Bölüm 26
Herkese merhaba canlar,
Malum üzücü nedenlerden aranızda olamadım bir süredir. Yazmayı da sizin yorumlarınızı okumayı da çok özlemişim. Upuzun bir bölüm oldu araya zaman girince :) Umarım keyifle okur, hasret giderirsiniz.
E.Ç
***
So don't ever give up
Together we can conquer the world
***
BÖLÜM 26:
Kat
Vahşi bir kedinin genlerini taşımam dışında özel bir gücüm yoktu. Okumaya bayıldığım hikayelerdeki kahramanlar gibi duvarlardan geçemiyor, ölümden dönemiyor ya da zamanda yolculuk edemiyordum. Oysa dışarıdan bakan biri şu an elimde tuttuğum kitabı gözlerimden püskürecek ışınlarla eritmeye çalıştığımı düşünürdü muhtemelen. Öyle kilitlenmiştim önümdeki sayfaya. Aradığım tüm cevaplar satırların arasında gizliydi sanki. Ne yazık ki birbirine geçmiş kargacık burgacık kelimeler arasından tek birini seçip anlamlandıramayacak kadar meşguldü beynim.
Neredesin Tyron? Neredesin? Ne yapıyorsun? Ne haldesin?
Az ötede yatağın bir köşesine fırlattığım tablete bakılırsa laboratuvardan odama dönmemin üzerinden saatler geçmişti. Koca bir geceyi okuyarak, daha doğrusu okur gibi yaparak ve bekleyerek tüketmiştim yani. Üstelik kapımın çalacağının hiçbir garantisi olmadığı halde... Ama her an çalabilirdi, geçtiğimiz bir haftada en beklemediğim anlarda çalmıştı ve yine çalacak olma ihtimali uykuya yenilmeme engel oluyordu. Korkarım aklımın kabullenebileceğinden çok daha hızlı bağlanmıştı kalbim o imkansız misafirin varlığına.
Tyron... Neredesin?
İstemsizce kapıya kaydı gözlerim. Laboratuvardan çıkmadan izlediğimiz görüntüler hala zihnimin bir köşesinde oynarken rahatlamam mümkün olmayacaktı korkarım. Keşke bana bir telefon vermeye çalıştığında Tyron'a o kadar şiddetle karşı çıkmasaydım. Aletin izleniyor olma riskini göze alıp yanımda taşıyamazdım elbette ama... Of of of... Ameliyatın en kritik anında işleri karıştıran bir komplikasyon gibiydi Tyron hayatımda. Bildiğim hiçbir yöntem, hiçbir bilgi, hiçbir deneyim işe yaramıyordu ona karşı. Roller coaster misali bir aşağı bir yukarı sürükleniyordum kütüphanenin terasında onunla kalmayı kabul ettiğim andan beri.
Ama hayır, o gece değil, daha Tyron beni tünellerde kovaladığı gün değişmişti hayatımın seyri. Benim için Ark'ın en eşsiz, en tehlikeli silahıydı o. Bir mit, çocuklara anlatılan bir korku hikayesiydi. O yüzden tokmak gibi inmişti üzerime gerçek masalı ondan dinlemek. Tyron'ın o masaldaki kötü adam değil de kahraman olduğunu anlamak. Ve şimdi, tüm hayatım boyunca kaçtığım kanatlarının altında dünyadaki her yerden daha güvende hissetmem ne akıl almazdı?
Bizim için bir yol bulacağını, benden vazgeçmeyeceğini söylemiş ve şu ana kadar sözünde durmak için elinden geleni yapmıştı kurt çocuk. Aradan geçen bir hafta içinde üç kez daha görmüştüm onu. Hem de şu sıralar kendisi kaosun en büyüğünün ortasında olduğu halde... Her gün, hatta her saat televizyondaydı alfa ekibiyle. Sokaklarda yaratıkları kovalıyor, aşılanma çalışmasını yürütüyor ve teneke şehirde son iki gündür iyice kontrolden çıkmış isyanları bastırmaya çalışıyordu. Yine de... verdiği savaştan geriye kalan saatlerin suyunu sıkmış, yarından dakikalar çalışmış, başındaki dertlerin arasından sıyrılıp bir şekilde yanıma gelmenin bir yolunu bulmuştu. Bir değil, iki değil, tam üç defa...
İlk karşılaşma kesinlikle beklenmedik bir meteor yağmuru gibiydi. Çünkü ondan ayrılmamın üzerinden birkaç saat geçmeden haberlerde görmüştüm Tyron'ı. Oğullarının dünyayı kurtaracağını ilan eden Dr. Noah'nın yanı başında, babasının ve kardeşinin açıklamalarına baş sallıyordu. Üstelik özbeöz babam diğer omuzunda dikilirken... Tyron'ın Dr. Z.'nin kim olduğunu bilip bilmediğini o an için söylemem imkansızdı. Ben bile yıllar sonra ilk kez görüyordum o adamın lanet yüzünü. Ekranın alt köşesinde yazan ismi ve kabuslarıma yer etmiş zehirli mavi gözleri olmasa onu tanıyamazdım bile belki. Ya da yanımda görüntüleri izlerken annemin yüzünün aldığı şekle şahitlik etmesem...
Yine de müthiş sarsılmıştım Tyron'la babamı aynı karede görmekten. Üstüne Dr. Noah'nın süslü lafları, verilen sahte sözler, edilen övgüler... Sanki bir kez daha nefret ettiğim o dünyanın kanatlı prensiydi Tyron. Gerçek bir Noah'ydı. Spotların altında, alkışların ortasında, gücün kalbinde... Kandırılmış, ihanete uğramış hissetmiştim kendimi delice. Gece o terasta çıktığım pembe bulutların arasından tepetaklak yerin dibine çakılıvermek bu kadar kolaydı işte.
Ama kendime zehrettiğim koca bir günün ertesi sabahında odamın kapısındaydı Tyron. Tüneldeki tüm kameraları ekarte edip askeri üsten odama kadar gelmişti, hiç uyumamıştı ve sahaya çıkması gerektiği halde benim kapımdaydı. Bunu öngörebildiğimi kesinlikle söyleyemezdim. Tüm dünya onu askerleriyle sokaklarda görmeyi beklerken yanıma gelmesi yeterince imkansız değilmiş gibi bir de babam için benden özür dileyerek iyice sersemletmişti beni. Dr. Z.'in kim olduğunu da yıllar sonra onu görmenin benim için ne anlama geldiğini de benden iyi biliyordu sanki.
Yanılmıştım. Sahte olan Tyron'ın benimleyken olduğu kişi değil, o kameraların karşısında oynamaya zorlandığı adamdı. Ve ben ona inanıyordum. Nokta! O sabah onun gözlerinde gördüğüm anlayış, sonrasında yanıma her geldiğinde hissettiğim huzur, tenime dokunduğunda bedenimi ele geçiren heyecan... her biri ve hepsi kontrolsüzce bağlanmama neden olmuştu kurt çocuğa. Ve şimdi gözü yolda sevgilisini bekleyen şapşal bir ergenden farksızdım.
Ah kedi kız, ah!
