Bölüm 25
Selam Noah ailesi,
2 ülke, 3 şehir, 4 ev, 2 valiz... İşte son iki haftamın özeti böyle... O yüzden de bir süredir buralarda değildim. Çok yorgunum. Tükendim. Hatta çöktüm. Yazamadığım için de bir hayli mutsuzum.
Ama...
Yeni bölüm yüklemek çok iyi geldi :) Buraya dönmek çok iyi hissettiriyor. Umarım siz de keyifle okursunuz!!!
Bölüme başlamadan önce, son bölüme aşırı yaratıcı yorum bırakanlara teşekkür etmek istiyorum. Söz verdiğim gibi bu bölüm size hediye :)
Öpücük
E.Ç.
***
Don't kid yourself
And don't fool yourself
***
BÖLÜM 25:
Tyron
Güneş doğuyordu. Tüm gece bu anın gelmemesi için dua ettiğim halde... Biri ateşe vermiş gibi kızarmaya başlamıştı ufuk. Çok geçmeden güneş saklandığı yerden çıkacak, Ark'ı ışığıyla aydınlatacak, karanlıkla sarmaladığımız sırrımızı göz önüne serecekti. Uyanan dünya dostumuz değildi, orası kesin. Altında yattığımız çardak ya da etrafımızı kuşatmış ağaçlar şimdilik bizi saklıyor olabilirdi, ama yeni gelen günden koruyamazdı bizi.
Biri görecek, onu benden almaya çalışacakmış gibi biraz daha sıkı sarıldım kollarımdaki kıza. Gözümü kırpmamıştım tüm gece. Zaman ayıkken bile yeterince hızlı akıyordu zaten, bir de dakikaları rüyalara kaptırmaya niyetim yoktu. Hele de rüyanın en güzeli zaten beni bulmuşken. Göğsüme dökülmüş bal rengi saçların üzerinde gezindi dudaklarım. Hiçbir güç bu kokuyu hafızamdan çıkaramazdı artık ya, hala vaktimiz varken iyice üzerime sinsin istiyordum.
Derin bir uykudaydı Kat. Kolu belime, bacakları benimkilerin arasına dolanmıştı. Üzerinde sadece benim tişörtüm varken bile nasıl bu kadar güzel görünüyordu bilmiyordum. Birden fazla geceyi sığdırmıştık tek birine. Sevişmiş, tekrar sevişmiş, yeniden ve yeniden göklere çıkmış, yine de birbirimize doyamamıştık. Ve ne garipti ki şimdi bile hala aynı arzuyla istiyordu bedenim onu.
Aklım yanlış düşüncelere kayamadan başımı ondan öteye çevirdim. Gözüm uykuya dalmadan önce Kat'e okuduğum kitaba takılınca istemsizce gülümsemiştim. Daha önce hiçbir kızı göğsüme yatırıp masal anlatmamıştım elbette. Ama o da herhangi bir kız değildi zaten. Gözlerinde yıldızlarla dinlemişti ağzımdan çıkan her kelimeyi. Buz gibi olmuş tavuk kanatlarını ona dünyanın en özel hazinesini sunmuşum gibi yemişti karşımda. En küçük şeylerin bile kocaman anlamları vardı onun için. Bir mucizeydi bu teras sanki. Ben de ona o mucizeyi getiren çocuk... Bilmiyordu ki onu izlerken içimden daha neler yapmak geçiyordu. Bilmiyordu onunla aramızdaki duvarları ellerimle yıkmak istediğimi. Bilmiyordu belki de gerçekten bir gün yıkacağımı.... Onun için...
"Hey..."
Göğsümde hissettiğim kıpırtı beni yeniden şimdiki ana getirmişti. "Hey..." diye mırıldandım Kat'e gülümseyip. Yarım açılmış gözleriyle uyku mahmuruydu. Bana uzanmış dudaklarına minik bir buse bıraktım.
"Sabah oluyor değil mi?"
Onun sesindeki hüznü duymamam imkansızdı. Gitme zamanı geldi değil mi? diye soruyordu aslında. Gidip gerçek dünyaya karışma zamanı... Aynı kekremsi korku kendi kalbimi de yokladığı halde bu anın bozulmasına izin vermeyecektim.
"Bu kadar uyuyacağını bilsem kalalım diye ısrar etmezdim," dedim sahte bir hoşnutsuzlukla. "Kediler çok uyur, biliyordum ama... Üzerime kurulup kaldın resmen!" Taktiğim işe yaramış, dudakları hemen yukarı kıvrılmıştı Kat'in. Bana laf yetiştiremeden uzanıp o dudakları öptüm ve sonra bir daha öptüm. "Neyse ki uyurken çok güzel görünüyorsun."
Anında pembeleşmişti Kat'in yanakları. Nasıl olabilir aklım almıyordu, ama ettiğim her iltifat yeniden şaşırtıyordu onu. Sanki hala farkında değildi etrafına saçtığı ışığın, üzerimdeki etkisinin.
"Sen hiç uyumadın mı?" diye sordu konuyu değiştirme umuduyla.
Başımı iki yana salladım yanağını okşarken. "Uyumaktan daha güzel şeyler vardı yapacak. Zaten... istesem de dalamayacak kadar heyecanlıyım korkarım."
Şaşkın bir tebessümle beni izledi Kat bir an. Sonra uzanıp o öpmüştü bu kez beni. Bir elimle boynumdaki elini tutup diğeriyle belinden iyice kendime çektim onu. Çok ama çok tehlikeli yerlere gidebilirdi bu yakınlık. Hiçbir mahsuru yoktu gitmesinin bence. Ama bir süre sonra Kat durmuş, üzerimden kayarak benden uzaklaşmıştı. Artık varlığını inkar edemeyeceğim kadar yükselmiş güneşe çevirdi bakışlarını.
"Annem fark etmeden laboratuvara dönmem lazım. Bugün benim sıram."
Ben de doğruldum. Kovalamaya çalıştığım hüzün tüm gölgelerden bize doğru uzuyordu maalesef. "O zaman ben de seni akşam yeniden kaçırırım," dedim muzipçe, ama Kat'in dudakları aşağı sarkmıştı.
"Akşam da nöbetçiyim," dedi omuz silkip. "Yarın sabaha kadar laboratuvardayım anlayacağın."
Başı ellerine düştüğünde uzanıp elini tuttum. "O zaman ben de sabahın ilk ışığıyla odanın kapısında seni beklerim. Gelmezsen laboratuvarı basarım, bir bahane bulurum, ya da en kolayı kendimi yaralar senin hastan olurum." Sözlerim işe yaramış, Kat'i güldürmeyi başarmıştı. "Bir yolunu bulacağız," dedim bu umudun üstüne gidip. "Sana söyledim Kat. Senden vazgeçmiyorum!"
