu kuru birkaç adamın emirlerine uymaya katlanamıyordum işte! Krol neyse ama ya babam... o nasıl göremezdi bu ayrıştırıcı politikalarının bizi sürüklediği sonu? Belki de kendi kurduğu sistemin çatlaklarından yeraltına düşmesi gerekiyordu onun da benim gibi gerçekleri idrak edebilmesi için. Ya da belki o çatlaklar dev kraterler olup hepimizi yutuverecekti ve biz her şey için geç kalacaktık.

"Teneke şehirdeki baskıyı artıracağız," dedi Krol sanki benim düşüncelerimle inatlaşır gibi. "Hem isyanı durdurmak hem de bu felaketi başlatanlara hak ettikleri cezayı vermek için!"

Koltuğumda öne kaydım müdahale etmek için. Tara'nın da aynı anda öne uzamıştı boynu. Ama ne o ne ben müdahale edemeden babamın sesine çevrildi tüm başlar.

"Hastalığın hala ana kara kaynaklı olduğunu mu düşünüyor enstitü?"

Çıt çıkmıyordu salonda şimdi. Enstitü başkanının üzerine kilitlenmiş bakışların altında damla damla eridiğini görebiliyordum. "Tüm bulgular bu yönde," dedi mendiliyle alnındaki teri silip. "Kimliği tespit edilebilen tüm bedenler ana karada yaşayan insanlara ait. Teneke şehirde hastalığa yakalandığını kanıtlayabildiğimiz hiç vaka olmadı bugüne dek."

"Yani sadece duvarın içindeki insanları hasta eden bir virüsle mi karşı karşıyayız?"

"Henüz bunu kanıtlayabilmiş değiliz," dedi enstitü başkanı, ama son kelimesi Krol'un kükremesine kurban gitmişti.

"Kanıt aramaya ne gerek var? Bu düpedüz Ark'a yapılmış bir terör saldırısı! Doğrudan bizi hedef alan, sistemi çökertmek için insanlara bulaştırılmış bir illet! Teneke halktan başka kim kalkışır böyle bir deliliğe? Tüm bunlar kuralları esnettiğimiz için başladı. Dronları kaldırdık, yasakları azalttık. Peki sonuç ne oldu?" Yüzünü tiksintiyle buruşturdu. "İyice tepemize çıktılar! Şimdi bir de ayaklanmaya kalkıyorlar. O kendini bilmezlere hak ettikleri cezayı vermek gerekiyor iş işten geçmeden önce!"

"Komutanım," dedim daha fazla kendimi tutamayıp. Saygımı korumak için her yolu denesem de sesim öfkeden birbirine çarpan dişlerimin arasından bıçak gibi fırlamıştı Krol'un üzerine. Anında bana çevrildi başı. Kalın kaşları altından öldürecek gibi bakıyordu şimdi kızınınkinin birebir aynı zümrüt bakışlarıyla. Keşke ondan zerre kadar korkmadığımı bilseydi.

"Her gün her saat o insanların arasında olan biziz," dedim. "Sokaklar yaratıklar yüzünden ailesini kaybetmiş insanlarla dolu. Onları koruyacak bir güç yok, sistem yok, silahları yok, hayatları robotların insafına kalmış durumda!" Köşeden sakince konuşmayı takip eden Dr. Z.'ye ters bir bakış attım ve sonra babama döndüm. "Orada yaşayanların durumu ana karadakinden çok daha kötü. Bir de nedenini bile tam bilmezken terörist damgası vurup bu insanları mı cezalandıracağız?"

"Sizin öneriniz nedir peki general?" diye sordu Krol dümdüz bir sesle, ama konuştuğu ben değil Tara'ydı. Aşağılık herif! Aklınca beni muhatap bile almadığını gösteriyordu. Tara yanımda yavaşça sandalyesinden kalkarken okları ona çevirdiğim için bildiği tüm küfürleri içinden bana savurduğuna emindim. Yine de konuştuğunda sakinliğini korumayı başaracak kadar profesyoneldi.

"Askeri gücü orantılı bir şekilde yüzen şehre yaymayı öneriyorum komutanım," diye açıkladı. "Tıpkı en başından beri raporlarımda belirttiğim gibi... General Noah'nın da dediği gibi, bu hastalığın arkasında kimlerin olduğunu henüz bilmiyoruz. Önceliğimiz minimum zararla isyanı durdurmak olmalı. Ana kara zaten büyük ölçüde kontrol altında. Vakalar azaldı. Aşılanma tamamlanmak üzere. Ama duvarın ötesinde durum tam tersi. Üstelik robotların faydadan çok zararı oluyor."

Vay! Tara'nın benimle hemfikir olduğunu biliyordum ama, herkesin oyunu kurallarına göre oynamaya çabaladığı böylesi bir arenada, tüm bu liderlerin önünde beni savunması... İşte bu kendimi iyi hissettirmişti. Benim gibi onun hoşnutsuz bakışları da Dr. Z.'yi buldu. Pis herif huzursuzca yerinde kıpırdandığında bize bir cevap verdiğini ve yumruğumla o cevabı gırtlağına geri soktuğumu hayal ettim. Ama konuşan o değil babamdı.

"Aşılanmanın ne zaman tamamlanması ön görülüyor?"

Sorunun muhatabı enstitü başkanı boğazını temizledi. "Duvarın ötesi için tam olarak söylemek zor, ama ana karadaki aşılanma oranımız yüzde doksanın üzerinde. Bir haftaya kalmadan tamamlanmasını bekliyoruz."

"O halde askerlerimi ana karadan çekebilirim," diye üstüne gitti Tara bu bilginin. "Yüzen şehre yayılabilir, kontrolü ele alabiliriz."

Krol'dan tükürmekle gülmek arası bir ses çıktı. "Ana karayı güçsüz bırakma pahasına o konserve kutularını koruyacaksınız demek general? Siz de mi askeriniz gibi tarafınızı değiştirmeye karar verdiniz yoksa? Malum, General Noah'nın teneke halka sempatisini geçmiş çabalarından biliyoruz."

Alevlerin boynumdan yanaklarıma hücum ettiğini hissettim. Diş etlerim çekilmişti ölümcül bir tehditle karşı karşıyaymışım gibi. Gerilip öne atılmalı, avımı paramparça etmeliydim şu an. Oysa ben ayağa kalktığımda deliliğimin kokusunu almış gibi ellerini masaya koyup öne doğru eğilmişti Tara ve ben başıma bela açacak bir şey diyemeden "Başkan Krol..." dedi tüm ciddiyetiyle. "Bizim bir tarafımız olamaz, çünkü biz tüm Ark'a hizmet ediyoruz. Görevimiz de Ark'ın birliğini korumak. Duvarın dışındaki huzursuzluk içeride de huzur olamaz demek. İşte bizim düzeltmek istediğimiz bu."