Nasıl düşmüştüm ben bu duruma? Flame benimle dalga geçmekte sonuna kadar haklıydı korkarım. Hiçbir erkeğe karşı gardını indirmemiş; kimsenin, Ace'in bile duvarlarımı aşmasına izin vermemiş ben, Kat, tırmık, yırtıcı kedi, bir kurdun yolunu gözlüyordum. Dışarıda işler bu kadar karışık olmasa yine de bu kadar sıkışır mıydı kalbim acaba? Yıllarca etrafımdaki küçük halkanın içindeki insanlar için endişelendiğim yetmezmiş gibi bir de Tyron eklenmişti şimdi listeye.
Sıkıntıyla nefes verip yatağa bıraktım kendimi. Gözlerimi açık tutmak için dirensem de tüm günün yorgunluğu bedenimi uykuya sürüklüyordu artık. Yanı başıma koymuştum kırmızı kapaklı kitabı. Bir gece önce Tyron'ın başını yasladığı yerde duruyordu şimdi sanki onun yokluğunu örtmeye çalışırmış gibi. Elim kadifemsi kapağının üzerinde, ağır ağır kayıyordum bir rüyanın ortasına doğru. Öyle ki, o sırada duyduğum tıkırtılar hayal ürünü müydü, yoksa gerçek miydi hemen anlayamamıştım. Ama birkaç saniye sonra yeniden sesler geldi kapının ardından. İşte bu sinyal bedenime taze kan pompalamak ve beni yataktan kaldırmak için yeterliydi.
Bir nefeste kapının önündeydim. İkinci kalp çarpıntısından önce panele kodu girmiştim bile. Metal duvar önümde açılırken hayati fonksiyonlarımı kapatıp bekledim öylece. Ve işte aynı imkansız misafir, aynı imkansız yerden, aynı imkansızlıkla bakıyordu suratıma. Kendimi onun üzerine atmam, kollarımı boynuna dolamam, çenemi omzuna yaslamam... hepsi imkansız olmalıydı. Ama bir şekilde değildi. Bir şekilde yanlış gelmiyordu anında tepkime karşılık verip beni sarmalayan, iyice kendine çeken güçlü eller.
"Hey..." diye mırıldandı Tyron kulağıma.
Cevap vermek yerine biraz daha sıktım boynundaki kollarımı. Kafamda kurduğum felaket senaryolarıyla kendimi ne kadar korkuttuğumu ancak şimdi idrak ediyordum.
"Kat..." dedi Tyron göz göze gelmek için beni kendinden uzaklaştırıp. "İyi misin? Her şey yolunda mı?"
Bu soruyu benim ona sormam gerekiyordu aslında. Her defasında olduğu gibi ceketinin altına yeni yaralar bulacağıma emindim. Onlardan bir tanesi kulağının arkasından boynu boyunca yakasına iniyordu. Gözlerimin derin kesiğe kaydığını fark edince hüzünle gülümsedi Tyron ve elimi tutup beni odanın içine çekti.
"Bugün gelemezsin sanmıştım," dedim o kapıyı kapatıp yeniden karşıma geçtiğinde. "Haberlerde her şeyi gösteriyorlar."
Yanağımı okşarken dudakları büküldü. "Her şeyi değil..."
Konuşmaya devam edeceğini sandım, ama önce bakışlarını kaçırmış, sonra da yatağın ucuna oturmuştu. Hemen hareket edemedim ben. Gözlerim dışarıda Tyron'ın başına gelenleri çözmeme yarayacak bir ipucu için üzerini tarıyordu. Yorgun, muhtemelen yaralıydı Ty ama fiziksel bir yara olduğunu sanmıyordum yüzüne düşmüş gölgelerin sebebinin. Önünde birleştirdiği ellerine kilitlenmiş bakışları kapkaranlık bir geceyi içinde taşıyordu sanki. Yanına oturduğumda yandan bana bakıp tebessüm etmeye çalıştı. Eli hemen benimkini bulsa da aklı hala kapının ötesinde bıraktığı dünyadaydı, görebiliyordum.
"Bir şey oldu değil mi?" dedim bir sorudan çok onay ister gibi. Yeniden ellerimize kaçmıştı bakışları. Dudaklarının belli belirsiz kıpırdadığını görsem de tek kelime çıkmadı aralarından.
"Tyron... konuş benimle!"
Derin bir nefes alıp elimi biraz daha sıktı. "Bugün..." Durdu. Yutkunup daha güçlü bir sesle yeniden denedi. "Bugün bir kadın öldü Kat. Çocuklarının önünde... Yakalayıp aşılamayı başardığımız yaratıklardan biriydi. Formül işe yaradı. Tıpkı diğerleri gibi... Her şey yolunda gidiyordu aslında. Fiziksel değişim, hastalığın çekilmesi... Ama sonra..." Alt dudağını ısırdı.
"Sonra?"
"Sonra... dönüşüm durdu. Bir anda! Ortada bir yerde sıkışıp kalmış gibiydi kadının aklı. Bir yanı saldırmak istiyor, diğer yanı eski hayatına dönmeye çabalıyordu. Gözlerinde hastalıktan önceki kadını gördüm Kat. Savaşıyordu. Onu izleyen çocukları için savaşıyordu. Eğer onu bağlayabilseydik... eğer vaktim olsaydı... Belki... belki bir doz daha alsa..."
Zihnindeki görüntülere daha fazla katlanamıyormuş gibi gözlerini yumdu. Midesi bulanıyordu sanırım. Bir süre buruşturduğu yüzüyle alt dudağını ısırıp beklemiş, yeniden gözlerini açtığındaysa yüzüme değil odanın diğer köşesine çevirmişti başını.
"Vakit yoktu," diye mırıldandı. "Onun çocuklarına doğru gittiğini gören robotlardan biri müdahale edemeyeceğim kadar hızlı davrandı. Ağzımı açana kadar kadını alnından vurmuştu bile. Orada... kızlarının önünde... kocasının önünde... yaşadığı mahallede..."
Başını eğip elleri arasına gömdü Tyron. O kadının hayaleti, çocuklarının çığlıkları, kan kokusu... hangisi daha çok canını yakıyordu söylemek imkansızdı, ama dehşetin tırnaklarını sırtına geçirmiş onunla bu odaya kadar geldiği açıktı. Ben sadece hikayeyi dinleyerek bile midemin asitle dolduğunu hissediyordum. O nasıl, hangi yardımla ardında bırakabilirdi ki böyle bir korku filmini?
"Tyron..." dedim yeniden elini tutup. "Tyron!" diye üsteledim bana bakmadığında. Zor da olsa başını çevirmişti.
"O bir anneydi Kat..." dedi ben ağzımı açamadan. "O lanet virüs bedenine sızmadan önce bir anneydi!"
"Biliyorum," dedim diğer elini de tutup. "Tıpkı senin elinden bir şey gelseydi mutlaka yapacağını bildiğim gibi. Seni defalarca kez başkalarının hayatını kurtarırken izledim Tyron. Beni ölümden sen döndürdün birden fazla kez. Bir çocuğun peşinden su canavarlarının ortasına atladın. Hiç tanımadığın insanlar için benimle savaştın o laboratuvarda. Her defasında kendi canını ortaya koydun." Hüzünle gülümsedim. "Sen bir kahramansın, evet. Gördüğüm en inatçı kahramanlardan biri hem de... Ama herkesi kurtaramazsın, inan bana."
