Bölüm 21

Sevgili NOAH okurları,

Bu hafta eski hızımı kısmen yakalayıp size hafta ortası bölümüyle geliyorum (üstelik hala bir evim yok :p)

Çünküüü heyecandan yazmadan duramadım. Bu bölüm sizi yakmaya geldim diyebilirim!!! Hepimizin heyecanla beklediği kıvılcımlarla ısınmaya hazır olun. Ama heyecana çok kapılıp da yorum yapmayı unutmayın. Bu bölüm bolca dedikoduyu hak ediyor bence, sizinle konuşmak ve fikirlerinizi duymak için sabırsızlanıyorum =)))

Hadi sustum, siz okuyun :)

E.Ç.

***

We're just hanging on for a thrill
One more taste is gonna put us in our coffins screaming

***

BÖLÜM 21:

Tyron

On üç... Geceye noktayı koyacak, yarınları silecek, geleceği tamamen değiştirecek o lanetli sayı... On üç yaratık, dehşetin on üç yüzü, on üç farklı ölüm... Tünelin iki ucundan üzerimize yağan kıyametin sayısıydı on üç. Her şey bitti diye düşünürken cehennemin kapılarını yeniden açan bir şifre gibiydi. Ve ben Kat'le karşı karşıya, alevlerle dolu bir çukurun tam eşiğinde duruyordum.

Her saniyeyi milyonlara bölüyor, bizi bu durumdan kurtaracak bir yol bulmak için çırpınıyordu beynim. Tecrübelerim, öğrendiklerim, akıl edebildiklerim... elimdeki tüm verileri önüme sermiştim ya kalın bir duvardan başka bir şey yoktu yüzümü döndüğüm yönlerin hiçbirinde. Silahlarımla içine düştüğüm savaşı kazanmayı hayal edemez, bu defa o çok güvendiğim genlerimden medet umamazdım. Motosikletimi yeniden çalıştırabileceğimi hiç sanmıyordum. Üzerindeki silahları kullanmak içinse önce onunla aramızdaki yaratıkları geçmemiz gerekiyordu. Ölmeden...

Kat'in dehşetle büyümüş gözleri tüm berbat ihtimalleri doğruluyordu tam önümde. Çığlık çığlığaydı belindeki telsiz. Kameralardan üzerimize çökmüş kara bulutları görmüştü elbette laboratuvardakiler. Ama ne onların ne de Moxie'nin müdahale edemeyeceği kadar dardı etrafımızdaki çember. Şu andan sonra bir mezardı bu tünel ikimize de. Bu gece bir defa birlikte mucizeyi başarmıştık zaten. Beş canavardan kurtulmak, aldığımız yaralara rağmen tek parça kalabilmek... İkinci kezse şans bile bizi kurtarmaya yetmeyecekti.

Buna rağmen yaratıklar üzerimize saldırıya geçtiğinde ben henüz askısına taktığım iki silahımı da çekmiş, Kat'se kınına soktuğu bıçağını çıkarıp kırbacını öne uzatmıştı. Bir kez daha sırtı benimkine yaslandı tüm yönlerden gelecek saldırıya hazır olmak için. Artık yüzünü görmediğimden ne düşündüğünü sadece tahmin edebilirdim. Bense düşmanımla çarpışmayı beklerken tek bir fikre takılıp kalmıştım. Tutunamadığım tüm çözümler bir bir çürürken diğer her şeyin üstüne çıkmıştı bu ihtimal. Hayır, hala bir kurtuluş yoktu bu tünelde benim için. Ama belki Kat...

Bir anda ona döndüm heyecanla. Üç beş saniye vardı derdimi anlatacak. O benim ne yaptığımı fark edene kadar kanatlarımı açmış, ikimizi güvenli bir kozaya sarmıştım bile. "Sana yolu açacağım," dedim. "Köşeye ulaşana kadar arkamda kal, seni korurum. Sonra ben onları oyalarken sen odana ulaşabilirsin."

"Hayır!" dedi hemen. "Seni bırakmıyorum."

"Sana zaman kazandırabilirim!" diye inatlaştım, ama beni dinlemiyordu. Bakışları belinde bağıran telsize kaymıştı. "Kat!" diye üsteledim. "Dinle beni! Eğer hızlı dav..."

"Kapa çeneni Tyron!" dedi telsizi dudaklarına götürüp. "Fitz sus ve beni dinle! Bizi buradan nasıl çıkartacağını biliyorum. Sana söylediğim an suyu açman lazım. Yeterince hızlı olursak biz kaçabiliriz, ama yaratıklar bundan kurtulamaz!"