Ondan önce kendimi ikna etmeliydim anlattığım masala. Onun kadar kendimi de inandırmalıydım bir yol olduğuna, o yolu bulacağıma. Uzanıp onu öptüğümde içime dolan sıcaklık tüm engelleri yıkıp geçecek kadar güçlü olmasa korkardım belki. Garipti, korkmuyordum. Tüm imkansızlıklara rağmen tek bir yön vardı koşmak istediğim.
"Hadi," dedim yüzünün etrafında uçuşan saçları kulağının arkasına takıp. "Seni geri götüreyim."
Başını belli belirsiz salladı Kat. Yanımdan kalkıp kendi kıyafetlerinin yanına gitmişti. Tişörtümü çıkarıp bana fırlattığında tam şu an dönmek zorunda olmamıza küfrettim. Yine de uslu bir çocuk olup önüme bakmayı ve giyinmeyi başarmıştım. Zaten saatimi koluma takmamla gerçek dünya bir balyoz gibi iniverdi kafama.
Otuz iki cevapsız arama... diye okudum ekrandaki sayıyı. Tanrım... kıyamet mi kopmuştu ben arkamı döner dönmez? Arayanların arasında en ısrarcı olan babamın asistanı Lucy'di şüphesiz, ki bu durum midemde ani bir asit fırtınasına yol açmıştı. Dr. Noah beni neden aratmış olabilirdi ki? Ardından Lee'nin ismi geliyordu listede. Askeri üsten, kuleden ve enstitüden de aranmıştım. Evet, kesinlikle kıyamet kopmuş olmalıydı. En altlarda kalmış Will'in çağrısının üzerinde duramadım bile. Elim hemen mesajlara gitmiş, ne kaçırdığımı anlamamı sağlayacak bir ipucu bulmaya çalışmıştı.
Minik farklar haricinde tüm mesajlar aynı noktalarda hemfikirdi. Neredeydim, ne halt etmeye cevap vermiyordum telefonlara ve kıçımı kaldırıp derhal ama derhal kuleye dönmeliydim. Nokta! Keşke bunun nedenini anlatan bir iki cümle de iliştirmeyi akıl etselerdi o mesajları yollayanlar. Ama bunu neden yapmadıklarını düşününce daha da kasılmıştı bedenim. Derhal öğrenmem gereken, çok ama çok acil bir şey olmuştu ve bu şey her neyse kimsenin yazamayacağı kadar gizliydi.
"Bir sorun mu var?" diye sordu Kat az ileriden.
Oh, evet kesinlikle çok ciddi bir sorun vardı ve muhtemelen yüzümdeki dehşet tüm gerçeği ele veriyordu. Yine de "Hayır," diye yalan söyledim kendimi gülümsemeye zorlayıp. "Her zamanki şeyler... Gel hadi."
Kat köşedeki kitabı ve buruşuk kese kağıtlarını alıp uzattığım eli tutmuştu. Ardımızda iz bırakmadığımıza emin olmak için son bir kez omzumun üstünden geriye baktım. Sanki gece hiç yaşanmamış, yasaklar çiğnenmemiş, kurallar yıkılmamış gibi karşımda duruyordu teras tüm güzelliğiyle.
"Bunun bende kalabileceğine emin misin?" diye sordu Kat asansöre bindiğimizde. Hala kırılacak değerli bir vazo gibi tutuyordu kütüphaneden aldığı kitabı.
Kolumu etrafına dolayıp onu kendime çektim ve çenemi başına yasladım. "Neden emin olmayayım ki? Kimsenin dönüp bakmadığı bir rafta tozlanacağına ona herkesten çok daha fazla değer verecek bir sahibe kavuşmuş oldu."
Açıklamam Kat'i tatmin etmiş olsa gerek sessizce gülümsemişti. Asansörün kapısı açıldığında kendiliğinden uzattı elini bana. Böylesi küçük bir şeyin beni bu denli mutlu edebilmesi ne garipti. Yine de... Asansörden arabaya kadar, yolda giderken ve hatta teneke şehrin duvarları karşımızda belirdiğinde bile bırakmamıştım o eli. Ne yazık ki son model arabam istemeyeceğim kadar hızlıydı. Sonunda üsse ulaşıp otoparka park ettiğimde benden önce kemerini çözüp arabadan inmişti bile Kat.
"Burada bekle motorlardan birini alayım," dedim.
"Hayır," demişti Kat hemen. "Tünellerden geri dönersem yakalanırım. Sen beni bu binadan çıkar yeter. Gerisini ben hallederim."
"Seni yalnız göndermiyorum Kat. Tünelleri kullanmak istemiyorsan birlikte yukarıdan gideriz."
Öne doğru hareketlendiğimde elini göğsüme koyup beni durdurmuştu Kat. Kaşları gerçekten mi? der gibi kavis, dudakları yukarı kıvrıktı. "Burası benim teneke şehrim Tyron. Bu çöplükte hangimizin daha uzun süre hayatta kalacağını başka gün deneriz istersen. Şimdi gerçekten gitmem lazım!"
Tamam, sözlerinde haklılık payı olabilirdi ama... "Kat... " diye başladım sıkıntıyla nefes verip.
"Hadi general," dedi beni umursamadan koltuktaki üniformayı üstüne geçirip. "Askerinizi bu binadan çıkarmanız lazım. Derhal!"
Ah inatçı kedi! Ne dersem diyeyim beni dinlemeyecekti. Bilmiyordu ki en az onun kadar kararlı olabilirdim ben de isteklerimde. Eğer o an saatime yeni bir mesaj gelmemiş olsaydı... Kulede olmak için yarım saatin var, yazmıştı babam. Evet, babam! Asistanı değil, dünya üzerinde ona çalışan herhangi bir insan evladı değil, kardeşim bile değil, doğrudan, direkt Dr. Noah!
Az sonra Kat beni peşine katmış otoparkta ilerliyordu sanki yolu biliyormuş gibi. Bense en az onun kadar panik içindeydim artık. Bir şeyler oluyordu Ark'ta. Benim de dahil olmam gereken bir şeyler... Ve belli ki bunun için kendime ayırdığım tek geceyi seçmişlerdi. Kat'le birlikte olduğumu öğrenmiş olabilir miydi bir şekilde? Hayır, bu hiç olası değildi. Tom bizi görmüş olsa da asla satmazdı beni.
Peki ya Jess? Acaba o mu babasına bir şey demişti dünkü sevimsiz konuşmamızla ilgili. Krol'un kızının mutsuzluğu için benden önce babama ulaşması hiç şaşırtmazdı beni doğrusu. Yine de... Mantıklı değildi aklıma gelen hiçbir seçenek. Sanırım suçlu bir köpek yavrusu gibi eve dönüp neler olup bittiğini öğrenmekten başka şansım yoktu. En azından bir acil durum alarmı verilmediğini, askeri üste sıra dışı bir hareketlilik olmadığını ve dünyanın hala yerli yerinde durduğunu düşünüp rahatlayabilirdim şimdilik.