Krol ona haddini bildiren bu güçlü kadın karşısında kıpkırmızı olduğunda ben içimden kahkaha attım. Emindim ki bu öfkeli suratına yakışacak çirkinlikte sözler püskürecekti üzerimize. Ama tam o an "Neden?" diye sordu konseyden biri. "Neden bu durumu yine lehimize çevirmiyoruz?"

Kimse bu yorumu tam anlamamış olsa gerek kısa bir sessizlik oldu.

"İki yıl önce olanları mı kastediyorsun?" diye sordu sonunda başka bir üye.

Başıyla onayladı adam. "O zaman teneke şehir üzerindeki kontrolümüzü artırabilmek için isyancıları kullanmıştık. Neden aynısını denemiyoruz yine?"

Ha?

Tara'ya baktım sanki bu adamın neden bahsettiğini bana anlatabilirmiş gibi, ama onun da alnı kırış kırış olmuştu duyduklarını anlamlandırmaya çalışırken.

"O zaman durum farklıydı," diye itiraz etti daha yaşlıca bir üye. "O isyanı başlatan bizdik. İçeriden müdahalemizle biz istediğimiz için tetiklenen kontrollü bir patlamaydı olan."

"Ve işe yaramıştı! O sayede teneke halk merkezin gücünü görmüş oldu. O gün saldığımız korku sayesinde sonradan çıkabilecek pek çok isyanın önünü kestik!"

"Ama bu seferki isyan da gerçek tehdit de!" diye direndi yaşlı konsey üyesi. "O zaman bile az daha kaybediyorduk kontrolü. Sadece onların arasından değil, iki taraftan da pek çok insan öldü. Şimdiyse kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış tonlarca kişiden bahsediyoruz. Müdahale edilmezse yaşanacakları düşünün!"

Yanlış duyuyor olmalıydım. Masanın bir ucundan diğerine uçan sözcükler genleşip anlamsız formlar alıyordu kulaklarıma ulaşamadan. Hangi isyandı bu adamların bahsettiği? Kontrollü, içeriden müdahale edilen, planlanan... İki yıl diye zonkluyordu başım. İki yıl önce demişti konsey üyesi. İki yıl... İki yıl... İki yıl... Tek bir görüntü vardı önümde o döneme ait. Kan, alevler, ortasında Cal... O gün saldığımız korku derken benim kalbimi paramparça eden o lanet günden bahsediyor olabilirler miydi cidden? Gözlerim babamın mavileriyle buluştu çok kısa bir an için. Ne görmeyi umuyordum o dipsiz gölde? Ya da ne görmemeyi?

"Yeter," dedi babam ben tek bir cevap çıkaramadan başını üyelere çevirip. "Bana geçmişi anlatmanız için toplanmadık buraya! Şu anki durumu nasıl düzeltebileceğini söyleyecek biri varsa konuşsun!"

Derin bir sessizlik oldu. Babam bağırmadan felç etmeyi başarmıştı odadakileri her zamanki gibi. Bense ondan korkumdan değil, uzuvlarıma kan gitmediği için kaskatı kesilmiştim. Ciğerlerim boş, damarlarım kupkuruydu. Tara yanımda sandalyesine otursa da o beni aşağı çekiştirene dek hareket edemedim. Yer çekimi bile asılı kaldığım boyuttan beni çıkarabilecek kadar kuvvetli değildi şu an. Sözcüklerle kaplıydı hava saplandığım bu karanlıkta.

İki yıl... kontrollü isyan... merkezin gücü... saldığımız korku... pek çok insan öldü... pek çoğu... öldü... iki yıl...

Cal...

Konseyden birilerinin babama cevap verdiğini işittim. Duymuyordum. Krol girdi araya. Tüm ukalalığıyla fikrini söyledi. Duymuyordum. İtirazlar edildi, sesler yükseldi. Duymuyordum. Dr. Z. elbette geri kalmayacaktı bu kepazelikten. Duymuyordum. Duymuyordum. Duymuyordum. Babamdaydı kırpmadığım gözlerim. Tarih onun suratında yazılıymışçasına dikkatle süzüyordum tüm ayrıntılarını. Onun dudaklarından çıkıp duyduğum saçmalığı yalanlayacak tek bir kelime yeniden nefes almamı sağlayabilirdi. Oysa o iplerinden çekiştirdiği kuklalarını dinliyordu ağzını açmadan.

Tara yeniden konuştuğunda zorla kafamı çevirdim ona doğru. Suyun dibinden beni yüzeye çekebilecek tek can simidiydi sesi. Yine de boğuk bir şarkıdan farksızdı anlattıkları. Saniyeler ilerledikçe tek bir gerçek kalıyordu dünyada. Dostumu benden ve bu hayattan koparanlar bir avuç asi değil, kararlarına hizmet ettiğim bu insanlardı. Konsey... Ordu... Babam... Babamın kurduğu dünya... beni çarkına sıkıştırmış, Cal'i dişlileri arasında ezmiş sistem... Ömrüm boyu yediğim tüm kurşunlardan daha hızlı delip geçmişti bir anda gelen bu idrak.

Geçtiğimiz iki yılın her günü, her anı yüreğimde taş olmuş nefret ağır ağır çözülüyor, kanıma karışıyordu şimdi bir zehir gibi. Kat'in laboratuvarda yüzüme çarptığı gerçekler duvarlarımı yıktıysa bugün bu masanın etrafında temelinden çöküyordu inancım. Dr. Noah, dünyayı yeni baştan kuran çılgın bilim adamı, insanlığın kurtarıcısı, geleceği yazan adam... hedefine ulaşmak için yürüdüğü yolda önüne çıkan tüm engelleri aştığı için kazanmıştı ona biçilmiş tüm bu sıfatları. O engel bir avuç asiydi o gün. Gözünü kırpmadan harcamıştı hepsini. Bugün bir başkası, yarın belki ben olacaktım. Sonunda babam konuştuğunda zift gibi kapkaraydı ruhum.

"Asıl soru şu," demişti. "Kol kangren oldu mu yoksa hala onu kurtarabileceğinizi düşünüyor musunuz?"

Hislerimin üstüne kezzap atmak gibiydi sözleri. Düşüncelerimi daha güzel kanıtlayamazdı babam. Teneke şehri gözden çıkarıp çıkaramayacağımızı soruyordu aslında. Ya da Ark'ı korumak için ne kadarını feda edebileceğimizi... Sinirden delice kahkaha atmak geliyordu içimden. Şimdi herkesin önünde bağırsam, çağırsam, onu suçlasam, günahını yüzüne çarpsam, lanetler okusam bir şey değişir miydi? 