Bir an hayretle suratıma bakakaldı Tyron. Kalbinin sözlerime tutunmak için çırpındığını acı içindeki gözlerinde görebiliyordum. Bir umuttu sanırım aradığı. Çünkü beni incelerken yumuşuyordu çattığı kaşları. Sonunda dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı ve "Bana akıl verene bak..." diye mırıldandı.
Evet, tamam, ben de en az onun kadar inatçı olabiliyordum söz hayat kurtarmaya gelince. Başkalarının sık sık bana tekrarladığı cümleleri şimdi Tyron'a kuruyor olmak beni de gülümsetmişti istemsizce. "Öyle yapmıyor olmam doğrusunu bilmediğim anlamına gelmez," dedim bilmiş bilmiş.
Normalde Tyron'ın bu tepkime güleceğine emindim. Şimdiyse sıkıntılı bir nefesten başka bir şey dökülmemişti dudaklarından.
"Çok az kaldı," diye üsteledim onun kadar kendimi de rahatlatmak için. "Herkes aşılandığında tüm bu kabus sona erecek. Ve sen bunun gerçekleşmesi için her gün canla başla uğraşıyorsun!"
Tyron bu hayale benim kadar inanmıyor gibiydi. "Aşı o kadında işe yaramadı Kat," dedi kaygıyla. "Böyle bir şey neden olmuş olabilir? Ya formülde bir sorun varsa?"
Bu ihtimal Tyron'ın sözlerini duyduğum ilk andan beri benim de kafamı kurcalıyordu. Yine de başımı iki yana salladım hemen. Bizim formülümüz doğruydu. Doğru olmak zorundaydı. Defalarca kez test etmiştik onu Tyron'a verdikten sonra bile.
"Bir anomali olmalı," diye fikir yürüttüm. "O kadınla ilgili bir sorun..."
Bu kez Tyron kafasını salladı itiraz etmek için. "Başkaları da var. Ark'tan da teneke şehirden de benzer haberler geldi. Bazılarında iyileşmeyi sağlamıyor aşı Kat. Bazılarını tıpkı bu kadın gibi iki dünyanın ortasında bırakıyor. Ve biz sağlıklı herkese de o ilacı veriyoruz."
Tamam, işte bu hem içimdeki meraklı kediyi hem de araştırmacı doktoru rahatsız etmişti. "O kadının bedenini incelemem lazım," dedim bir anda. "Ya da aşının işe yaramadığı başka birinin."
"Hepsi enstitüye gönderildi bile."
"O zaman raporlarını görmem lazım. Bu normal değil Ty! Tamam, bir iki vaka çıkmış olabilir, ama eğer bu durum tekrar ediyorsa... Onlarda aşının çalışmasını neyin engellediğini bulmamız lazım." Dudaklarımı kemiriyordum. "Anlamıyorum. Neyi atladığımızı anlamıyorum."
Tyron'ın ağzı bir şey demek ister gibi açıldı, kapandı, yeniden açıldı. Bana anlatıp anlatmamaya karar veremediği, kafasını kurcalayan başka bir şey vardı sanki. Üstüne gitmekle kendi haline bırakmak arasında kaldığım saniyelerin sonunda "Eğer..." demişti. "Eğer sana o raporları bulursam, yapılan aşının formülünün sizinki olduğunu anlayabilir misin?"
İşte bu enteresan bir soruydu. "Neden?" dedim kuşkuyla. "Neden başka bir formül olsun ki?"
Tyron alt dudağını ısırdı. "Bilmiyorum Kat. Sadece..." İşte yine durduruyordu kendini. Yine yutkundu. "Sadece her şeyi doğru yaptığımızdan emin olmak istiyorum."
Nedense onun aklında bu haklı meraktan biraz daha fazlası olduğunu fısıldıyordu iç güdülerim. Yine de başımla onayladım. Belki de koşullar ikimizi de paranoyaklaştırıyordu. "Raporları bana getirirsen elimden geleni yaparım."
Teşekkür etmek istercesine tebessüm etti Tyron. İkimizin de susup önümüze baktığı dakikaların ardından konuşan yine o olmuştu. "Aşıda bir sorun olduğu duyulursa bunu nasıl kontrol altında tutarız hiç bilmiyorum. Ortalık fazlasıyla karışık zaten."
"İsyan?"
"İsyan..." diye tekrarladı Tyron. Yaşadığı sıkıntı kaşları arasında derin bir çukur olmuştu. "Teneke şehirdeki huzursuzluk her gün büyüyor. İnsanlar robotlardan korkuyor, onları istemiyor, onlar direndikçe robotlar daha da kontrolden çıkıyor. Çok zekiler Kat. Daha önce gördüğüm hiçbir teneke yığınına benzemiyorlar. Kendi akılları, kendi iradeleri var sanki. İnsanların davranışlarını öğrendikçe daha da tehlikeli oluyorlar. Tamam yaratıklara karşı da aşı için de inanılmaz bir iş çıkardılar ama... yine de... yanlış bir şey var! Bugün içlerinden biri o anneyi öldürene kadar bu yanlışlığı nasıl anlatacağımı bulamıyordum. Şimdi eminim. Hiçbir insani filtresi olmayan tehlikeli birer silah her biri. Ve onları ateşleyen namludaki parmağın kimin olduğunu bilmiyorum. Ben mi yoksa..."
Yoksa Dr. Z. mi? diye tamamladım içimden. Farkında olmadan dişlerimi sıkıyordum Tyron'ı dinlerken. Babamın hastalıklı beyninin çıktısıydı o robotlar. Onca yıl karanlıkların içinde elleriyle besleyip büyüttüğü zehirli bir tohumdu. Dr. Z.'nin Başkan Noah'yı ikna etmek ve ömrü boyunca kovaladığı o zirvedeki pozisyona ulaşmak için neler yapmış olabileceğini tahmin edebilirdim ancak. Görünen o ki kızını ve karısını bile birer böcek gibi ezip geçecek kadar gözünü karartan amacına sonunda ulaşmıştı.
"Teneke şehirdeki o insanlara bir söz vermiştim," dedi Tyron acıyla. "Dronların olmadığı, korkmadan yaşayacakları yeni bir hayat söz vermiştim. Ama şimdi... daha tehlikeli bir resmin tam ortasındalar. Haklılar isyan etmekte. Bu tepkileri sonunda onlara zarar verecek olsa da haklılar! Ne yapacağımı bilmiyorum Kat. Halkı sakinleştiremiyorum, robotları durduramıyorum, kendi adamlarımın bile güvenini yitiriyorum sanki."
Tyron kendini sırt üstü yatağa bıraktı ve elleriyle saçlarını çekiştirdi. Sözlerini inkar etmemin hiçbir anlamı olmadığını biliyorduk ikimiz de. O yüzden uzun teselli cümleleri kurmak yerine yanına uzandım ben de ve dirseğimin üstünden onu izledim. Bakışlarımı yüzünden çekmediğimi fark ettiğinde bana doğru yatırmıştı başını. Ciğerlerine sıkışmış havayı bıraktı sıkıntıyla.