Ben onun söylediğinden tek kelime anlamamıştım, ama Fitz için aynı şey geçerli olmasa gerek "Seni akıllı kedi!" diye bağırdı heyecanla. Ardından gelen klavye seslerine Flame'in çığlıkları ve cızırtılar karışmıştı. Benim üzerimdeydi şimdi Kat'in bakışları.

"Birazdan hayatının en hızlı uçuşunu yapman gerekecek! Fitz bir kez vanaları açtığında burası dakikalar içinde su altında kalacak. Bizi buradan çıkarmak zorundasın Tyron!"

Onları boğacak! diye düşündüm müthiş bir heyecanla. Ölmeyecektik. Yani... en azından benim düşündüğüm şekilde. Laboratuvarı korumak için kullandıkları güvenlik yöntemlerinden biri olmalıydı bu. Tünellerine izinsiz girmeye kalkan kim varsa söküp atacak kadar kuvvetli olmalıydı basınç. Dahiyane! Fakat az sonra bizim de o suyun içinde kalacağımız düşünülürse durup detayları irdeleyecek vakit yoktu. Kanatlarımı açtığım gibi üzerimizdeydi en hızlı üç yaratık. Benim kurşunlarım ve Kat'in tek bıçağı hakladı ikisini. Üçüncü pislik hepsini aşıp burnuma girdiğinde geri sıçrayıp pençemi indirmiştim bu kez.

"Benimle gel!" dedi Kat tünelin sonuna doğru gerileyip. Tahminimce bizi suyun çarpma etkisinden uzaklaştırmak, yaratıkları ise en büyük hasarı alacakları noktaya çekmeye çalışıyordu. Bu operasyonun beyni o olduğundan dediklerine harfiyen uymaktan başka şansım yoktu. Durmuyordu tabancam. Diğer elim kalan ne kadar bıçağım varsa birer birer düşmanıma yollamakla meşguldü. Duvarlara zıplayan, borulara tırmanan, yerlerde sürünen onlarca iblisten sadece bir ikisini indirebilmeyi başarmıştım. Kırbacından başka kendini savunabileceği silahı kalmadığından Kat etrafımda dönüyor, en düzgün atışı yapabilmem için beni koruyordu.

Tabancam tamamen boşalana kadar bu şekilde iyi idare ettiğimizi söyleyebilirdim. Son bıçağım da elimden çıktığındaysa iki pençem ve keskin dişlerimden başka hiçbir şey kalmamıştı geriye. "Kat..." dedim ona derhal bir şeyler yapmazsak alacak son birkaç nefesimiz kaldığını hatırlatmak için. Zaten farkında olmalıydı bu durumun, çünkü telsizi yeniden dudaklarına götürmüştü.

"Şimdi Fitz!" diye bağırdı kırbacını son bir kez şaklatıp.

O andan sonra aynı saniyenin içine sığmıştı sanki tüm yaşananlar. Az ötemizde birden duvardan fışkıran tazyikli su, basıncın etkisiyle oradan oraya savrulan yaratıklar, Kat'in boynuma dolanan kolları ve kulağımın içindeki çığlığı.

"Uç Tyron! Uç!"

Ben değil de kanatlarımdı sanki duyduğu komuta itaat eden. Kat'e sıkıca sarılıp kendime çekmemle yerden yükselmem bir oldu. Anında bacaklarını etrafıma dolayıp bedenini küçültmüştü kollarımın arasında. Bunu neden yaptığını biliyordum elbette. Hayatımın en hızlı uçuşunu yapmam gerektiğini söylerken abartmamıştı Kat. Düşmanı en kısa sürede yok etmek için tasarlanmış kusursuz bir bubi tuzağıydı tünele dolan su. Müthiş bir güçle duvarlardan fışkırıyor, karşısına çıkan ne varsa devirip önüne katıyor, akıl almaz bir hızla altımızda yükseliyordu.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi durmadan değişiyordu suyun çıkış yeri. Düşmanı oyuna getirmek için tasarlanmış başka bir oyun olmalıydı bu mekanizma. Ve şu an kesinlikle hayatımı bin kat daha zindana çeviriyordu. Farklı yönlerden düzensiz aralıklarla fışkıran su yüzünden İki kez omzumdan, birkaç defa da bacaklarımdan ve karnımdan vurulmuştum ilk beş yüz metrede. İşin berbat tarafıysa duvardan duvara sıçrayan gözü dönmüş bir yaratığın birlikte uçmaya çalışan iki insandan çok daha hızlı olmasıydı.