Hayır! 

Onca zaman gerçeği göremeyen bendim. Hep aynı adamdı Dr. Noah. Hep aynıydı gittiği yön, inandığı yol, bu uğurda yapabilecekleri... Ama ben... ben bir daha asla aynı Tyron olamayacaktım korkarım. Şu ana kadar onun için, ona inandığım için etrafındaki tüm kangrenli uzuvları temizlemiştim. Şimdiyse bu dev canavardan kendimi kesip kurtarmaktan başka bir şey gelmiyordu içimden.

"Yetkiyi bana verin!" dedim bir anda. 

Tüm gözler merakla yüzüme çevrilmiş, kaşlar bu yeni yetme çocuğun ne saçmaladığını anlamamış gibi yukarı kıvrılmıştı.

"Bu işi sizin yönteminizle, sizin robotlarınızla çözemediğimizi gördük. Yetkiyi bana verin. İzin verin o kolu kurtarabileceğimi size göstereyim!"

Tara'nın başı öyle hızlı çevrilmişti ki bana doğru, boynundan çıkan çıtırtıyı duydum. Sözlerim komutanım olarak onu da bağlıyordu elbette. Daha kontrollü, daha öngörülü, daha aklı başında olmam gerekirdi. Değildim. Kararmıştı gözlerim. Fıkırdıyordu öfke genzimde. Krol'un terbiyesizliğime cevabı gecikmemişti ki babam elini kaldırıp onu durdurdu. Gözlerindeki mavi şimşekler benim ruhumdaki kasırgalara meydan okuyordu şimdi.

Bir başkası olsa haddimi bildirip beni anında salondan attırabilirdi. Oysa o bağırmayacaktı. Ancak güçsüz bir lider kendini dinletmek için sesini yükseltmeye ihtiyaç duyardı çünkü. Dr. Noah'ysa bu dünyanın gördüğü en güçlü liderdi. Unuttuğu şeyse benim de o liderin elinde, her gün onu görerek, ondan öğrenerek büyümüş olduğumdu. Beni o Tyron Noah yapmıştı. Ve şimdi kendi yarattığı icadıyla yüzleşme zamanıydı.

"Sadece kendi ekibim," diye devam ettim inatla fırtınanın üzerine süren bir denizci gibi. "Ve yeterli sayıda aşılama personeli. Başka kimseyi istemiyorum. Kalan askeri güçleri istediğiniz gibi ana karada tutabilirsiniz. Tüm alfa birliği yüzen şehirde, benim kontrolümde olacak. Operasyonu sadece ben yöneteceğim. Sorumluluk da sadece benim olacak."

"Tyron!" dedi Tara yanımda dişlerini sıkıp. Oğlu için özür dileyen bir anne gibi Krol'a ve babama dönmüştü hemen. "İsyanları da yaratıkları da biz durdurabiliriz. Robotlar olmazsa gerginlik azalacaktır. Ama kara birliklerinin kalanını da yüzen şehre yönlendirmemiz gerekecek."

"Sadece kendi ekibim," diye tekrarladım onu duymamışım gibi.

Ne ben bakışlarımı milim oynatıyordum babamın yüzünden ne de o benden. Birbirinin içinden geçmeye çalışan iki ışın kılıcı gibiydik. Gözümün döndüğünü biliyor olmalıydı. Cal'i, onun benim için önemini, bu duyduklarımın ne anlama gelebileceğini bildiği gibi... Yine de tek kelime etmemişti bugüne kadar! O isyanın ardından benimle gurur duyduğunu söylerken... beni bir general yaparken... Sorumluluk almakla ilgili nutuk çekerken...

Kendini haklı gördüğüne bile emindim. Her zamanki gibi en doğrusunu onun bildiğini kabullenmemi, koyduğu kurallara uymamı, ona itaat etmemi beklediğini çizgi olmuş dudaklarından görebiliyordum. Bu kez değil! diye düşündüm. Bu kez başka bir Cal Ark'ın ayakları altında ezilmeyecekti. En azından ben yaşadığım sürece.

"Yetkiyi bana ver!" diye üsteledim bu kez doğrudan ona hitap ederek. Nedenini anlamasalar da bunun babamla benim aramda bir soğuk savaş olduğunu salondaki kimse inkar edemezdi artık. O yüzden buz gibi bir sessizlik sarmıştı etrafımızı. Bir tenis maçı izler gibi bir babama bir bana çevriliyordu yuvalarında büyümüş gözler. Ve sonunda füze gibi düştü üzerime babamın cevabı.

"Bir hafta süren var! Daha fazla değil. Ve eğer başarısız olursanız general, rütbenizi kaybedecek ve ordudaki görevinizden alınacaksınız."

Etrafımdakilerin saklamaya çalıştıkları hayret nidaları ciğerlerine sıkışmıştı. Tara'nın itiraz etmek için doğru sözcükler aradığını kesik kesik aldığı nefesten biliyordum. Krol bile delice bir öneride bulunmuş gibi babama çevirmişti bakışlarını. Bense başımı aşağı yukarı salladım sadece.

"Gidebilir miyim?"

Bir an kopkoyu bir kuşun kanatları gölgeledi babamın gözlerini. O kuşun içinden fırlayıp beni pençelerine geçirmesini bekledim. Ama ben nasıl kalbimde kükreyen kurdu zapt etmeyi başardıysam babam da yırtıcısını dizginlemişti. Belli belirsiz hareket etti kafası. Bu benim üç adımda çıkışa ulaşmam, droidlerin arasından geçmem ve kendimi koridora atmam için yetmişti.

Sualtından yüzeye çıkmak gibiydi salonu ardımda bırakmak. Attığım her adımda, yeniden almaya başladığım her nefeste kendine geliyordu aklım. Ne yaptın sen? demeye başlamıştı mantığım koridorun sonuna ulaşamadan. Ve sonra benzer bir ifadeyle suratıma bakan kardeşimle burun buruna geldik.

"Tyron?" diye sordu şüpheyle. Gözleri hala kapalı duran toplantı odasına kayıp geri üzerime dönmüştü. Tüm üyeler içerideyken benim dışarıda ne yaptığımı merak ediyor olmalıydı. Umursamadan asansöre yöneldim.

"Nereye?"

"Sonra Lee!" dedim onu ardımda bırakıp.

"Seninle konuşmam lazım," diye seslenmişti arkamdan. Önümde açılan kapıdan geçip asansöre bindiğimde hala bir şeyler söylüyordu. Kendi mantığımla kavgaya tutuşmuş öfkemden başka şey duymuyordum ki onu anlayayım.