"Geldiğimden beri sadece söyleniyorum değil mi? Özür dilerim."
Onun suratındaki acıklı tebessüm beni de gülümsetmişti. Kendinden önce tanımadığı insanları düşünecek, onların yükünü omuzlarında taşıyacak ve bunun için yine de özür dileyebilecek bir adamdı Tyron. Farklıydı. Ona bakıp da bu derinliği göremeyen, belki de asla göremeyecek koca bir dünya vardı dışarıda. Ben de o dünyanın parçasıydım yakın bir zamana kadar. Yine de onlardan vazgeçmiyordu Tyron. Tıpkı benden de vazgeçmediği gibi... Asla da vazgeçmeyecekti, işler ne kadar çirkinleşirse çirkinleşsin...
Ona doğru eğilip dudaklarına yumuşak bir buse bıraktım. "Verdiğin sözü tutacaksın Ty. Buna eminim. Hemen olmayacak belki, ama bu dünyayı daha adil bir yere dönüştürebilecek biri varsa o da sensin!"
"Nasıl Kat?"
"Sırayla," dedim hemen. "Önce bu aşı işini çözmemiz lazım. Virüsten kurtulmadan bu kaosu durduramayız. Ama hastalığı yenmeyi başarırsak... işte o zaman o lanet robotlarını istediği yerine sokabilir babam! Sonra da birlikte cehennemin dibine giderler!"
İşte bu kez Tyron'ı güldürmeyi başarmıştım. "Bu planı sevdim," dedi beni kendine çekip. Başımı göğsüne bıraktığımda sıkıca sarmıştı kolu bedenimi. "Keşke dediğin kadar kolay olsa bunları yapmak."
"Kolay değil, ama imkansız da değil. Babam gücünü yarattığı kuklalardan alan bir sürüngen Ty. Onlara ihtiyaç kalmadığı anda geldiği bataklığa dönmek zorunda. Ama sen... sen bir lidersin. Seni askerlerinle gördüm. Ark'lı ya da teneke şehirden, hepsi sonuna kadar seni takip eder, buna eminim. Yeter ki şu virüsü yenelim. Sonra verdiğin tüm sözleri tutacaksın, biliyorum!"
Tyron yüzümü görmek için başını geri çekti. "Böyle şeyler söylemeye devam edersen seni bırakıp o savaşın ortasına asla dönemeyeceğimi biliyorsun değil mi?"
Kıkırdadım. "Bir süre sensiz de idare edebilirler bence."
Hemen sonra başka bir söze ihtiyaç duymadan birbirini bulmuştu dudaklarımız. Benden tek bir komut beklemeden Tyron'ın üzerine kayıverdi bedenim. Ah... ne kadar özlemiştim onu. Ne garipti ki daha yeni keşfettiği bu dokunuşa, kokuya, onunla gelen duygulara sanki bir ömür aşinaymış gibi hasret içindeydi ruhum. Tyron beni sırt üstü yatırıp elini tişörtümün içine soktuğunda nefesim göğsüme sıkışıp kalbimde patladı.
Sonrasını biliyordum. Sonrası bir volkanın içine dalmak ve her bir hücrem yanana dek lavların içinde yüzmekti. Yarım saat sonra çırılçıplak onun kollarında yatarken tek bir şey geçiyordu aklımdan... gitmesin! Ama dışarıda gün çoktan doğmuş, bileklerimize bağlı görünmez ipler ikimizi ayrı yollara çekiştirmeye başlamıştı. Saçımın üstüne sıcak bir buse bırakıp doğrulduğunda Tyron'ın da aynı baskıyı hissettiğini anladım.
"Artık üsse dönmem lazım," dedi özür diler gibi.
"Benim de antrenmana..." dedim onun gibi doğrulup. "Moxie çoktan bu sabah ne işkence yapacağına karar vermiş, bıçakları bilemeye başlamıştır bile."
Kalbimdeki çocuksu hüznü ört pas etme çabam kendimde işe yaramasa da Tyron'ı gülümsetmişti. Yatağa ve yere saçılmış kıyafetlerine uzanıp tek tek üzerine geçirdi. Bense tişörtümü giyinmiş onu izliyordum. Gitmesin, gitmesin, gitmesin! Başımı sallayıp içimdeki küçük kızı azarladım susması için. Yine de Tyron yatağın başında, önümde diz çöktüğünde korku dolu sesi mantığımı bastıracak kadar kuvvetliydi.
"Bir yolunu bulup geri geleceğim," dedi yanağımı okşayıp.
Bunu ben de biliyordum. En azından Tyron'ın o yolu bulmak için her şeyi deneyeceğini... Ama... Öne uzanıp onu son bir kez öperken midemde tedirgin bir kuş çırpınıyordu. "Dikkatli ol," dedim son günlerde bu iki kelimeyi ne kadar sık tekrarladığımı umursamadan.
Ceketinin kolunu yukarı çekip ona verdiğim kırmızı bilekliği gösterdi. "Bunun o işe yaraması gerekmiyor muydu?"
Kaşlarımı çattım. "Ciddiyim Ty! O adama güvenmiyorum! Robotlarına güvenmiyorum! Planlarına güvenmiyorum!"
O adamın babam olduğunu söylememe gerek yoktu. Genzimde yükselen nefretin alev alev gözlerimden fışkırdığına emindim. Zaten Tyron da beni yatıştırmaya çalışmak yerine boynuna uzanmıştı. Taktığı altın zinciri başından çıkarıp avucumun ortasına bıraktı. Ağır, oval bir madalyondu bu. Tyron'ın onu üzerinden hiç çıkarmadığını fark etmiştim. Ne olduğunu sormaksa hiç aklıma gelmemişti şimdiye kadar.
"Bu annemindi," dedi sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi. "Ölmeden önce vermişti bana. O günden beri hep üzerimde taşıdım. Sanki bu sayede o da benimle kalacakmış gibi..." Zinciri elimden alıp benim boynumdan geçirdi.
"Tyr..."
"Sende kalmasını istiyorum," dedi itirazımı duymazdan gelip. "Artık dikkatli olmak ve buraya dönmek için birden fazla nedenim var."
"Tyron..."
Önce yanağımı, sonra madalyonu okşadı ve dudağımın kenarına minik bir öpücük bırakıp ayaklandı. Öyle sersemlemiştim ki çıkışa yöneldiğinde hareket edememiştim hemen. Kapının sesiyle kendime geldiğimdeyse hızla botlarımı ayağıma geçirip peşinden fırladım.
"Raporları unutma," dedim dikkatimi onun gidişinden başka bir şeye verebilmek için. Ama Tyron onu koridora kadar takip etmiş olmamı fırsat bilmiş ve yeniden sarılmıştı belime. Eğer kapımı gören kamerayı bozmamış olsam bu durum kalp krizi geçirmeme yol açabilirdi. Şimdiyse kollarımı dolamıştım boynuna. Son bir öpücük bıraktı dudaklarıma.