Sonunda en kestirme ve tenha yollardan çıkışa ulaştığımızda kapıdaki askerlere selam verip Kat'le birlikte dışarı adım atmıştım. Olabildiğince doğal davranmaya çalışsa da onun bakışları çoğunlukla yerdeydi. Tellerle çevrili bahçeyi boydan boya geçerken neredeyse hiç kaldırmadı başını, onu rahatlatmak için sorduğum sorulara iki üç kelimeyle cevap verdi ve nihayet güvenliği geçip sokağa çıktığımızda kendini bulduğu ilk gölgeye attı. Montu çıkarıp elime bıraktığında bir an kara bir delik açılmıştı midemde. Sadece ikimize ait zamanın bittiği yerdeydik sonunda.
"Teşekkürler," dedi kitabı göğsüne bastırıp. "Her şey için..."
Kendimi gülümsemeye zorladım. "Laboratuvara ulaştığında bana haber ver olur mu?"
"Tyron!"
"Seni oraya kadar takip etmemi istemiyorsan şimdi bana tamam demen lazım Kat."
Benden sıkılmış gibi gözlerini devirmişti Kat, ama ilgimin hoşuna gittiğini ele veriyordu tebessümü. "Tamam," dedi bezgince. "Merak etme. Bir şekilde haber veririm." Durdu. "Sen ne yapacaksın peki?"
Omuz silktim. "Her zamanki şeyler. Yaratıklar, robotlar, sokaklarda isyan bastırmak falan... Ah... ama artık aşımız var. Sayende... Yani bugünümün diğerlerinden biraz daha parlak geçeceğini umuyorum."
Ben kendi sözlerime gülsem de Kat karşılık vermemişti. "Dikkatli ol," dedi huzursuzca.
Onun endişesine tezat benim gülüşüm kontrolsüzce büyüdü yüzümde. Ne de olsa benim için kaygılanan bir kedi kız kesinlikle alışık olduğum bir şey değildi. Tanrım... şu an onu öpmeyi her şeyden çok istiyordum. Ama... iki binanın arasına saklanmış olsak da hala fazlasıyla ortalıktaydık. Zaten önce geriye doğru bir iki adım atmış, sonra da arkasını dönmüştü Kat. Fakat sonra aklına bir şey gelmiş gibi yeniden bana döndü. Aynı anda kolundaki bilekliği dişlerine götürmüştü. Ben ne yaptığını anlayamadan kırmızı ipliği koparıp çıkardı ve benim elime uzandı.
"Ne yapıyorsun?" diye sordum hayretle o ipliği bileğime bağlarken.
"Bunu markette büyücü olduğunu iddia eden bir kadın vermişti bana," dedi üst üste üç düğüm atıp. "Çukurda beni izlemiş. Ölümün beni kovaladığını ama bunu takarsam bana yaklaşamayacağını söylemişti." İşi bitince bana çevrildi yeşil gözleri. "Şu ana kadar bende işe yaradı. Sıra sende."
"Kat bunu..." diye başladım itirazıma hemen.
Kesinlikle benden daha cesur ve pervasızdı kedi kız, çünkü uzanıp öperek susturmuştu beni. Ben sersemlemiş halde ardından bakarken de son bir kez gülümseyip arkasını döndü ve bir kedinin çevikliğiyle gözden kayboldu. Saniyeler sonra, onun kokusunu taşıyan monta sarılmış, yüzümde aptal bir sırıtışla bileğime bakıyordum.
İncecik bir ipliğin beni böyle etkilemesi ne acayipti. Üsse dönerken bile gözlerimi kolumdan ayırmayı başaramamıştım. Ah kader... ne olurdu beni bir günlük kendi halime bıraksaydın... Ama diğer bileğimdeki lanet saat bir kelepçe gibi gerçek hayata bağlıyordu beni.
Tik tok tik tok tik tok...
On beş dakika... diye düşündüm yeniden otoparka indiğimde. Babam beni evlatlıktan reddetmeden kuleye ulaşmak ve beni bekleyen sürprizle yüzleşmek için kalan vaktim buydu. Muhteşem arabam ve inanılmaz sürüş yeteneklerimle bile bu pek olası görünmüyordu. Ben de bu yüzden kemerimi bağlar, gaza basar ve direksiyonu kırarken bir yandan Lucy'ye mesaj atıp yolda olduğumu, ne olursa olsun babamı oyalamasını söylemiştim.
Bu bir hataydı. Lucy anında beni geri aramıştı elbette. Tüm gece bana ulaşmaya çalıştıklarıyla ilgili sonu gelmez serzenişinin ardından basın toplantısına sadece bir saat kaldığını, Dr. Noah ve tüm dünya için bu kadar önemli olan bir anı kaçırmak üzere olduğumu söylemişti ağlamaklı bir sesle.
"Neyin basın toplantısı?" diye sordum daha da sertçe gaza basıp. Bir katil gibi kullanıyordum artık arabayı. Bu gidişle Kat'in bileğime taktığı şeyin hayatımı koruyup korumadığını öğrenmek için beklemem gerekmeyecekti.
"Tabii ki de aşının bulunması Tyron!" dedi Lucy hayretle. Ben ağzım açık doğru duyup duymadığımı düşünürken "Sana en fazla beş dakika kazandırabilirim," deyip suratıma kapamıştı bile.
Kule tüm haşmetiyle karşımda belirdiğinde hala kapanmamıştı ağzım. Lee ne ara formülü almış ne ara babamla paylaşmıştı da bugün tüm halka duyuruyorduk kurtuluşumuzu anlayamıyordum. Yirmi dört saat bile geçmemişti daha Kat'in o diski elime bırakmasının üzerinden. Demek onun için yana yakıla aramıştı herkes beni gece boyu. Babamın böyle bir haberi muhteşem bir şova çevireceğine emindim ya benim buradaki rolüm tam olarak neydi işte onu kestiremiyordum.
Biraz daha geç kalırsam bunu asla öğrenemeyeceğimden düşünmeyi bırakıp sonuna kadar gaza yüklendim. Hayatımın en hızlı uçuşuydu şüphesiz bu. Öyle ki otoparktaki diğer araçlara çarpmaktan son anda kurtulmuştum o süratle içeri dalınca. Umursamadan düşercesine arabadan indim ve asansöre koşturdum. Dr. Noah'nın oğlu, bir Ark generali, hatta sıradan bir asker gibi bile görünmüyordum şu an. Muhtemelen geçirdiğim gecenin kokusu hala kıyafetlerimde, etkileri görüntümdeydi. Babamın odasına uzanan koridorda sekerek ilerlerken işe yaramayacağı halde saçlarımı düzene sokmaya çalışıyordu ellerim. Ve işte tam da o anda babamla burun buruna geldik.