Daha ilk dönemeçte üç yaratık yetişmişti bile peşimize. Benden çok daha kıvrak ve hızlı hareket ettiklerinden sudan kurtulmak çok daha kolaydı onlar için. Tüm tünel suyla dolduğunda bu becerileri hayatlarını kurtarmaya yetmeyecekti belki ama, maalesef aynısı bizim için de geçerliydi. Şimdiden tünelin yarısını geçmişti bile sular. Ne kadar mesafe kalmıştı Kat'in odasına? Kaç dakikamız vardı boğulmadan önce?

Düşünme, durma, arkana bakma! Uç! Uç! Uç!

Aniden sırtımda bir ağırlık hissedene kadar harika gidiyordu bu plan. Fakat üzerime atlayan yaratık tırnaklarını etime geçirip beni acıyla inletmekle kalmamış, dengemi bozup suya çakılmama neden olmuştu. Başımı yüzeye çıkardığımda hala bir iki santim önümdeydi Kat, sıkıca tutmaya devam ediyordu boynumu. Ben bir şey yapamadan cebimdeki kaleme uzanıp omzumun üstünden arkamdaki yaratığın gözüne saplamıştı. Ne ara onu görmüştü, nasıl akıl etmişti bilmiyordum. Kaçmak için saniyelerim olmasa bu zeki hamlesi için onu öpebilirdim. Oysa yeniden havadaydım iki kalp çarpıntısı sonra.

"Geldik!" dedi Kat göğsümde nefes nefese. "Sol... son sol!"

Şiir gibiydi sözleri kulağımda. Ah bir de peşimizden gelen şu çığlıklar olmasaydı... Uzaklaştığımızı düşündüğüm an yeni bir yaratık bitiyordu başımızda. Tekmelemiş, yumruklamış, pençelemiş, yine de onları yıldırmayı başaramamıştım. Ters dönüyor, sağa sola manevra yapıyor, her defasında yeni bir baş belasıyla burun buruna geliyordum. Kurtuluşumuz olacak demir kapı tünelin ötesinde göründüğünde vücudum suyu yalıyordu artık. Saniyeler sonra uçamayacağım kadar yükselecekti seviye. Tanrım, biraz yardım et!

Bu düşünce kanatlarımı olduğundan da kuvvetle çırpmama neden oldu. Gaza basılan bir araba gibi öne atılmıştı bedenim. Buna rağmen kapıya metreler kala uçmak yerine yüzüyordum artık. Kanatlarımı toplamaktan başka şansım yoktu, aksi halde fayda sağlamak yerine iyice dibe çekecekti beni. Aynı anda kollarını çözüp doğrudan kapıya yönelmişti Kat. Onun kulaçlarını takip ettim ben de. Ve böylece içine sıkıştığımız korku filminin son sahnesine bodoslama dalmış bulunuyorduk.

Şu ana kadar hayatta kalmakla öyle meşguldüm ki yolun sonunu düşünememiştim. Şimdiyse yaşamla ölüm arasındaki duvar kalın bir demir kapı olarak önümde duruyordu. Basınca rağmen onu yerinden oynatıp içeri girmemiz lazımdı. Hem de sağ kalmış yaratıklar suyun içinden, duvarlardan, tavandan üstümüze akın ederken. Allah'ım sinirden kahkaha atacaktım neredeyse. Değil tüm tünel, yarısı bile suyla dolsa ikimizin o kapıyı yerinden oynatamayacağımızı akıl etmemiz gerekirdi.

Benden farklı düşünüyor olsa gerek nefes almadan kapıya doğru yüzüyordu Kat hala. Son birkaç kulaç kala suya dalıp gözden kaybolmuştu. Ümidim tamamen tükenmiş olsa da onu izlemekten başka şansım yoktu. Ve onu korumaktan başka... Çünkü arkasından suya dalan yaratığı göremeyecek kadar hedefe kitlenmişti Kat. Bir an sonra ben de suyun altındaydım. Kat'in elindeki el feneri sayesinde anında seçmişti gözlerim onun sırtındaki karanlığı.

Yaratığın çarpık dişleri Kat'e ulaşamadan benimkiler onun boynundaydı. Bu gece çektiğim tüm işkencenin acısını çıkartır gibi ısırdım onu. Ve etinden koca bir parçayı koparıp tükürdüm. Karanlık su kan dolmuştu anında. Açık kalmış gözleriyle öylece süzülüyordu şimdi pislik. Bir an için yüzeye çıkıp nefes aldım ve yeniden suya daldım. Şimdi kapının tam önündeydi Kat, onun yanına indiğimde duvardaki panele şifreyi girdiğini gördüm.