"Raporlar ve başka bir sürpriz daha..." diye mırıldandı kulağıma.
"Sadece raporlar yeter," diye itiraz ettim. "Ve bir de sen..."
Tepkim Tyron'ı güldürmüştü. Ama onun sesi tünelin duvarlarından sekip içimi ısıtamadan buz kesmişti tüm organlarım. Ace... birkaç metre ötede, koridorun ortasında dikiliyordu. Üzerime kitlenmiş bakışları öyle ölümcüldü ki... dişlerini boynuma geçirip zehrini kanıma akıtsa ancak bu şekilde felç edebilirdi kaslarımı. Öyle ki hemen çekememiştim Tyron'ın boynundaki kollarımı. Kaskatı kesildiğimi fark edip başını çeviren, Ace'i görmesiyle benden yavaşça uzaklaşan Tyron oldu.
Gayri ihtiyari onun önüne kayıp iki oğlanın arasında durdum. Sanki ateşle barutun birbirine değmesini engellemek ister gibi... Nafileydi bu çabam. Ace ondan beklemediğim bir hızla aramızdaki mesafeyi kapatıp beni geçmiş, yumruğunu Tyron'ın üzerine savurmuştu bile.
"Sen!" diye hırladığını duyabildim Ace'in birbirine geçmiş bulanık renklerin ortasında.
En az onun kadar çevikti Tyron da. Ace'i bileğinden yakalayıp duvara yapıştırması saniyeden bile kısa sürmüştü. Elleri altında çırpınan kuduz bir köpeği zapt etmeye çalışır gibiydi daha çok. Bilerek ona vurmadığının farkındaydım, ama Ace onun kadar aklı başında değildi maalesef. Kollarını kurtaramayınca önce Tyron'ın burnuna sert bir kafa indirmiş, sonra da üzerine atlayıp onu karşı duvara çarpmıştı.
"Ace kes şunu!" diye bağırdım sırtından ceketine asılıp. Öyle kontrolsüzdü ki elimden kurtulmak için tepinirken dirseği benim yüzüme inmişti bu kez. Ah... dedim içimden aldığım darbeyle yalpaladığımda. Dudağımın kenarında hissettiğim keskin acıyı yapışık bir sıcaklık takip etmişti. Elimin tersiyle çeneme süzülen kanı sildim. Ace de Tyron da bana bakıyordu şimdi dehşet içinde. Biri yediği bokun suçluluğuyla, diğeri o boku yiyen adama duyduğu öfkeyle... Tyron'ın koyu bakışlarına bir katilin oturduğunu görmemle onun öne atılması bir olmuştu.
"Tyron hayır!"
Yakarışım nafileydi. Çığlığım ona ulaşamadan yüzüne inen yumrukla yanıma devrilmişti bile Ace. Tyron'ın başladığı işi bitirmek için onun üzerine eğildiğini görmemle kendimi bir kez daha ortalarına attım.
"Tyron yapma, lütfen! Bunun kimseye bir faydası yok!"
Ace korkunç bir kahkaha attı düştüğü yerden kalkarken. "Hayır Tyron, yap! Devam et! Dök içindeki tüm pisliği! Göster gerçek yüzünü! Göster ki Kat de anlasın bacaklarının arasına kimi soktuğunu! Kimin için dostlarına ihanet ettiğini, onları nasıl sattığını! Altına yattığı adamın kim olduğunu görsün!"
Efendim efendim?
Tamam, bu deliliğin ortasında aklı başında davranmaya çalışan bir ben kalmıştım belki ama benim de bir sınırım vardı. Ace'i yeniden düştüğü yere seren bu kez kendi elimdi. Pençem yanağında dört keskin tırnak izi bırakıp kana bulamıştı anında yüzünü. Farkında değildi hala, ama sözleriyle aside bulamıştı içimi. Onunki kadar öldürücüydü artık damarlarımdaki kan. Daha doğrulamadan üzerine oturmuş, dizimi gırtlağına bastırmıştım. Bileğini kavramış parmaklarım birer kelepçe gibi yere bastırıyordu kollarını. İstese bana karşı koyabilecek kadar güçlüydü Ace, ama sanırım şoka girdiğinden öylece suratıma bakıyordu şimdi.
"Ben kimseyi satmadım!" dedim sinirden birbirine çarpan dişlerim arasından. "Kimseye ihanet etmedim! Eğer bunun aksini düşünecek kadar az tanıyorsan beni sana yazıklar olsun!" Ace cevap vermek ister gibi ağzını açınca dizimi biraz daha bastırıp sözlerini gırtlağına tıktım. "Bacaklarımın arasına kimi soktuğum da kimin altına yattığım da sadece beni ilgilendirir! Duydun mu beni?" Ace yaşarmış gözleriyle çenesini sıkıyordu. "Duydun mu beni Allah'ın cezası?" diye bağırdım yeniden.
Tanrı biliyordu ya onu boğmak, lime lime doğramak, parçalarını aleve vermek istiyordum. Ama kollarımdan tutup beni Ace'in üzerinden çeken Tyron'dı. Onun sakinleşebilmesi için benim kendimi kaybetmem gerekiyordu sanırım. Hala burnundan solusa da az önceki hayvani saldırganlığı kontrol altındaydı şimdi. Serbest kalan Ace ayağa kalkıp tam karşımızda durduğunda sözlerinden önce bileğimi kavrayan parmaklarıyla ona mesajını vermişti Tyron.
"Kat artık benimle!" dedi bir tehdit savurur gibi. "Seninle olan arkadaşlığına karışamam. Ama bir daha onunla böyle konuştuğunu duyarsam, yemin ederim seni öldürürüm Ace!"
Kıpkırmızıydı Ace'in gözleri. Benim gibi onun da yanaklarından kontrolsüz yaşlar süzülüyordu. Bu kez genlerindeki yılan değil, sözleri zehirlemişti dostluğumuzu. Aramızdaki bağdan geriye ne kaldıysa geri döndürülemez bir bıçak darbesi aldığının ikimiz de farkındaydık. Belki de bu yüzden daha fazla kötülük dökülmemişti dudaklarından. Geri attığı ilk adımı bir sonraki takip etti. Benim ve Tyron arasında gidip gelen bakışları bizden uzaklaştıkça daha da donuklaşıyordu. Ve sonunda arkasını döndüğünde tüneldeki azıcık ışığı da yuttu ardında bıraktığı gölge.
Bir süre sessizce onun arkasından bakmama müsaade edip "Kat..." diye mırıldandı Tyron sonunda. Zorla bakışlarımı onun yüzüne kaldırdım. Ace'in ettiği lafların bıraktığı lekeleri onun gözlerinde görmekten korkuyordum sanırım, ama sadece şefkat vardı Tyron'ın yüzünde.
"Üzgünüm," dedi kenarına kan oturmuş dudağıma dokunup.
"Ben de üzgünüm," diyebildim sadece. Hissettiğim karman çorman duyguları en iyi böyle özetleyebilirdim sanırım.
"Ace diğerlerine bizi gördüğünü söyler mi?"