"Bab..." Yutkundum. "Başkan Noah." Gözlerimi onun yüzünde tutmaya çalışsam da bakışları öyle elektrik yüklüydü ki başımı öne eğmiştim istemsizce. "Geciktiğim için özür dilerim."
Tam odasının kapısının ağzındaydı. Onun bir adım gerisinde bir koyunun kurban edilmesine şahitlik eder gibi izliyordu Lee ve Lucy beni. Anlaşılan o ki tüm ayrıntılar konuşulmuş, olası problemlerin tek tek üstünden geçilmiş, son kontroller yapılmıştı. Benden istenen her neydiyse geç kalmıştım. Geç kaldığımı babamın şişmekler çakan mavi bakışlarından daha iyi anlatan hiçbir şey olamazdı.
"Konuşacağız," dedi sadece. Tek bir kelime... Sözlükte tek bir satır... Topu topu bu kadardı söylediği, oysa harflerin özündeki gerçek tehdidi yakalamış bedenim kaskatı kesilmişti. Yanımdan geçip giderken "Acele et," diye buyurdu babam. "Buçukta yayına giriyoruz ve sen de orada olacaksın! Kendine çeki düzen verip derhal balo salonunda ol."
Lee'yle göz göze geldik. Benim aksime tüm spot ışıklarına hazırdı kardeşim. Dudaklarında gezinen alaycı tebessüme en ölümcül bakışlarımla karşılık verdim, ama abisiyle bile didişemeyecek kadar keyfi yerinde olmalıydı şu anda. "Konuşacağız!" diye ağzını oynattı yanımdan geçerken. Ceketinin yakasını düzeltip babamın peşine takıldığında bir an tüm sinirimi onu pataklayarak çıkarmak istedim. Ne yazık ki buna bile vakit yoktu.
Hayatımın en hızlı uçuşu gibi en hızlı duşu bekliyordu beni odamda. Sudan çıkıp üstümü giyinirken saçlarımda hala köpükler olduğuna emindim. Umursamadan pantolonumu ve botlarımı üzerime geçirdim, tişörtle ceketimi elime alıp yeniden koridora attım kendimi. Asansörde geçen saniyeler ancak kıyafetlerimi yarım yamalak giymeme yetmiş, kapılar tek kolumu cekete sokamadan önümde açılıvermişti. Neyse ki bir kutlama yemeği ya da parti yoktu bugün balo salonunda. Basın mensupları için üç sıra sandalye yerleştirilmiş, sahneye bir kürsü konmuştu.
Görevlilerin arasından geçip ailemin yanına doğru ilerledim. Ama onlarla aramda aşmam gereken koca bir görevli ordusu duruyordu. Beni fark etmesiyle anında üzerime yönelmişti teknisyenlerden biri. Mikrofonu ceketin yakasına yapıştırdığı gibi başka biri geçiverdi bu kez önüme. Az ötede keyifle saçına son rötuşları attıran kardeşimin aksine birkaç tarak darbesinden sonra kurtulmuştum kızın elinden.
Hazırlığını tamamlamış tabletinden notlarına göz gezdiren babama yöneldim anında. Gözüne ışık tutulmuş bir tavşan gibi sahnenin ortasında kalmadan önce birinin neler olduğunu anlatması gerekiyordu bana. Maalesef ben daha baba diyemeden onun mavi gözleri yüzümdeydi. Öyle bir bakıyordu ki genlerinde taşıdığı kartalın şu an beni bir av gibi kodladığına emindim. Bu seferlik pençeleriyle üzerime saldırmayacaktı belki, ama Dr. Noah aynı zararı sözcüklerle de verebilirdi isterse.
"Konuşmayı ben ve kardeşine bırak," dedi koltuğundan kalkıp. "Yanımızda durup adın geçtiğinde kameralara gülümse yeter. Kimse senden daha fazlasını beklemiyor bugün!"
Oyunun dışındasın Tyron demek istiyordu aslında. Yaptığım itaatsizliğe karşılık bir cezaydı onun için bu. Bense o oyun her neyse ortasına sürüklenmektense dışında kalmayı bin kat tercih ederdim. Gel gör ki önce enstitü başkanı bilim kurulundan hatırladığım iki uzmanla salona girmiş, ardından da Tara katılmıştı bu garip kalabalığa. Lee ve babama yönelen bilim insanları yerine gözlerimiz buluştuğu an Tara'nın hedefi bendim.
"Siz Noah'lar hiçbir şeyi kameralarınız olmadan yapamazsınız değil mi?" diye söylendi yanıma ulaştığında.
"Tüm Noah'lar değil," dedim sıkıntıyla. "Bugün buradaki çirkin ördek yavrusu benim. Tam olarak neden toplandığımızı bana anlatmak istersen çok makbule geçer. Çünkü kimse buna zahmet etmiyor."
Tara yüzünü buruşturdu. "Şaka yapıyorsun değil mi?"
Ben belki ama Dr. Noah kesinlikle şaka yapmıyordu. Zaten o sırada içeri giren adam komik bir şaka değil, kötü bir espri olabilirdi ancak. Diş etlerimin çekilmesini, tırnaklarımın gerilmesini ve genzimden gelen hırlamayı engelleyemedim. Tara anında bendeki garipliği fark edip baktığım yöne çevirmişti başını.
"Neler oluyor Tara? Bu adamın ne işi var burada?"
"Sahiden şaka yapmıyorsun..." diye mırıldandı Tara benim gibi gözleriyle salonun içinde ilerleyen Dr. Z.'yi takip edip. O pis herif babamın yanında durduğunda komutanım da bana doğru eğilmişti.
"En azından kardeşinin elemanlarının virüsü yenecek aşıyı bulduğunu duymuşsundur."
Başımla onayladım. En azından onu duymuştum sahiden.
"Peki babanın az sonra olağanüstü hal ilan edeceğini?" diye sordu Tara. Öyle boş bakmış olmalıydım ki iyice ekşidi suratı. Omzunun üstünden Dr. Z. ve kardeşimle konuşmakta olan babama bakıp bir adım daha yaklaştı bana. "Başkan bu yaratık sorunu çözülene dek sıkıyönetim uygulanacağını söyledi. Duvarın iki tarafında da... Dışarı çıkma yasakları, kapamalar, yeni önlemler... Kontrolü de şu adamın akıllı robotlarına bırakıyor tamamen. Yaratıkların kökü kuruyana ve herkes aşılanana kadar sokaklar onlarla dolu olacak."