"Sonra!" dedim kapı kapanmadan.

Lee'nin öfkeli suratı metal duvarın arkasında kaybolduktan saniyeler sonra otoparka taşımıştı asansör beni. Böyle bir anda kardeşimin şımarıklıkları katlanabileceğim son şeydi. Aşıyla ilgili onu sorguladığımdan beri hiç konuşmamıştık zaten. Kat'in formülünü kullanmadığını, çünkü ekibinin ondan daha önce aşıyı bulduğunu söylemiş, odasına girip eşyalarını karıştırdığım için bir de beni ona güvenmemekle suçlamıştı. Haklıydı belki. Hayır, kesinlikle haklıydı. Çok uzun değil, birkaç ay öncesine kadar gözüm kapalı sırtımı yasladığım tüm duvarlar teker teker yıkılıyordu üzerime. İçine doğduğum dünya, Ark'ın kusursuz sistemi, ailem... Hiçbirine güvenmiyordum artık.

Öyle ki arabama atlayıp bir bombadan kaçar gibi uzaklaşmıştım kuleden. Bana biçilmiş bir haftalık ömürden çalıyordu boşa geçirdiğim her an. Yine de kafamı toplayıp Will'i aramayı akıl edene kadar bir saatten fazla zaman harcamıştım gökyüzünde. Arabayı akademiye bırakıp her zamanki buluşma yerimize çıktığımda ağaçların arasında beni bekliyordu arkadaşım. Yüzümü görmek yapacağı tüm esprileri başından yok etmişti. Öğrendiklerimi ona anlattığımdaysa...

"Hayır," dedi sözlerimden kaçar gibi gerileyip. "Saçmalık bu!"

Cevap veremedim. Saçmalıktı elbette. Kafayı yemiş olmalıydım Ark'ın teneke şehirde bir isyan başlattığını ve bunu o insanları baskılayabilmek için kullandığını iddia etmek için. Hele de bunu yapan askerlerden biriyken... Hele de o askerlerden bir diğeri, dostum, kardeşim o oyuna kurban gitmişken... Ama bu kadar değildi. Babamla inatlaşmamı ve onun bana verdiği cevabı anlattığımda iyice içine kaçmıştı Will. Ne onun ne de benim konuşabildiğimiz dakikalar geçti akademinin terasında. Bir süre sonra güneş kaybolmuş, gecenin karanlığı üzerimize çökmüştü.

"E..." dedi sonunda Will. "Şimdi ne yapacaksın?"

Sükunetin ortasında kafamın içini kaplayan ve bana delice bir fikri fısıldayan o ses olmasa ona cevap veremezdim. Çılgıncaydı çünkü düşünmek bile. Bugün öğrendiğim her şeyden daha imkansızdı başarabileceğime inanmak. Ama bir çıkıştı bulduğum. Muhtemelen sahip olduğum tek çıkış... Ve kim bilir, belki de tüm bu delilikle baş etmek için benim de gözümü karartıp ateşe atlamam gerekiyordu.

"Bunu tek başıma yapamam Will," diye itiraf ettim. "İçeriden yardım almadan o şehri kurtaramam."

"Kat?" diye sordu hemen.

Başımı iki yana salladım. "Onu bu işe karıştırmayacağım."

"E... nasıl çözeceksin bu boktan durumu peki? Bir hafta diyorsun Ty! Hem de tek başına!"

İşte işlerin çılgınlaştığı yer de tam burasıydı. Saatime baktım cevap vermek yerine. Marketin açılmasına bir saatten az vardı. "Aklımda bir şey var," dedim Will'in omzunu sıkıp. "Şimdi gitmem lazım. Seni sonra ararım olur mu?"

"Olmaz tabii ki!" dedi Will hemen. "Ne bok yiyeceksen hemen anlatıyorsun, sonra da kalkıştığın ne tip bir saçmalıksa ona beni de dahil ediyorsun!"

Elbette böyle bir şeye izin veremezdim. Ama Will her zamanki Will değildi bugün. Cal'in onun da dostu olduğundan girmiş, bir de beni kaybedemeyeceğiyle ilgili duygu sömürüsü yapmış, sonunda arabamın yan koltuğuna oturmayı başarmıştı. Ve biz dakikalar sonra birlikte teneke şehre doğru yol alıyorduk. İlk seferki gibi bir heyecan yoktu bu defa Will'in karanlık bakışlarında. Detaylara özellikle girmediğim halde bembeyaz bir suratla izliyordu yolu. Ah bir de oraya gittiğimde ne yapacağımı bilseydi...

Ne yazık ki ben bile tam emin değildim aklımdaki fikri nereden başlayıp nasıl hayata geçireceğime. Adım adım diye sakinleştirdim kendimi duvarı geçip üsse ulaştığımızda. Arabayı orada bırakmış, kalan yola motorla devam etmiştik. Konserve kutuların arasından, bize öfkeyle bakan halkın içinden geçerken arkamda oturan Will'in hayatının en berbat yolculuğunu yaptığına emindim, çünkü on üçüncü bölgenin girişinde durduğumuzda üzerime kusacak gibi görünüyordu.

Motorun başına toplanan kalabalığı görmezden gelip sokağın içine doğru ilerledim. Böylesi bir dönemde, tüm nefret okları Ark'ın askerlerine çevrilmişken elimi kolumu sallayarak buraya gelmek bile bir cesaretti ya az sonra yapacağım şey düşünülünce sıradan bir gezinti gibi kalıyordu. Zaten şu an göstereceğim en ufak zayıflık gecenin sonunu getirmemiz için bir tehditti. O yüzden Lockey sokağın yarısında karşımızda dikilene kadar durmadım, Will'in de duraksamasına izin vermedim.

Tahmin ettiğim gibi önceki sefere göre bir hayli farklıydı kambur adamın tavrı. Hala boynunda asılı duran anahtar tomarını şıngırdatarak aramızdaki mesafeyi kapatmış ve lafı uzatmadan marketteki varlığımın hesabını sormuştu. Geçmemi istemese bu sokağı bana zindan edebileceğini ikimiz de biliyorduk. Ama bu gece her şeyi değiştirmeye geldiğimi söylediğimde ne kastettiğimi merak etmiş olmalıydı. En azından marketin sonunu görene kadar yaşamamıza izin vereceği için rahatlayabilirdim sanırım.