Bir süre düşünüp "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Artık onun ne yapacağını kestiremiyorum."
"Ben ne yapabilirim?" diye sordu Tyron kaşlarını çatıp. "Ondan önce annenle konuşsam? Her şeyi anlatabilirim. Ace'ten yalan yanlış şeyler duyacağına benden dinlemiş olur gerçeği."
"Hayır!" dedim hemen. "Bu benim çözmem gereken bir sorun Ty. Herkesten önce benim Ace'le konuşmam lazım."
Bu durumun onu ne kadar rahatsız ettiğini görmemem imkansızdı. Yine de itiraz etmemişti. Beni kolları arasına alıp sıkıca sarıldı ve çenesini başımın üstüne yasladı.
Bir süre onun sıcaklığından güç almak için izin verdim kendime. Sonra "Hadi..." dedim onu kendimden uzaklaştırıp. "Gitmen lazım. Yeterince geç kaldın."
"Seni böyle bırakmak hiç hoşuma gitmiyor Kat..."
"Hadi!" diye üsteledim. "Sen virüse, yaratıklara, insanlara karşı savaşıyorsun. Ben tek bir adamla baş edebilirim inan bana!"
Sözlerim güç de olsa kurt çocuğu ikna etmiş olsa gerek az sonra beni son bir kez öpüp gölgelere karışmıştı. Bense işleri dilimden döküldüğü kadar kolay halledemeyeceğimi yaşayarak öğrenmek üzereydim. Hızla hazırlanıp soluğu Moxie'nin yanında alsam da Ace ortalıkta görünmüyordu. Antrenmana gelmemiş, sonrasında laboratuvara uğramamış, kimseye de haber vermemişti. İzin günü olduğundan arkadaşlarıma onun nerede olduğunu sorup yok yere onları şüphelendirmek istemiyordum. Ama histerik davranışlarımdan ve deli dana gibi ortalıkta dolanmamdan Flame'in olayı çözmesi bir saati geçmemişti.
"Hayır! Hayır! Hayır!" oldu sabah yaşananları duyduğundaki tepkisi. Ace'e mi, Tyron'a mı yoksa bana mı daha çok üzüldüğüne karar verememiş gibiydi. Ace'in zamanla sakinleşeceğini, işleri yoluna sokmanın bir yolunu bulacağımı söylese de bu iyimser düşüncelerine benim kadar az inandığını titreyen sesinden duyabiliyordum. Yine de her fırsatta beni rahatlatmak için yeni fikirlerle gelmeyi sürdürmüştü.
"Belki de sizi öyle görmesi iyi olmuştur. Belki bu sayede Ace de birlikte olamayacağınızı kabullenir sonunda. Belki sen de artık Tyron'ı diğerlerinden saklamak zorunda kalmazsın."
Haklı olabilirdi. Çok çok uzun vadede ve tanrının fazlasıyla bana yardımcı olduğu paralel bir evrende... İçinde yaşadığımız bu boktan dünyadaysa sadece problem demekti başıma gelenler. Bu kez gerçekten yoluna sokamayacağım kadar batırmıştım işleri. Ace'i bir şekilde sessiz kalmaya ikna etsem bile muhtemelen asla düzelmeyecekti aramız.
Ona karşı bir vicdan azabı duymuyordum. Evet hatalarım vardı; ama Tyron'dan da önce aramızda bir şey olamayacağı konusunda yeterince dürüst davranmıştım Ace'e. Yine de... o Ace'ti. Benim dostum. Ailem. Yoldaşım. İş arkadaşım. Kendime haklı olduğumu söyleyip dursam da midemdeki kekremsi boşluğu doldurmuyordu hiçbir teselli.
Of...
Gün boyu kafamı Tyron'ın aşıyla ilgili sözlerine vermek için her yolu denediysem de gözümü kapıdan, annemin vagonundan ve artık her daim açık tuttuğumuz haber ekranından ayıramadım. Bitmek bilmez mesainin sonundaysa ne Ace'i yeniden görmüş ne annemle karşılaşmış ne de Tyron'la ilgili bir haber yakalayabilmiştim. Görünen o ki Ruby ve Dr. L. yine bizi dahil etmedikleri bir şeylerle meşgullerdi, ama annem patlamaya hazır bir Ace bombasından uzak kaldığı sürece geride bırakılmış olmayı bile hoş görmeye razıydım bugünlük. Saat akşam sekize gelirken Fitz gece nöbeti için laboratuvara döndüğünde bana da yol görünmüştü.
"Ben gidiyorum artık Flame," dedim eldivenlerimi çıkarıp.
Dikkatle üzerinde çalıştığı robotik koldan başını kaldırıp kaygıyla bana baktı Flame. Ölmek üzere olan bir vakayı inceliyormuş gibi bir ifade vardı suratında. "Seninle geleyim diyeceğim ama..."
Aması laboratuvarı bırakamayacak olmasıydı. Neyse ki... Arkadaşımın tüm iyi niyetiyle bütün gün verdiği tesellilere gece boyu devam edebileceğini biliyordum. Ama yaşadıklarımı sindirmem ve doğru yolu bulmam için kendi düşüncelerimle yalnız kalmalıydım.
Başımı iki yana salladım. "Telsizi yanıma alıyorum. Ace gelirse bana haber ver olur mu?"
"Merak etme. Muhtemelen şehirde bir yerlerde kafasını toplamaya çalışıyordur. Sakinleşince döner buraya."
Onu son gördüğümdeki hali hala gözümün önündeyken Ace'in nasıl sakinleşeceğini hayal edemiyordum ya yine de Flame'e itiraz etmedim. Neredesin Ace? deyip duruyordu kafamın içinde bir ses. Nerede, ne halt ediyorsun Allah'ın cezası? Neden sadece karşımda durup benimle iki yetişkin insan gibi konuşamıyordu ki? Ve ben neden parçalayacak kadar ona kızgınken hala ne yaptığını merak ediyordum. Aptal kedi! Baş belası sürüngen! Lanet şansım! Lanet, lanet, lanet!
Belki de onun beni bulmasını beklemektense Ace'in odasına uğrayıp karşısına dikilmeliydim. Ya da belki bu berbat bir fikirdi ve muhtemelen birbirimizi daha da hırpalayacağımız bir kavgaya dönüşecekti. Of! Odama dönerken kendimi olası bir tehlikeye karşı tetikte olmaya zorlasam da aklım önümdeki seçenekleri baştan baştan irdelemeye devam ediyordu. Ace'e git, gitme, onunla konuş, konuşma, harekete geç, bekle...
Dalıp gittiğim o anlardan birinde arkamdan gelen sesle bir anda sıçramış, panikle dizimin üstüne düşmüştüm. Nefes almadan beklediğim saniyeler sonunda duyularımın yanlış alarm verdiğini kabullenip doğrulduğumda her şeye sitem niteliğinde sağlam bir küfür döküldü dudaklarımdan. Şükürler olsun ki Moxie bu sefilliğimi görmemişti.