"Bir dakika bir dakika," dedim dehşetle. "Robotları öylece kendi başlarına sokaklara salamazlar!"
"Zaten siz de tam olarak bu nedenle buradasınız general Noah! Ve tabii ben de... Ne şanslıyız ki o metal yığınlarına bebek bakıcılığı yapalım diye bizi seçtiler. Yani... aslında seni seçtiler. Ben de komutanın olma kontenjanından bu belaya bulaşmış oldum."
Ona bir böcek ezmişim de tüm zehri üzerime bulaşmış gibi bakıyordum, ama elimde değildi. O robotların neler yapabildiklerini görmüştüm. Hem Dr. Z.'in bizim için ayarladığı şovda hem de sonrasında sokaklarda. Korkutucu derecede güçlülerdi, durmadan öğreniyor, gelişiyor, akıllanıyorlardı. Tamam, yaratıklarla mücadelede savaşın yönünü değiştirmişlerdi gerçekten de ama sağlıklı insanların aşılanmasında onları kullanmak, tüm sokakları yüzlerce, belki binlerce robotla donatmak, tüm kontrolü duygusuz makinalara bırakmak... Sadece bana mı delice geliyordu yani bu?
Belki de az sonra kameralar yayına girdiğinde doğrudan babama sormalıydım bu sorumu, çünkü yönetmenin asistanı yayın için geri sayıma geçmişti bile. Teknisyenlerden birinin yönlendirmesiyle Tara'yla son kez bakışıp sahneye doğru hareketlenmiş diğer Noah'ları takip ettik. Az sonra bana gösterilen yerde durmamla babamın omzunun arkasından bakıyordum kameralara. Hemen yanımda Tara taş kesmişti Dr. Z.'ın diğer yanına geçmesiyle. Babamın diğer omuzunun arkasında Lee ve bilim insanları vardı. Bu şekilde başkanı uçuracak birer kanat gibi görünüyor olmalıydık karşıdan. Bir yanda askerin gücü, ötekinde bilimin... en ortadaysa dünyanın kurtarıcısı Dr. Noah... Korkarım yönetmenin amacı da tam olarak bu mesajı vermekti.
Dört, üç, iki... ve sonunda asistanın ağzından bir sayısı çıktığında tüm dünyanın gözü babamdaydı. Tara'nın bana bir dakikadan kısa sürede özetlediği bilgiyi on dakika yaymıştı Başkan Noah. Şüphesiz ki konuşmasının en çarpıcı noktası Lee'yi kolu altına alıp oğlunun nasıl insanlığın geleceğini kurtardığını anlattığı ve bundan ne kadar gururlandığını paylaştığı andı. Sonrası ise benim ortalıkta olmadığım saatlerde ikisinin prova ettiği ezberlenmiş diyaloglar silsilesiydi.
Gerçek bir stardı bugün Leroy Noah. Konuşuyor, heyecanla ekibinin yaptığı çalışmaları anlatıyor, nereden uydurduğunu bilmediğim bir hikaye üzerinden olayı muazzam bir gerçeklikle örüyordu seyirci için. Onu dinlerken aşının formülünü elime bırakanın Kat olduğunu bile sorgulayacaktım neredeyse. Öyle kendinden emindi Lee. Öyle kolaydı uydurduğu masalı dile dökmek.
Vay be Lee, diye düşündüm kardeşimin karşımdaki ekrana yansıyan görüntüsünü izlerken. Daha önce gözlerinin böyle parladığına hiç şahit olmuş muydum emin değildim. Belki de hep bu anı, spotların üzerine çevrilmesini beklemişti. Tam da Dr. Noah'ya yakışacak evlat... Peki bu durum beni neden bu kadar rahatsız ediyordu? İşte henüz bu soruya bir cevap bulamamıştım.
Hayır, kıskançlık değildi midemdeki kekremsi duygunun adı. Tam tersi, sonunda kardeşimin kendine güveninin yerine geldiğini görmek paha biçilmezdi. Anlıyordum yıllarca bir köşeye itildikten sonra el üstünde tutulmanın onun için ne anlama gelebileceğini. Ama... doğru olmayan bir şeyler vardı bu resimde. Sahte bir neşe, erken ilan edilmiş bir zafer, büyük bir yalan... ve bu yalanla çoktan barışmış bir çocuk, kardeşim...
Neyse ki ben bu iç çatışmayı yaşarken sahiden de kimse konuşmamı beklememişti bugün benden. Lee'nin bayram havasındaki açıklamasının ardından babamın olağanüstü hal ve sıkıyönetimle ilgili verdiği haberler birkaç dakikadan uzun sürmemiş, konu sokakta bu görevi üstlenecek ekibe geldiğinde babam nezaketen elini omzuma koyup gülümsemiş ve oğullarına güvendiğini söylemişti.
Yeterince şaklabanlık yaptığımıza göre dağılma vakti gelmişti bana göre. Oysa büyük kapanışı Dr. Z.'ye ayırmıştı Başkan Noah. Bugün yıllardır beklediği üne ve takdire kavuşan tek kişi kardeşim olmayacaktı anlaşılan. O birkaç adım öne çıkıp robotlarıyla ilgili ahkam kesmeye başladığında tırnaklarımı avucumun içine gömdüm sinirden. Kat'in bu yayını izlemeyeceğini düşünmek fazlasıyla iyimserce olurdu sanırım. Onunla hiç babası hakkında konuşmamıştık, yaşadıklarını onun ağzından hiç duymamıştım. Yine de... bu pis herifle aynı karede olmak bile ona ihanet ediyormuşum gibi hissettiriyordu.
"Teşekkürler Dr. Zachary," diye noktaladı babam onun sözlerini. "Bu dünyayı sizin gibi bilim adamlarıyla geleceğe hazırlayacağız. Çalışmalarınızın hayata geçişini görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum."
Ben de o çalışmalardan birinin yanlışlıkla onun kafasını koparmasını bekliyordum tüm kalbimle. Korkarım bu temennimi ifade etmek için doğru an değildi. Zaten az sonra kameralar kapanmış, ışıklar sönmüş, verilen sözleri tutması gereken bizler kalmıştık geride. Bir an önce bu zehirli çemberden çıkmaya can atsam da yakın zamanda hiçbir yere gidebilecekmişim gibi görünmüyordu. Anında Tara ve benim dibimizde bitmişti Dr. Z. Ona siktir olup gitmesini söyleyemeden babam, Lee ve hatta enstitü başkanı da yanımızdaydı.
"Detayları konuşmak için birlikte Köprü'ye geçelim hemen," diye önerdi Dr. Z. "Sizinle yaptığım planlamayı paylaşmak istiyorum. Hızlı olursak bugün ilk ekipleri sahaya çıkarabiliriz."