Bunun anlamı yok, demek istiyordum ona. Sahiden kapıyı bu şekilde açamayacağımızı düşünemiyor olabilir miydi? Elinden geldiğince hızla numaraları girdi ekrana. Ama sonunda nefesi tükenmiş olsa gerek başladığı işi bitiremeden yukarı meyletmişti. Onunla yüzeye çıktım ben de. Derin soluklar alıyordu ciğerlerine yetmiyormuş gibi. Aklıma başka bir şey gelmeyince kolundan tutup su üstünde kalmasına destek oldum.

"Kat..." diye başlamıştım ki gözleri kocaman açılıp arkamda bir noktaya kitlendi. Son anda arkamı dönmüş, dişlerini omuzlarıma saplayan yaratıkla suya batmıştım. Pençelerimi kalbine geçirdim hemen yaratığın. Ben göğüs kafesini parçalarken Kat işi şansa bırakmayıp onun boynuna boydan boya kesik atmıştı tırnağıyla. Bu kez o beni çekti su yüzüne.

"Kapıda güvenlik kilidi var," dedi nefes nefese. "Şifreyi girdim, sadece üzerindeki kolu çekmemiz lazım."

"Kat basınç..."

"Önemi yok!" diye böldü beni. "O kol bu durumlar için tasarlandı. Basıncı dengelemek için. Ama tek başıma gücüm yetmez, birlikte yapmamız lazım."

İşte şimdi kahkaha atsam kimse garipseyemezdi. Mucizeydi resmen Kat'in söyledikleri. Delice salladım başımı. Yolun sonundaki ışık bu kadar yakınken istesem de duramazdım artık. Kat'ten önce dalmıştım suya. Şifrenin doğru girildiğini gösteren panelin mavi ışığıydı rehberim. Ellerim metal kolu kavradığında öyle bir asıldım ki patlayabilirdi damarlarım. Umursamadım.

Bir an sonra Kat'in elleri katılmıştı benimkilere. Gözlerini yummuş kolu delice aşağı bastırıyordu o da benim gibi. Hadi Allah'ın cezası! Hadi! Hadi! Hadi! İstemsizce aralanan dudaklarımdan su doluyordu ağzımın içine. Kaslarım çığlık çığlığaydı acıdan. Avuçlarım yanmış, derisi soyulmuş, kemiklerim ezilmişti. Yine de... metalin hareket ettiğini fark etmek vardı ya... sihirli bir değnek gibi yok etmişti sanki bedenimdeki tüm tahribatı. Daha da büyük bir kuvvetle bastırdım. Bastırdık. Ciğerlerimizdeki son oksijeni, kaslarımızdaki son gücü, son inancımızı kullanarak...

Ve sonunda aşağı inmişti metal boru. Kapı suyun içinde baloncuklar çıkararak bize doğru açıldı. Nasıl o daracık boşluktan kendimi içeri soktum, nasıl Kat'i bileğinden yakalayıp yanıma çektim bilmiyordum. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Tıpkı son anda Kat'in arkasında fark ettiğim yaratık gibi... Onu tutuyor olmasam beline sarılan canavarla birlikte sürüklenirdi muhtemelen. Oysa benden aldığı destekle sert bir tekme indirip yaratığı üzerinden atmış, ben de tam zamanında onu içeri çekmiştim.

Şimdi Kat sırtını kapıya vermiş ittiriyor, benim kollarımsa onun iki yanından tüm gücüyle bastırıyordu. Sadece su değildi direndiğimiz. Bizi çiğ çiğ yemeden pes etmeyecekti pis asalaklar. Aralıktan içeri uzanmış kıllı kolları ve keskin tırnaklarıyla kapının kapanmasına engel oluyorlardı. Öfkeyle haykırdım tüm bedenimle abanırken. Kat hemen önümde direnmeye devam ediyordu. Buraya kadar gelmeyi başarmışken, her şeye rağmen hala nefes alıyorken pes edecek değildik ikimiz de. Yaratıklar inatçı olabilirdi, ama bizim gibi canına tak etmiş iki insan kadar olamazlardı.

"Geberin piç kuruları!" diye haykırdı Kat kalan tüm gücünü serbest bırakırken.