Ama sonra yeniden duyuldu aynı çıtırtı. Bu kez ilk seferden çok daha profesyonelce silahlarımı çekmiş, olası bir saldırı için pozisyon almıştım. Gözlerim karanlık tünelin içinde bir hareket yakalamak için iyice kısıldı. Robotlar sayesinde yaratıklar eskisi gibi yeraltını işgal etmiyor olsalar da hala göz ardı edilemeyecek bir tehdittiler ve böylesi bir günün sonunda içlerinden biriyle karşılaşmayı kesinlikle istemiyordum.
Tabancalardan birini belime geri takıp ceketimin iç cebindeki enjektöre uzandım. Artık yanımızda aşı olmadan hiçbir yere adım atmıyorduk hiçbirimiz. Zaten asıl sorun yaratıklar delice hareket ederken onlara iğneyi saplamaktı. Darbe almadan, yaralanmadan ve rakibinde ölümcül bir yara bırakmadan... Şu ana kadar bu konuda pek başarılı olduğumuz söylenemezdi. Ve bugün hayatın beni ne kadar desteklediği düşünülürse sonumun iyi olmayacağını şimdiden söyleyebilirdim.
Sesin geldiği yöne doğru temkinli bir adım attım. Ve sonra bir tane daha. Az ilerideki dönemece yaklaştıkça tünelde yalnız olmadığıma iyice emin oluyordum. Çıtırtılar hayal ürünüm değildi. Zemindeki asitli su, lağım, küf ve aşina olduğum tüm berbat kokular arasında farklı bir şey yakalamıştı burnum. Tanıdığım, ama çıkaramadığım bir koku... Tabancanın kabzasına bastırdım parmaklarımı. Enjektörü taşıyan elim yavaşça yukarı kalkmıştı. Beynim farkında olmadan geri sayıyordu çarpışmaya. On... Sağ adım... Dokuz... Sol adım... Sekiz... Bir adım daha... Yedi, altı, beş... Adım, adım, adım... Ama sıfıra ulaşamadan karşımdaydı gölge. Silahımın horozundan çıkan şıkırtıyı bastırdı attığı çığlık. Geri sıçrarken dehşetle büyümüştü gözleri.
"Lee?" diye bağırdım onunki kadar büyük bir korkuyla.
Evet, karşımdaki aklını yitirmiş, yüzü gözü tanınmaz, saldırgan bir yaratık değil; başka bir gün, başka bir zaman, yine bu tünellerde karşıma çıkmış olan oğlandı. O günkü gibi pislik, kan, yırtık kıyafetler içinde değildi şimdi. Aksine, benim gibi bir tabanca taşıyordu elinde. Namluya takılı iğnenin diğer elimde taşıdığım aşıyla aynı olduğuna nereyse emindim.
"Lee?" dedim bir kez daha şok içinde. "Burada ne işin var?"
Dudakları aralanıp geri kapandı. "Ben... laboratuvara geliyordum."
Bu, böyle bir gün için evrenin bana uygun gördüğü son şaka olmalıydı. "Neden?" dedim hayretle. "Neden yine laboratuvara geliyordun Lee? Neden yeraltına inip duruyorsun? Bu ne kadar tehlikeli neden anlamıyorsun? Geçen sefer son anda bulmadı mı Moxie seni? Ya ben değil de o yaratıklardan biri çıksaydı karşına? Şu elindeki tek iğneyle onlara karşı şansın olur muydu sanıyorsun?"
Bas baya bağırıyordum. Şu ana kadar Lee dışında ne kadar şeye kızdıysam hepsinin hıncı sesime yansımıştı. Ama benim delirmemden etkilenmişe benzemiyordu Lee. Son zamanlarda televizyonlarda izlemeye alıştığım o sakin, kendinden emin ifade vardı yüzünde.
"Haklısın," dedi bir iki adımla aramızdaki mesafeyi kapatıp. "Ama önemli olmasa böyle bir riske girmezdim, değil mi?"
Bilmem, demek istiyordum. Neyi biliyordum ki onun hakkında? Benim bulduğum, benim kol kanat gerdiğim o kırılgan çocuk değildi şimdi konuştuğum adam. Anlayamıyordum neyi neden yaptığını, aklından ne geçtiğini, amacının ne olduğunu... Gerçi düşününce, hiç doğru dürüst tanımamıştım ki Lee'yi ben. Bir yalanla başlamıştı arkadaşlığımız. O yalan açığa çıktığında sona ermişti daha fazla ilerleyemeden. Ve Lee'nin annemle kapalı kapılar ardında sürdürdüğü gizli konuşmalardan öteye geçmemişti sonraki karşılaşmalarımız.
"Ne oldu?" diye sordum kuşkuyla. "Nedir hayatını tehlikeye atacağın kadar önemli şey?"
Sıkıntıyla nefes verdi. "Bunu laboratuvarda konuşabilir miyiz? Burası..." Yüzünü ekşitip sağa sola baktı. "Biraz tedirgin edici."
"Annem orada değil Lee. Eğer yine onunla konuşmaya geldiysen..."
"Hayır," dedi hemen. "Hayır, bu kez konuşmak istediğim sendin."
"Ben mi?" İşler giderek daha da saçmalaşıyordu.
"Kat..." dedi Lee yeniden etrafa bakıp. "Burada mı konuşacağız sahiden?"
Sakladığı baklayı hemen şimdi ağzından çıkarması için sarsmak istiyordum onu. Ama maalesef ki haklıydı. Açıkta, savunmasız, her an tehdit altındaydık. Laboratuvara dönmek en az yirmi dakika sürecekti ve Lee yanımdayken bu riske girmek kesinlikle istemiyordum. Telsizden Moxie'ye ulaşıp adamlarını yanımıza yollamasını isteyebilirdim, ama bunun da ne kadar hızlı olacağının garantisi yoktu. Aklıma başka hiçbir alternatif gelmeyince en istemediğimde karar kılmak zorunda kaldım sonunda.
"Gel hadi. Odam hemen şu köşeyi dönünce. Ne anlatacaksan orada anlat."
Lee'yi özel sığınağıma sokma fikri midemde acılı bir çalkantı yaratmıştı. Oysa o bu durumdan gayet memnun görünüyordu hareketlendiğinde. Ta ki ben buraya geldiğinden abisinin haberi olup olmadığını sorana dek... Dudaklarındaki tebessüm anında düz bir çizgiye dönmüştü cevabından önce.
"Bu konu zaten onunla ilgili Kat," dedi kaşlarını çatıp.
Tamam, şimdi dikkatimi çekmeyi başarmıştı işte. Odanın kapısındaki şifreyi girerken parmaklarım karıncalanıyordu meraktan. Lee'yi içeri alıp peşinden girmem ve kapıyı kapadığım gibi karşısında dikilmem bir oldu.
"Evet, seni dinliyorum."
Ama Lee bendense odamla ilgileniyordu. Gözleri ilgiyle yatağımın, masamın, dolabımın üzerinde gezmiş, en sonundaysa kitapların üzerinde durmuştu.
"Seni dinliyorum Lee," diye tekrarladım sabırsızca.