"Detayları konuşmak için askeri üste toplanacağız doktor," dedi Tara hemen. "İki saat sonra sizi odamda bekliyorum. Hizmet verecek tüm makinelerin envanteri, teknik detayları ve saha analiz raporlarıyla birlikte."
"Hizmet verecek askerler," diye düzeltmek istedi Dr. Z. Tara'nın aşağılarca makine dediği robotlarının ismini; ama kara kuvvetleri generali onu duymamış gibi enstitü başkanına dönmüştü.
"Sizin ekibinizden sorumlu kişilerin de toplantıda olması gerekiyor. Aşılamayla ilgili nasıl bir yol izleyeceğinizi anlamam lazım. Sonrasında hangi planla nasıl sahaya yayılacağımıza ben karar vereceğim. Kimse ben başlarında duracak ekibi ayarlamadan o robotları başıboş sokaklara salmıyor!"
Son sözlerini yeniden Dr. Z.'in suratına bakarak söylemişti. Şu an bu kadar gergin olmasam kesin tebessüm ederdim. Sesinden bakışlarına, çatık kaşlarından büktüğü dudaklarına Tara'nın karşısındaki adamdan zerre hazzetmediği apaçık ortadaydı ve ben sırf bu yüzden bile onu bu odadaki herkesten çok sevebilirdim. Rütbesi ve deneyimi kesinlikle son kararı verme yetkisi veriyordu Tara'ya. Zaten Başkan Noah bile ona karşı tek kelime etmemiş, Dr. Z. de sahte bir tebessümle "Elbette," demekten fazlasını yapamamıştı. Babam enstitü üyeleri ve kardeşimle salondan ayrılırken onların peşine takılıp deliğine kaçan bir yılan misali ortadan kayboldu.
"Sen herkesten önce odamda ol Noah!" dedi Tara diğerleri gibi salonu terk etmeden önce bana dönüp. Hala ortalık teknisyenlerle dolu olduğundan sesini alçaltmıştı. "Bu herife de icatlarına da zerre güvenmiyorum. Bizim yerimize savaştıkları yetmezmiş gibi bir de şimdi aşılama için çoluğun çocuğun arasına salacağız o ölüm makinalarını..." Anlamadığım bir küfür mırıldandı ağzının içinde. "Alfa ekibi her an o robotların ensesinde olacak. Gerekirse başka alayları destek vereceğim ekibine. O yüzden adamlarını nasıl görevlendireceğini düşünmeye başlasan iyi edersin. Önümüzdeki günler hiçbirimiz için kolay olmayacak!"
Geçtiğimiz günler kolay mıydı ki gelecekten böyle bir şey bekleyeyim. Tek bir gece koparabilmiştim tanrıdan kıyametin ortasında. Saatler değil de asırlar geçmişti sanki o terasta kollarımda Kat'le sessizliği dinlememin üzerinden. O yumuşak his bir hayal, bir düş gibi bedenimden çekilirken olmam beklenen askerdim bir kez daha.
"Merak etme Tara," dedim sıkıntıyla. "O adama senden de az güveniyorum ben. Onu sokaklarda başıboş bırakmaktansa uykusuz günler geçirmeye razıyım."
"Dileğiniz kabul edildi General Noah," dedi Tara omzuma vurup. "Geç kalma sakın! Bir saate bekliyorum seni!"
Başımla onayladım, ama Tara çoktan arkasını dönmüş, çıkışa yönelmişti. Bir saat... Sahip olduğum tüm süre buydu işte. Oturup düşünmek için, plan yapmak için, hazır olmak için, ya da belki sadece nefes almak için... Tam şu an askeri üsse dönüp Tara'nın görmek isteyeceği listeleri toparlasam hiç fena olmazdı. Albayları ve bin başlarını çağırıp ön briefing vermeli, ekiplerini hazırlamalarını istemeli ve onlarla stratejimizi tartışmalıydım. Bunun yerine düşüncelerim tamamen başka sulara yelken açmış, az sonra bacaklarım beni binayı boydan boya çevreleyen balkona sürüklemişti.
Cam panellerin önünde durup korkuluklara yaslandım ve saatime baktım. Kat'ten hala haber gelmemişti. Abartıyordum farkındaydım. Haklıydı kedi kız, kendi çöplüğünde kimsenin aşık atamayacağı savaşçı bir prensesti o. Ama... virüslerin insanları canavarlara dönüştürmediği, yaratıkların ortalığı kan gölüne çevirmediği başka bir zamana aitti onun saltanatı. Şimdiyse tünellerde başına gelmiş olabilecek bin bir kötü ihtimali listeliyordu beynim kontrolsüzce.
Oflayıp yüzümü Ark'a döndüm ve huzuru altımda ışıldayan binaların arasında aradım. Gözüm bileğimdeki kırmızı ipliğe kaydığı an alacağım azıcık nefes de ciğerlerime sıkışmıştı. Deli saçması, batıl inanç, hurafe... her şey denebilirdi bu bilekliğe. Ama ismi ne olursa olsun Kat'in koruyucu tılsımıydı o ve artık yanında değildi. Kahretsin! Ne demeye onunla gitmemiştim ki ben de? İstediği kadar benimle inatlaşabilirdi kedi kız. Bağırış çağırışlarını dinlemek şu an burada kurup kurup delirmekten bin kat daha iyiydi.
Yetişebilirim, diye düşündüm zamanı kontrol edip. Yeterince hızlı olursam tünellerden laboratuvara gidebilir, orada olup olmadığına bakabilir ve zamanında Tara'nın yanında olabilirdim. Çok büyük ve çok fazla sayıda belki vardı bu planda ama... O an kolumda hissettiğim titreme tüm saçma düşünceleri zihnimden silkeledi. Bir mesaj almıştım. İsimsiz, numarasız, sahipsiz... Parmağım titreyerek dokundu ekrana ve harfler karşımda belirdiğinde hıçkırık gibi bir kahkaha kaçtı dudaklarımdan.
Pisicik yuvada.
Bu kadardı gelen mesaj. Dünyanın en kısa, en anlamsız metni olabilirdi herhangi biri için. Bense yeşil gözler, yukarı kıvrılmış dudaklar ve pembeleşmiş yanaklar görüyordum hecelerin arasında. Kat laboratuvara ulaşmış, söz verdiği gibi bana haber vermenin bir yolunu bulmuştu. Şükürler olsun! Muhtemelen onun değil, Fitz'in seçimiydi bu kelimeler. Umurumda mıydı sanki? Öylece durmuş sırıtıyordum işte.
"İyi bir haber aldın herhalde."