Aynı şekilde varımı yoğumu ortaya koymuştum ben de. Kemikleri eşsiz bir senfoni gibi çatırdıyordu şimdi yaratıkların. Ve bu kesinlikle zaferin sesiydi. Onların işlevsiz aklı bile bu durumdan kurtulamayacaklarını söylüyor olmalıydı, çünkü önce bir, sonra iki, üç, dört... teker teker çekmişlerdi kendilerini geri. Ve böylece kapı tıslayarak yerine oturup bizi cehennemden ayırdı.

Bıçak gibi kesilmişti sanki bir anda dünyadaki tüm sesler. Onlarca parçaya kırılmış zaman toz zerrecikleri gibi asılı kalmıştı havada. Hareket edemiyor, düşünemiyor, hala nefes aldığımı bile idrak edemiyordum. Kat'in başı göğsüme düştüğünde ben de onunkinin üstüne bıraktım çenemi. Göğsümde delice çırpınan kalp onun muydu yoksa benim mi anlamak imkansızdı. Bir süre kapıya ve birbirimize yapışık öylece bekledik. Sırılsıklam, üşümüş, korkmuş, tükenmiş... Sonunda başını kaldırabilen ilk Kat oldu. Öyle yakınımdaydı ki kesik kesik dudaklarından süzülen nefes benimkine karışıyordu.

"İyi misin?" diye sordum cevabın hayır olduğunu bilmeme rağmen.

Yüzünü buruşturup başını aşağı eğmişti. Bakışlarını takip ettiğimden aynı anda gördük gömleğini kaplayan kanı ve onun altındaki dört derin kesiği.

"Kat..." dedim panikle.

Son anda beline sarılan yaratığın eseri olmalıydı bu. Göbeğinden sırtına kadar uzanıyordu izler. Bu görüntü müydü başını döndüren yoksa gücünün tamamen tükenmiş olması mıydı bilmiyordum; ama dizlerinin bağı çözüldüğünde kucağıma yığılmıştı. Onu belinden yakalayıp kolunu omzuma attım. "Tamam gel böyle." Yatağına kadar olan üç, dört adımı almasına yardım edip onu oturtmuştum. "İlk yardım çantan nerede?"

Ağlamaklıydı Kat'in suratı. Yatağın karşı çaprazındaki dolabı işaret eden parmakları titriyordu. Canı gerçekten feci yanıyor olmalıydı çünkü onun gardını indirdiğini daha önce hiç görmemiştim. Hele de bana karşı... Dolaba koşup açıp çantayı bulmam ve yeniden yatağa dönmem bir oldu. Hadi o yaralıydı, peki ben neden ellerimi kontrol edemiyordum?

"Önce bu..." dedi Kat birkaç saniye benim çaresizce çantayı karıştırmamı izledikten sonra. Enjektörü alıp dudaklarına götürmüş, paketini dişiyle koparıp bana geri uzatmıştı. "Bu ilaç..." dedi şeffaf bir cam şişeyi işaret edip. "Üst kilidi açıp iğneyi kapağa sapla. Vakumlu. İçine çekmeye başladığında kendiliğinden duracak."

Bir ağrı kesiciydi sanırım elimdeki. Sorgulayacak değildim, doktor olan Kat'di. Dediği şeyleri sırayla yapıp şırıngayı ilaçla doldurdum. Sahiden doğru orana geldiğinde kendiliğinden durmuştu akış. Parçalanmış gömleğini yukarı çekmiş yarasını inceliyordu Kat. İşimi bitirdiğimi görünce enjektörü elimden almaya yeltendi bir an. Muhtemelen bu koşullarda bile benden iyi yapardı iğneyi, ama böyle güçsüzken bu işi ona bırakmak istememiştim. Enjektörü vermek yerine koluna uzanıp kumaşı yukarı sıyırdım ve damarı tek seferde bulabilmek için sessizce içimden dua ettim.

Tecrübesizliğimden korktuysa da sesini çıkarmamıştı Kat. Birkaç kez yumruğunu sıkıp açtı. Dualarım yukarıda bir yerde duyulmuş olmalıydı, çünkü nefesimi tutup iğneyi batırdığımda doğru yaptığımı biliyordum. Anında gözleri kapanmıştı Kat'in. Ben tüm enjektörü boşaltana kadar da öylece bekleyip hırıltılı nefesler alıp vermeyi sürdürdü. Bir sonraki adımın yarasını temizleyip sarmak olduğunu biliyordum. Zaten gözlerini açar açmaz çantada başka bir ilacı göstermişti Kat.