Lee sesimdeki gerginliği duymamış gibi yatağa oturup Alice'i almıştı eline. Evirdi, çevirdi, içine baktı. Parmakları kitabın sırtındaki kütüphane numarasının üzerinde özellikle oyalanmıştı. Onun Ark'tan çalındığını tahmin edebilecek kadar tanıyordu bizi. Zaten beni rahatsız eden de etrafımızdaki kaçak mallar değil, bu odada olmaması gereken çocuktu. O sessiz kaldıkça ateş basıyordu vücudumu resmen. Ceketimi yırtar gibi çıkarıp bir kenara attım ve yatağa oturdum ben de.
"Neler olduğunu anlatacak mısın artık Lee?"
Bakışları elindeki kitaptan üzerime kaydı yavaşça. Bir an neye baktığını anlamasam da başımı azıcık eğmemle onun dikkatini çekenin Tyron'ın kolyesi olduğunu anlamıştım. Siktir! Lee'yi bir anda karşımda görmeyi mi bekliyordum ki kolyeyi tişörtümün içine saklamak aklıma gelsin. Şu noktada onun madalyonu tanımayacağını ummak fazlasıyla salakça olurdu sanırım. Zaten gözlerimiz buluştuğunda buruk bir tebessüme kıvrılmıştı Lee'nin dudakları.
"Gelmekte haklıymışım," dedi. "Yanılmadığımı biliyordum."
"Neden buradasın Lee?" dedim sertçe. Sanırım sabrımın kalmadığını anlatacak kadar keskindi tonum.
"Seni uyarmak için," dedi sonunda Lee sıkıntılı bir nefesle. "İşlerin buraya geleceğini hiç düşünmemiştim ama... Tyron'ın kolunda o bilekliği görünce..." Başını iki yana sallıyordu. "Öylece oturup bekleyemezdim Kat. Söz konusu senken... bir şey yapmadan duramazdım."
Beynim Lee'nin şifreli kelimelerini çözeceğim diye parçalanıyordu kafamın içinde. "Neden bahsediyorsun sen?" dedim öfkemi gizlemeden.
Uzanıp iki avucunun içine aldı elimi. "Sen benim için çok değerlisin Kat. Sen... bana yeniden hayat veren kadınsın. Bir umudum, bir amacım oldu sayende. Gözüm açıldı. Yaşamaya yeniden başladım. Kimsenin... ama kimsenin seni üzmesine izin vermem ben!"
Ne saçmalıyordu Lee böyle? Açıklayamadığım bir huzursuzluk sarmıştı tüm bedenimi. Elimi onunkilerin arasından çekip yatağın üstünde yumruk yaptım. Tepkim iyice buruşturmuştu Lee'nin suratını.
"Şu an bana inanmayacaksın belki," dedi acıyla. "Ama Tyron senin düşündüğün adam değil Kat. İstese de olamaz. Biliyorum, çünkü onu herkesten iyi tanıyorum. O her zaman Dr. Noah'nın en büyük icadı, en tehlikeli silahı olacak. Neden şu an babanın ordusunu o yönetiyor sence? Neden burada değil de o robotların başında sanıyorsun? Neden attı kendini sokaklara?" Sinirle güldü. "O seni anlayamaz Kat. Annenin ne yapmaya çalıştığını, verdiğiniz mücadeleyi, yol açtığınız değişimi... hiçbirini anlayamaz! Tyron'la birlikte olamazsın! Bu yanlışa devam edemezsin! Bu sadece canını yakar!"
Küfretmemek için yanağıma geçirdim dişimi. İşte şimdi beni kızdırmayı başarmıştı Lee. Neden anlaşmış gibi herkesin hayatıma burnunu sokası tutmuştu bugün? Ne hakla karışıyorlardı bana? Ace'ten çıkaramadığım hıncımı Lee'den alacaktım şimdi. Bir hışım ayağa kalktım. "Bu konuşma bitti Lee!" dedim sıktığım dişlerim arasından. Elim belimdeki telsize gitmişti bile. Onu Moxie'nin adamların kucağına atıp bu konuşmayı sonsuza dek hafızamdan silecektim.
Ama...
"Kat..." dedi Lee hemen benim gibi ayaklanıp ve bileğimi tutup beni durdurdu. Huzursuz edecek kadar yakınımdaydı şimdi. "Henüz göremiyorsun," diye mırıldandı bakışları yüzümde dolanırken. "Ama göreceksin. Çok az kaldı Kat. Her şeyin değişmesine çok... çok az kaldı! Ve o gün geldiğinde senin yanında duran insanlardan biri olmayacak Ty! Ama ben... ben buradayım. Hep burada olacağım!"
Lee'nin eli yanağıma uzandı, ama tenime dokunamadan bileğinden yakalamıştım onu. İçimden kemiklerini un ufak etmek geçiyordu. Tyron'ın tüm kötülüklerden gözü gibi sakındığı küçük kardeşi olmasa belki daha kötüsünü bile yapardım. Bunun yerine öfkemi kıracak kadar sıktığım dişlerime gömmüş ve telsizi dudaklarıma götürmüştüm.
"Tünellerde izinsiz dolaşan birini yakaladım. Beşinci bölgenin çıkışına getiriyorum. Biriniz gelip alın hemen!"
Lee yıkık dökük bir tebessüm ve müthiş bir hayal kırıklığıyla bakıyordu suratıma. "Hadi!" deyip ona kapıyı işaret ettiğimde iyice düştü omuzları. Bir süre olduğu yerde öylece dikilse de sonunda yenilgiyi kabullenip kapıya doğru yürüdü. Sadece bir kez daha açmıştı ağzını o andan sonra, ama zehrin kanıma karışması için yeterliydi sözleri.
"Ark çatırdıyor Kat. Duvarlar başımıza yıkıldığında Tyron hangi tarafta durmayı seçecek sence?"
***
-BÖLÜM SONU-
Bu bölüm hikayemizin oğlanları için bir kilit bölümdü. Tyron'ın kardeşinin yediği son halttan haberi olmadığını saymazsak kedi kızın etrafındaki üç oğlan sonunda karşı karşıya gelmiş oldu. Herkes niyetini belli etti, söylenecekler söylendi. Ama neler yaşanacağını, kimin haklı çıkacağını zaman gösterecek.
Şimdi bu çocukların her biriyle ilgili dedikodu yapmamak olmaz. Yorumlarınızı merak ediyorum. Yanlarına bırakın bakalım düşüncelerinizi, emojilerinizi:
TYRON
LEE
ACE
Bu arada birinci kitabın sonuna doğru yaklaşıyoruz yavaştan. Tahmin edeceğiniz üzere bu yazar size bombalardan bir demet hazırladı. Finalde şöyle güzel bir kıyamet kopsa şaşırmazsınız diye düşünüyorum. Tahminler varsa alayım :)
Ve son soru, Lee'nin son sözlerine sizden bir cevap bekliyorum. Duvarlar başımıza yıkıldığında Tyron hangi tarafta durmayı seçecek sizce?
a) Tabii ki Kat ve Dr. L! Çünkü aşk her şeyi yener!
b) Tabii ki Ark ve Dr. Noah! Çünkü o bu sistemin en güçlü silahı.
Sizi seviyorum. Kocuman öpüyorum. Kendinize iyi bakın.
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top