Kesinlikle rahat değildim. Ve sokakları bir bir geçerken Will yanımda kurdeşen döktükçe daha da geriliyordu sinirlerim. Sonunda marketin kalbine ulaştığımızda bir kez daha şaşkındım kalabalığın büyüklüğü karşısında. Önceki seferden aşina olmalıydım aslında meydanı çevreleyen teneke yapıların balkonlarından sarkan, teraslarını dolduran insanlara. Ama şehir yangın yeriyken, ortalık yaratıklarla kan gölüne dönmüşken eğlencenin aynı hızla devam edeceğini beklememiştim korkarım. Belki de insan kaybedecek hiçbir şeyi olmayınca son ana kadar aldığı nefesin tadını çıkarmak istiyordu.

Böylesi daha iyi! diye hatırlattım kendime. Ne kadar fazla göz, ne kadar çok şahit, o kadar iyiydi planım için. Şimdi bir yolunu bulup çukura sokmalıydım kendimi. Avcılar nasıl seçiliyordu, listeleri kim, neye göre hazırlıyordu hiçbir fikrim yoktu. O yüzden yarışın yapılacağı yere doğru ilerledim. Henüz gong sesi duyulmadığından insanlar müzikle eğlenmeye ve içmeye devam ediyordu meydanda.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordu Will arenaya açılan dar sokağa girdiğimizde.

"Sen değil," dedim durup. "Buradan sonrasına ben yalnız gidiyorum. Sen yarış bitene kadar buralarda oyalan ve dikkat çekme."

"Başka?" dedi Will kaşlarını çatıp. "Anlat çabuk ne geçiyor aklından!"

"Will..." dedim sıkıntıyla. Buna gerçekten vaktim yoktu. Ama benden farklı düşünüyordu kader, çünkü başka bir sürpriz hazırlamıştı yolumu kesmek için.

"Tyron Noah!" dedi arkamızdan bir ses.

Başımı çevirmemle ilk Kat'i bulmuştu gözlerim, ama bana seslenen o değil, bir adım önünden ilerleyen Ruby'di. Ace hemen onun yanında, Flame'se bir adım arkalarında Kat'le kol kolaydı. Onların bir süredir çukura gelmediklerini bildiğimden beklemediğim bir sürprizdi bu karşılaşma. Kat'in gözlerinde binlerce farklı soru yanıp sönüyordu. Ne arıyordum markette? Onun için mi gelmiştim? Öyleyse neden ona haber vermemiştim?

Hemen meyletmişti bedenim ona doğru. Anında devreye giren beynim kaslarımı felç edip daha fazla ilerlememe engel oldu. Durduğu yerden zehir saçan Ace umurumda değildi, Flame zaten ilişkimizi biliyordu. Ama Ruby... o yıkılmaz bir duvar gibi aramızda dikilirken ne Kat tek kelime edebilir ne de ben içini rahatlatacak bir şey diyebilirdim. Zaten bizim yerimize hemen boşluğu doldurmuştu Ruby.

"Burada ne işin var Noah? Askerlerinle sıçıp batırdığınız dünyamızı kurtarıyor olman gerekmez mi markette eğlenmek yerine?"

Ah bu berbat günün hıncını ondan çıkarmam için ne de güzel kaşınıyordu. Ama gözüm Kat'e kaydığında yumruklarımı sıkıp kendimi durdurmuştum. "Çukurda yarışmaya geldim," dedim dürüstçe.

Pardon ne? diyordu üzerime çevrilmiş tüm gözler. "Ha?" çıkmıştı patavatsız Flame'in dudaklarından Will'le aynı anda. "Sen?" oldu tek kaşı yukarı kalkmış Ruby'nin tepkisi.

"Neden?" diye sordu Kat şüpheyle. Sırrımızı ele vermeden diyebileceği en masum şeydi bu. Peki ben ne cevap vermeliydim ona? Bu sabah yaşadıklarımı daha kendim kabullenememişken ona nasıl anlatacaktım beni çukura sürükleyen nedenleri?

"Kazanmak için," dedim başka bir çıkış yolu bulamayınca. Bu kesinlikle yalan değildi, çünkü planımı hayata geçirebilmem için o zirvede benim olmam gerekiyordu. Sözlerimin kulağa ne kadar ukala geldiğini ise Will bile dehşetle yüzüme baktığında idrak ettim.

"O zaman sana kötü bir haberim var," dedi Ruby küçümseyen bir ifadeyle. "Bugün Ace ve ben yarışıyoruz içeride. Yani... sen o zaferden pek de emin olmasan iyi olur. Kaybetmeye de alışık değilsindir şimdi sen, sonra mızmızlık yapma!"

Normal şartlarda Ruby'nin cümlelerini kelimelere böler, hecelere parçalar, tüm harfleri tek tek ona yedirirdim. Oysa o "Hadi Ace!" deyip partnerini çekiştirerek yanımdan geçtiğinde sadece derin bir nefes almıştım. Neyse ki omzunun üstünden ters bir bakış attıktan sonra onun peşine takılmıştı Ace de. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz dibimdeydi Kat.

"Ne oluyor Ty? Gerçekten neden buradasın?"

Derin bir nefes alıp yanağına koydum elimi. "Bugün çukurda yarışmam ve o avcılardan biri olmam gerekiyor Kat."

"Neden?"

"Çünkü," diye atladı Will ben bir şey diyemeden. "Kahramanımızın teneke şehri kurtaracak bir yol bulması gerekiyordu ve o önce kendi başını yakıp sonra da en çılgın fikri düşündü." Öldürecek gibi baktım Will'e. Ama arkadaşımın gözlerine yerleşen farkındalık bana aynı öfkeyle karşılık vermesine yol açmıştı. "İçeriden yardım alacağım derken teneke halkın kendini kastediyordun," dedi dehşetle. Ne yapacağımı anlamıştı zeki domuz.

"Biriniz doğru dürüst anlatacak mı ne oluyor?" diye üsteledi Kat. Onun da sabrı kalmamıştı.

Will küsmüş gibi kollarını göğsünde birleştirdi. "Hiç bana bakmayın. Ben esas oğlan kendini beladan belaya atarken salak salak izleyen yan rolüm."

"Al benden de o kadar," diye mırıldandı Flame yandan Kat'e bakıp. Kedi kızsa gözlerini kırpmadan beni izliyordu. Lanet olsun! Konuşmadan bu çemberden çıkma şansım yoktu artık. Ben de derin bir nefes aldım ve hikayenin Cal'le ve onu öldüren isyanla ilgili kısımlarına değinmeden toplantıda yaşananları birkaç cümleyle özetledim.

"Ty bu delilik!" olmuştu Kat'in tepkisi hemen. "Bir haftada her şeyi nasıl düzeltebilirsin? Hem de tek başına..."

Haklıydı elbette. Yine de...