O andan sonra ne derse onu yaptım. İlaç işe yarıyor olsa gerek yüzü rahatlamıştı bir yerden sonra. Kendi laboratuvarlarında ürettiklerine emin olduğum merhemi sürdü en son yaranın üstüne.

"Yardım eder misin?" demişti iş yarayı sarmaya geldiğinde.

Uzattığı sargı bezinin ucunu tutsam da "Bu yaraya dikiş gerekmediğine emin misin?" diye sordum şüpheyle. Cevabı biliyordum aslında. Kullandığı sargı bezinin özel olduğunu öğrenecek birden fazla olay yaşamıştım. Bu da Dr. L.'in ekibinin müthiş icatlarından biriydi işte. Yine de...

Tedirginliğime tezat bir rahatlıkla başını salladı Kat. "O kadar derin değil. Bir iki güne kapanır herhalde."

Sözlerini kanıtlarca yarasının üstüne bıraktığı an derisiyle kaynaşmıştı bez. Gözün algılayamadığı küçük işçiler çalışıyor, milim milim derinin üstüne yama yapıyordu sanki. Ben sırtına doğru yaralarını sararken yan dönüp sessizce işimi bitirmemi bekledi Kat. Sonunda görevimi başarmış olmanın haklı gururuyla başımı kaldırdığımda göz göze gelmiştik. Beni izliyordu. Yorgun, belli belirsiz bir tebessümle...

"Ölmedik," dedi.

Başkası için tek bir kelimeydi dudaklarından çıkan. Oysa onlarca farklı cümle duymuştum ben o üç hecenin içinde. Al işte diyordu sanki gözleri. Yine birlikteyken bela bizi buldu. Yine kıl payı kurtulduk. Yine az daha ölüyorduk. Ama ölmedik. Bir kez daha. Biz... ölmedik!

"Yerinde olsam o kadar sevinmem," dedim. "En son böyle söylediğimizde bir tünel dolusu yaratığın ortasında kaldık farkındaysan." Gözlerimle odayı taradım. "Ben şahsen her an tavanın çökmesini, odanın suyla dolmasını falan bekliyorum. Ah, tabii, bu da yeterli olmaz. Şöyle beş on tane de kana susamış yaratık saldırır muhtemelen. Ya da suyun içinden bir akrep çıkar, birimizi yemeye kalkar."

Güldü Kat. Acısı yüzünde asılı kalsa da gerçekten eğlenerek gülmüştü. Yeniden benimkileri bulduğunda kaderle inatlaşan küçük bir çocuğunkiler gibiydi gözleri. "O zaman biz de yeniden hayatta kalırız," dedi omuz silkip.

Şakacı tavrına rağmen espri yapmadığını biliyordum. Şu an yer yarılıp bizi yeniden cehenneme sürüklese yine pes etmez, son ana kadar savaşırdı. Yüzünün her köşesine yansımış bu kararlılığı birden fazla kez görmüştüm bugün, dün, benim yanımda ya da bana karşı savaştığı tüm o anlarda. Şüphesiz ki tanıdığım kimseye benzemiyordu Kat. Ve şüphesiz ki ben biraz daha ona böyle bakarsam tırmığını yüzüme yiyecektim.

"Öyle olsun," dedim gözlerimi odanın içine çevirip. "En azından burada başımıza gelebilecek olası tehlikeleri paylaşmak ister misin benimle?"

Omuz silkti Kat. "Burada gerçekten istesen de başına bir şey gelemez. Sıkılmaktan başka yani... O kapıyı şifre olmadan açabilecek hiçbir güç yok. Duvarlar nükleer saldırıya bile dayanabilecek şekilde yapıldı. Suyun tamamen boşalması da altı saat sürecek. Biz dışarı çıkamayız, ama dışarıdan da hiçbir şey içeri giremez. Yani... altı saat daha ölümle burun buruna gelmeyeceğini garanti edebilirim."

"Etkileyici," dedim kaşlarımı çatıp. Bu kadarını beklemediğimi itiraf etmeliydim. Tepkim Kat'i yine gülümsetmişti. Birinin gülmenin ona çok yakıştığını, bunu daha sık yapması gerektiğini söylemesi gerekiyordu. O biri kesinlikle ben olmayacaktım. Hele de ölümden henüz dönmüşken.