Ensemden gelen sesle yerimde sıçradım. Kedi kız aklımı başımdan almakla kalmıyor hayvani içgüdülerimi de kökünden sarsıyordu korkarım. Kardeşimin arkamdan yaklaştığını fark etmemiştim bile. Yukarı kalkmış kaşları altından merakla yüzümü inceliyordu Lee.
"Mesajı atan her kimse seni aşı haberinden bile daha mutlu ettiği kesin," dedi bir yorum yapmaktan çok soru sorar gibi.
"Önemli bir şey değil," dedim kendimi toparlayıp. "Bugün hiçbir haber aşıdan daha mutlu edemez kimseyi."
Lee'nin beni onaylamasını, gururla başarısından bahsetmesini bekledim. Oysa bakışları diğer bileğimde, Kat'in bağladığı kırmızı iplikte takılı kalmıştı. Bir şeyler düşündüğü saniyelerin ardından yeniden gözlerimiz buluştuğunda daha da şüpheliydi artık suratı.
"Bunu nasıl yaptın?" diye sordu. "Dr. L.'i nasıl ikna ettin aşıyı vermeye?"
Kardeşimin kolayca zikrettiği isim benim panikle etrafa bakınmama neden olmuştu. Ama ağaçların arasında yapayalnızdık bu balkonda. Yine de sesimi alçalttım. "Aşıyı o vermedi Lee. Doktorun bundan haberi yok. Laboratuvarın gizliliğini tehlikeye atmamak için bunu saklamak istemiş. Formülü Kat getirdi bana. Doğrusunun bu olduğunu düşündüğü için..."
"Kat..." diye tekrarladı Lee. İşte yine bileğimdeki iplikteydi gözleri. Öyle değişik bir arayış vardı ki bakışlarında huzursuz olup kolumu indirme ihtiyacı hissetmiştim. Tanımış olabilir miydi bilekliği? Laboratuvarda geçirdiği zamandan Kat'le ilgili bu kadar minik bir detayı fark edip aklında mı tutmuştu yani?
"Neden peki?" diye sordu.
"Ne neden?"
"Neden sen? Neden sana getirmiş Kat formülü? En son gördüğümde birbirinizi boğazlıyordunuz az daha?"
Lee'nin yüzündeki alaycı tebessüm sesindeki gerginliği örtememişti. Bir an Will'in markette o ve Kat'le ilgili yaptığı yorum aklıma gelse de hemen kovaladım bu düşünceyi. Durduk yere yanlış çıkarımlar yapıp kendimi doldurmayacaktım. Muhtemelen sadece ilk tercih edilen olmadığı için basit bir kıskançlıktı kardeşiminki. Ve nedense bu sıralar pek sık tekrar eder olmuştu bu çocuksu buhranları.
"Duvarın bu tarafına geçemezdi de ondan," diye açıkladım sabırla. "Teneke şehirdeki üsse girmeyi başarmış bir şekilde. Beni bulunca da formülü verdi. Kimliklerini açık etmeden onu doğru insanlara ulaştırmam için... Ben de sana gönderdim. Hepsi bu."
"Hımm..." diye mırıldandı Lee. "Tüm bu riske girdiğine göre sana gerçekten güveniyor demek ki..."
Tamam, bu sorgu canımı sıkmaya başlamıştı. "Onlara daha önce de yardım ettim Lee," dedim kaşlarımı çatıp. "Böyle bir konuda elimden geleni yapacağımı düşünmesi normal değil mi sence de?"
Bu kez sessiz kaldı kardeşim. Sonra da dirseklerini korkuluklara yasladı ve bakışlarını Ark'a çevirdi. Baktığı yerde kendi düşüncelerinin yansımasını gördüğüne emindim. Ağzı sussa da kafasının içinde konuşuyor olmalıydı sesler.
"Hepimiz bir şekilde elimizden geleni yapmıyor muyuz zaten?" dedi sonunda benden çok kendi kendine konuşur gibi.
Onu süzdüm dikkatle. Bir gariplik vardı Lee'de. Az önce dünyaya aşıyı bulduğunu ilan edip tüm insanlığın kahramanı olmuş biri için fazla... sakin görünüyordu. Sanki daha iki gün önce Dr. L.'in yardımını alabilmek için hayatını tehlikeye atan çocuk o değilmiş gibi... Sanki bu zaferin onun olacağını zaten biliyormuş gibi... Sanki... Tamam, belki biraz paranoyaklık yapıyordum. Belki de sadece bundan sonra neler olacağını düşünüp endişeleniyordu Lee. Ah bir de içimdeki kurdu rahatlatabilseydim bu tesellilerle. Ya da hayvani sezilerimi kapatmanın bir yolunu bulabilseydim... Olmuyordu işte. Bas bas bir yanlışlık olduğunu bağırıyordu Lee'nin gözlerine bakarken.
"Aşı haberinin seni benden daha mutlu etmediği kesin," diye ağzını aradım derdini anlamak için.
Gülümsedi Lee. Korkuluktan uzaklaşıp karşıma geçtiğinde tüm naif düşüncelerimi titretecek kadar soğuktu tebessümü. "Henüz mutlu olmak için çok erken abicim," dedi. "Her şey daha yeni başlıyor. Bu sadece bir başlangıçtı."
Cevap veremedim. Lee'nin yukarı kıvrılan dudaklarından havaya kaldırdığı çenesine tüm mimikleri, tüm hareketleri meydan okuyordu sanki. Ama neye? Kime? Ve ben neden verdiği savaşta onunla aynı safta olmadığımızı hissediyordum?
"Artık gitmem lazım," dedi elini omzuma koyup. "İkimizin de yapacağı işler var. Bu kez dünyayı kurtarma işi Dr. Noah yerine oğullarına düştü ne de olsa. Bakalım ondan daha iyi bir iş çıkarabilecek miyiz."
Bir şeyler demem gerektiğini biliyordum, ama doğru kelimeler bir türlü gelmemişti dilimin ucuna. Lee salona dönüp görüş açımdan çıktıktan sonra bile ardından aynı noktaya bakmayı sürdürdüm bir süre. Havada asılı kalan suretinde içimi rahatlatacak, tutunabileceğim bir aşinalık arıyordum sanırım. Yoktu. Evden kaçıp kendini tünellerde kaybettikten sonra bir daha asla eskisi gibi olmamıştı zaten ama giderek derinleşiyordu sanki benim tanıdığım çocukla az önce konuştuğum genç adamın arasındaki fark.
Kendi hayatım tepetaklak dönmüşken değiştiği için kardeşime kızamazdım elbette. İkimizi de bambaşka insanlara çevirmişti yeraltı, o karanlıkta gördüğümüz ışık, o ışıkla gelen yeni umutlar... Beni korkutan da Lee'nin değişmesi değil, o değişimi besleyen duygulardı zaten. Bir isyan ateşi yanıyordu kardeşimin göğsünde görebiliyordum. Kabuğundan sıyrılmaya çabaladıkça yüzeye çıkıyordu yıllarca bastırdığı öfke. Hırçınlıkları, kıskançlıkları, kontrolsüz hırsı... bugün buz tutmuş bir gölün altına hapsolmuş gibiydi hepsi. Muhtemelen sonunda istediğini elde ettiği için... Ama hala her an çatlayıp karşısına çıkan ne olursa yutacak kadar kuvvetliydi.