"Teneke halkı yanıma alırsam başarabilirim," dedim. "Bana karşı değil, benimle savaşmalarını sağlayabilirsem bu savaş biter. Beni dinlemeleri, bana inanmaları lazım. Ve çukur tüm halka ulaşabileceğim tek yer. O yüzden buraya geldim. O yüzden o zirvede olmalıyım!"

"Hayır!" diye itiraz etti Kat hemen. "Başka bir yol buluruz. Bir video çekersin, Fitz bir şekilde yayınlar, herkesin duymasını sağlarız. Bilmiyorum, düşünürüz bir şeyler ama bu olmaz Ty! Burada olman bile yanlış. İnsanlar çok öfkeli. Orada senin canına oku..."

"Kat!" dedim. "Dinle beni Kat!" Diğer elimi de yanağına koyup yüzünü avuçlarım arasına aldığımda ancak susmuştu. "Halkın ciddi olduğumu görmesi lazım! Televizyondan onlara ahkam kesen o adamlardan biri olmadığımı, yanlarında durduğumu görmesi lazım! Bundan daha iyi ve hızlı bir yol yok. İnan bana! Bugün o çukura gireceğim ve beni duymalarını sağlayacağım."

Bir an sözlerim etrafımızdaki havayı dondurmuş gibi öylece durduk hepimiz. Kat'in kafasının içinde bir meydan savaşı verdiğini görebiliyordum. Haklı olduğumu kabullenmekle başka bir çıkış yolu bulmak arasında kalmıştı. Fikirler üreteceğine, çıkmaz sokaklarda yollar bulmaya çalışacağına ve beni vazgeçirmek için elinden geleni yapacağına emindim. Ama sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu. Kat bir anda kollarını boynuma dolayıp sıkıca sarılmıştı bana.

"Teşekkürler," dedi kulağıma sessizce. Ona neden diye soramadan dudaklarını benimkilere bastırmıştı bu kez. Uzaklaştığında laboratuvarında çalışırken ya da savaşırken gözlerinde görmeye aşina olduğum kararlılık vardı.

"Ben de seninle çukura giriyorum," dedi. İtiraz edeceğimi anladığında elini göğsüme bastırıp durdurmuştu beni. "İçeride yalnız olursan Ruby de Ace de hayatı sana zindan ederler. Muhtemelen diğer avcılar da... Ama ben arkanı kollarsam senin puan almanı sağlayabiliriz."

"Ruby Tyron'a yardım ettiğini gördüğünde aranızda bir şey olduğunu anlayabilir Kat," dedi Flame kaygıyla.

"Böyle bir şey olmayacak," dedim hemen. "Seni bu işe karıştırmıyorum Kat. O yüzden sana haber vermedim. Bu işi tek başıma yapmama izin vereceksin!"

Kendimce yeterince güçlü ve ikna ediciydi sesim. O yüzden Kat duraksamadan "Hayır," dediğinde ağzım açık kaldı. "Sen benim insanlarıma yardım etmek için herkesi karşına almışken ben bir köşede oturup beklemeyeceğim Ty. Kimin ne anlayacağı umurumda değil!"

"Kat..." dedim bezgince.

Ama kedi kız hepimiz adına tüm kararları vermişti çoktan. Will'e göz kulak olması için Flame'e talimat verip beni kolumdan çekiştirdiği andan sonrası benim değil onun kontrolündeydi artık. Belki de böylesi daha iyiydi, çünkü o yanımda olmasa yarışmak için bekleyen diğer avcıların arasından nasıl sıyrılır, nasıl ismi Kesik olan adama ulaşırdım bilmiyordum. Görünen o ki soyadım kendi ayaklarımla ölümcül bir oyuna katılmama bile engeldi duvarın bu tarafında. Oysa Kat şişko adamı gösteriye ne kadar heyecan katacağım konusunda ikna etmekle kalmamış, kendini de bana karşı bir koz gibi konumlayarak yarışçıların arasına sokmayı başarmıştı.

Tam Ace benden daha fazla nefret edemez derken bu girişimimle onun öfke sınırını bile aşmıştım korkarım. Kulaklarından dumanlar çıkıyordu beni izlerken. Ruby'nin sinsi bakışlarıysa tam Flame'in düşündüğü gibi ipuçlarını topluyordu Kat ve benim aramda gidip gelerek. Önceki müsabakada izlediğim birkaç tanıdık avcı dışında kalan yarışmacıları tanımıyordum. Onların beni gayet iyi tanıdığıysa üzerime yapışmış gözlerinden, aralarındaki fısıldaşmalardan ve nazikçe benimle paylaştıkları kötü düşüncelerinden belliydi.

Sustum. Sabrettim. Başımı önüme eğdim. Planıma odaklandım. Özellikle Kat'e bakmıyor, insanların sataşmalarını duymazdan geliyor, çok gerekliyse kısa cevaplarla soruları geçiştiriyordum. Elbette üzerimdeki tüm silahları almışlar, sadece tek bir hançeri tutmama izin vermişlerdi. En azından bunun diğerlerine de uygulanan standart prosedür olduğunu söyleyebilirdim. Sadece tek bir silahla içeri girecek, arenada bulduğumuz bir diğeriyle yarışacaktık.

Bir ses vardı kafamın içinde. Ne akla hizmet buradasın Tyron? deyip duruyordu zaman ilerlerken. Halkın benimle ilgili ne düşündüğünün küçük bir ön gösterimiydi gördüğüm bu muamele sadece. Kat az ötede köşeden beni süzüyor olmasa çoktan pişman olmuş, pes etmiştim bile belki. Ama...

Yarım saat sonra arenaya uzanan tünelde nefesimi tutmuş bekliyordum. Kendimden vazgeçmekten farksızdı şimdi arkamı dönüp gitmek. Kat'i, onun evini, sevdiklerini kurtarabileceğimi bile bile denemeden kabullenemezdim yenilgiyi. Tribüne yerleşmiş seyircilerden gelen bağırışlar, davulların sesi, müzik... Kanımdaki heyecanla birleşmiş uzuvlarımı karıncalandırıyordu her şey.

Ve sonra Kesik'in sesi yankılandı arenada. Yaptığı kışkırtıcı girişi avcıların tanıtımı izledi hemen. Sıra bana gelene kadar tüm diğer yarışmacıları anons etmişti tek tek. Kirpi kızlar, Çekiç, Benekli, Çığlık ve Zıpzıp'ın ardından Zehir ve Boz takma adıyla Ruby geliyordu. Hepsinin alkışlarla sahnede yerini almasıyla Kat ve ben sona kalmıştık tünelde.

"Dikkatli ol!" dedim Kesik Tırmık diye bağırıp onu meydana çağırdığında.