"Aslında..." dedi yataktan aldığı destekle ayağa kalkarken. "Şimdi düşününce hala bir tehlike var." Kaşlarımı kaldırıp ona baktığımda üzerine yapışmış ıslak gömleği çekiştirdi. "Sırılsıklamız. Vampirlerden kurtulmayı başarıp zatürre olacağız böyle durursak." Yatağın karşısındaki dolabı açmıştı hemen sonra. Çıkardığı ilk havluyu bana attı. Diğerini de kendi omuzlarına sarmıştı. "Arkanı dön," derken düğmelerini çözmeye başlamıştı bile.

Panikle ayaklanıp odanın diğer ucuna gittim. Sahiden de su damlıyordu üzerimdeki her şeyden. Haklıydı Kat, bekledikçe soğuk kemiklerime işliyordu. Önce ceketimi, sonra tişörtümü çıkarıp köşedeki sandalyenin üstüne attım. Pantolonum için yapabileceğim bir şey yoktu, ama bu bile şimdiden daha iyi hissettirmişti.

"Sana verebileceğim tek şey bu tişört," dedi Kat o sırada.

Önce düşünmeden ona baktım. Sonra arkam dönük kalmam gerektiğini hatırlayıp dehşete düştüm. Ama çoktan giymişti Kat. Omuzlarından sarkan bol bir kazak vardı şimdi üzerinde. Gözleri bir an için üzerimde dolansa da kaçar gibi ellerine çevrilmişti. "En azından böyle oturmak zorunda kalmazsın," dedi tişörtü evirip çevirirken.

Böyle derken yarı çıplak olmamdan bahsediyordu sanırım. Bir an bu huzursuzluğu üzerine gitmek isteyeceğim kadar sevimli gelmişti. Ama sonra... içine sığabileceğim herhangi bir giysinin ona ait olamayacağını anlamam, ihtimalleri değerlendirmem, en sevimsizinde karar kılmam ve anlamsız yere gerilmem birbiri ardına oldu.

"Teşekkür ederim ama Ace'in hiçbir şeyini istemiyorum," dedim istediğimden daha aksi bir sesle. "Onunla uğraşmaktansa üşütmeye razıyım. Sonra kulağına gider falan... Seninle ilgili yeterince takıntılı zaten."

Kat'in elindeki tişört suratımda patlayana kadar fazlasıyla emindim sözlerimden de bu duruşumun gayet centilmence olduğundan da. Ama Kat elindekini üzerime fırlatmakla kalmamış bir de dolabın kapısını öfkeyle çarpmıştı.

"O tişört benim!" dedi gözlerini kocaman açıp. "Ve iddiayı kazanıp onu Moxie'den alabilmek için üç hafta üst üste Çukur'da birinci olmam gerekti. O yüzden Tyron, onu kime istersem ona veririm. Sen de ister giy ister zatürre ol! Canın bilir!"

Üzerime doğru yürüdüğünde bir an sözlerinin sinirini atmasına yetmediğini, bir de üstüne yüzüme okkalı bir tokat indireceğini hayal ettim. Oysa o hemen arkamdaki dolaba uzanıp bir şişe ve iki bardak çıkarmıştı. Bardakları doldururken kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Az önceki arbededen hala kızarık olan yanakları sinirlenince iyice pembeleşmişti şimdi. Yüzünün etrafına dökülen saçları ve burnunun üstüne serpiştirilmiş çilleriyle sokak kavgasından galip çıkmış afacan bir kız çocuğundan farksızdı. Ve maalesef tüm bunlar gözlerimi başka yöne çevirmeme engel oluyordu.

Kendine gel Tyron!

"Hak etmiyorsun, ama yine de iyi bir ev sahibi olacağım," dedi bardaklardan birini bana uzatıp. "Sırf bugün hayatımı birden fazla kez kurtardığın için... Ama bir daha saçmalarsan seni kapının önüne koyarım, sen de sonraki altı saatini benim yerime o yaratıklarla geçirirsin!"

Belki de böylesi hakkımızda çok daha hayırlı olurdu. Ya da belki Kat'i bu kadar yakınımda durmaması konusunda uyarmalıydım. Çünkü ilgim kontrol edemeyeceğim şekilde onunla ilgili detaylara kaymıştı. Gözleri, kirpikleri, dudakları... Aklımdan geçen düşüncelerden bihaber olmalıydı, aksi halde saçlarını böyle savurup kokusuyla beni daha da sersemletmezdi.

Saçmalama! Kendine gel! Toparlan!

Ne yaptığımı fark edince kadehi elinden kapıp kafama dikmem bir oldu. Sanki tüm yersiz düşünceleri ve bedenimin verdiği sinyalleri alkolle yakıp kül etmek istemiştim.