Her şey daha yeni başlıyor, diye yankılandı sesi kafamın içinde. Öyle sıradan ama öyle tedirgin ediciydi ki bu sözler, o günün devamında da kulaklarımda çınlamaya devam etmişti. Askeri üsse ulaşıp kendimi Tara'nın odasına attığımda bile aklımın bir köşesinde açık bir yarayı durmadan kaşıyan bir el gibiydi o balkonda kardeşimle yaptığımız kısa konuşma. Ve Tara Dr. Z.'in robotlarına benim ekibimin eşlik etmesinin Lee'nin önerisi olduğunu söylediğinde huzursuzluğum kontrol edilemez bir noktadaydı artık. Belli ki bunun halkın gözünde harika bir resim olacağını düşünüyordu kardeşim. Kendisi bilim insanlarıyla geleceği kurtarırken ben de askerlerimle sokakları temizliyor olacaktım. Onu tanımasam Lee'nin beni yaratıkların önüne atmaktan zevk aldığını düşünecektim neredeyse. Neredeyse...
Öyle zordu ki öz kardeşimin iyi niyetli olduğuna kendimi ikna etmek için içimde savaş vermek... Dr. Z. asistanlarıyla Tara'nın odasına geldiğinde ona sinir olamayacak kadar meşguldü kafam. Enstitü temsilcilerinin de aramıza katılmasıyla başlayan toplantıda neredeyse hiç konuşmamış, sık sık başımı sallamış, bana biçilen görevleri sorgusuz sualsiz kabul etmiştim. Neyse ki tüm planı yarın sabah başlayacak şekilde kurgulamıştı Tara. Bu da bir gece olsun kendi yatağımda uyumak anlamına geliyordu. Ve buna rağmen sonunda toplantı bitip dağıldığımızda yatağıma gidemeyeceğimi biliyordum. En azından kafama takılanları Lee'yle konuşmadan önce.
Tanrım, gerçekten gergindim. Saatlerce kafamda dönüp duran sorular bir tasma gibi boğazımı sıkıyordu şimdi. Konuşmaya nereden başlamalı, nereye kadar götürmeliydim? Daha kendi zihnimde kelimelere dökememişken Lee'ye hangi cümlelerle, nasıl anlatacaktım hissettiğim huzursuzluğu? Bu tedirginlikle bir an ayaklarım yavaşladığında Şimdi vazgeçemezsin! diye hatırlattı mantığım hemen. Kardeşimle arama koca bir buz kütlesi oturup bizi tamamen ayrı kutuplara itmeden onun iç dünyasında neler olduğunu anlamam gerekiyordu.
Kuleye ulaştığımda arabayı park edip doğrudan odalarımızın olduğu kata çıktım. Droidlerin hiçbiri kendi kapımı es geçip kardeşiminkinin önünde durmamı garipsememişti. Ya da çaldığım halde içeriden ses gelmediğinde beklemeden kendi başıma içeri dalmamı...
"Lee!" diye seslendim odanın içine doğru, ama ortalıkta görünmüyordu küçük Noah. Bahsettiği önemli işler her neyse hala onlarla uğraşıyordu belki de. "Lee!" dedim cevap alamayacağıma neredeyse emin olduğum halde bir kez daha. Gözlerim boş odanın içinde hızlıca dolanmış ve içeride yalnız olduğumu birkaç saniyede onaylamıştı. Yine de bugün sorunlarımızı çözemeyeceğimizi kabullenip kendi hayatıma dönmeden önce birkaç adım atmıştım çalışma masasına doğru. Yaptığımın kesinlikle yanlış olduğunu bildiğim halde mesleki deformasyonum olay yerini incelemeden arkamı dönüp gitmeme müsaade etmiyordu.
Öyle muntazamdı ki Lee'nin tüm eşyaları, sanki bir süredir hiç uğramamıştı bu odaya. Masasının üzeri bomboş, yatağı kaplayan nevresim dümdüz, komodinler eşyasızdı. Tüm resim bu kadar kusursuz olmasa gözüme takılan mini minnacık detayı fark edemezdim muhtemelen. Oysa yapbozun eksik bir parçası gibi dikkatimi çekmişti hafif aralık duran komodin çekmecesi. Tam şu an Lee içeri dalsa ona ne yaptığımı asla açıklayamayacağımı biliyordum. Yine de dolabın başındaydım az sonra. Ve ardından kaskatı kesildi kulpu tutan parmaklarım. Kol düğmelerinin üzerinde bana fazlasıyla aşina, bez bir çanta duruyordu. Kendi ellerimle diski yerleştirdiğim bohçayı asla bir başkasıyla karıştırmazdım zaten ya kumaşa sinmiş Kat'in kokusu olası tüm şüpheleri silecek kadar kuvvetliydi.
Olamaz! diye tekrarlıyordu içimde bir ses. Ben uzanıp çantayı alırken, fermuarını açarken ve hatta diski parmaklarımın arasında tuttuğumda bile aynı yakarışa devam etmişti. Olamaz! Olamaz! Olamaz! Ama bir şekilde olmuştu belli ki. Formülü taşıyan disk Lee'ye ulaşmış; ama onun çekmecesinden ve bu odadan hiç çıkmamıştı.
O halde nasıl? oldu aklımda cayır cayır yanan soru. Formülü paylaşmadıysa nasıl hastalığın çözümünü bulduğuna ikna etmişti Lee herkesi? Nasıl tüm dünyaya kurtulduğumuzu duyurmuştuk biz? Ve nasıl yarın başlıyorduk insanları aşılamaya?
"Lee!" diye mırıldandım sıktığım dişlerim arasından. Öyle görünüyordu ki yapacağımız konuşma düşündüğümden de zorlu olacaktı.
***
-BÖLÜM SONU-
Şüpheli bir sonla bitiriveriyorum bölümü :) Yine yaratıcılığınızı konuşturup tahminlerde bulunmanızın zamanı geldi.
Söyleyin bakalım Lee neler karıştırıyor?
Ettiği laflar, Tyron'ın bileğindeki ipe takılması ve en sonunda da çekmecesinden çıkan disk... Bir gariplik olduğu kesin ve fakat ne?
Yorumlarınızla bu zorlu dönemimde benim yüzümü azıcık güldürürseniz şahane olur :)
Sizi kocuman öpüyorum!
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top