Sadece ukala bir tebessümle karşılık vermişti Kat yersiz tepkime. Muhtemelen dikkatli olması gerekenin ben olduğumu hatırlatmak istiyordu. Olacaktım da. Çünkü bu kaybedemeyeceğim bir oyundu. Sonunda Kesik'in dudaklarından dökülen ismim arenada yankılandığında kapalı bir kutu gibiydi artık beynim. Bacaklarım açıklığa doğru hareketlense de bir makina gibi çalışıyordu bedenimin kalanı. Etrafı incele, sesleri dinle, renkleri ayır, kokuları yut, tehlikeleri tespit et, bilgiyi işle, işle, işle!

"Kanatlı!" demişti Kesik bana. Seçme şansım olsa biraz daha havalı bir isim tercih edebilirdim, ama bunun bir anda sesi kesilmiş kalabalığa olumlu bir etkisi olur muydu emin değildim. Zaman durmuş gibiydi arenayı çevreleyen tribünlerde. İnsanların kolları havada asılı, ağızları açık kalmıştı beni görmeleriyle. Bir göz hilesi ya da yanlış anlama olup olmadığımı anlamaya çalışıyorlardı şüphesiz.

En az sizin kadar gerçeğim, diye geçirdim içimden bir iki adım daha atıp. Ve buraya bunu size göstermeye geldim!

Tam şu an diğer avcılar gibi taklalar atmam, oradan oraya zıplamam ve güç gösterisi yapmam doğru olurdu. Ama madem ben Kanatlı'ydım... ve madem bu oyunu kurallarına göre oynamam, bu kalabalığa görmek istediklerini vermem gerekiyordu... Bir sonraki adımımda ayaklarım yerden kesilirken iki yana açılmıştı kanatlarım. Müziğin sesine bile üstün gelen hayret nidaları arenayı kaplarken gökyüzüne yükseldim süratle. Filelerin önünden meydanın etrafında attığım ikinci turda ancak kendine gelip bağırmaya başlamıştı kalabalık. Hayır, tezahürat değildi ettikleri. Yuhalanıyordum. Sonunda platformlardan birinin üstüne konduğumda iyice şiddetlenmişti kulaklarıma ulaşan öfkeli sözler.

Neyse ki etrafımı sarmış bu kolektif nefreti unutturacak daha büyük dertler vardı başımda. Kat'in haklı olduğu daha arenadaki silahları bulmak için dört bir yana dağıldığımız an kanıtlanmıştı. Tam bir baş belasıydı Ruby. Ace ayağına kadar gelmiş düşmanından tüm hıncını almaya hazırdı. Ve diğerlerine gelince... dostum olmadıklarını rahatlıkla söyleyebilirdim. Silahlara ulaşamamam için bana karşı birlik olmuş, özellikle önümü kesmiş, omuz atmış, çelme takmış, dirseklemişlerdi. Her şeye ve hepsine rağmen sonunda kılıcı ele geçirmeyi başarmam büyük bir hayal kırıklığıydı onlar için ya, denemeye devam edeceklerini biliyordum.

İlk kafes açılıp içinden dev çekirgeler fırladığında bu robot hayvanların belki de mücadele etmem gereken en basit şey olduğunu anlamıştım. Kimsenin beni sevmesini beklemiyordum elbette, ama teneke halk için yaptığım onca şeyden sonra en azından aralarında bulunmama tahammül edeceklerini ummak çok mu fazlaydı? Oh, hayır, kesinlikle katlanamıyorlardı varlığıma. Çekirgelerden birini vurmak için Ace'in elinden çıkan yıldızların kazara omzumu kesmediğine emindim. Ya da Ruby'nin fırlattığı okun yanlışlıkla kafatasımı sıyırıp geçmediğine... Kat'e yardım ederken izlediğim o iyi niyetli ikizler bile söz konusu benken iki canavara dönüşmüştü.

Eğiliyor, kalkıyor, zıplıyor, uçuyor, çekirgeleri öldürmeye çalışmaktan çok kıçımı kollamakla uğraşıyordum. Hayatım yeterince can sıkıcı değilmiş gibi o sırada açılan ikinci kafes daha önce hiç görmediğim kadar hızlı, güçlü ve keskin dişli maymunlarla doluydu. Öyle yükseğe sıçrıyorlar, tek seferde öyle uzun mesafeler alabiliyorlardı ki uçmamın bir avantajı kalmamıştı neredeyse. Yardım edeceğim diye bir gözü devamlı bende olsa da Kat'in de zorlandığını görebiliyordum. Varlığım mı Kesik'in iyice pisleşmesine neden olmuştu, yoksa arenanın içinde olmak mı dışarıdan izlemekten zordu bilemiyordum, ama kesinlikle basit bir eğlenceden fazlasıydı çukur. Kat'in beni, benim onu son anda kurtardığımız üç farklı kazanın ardından bir kez daha fileden düşüyordu şimdi kedi kız. Öyle bir öne atılmıştım ki öne saniyeler içinde kollarımdaydı.

"İyi misin?" diye sordum onu platformlardan birine bıraktığımda.

Bir cevap verdiyse de duyamamıştım, çünkü aynı anda korkunç bir sancıyla kavrulmuştu bacağım. Başımı öne eğip etime saplanmış yıldızı görmemle bakışlarımın az öteden bizi izleyen Ace'i bulması bir oldu. Allah'ın cezası sürüngen! İlla gel, beni öldür diyordu! Onun kafasını koparır gibi hiddetle çektim yıldızı bacağımdan. İçimden bin bir türlü beter fikir geçse de metal disk parmaklarımdan uçtuğunda Ace'i değil, hemen arkasından onun üstüne atlayan maymunu vurmuştu. Başka biri -normal bir insan- kellesini kurtardığım için bana teşekkür ederdi tam bu anda. Oysa Ace yardım değil de küfretmişim gibi bakmış, sonra da arkasındaki fileye sıçramıştı.

Ve sıra üçüncü kafesteydi sonunda. Bizi ezip geçecek dev bir fil bekliyordum tüm bu curcunanın üstüne. Ya da belki bir orangutan. Bir mamut. Demirler açılıp sürpriz ortaya çıktığındaysa hareket edemeyen tek avcı ben olmuştum. Kurtlar! dedi beynim çığlık çığlığa. Bembeyaz, normal boyutlarından en az iki kat daha iri, sivri dişli, kırmızı gözlü kurtlardı son avlarımız. Kesik'in benim şerefime onları seçtiğine neredeyse emindim. Birer robottu elbette her biri. Duygusal hiçbir bağ kuramayacağım kadar da tehlikelilerdi. Yine de... Beş kurttan biri üzerime meylettiğinde kılıcımı hemen kaldıramamıştım bile.

"Tyron!" diye haykırdı Kat zıpladığı yükseltiden.

Sesi son anda beni kendime getiren bir ok gibiydi. Ama kurdu vuran şaklattığı kırbacı oldu. İkinci bilek hareketiyle kement kurdun boynuna dolanmış, saldırmam için bana zaman kazandırmıştı. Puan kazanmam için bilerek yapıyordu bunu elbette. Kurtlardan birini öldürmek anında zirveye taşıyacaktı beni tabloda. Midem bulanıyordu karşımdaki beyaz kürkün kana bulandığını düşündüğümde bile. Hayvani sezilerim bana engel olmak için çığlık çığlığaydı tenimin altında. Yine de havaya kalkmıştı kolum. Kılıcım kurdun göğsünden girip sırtından çıktığında bir hayvanı değil, bir makineyi katlettiğimi hatırlattı mantığım.

Haklıydı. Haklı olduğunu hem tepemizde beliren hologram lider tablosu hem de kalabalığın tepkisi göstermişti çok geçmeden. Yarışın gidişatının değiştiği bir dönüm noktası gibiydi o kurdu öldürmem. Yuhalamaların arasında ıslıklar belirmişti önce. Uçarak sırtına konduğum ikinci kurdun boynunu kestiğimde alkışlar katıldı seslere. Maymunları bir bir haklıyor, gözü kapalı çekirgelerin canına okuyordum. Başarım etrafımızı sarmış enerjiyi dönüştüren eşsiz bir güçtü. Nefretin meraka, merakın hayranlığa dönüşünü işitiyordu kulaklarım oradan oraya koştururken.

Bu kadar boka batmış olmasak doğru yolda olmamı kahkahalarla kutlayabilirdim. Oysa kurtlardan dakikalar sonra bir de dikenli tokmaklar girmişti resme. Halatların ucuna bağlı dev silindirler arenanın bir ucundan diğerine sallanıyor, geçtikleri yerde karşısına çıkan kim varsa delik deşik ediyordu. Zıpzıp son anda sıçrayıp kurtulmuştu sırtına girmek üzere olan dev iğneden. Yetmiyordu Kesik'e yaptığı işkence. Bir de platformlar hareket etmeye başlamıştı her şeyin üstüne. Bastığımız yer sallanıyor, peşimizden katil tokmaklar kovalıyor, dört bir yanımızdan vahşi hayvanlar saldırıyordu.

Tek bir iyi yanı vardı bu cehennemin, o da rakiplerimin ilgisinin benden kendi kıçlarını kurtarmaya kaymış olmasıydı. Dikenli silindirler kanatlarımı düzgün kullanmama engel olsa da açık ara hepsinden üstündü yeteneklerim hala. Bir de üstüne Kat'in yardımı eklenince her an biraz daha garantileniyordu lider tahtasındaki yerim. Kimse üçüncü kurdu öldürmeyi tek başına başaramadığından beşe bölünmüştü puan. Dördüncü kurtta da aynıydı durum. Puanlar kırıldıkça zirveye yükselme şansı azalıyordu diğer avcıların.

Ve geriye son bir tane kürklü canavar kaldığında Ruby ve ben vardık listenin tepesinde peş peşe. Bu noktadan sonra onun daha da çirkinleşeceğini tahmin etmek için süper zeka olmaya gerek yoktu. Puanım ondan fazla olsa da kurdu devirmeyi başardığı an benim önüme geçecekti Ruby ve bu zaferi bana yedirmemek için neler yapabileceği iyice kararmış gözlerine yansımıştı. Ace bir adım gerisinden takip ediyordu onu. Tıpkı Kat'in hemen benim arkamda durması gibi o da tarafını seçmişti.

Aynı anda atıldık öne. Ben bir platformdan diğerine zıplarken bir maymun, iki de çekirge haklamıştım. Kling, kling, kling... Puanlar bir bir eklendi skoruma, iyice coşturdu kalabalığı. Ruby de boş durmuyordu elbette. Üç çekirge de o öldürmüştü az ötemde dikilene kadar. Şimdi birimiz kurdun önünde, diğerimiz arkasındaydık. Öteki avcılar son bir şans için aynı yere hücum etmiş olsa da bizden çok daha yavaşlardı.

O benim! diye düşündüm hamlemi yaparken. Buraya kadar gelip de kaybedemezdim artık. Dişlerimin arasından çıkan hayvani hırıltı eşlik etmişti kafamın içindeki sese. O benim! O benim! O benim! Benzer bir komut işitiyor olmalıydı Ruby de kendi kulaklarında. Benim gibi zıplamıştı öne doğru. Genlerindeki ayının kanatlarımla yarışma şansı yoktu. Kılıcım avına kilitlenmişti bile.

Derken...

Bir metal parladı renklerin ortasında.

Bir bıçak...

Kurdun kanlı bakışlarına takılı kalmış gözlerim ancak yolun yarısına geldiğinde idrak etmişti bıçağı Ruby'nin fırlattığını. Bir an avı benden önce vuracağını düşünüp panikledim. Ama hayır, tek bir bıçak bu iri köpeği devirmeye yetmezdi. Zaten Ruby'nin hedefi de kurt değildi. Doğrudan kalbime yollamıştı bıçağını. İki kez düşünmeden, acımadan, beni öldürmek için...

Kaçmam imkansızdı. Karşı koymam imkansızdı. Ağzımı açıp bağırmak için bile çok geçti. Ve ben de nefesimi tutup ölümü bekledim.

***

-BÖLÜM SONU-

Ah be Ruby, n'aptın?

Bu bölüm zamanında Cal'in öldüğü isyanla ilgili komplo teorileri üretmiş olan tüm okurlara gelsin. Haklıydınız! Söz konusu Dr. Noah olunca ölümün bile pek çok rengi oluyor gördüğünüz gibi. Bir yönetici olarak onu haklı bulan, doğru yaptığını düşünen var mı aranızda?

Bir de Tyron var konuşmamız gereken. Önceki bölüm sorduğum sorunun cevabını vermiş gibi kurt çocuk. 

Ama...

Henüz kitap bitmedi. Tüm sırlar ortaya dökülmedi. Ve asıl kozlar paylaşılmadı. Bakalım kitabın sonunda hangi taraf haklı çıkacak. Tyron'ın kalbini dinleyeceğini düşünenler mi, yoksa gücün peşinden gideceğine inanlar mı...

Sizi seviyorum ve hızla yeni bölümü yazıyorum!!!!

Kendinize iyi bakın!

E.Ç.




Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top