"Hey hey hey," dedi Kat anında bardağa uzanıp dudaklarımdan çekerek. "Yavaş! Kamış birasına benzemez Zıkkım."

Sahiden de benzemiyordu. Markette Will'le içtiğimiz o iğrenç içkiydi bu ve aldığım koca lokma yemek borumla birlikte boğazımı kavurmuştu.

"Zamanında uyardığın için teşekkürler," dedim öksürükler arasında.

Mideme kadar yanıyordu şimdi içimde ne kadar organ varsa. Güzel! En azından böylece saçmalamayı kesip daha hayati konulara verebilirdim dikkatimi. Ama iki büklüm olduğumda Kat'in eli yakalamıştı beni. Omuzumdan destek verirken masadaki mataraya uzandı. "Su..." dedi şişeyi dudaklarıma bastırıp. "Yavaşça iç."

Onun dediğini yapıp suyu yudumladım. Sahiden de öksürükler durmuş, yangın dinmişti mataranın yarısına geldiğimde. Ama şimdi tehlikeli suların tam ortasındaydım. Başımı azıcık kaldırsam dudaklarım dokunacaktı Kat'in yüzüne. Nefesi tenime çarpıyor, kuş kadar kalmış aklımı daha da karıştırıyordu. Yalan yok, beni o yöne sürükleyen delice bir akıntı vardı bedenimde. Bütün gün yaşadıklarım mıydı bu yersiz isteğin nedeni? Sığınacak bir liman mı arıyordu yorgun ruhum?

Önemi yok! dedi mantığım bir tokat gibi ve hızla kendimi geri çekip Kat'in dokunuşundan kurtuldum. Zor bir gün olmuştu, kafam karışıktı, doğru düşünemiyordum. Nokta! Matarayı yeniden kafama dikip kalan suyu bitirdim, ama bu kez içkinin ateşini söndürmek için değil içimdeki savaşı sonlandırmak içindi yudumlar. Tüm bu iç buhranımdan bihaber birkaç santim önümde kıkırdıyordu Kat şimdi.

"Burada başına bir şey gelmez derken alkol komasına gireceğini hesaba katmamıştım," dedi alay ederce.

"Ben de beni zehirlemeye kalkacağını düşünmemiştim," dedim masaya yaslanıp.

Yeniden güldü. Yanıma geçip benim gibi poposunu masaya verdiğinde bir kez daha öyle yakınımdaydı ki neredeyse kendimi odanın diğer köşesine atıyordum. Bunun yerine daha aklı başında davranıp dikkatimi elimdeki tişörte verdim. Sade, basit bir kumaş parçasıydı bu. Bunun için mi haftalarca çaba vermişti yani Kat? Ne düşündüğümü anlamış gibi elime uzandı ve tişörtü aldı.

"Sen sormadan söyleyeyim, hiçbir özelliği yok, oldukça eski ve sırtında birkaç delik var. Sanırım sadece..." Sanki devam etmekte kararsız kalmış gibi durup içkisinden bir yudum aldı. "Sadece ona sahip olmak istedim. Çünkü içinde Moxie'nin çocuklarının ismi yazıyordu ve ben..." Yeniden durdu. "Sanırım onu kıskandım. Moxie zordur, serttir, gerçekten ama gerçekten çok acımasız olabilir. Ama o... aileye en yakın şey benim için." Buruk bir tebessümle tişörtü bana geri uzattı. "Çok anlamsız, biliyorum."

"Anlamsız değil," dedim hemen tişörtü alıp. Ancak Kat'in öz babasını, ona yaşattıklarını, çocukluğunun nasıl geçtiğini bilmeyen biri böyle düşünebilirdi. Oysa ben her şeyi okumuş, Dr. L.'in kızı için kurduğu dünyaya ve o küçük kızın büyüyüp nasıl bir kadın olduğuna bizzat şahitlik etmiştim.

Kat'e bakmaktan özellikle kaçınıyordum. Hele de hala bu kadar yakınımdayken... Ama dayanamayıp attığım kaçamak bakış onunkine çarpmıştı. Bu kez o inceliyordu beni. Ne görüyordu, ne görmeye çalışıyordu bilmiyordum. Kafamın içindeki tüm karmaşa onun da gözlerine yansımıştı sanki. Beni her an biraz daha ona çeken görünmez örümcek ağının farkında mıydı? Öyle olmalıydı, çünkü ilk kez kendi kalbimde hissettiğim arzuyu onun yüzünde, aralanan dudaklarında yakalamıştım. Elektrik yüklüydü ortamızdaki hava. Balçık gibiydi zaman, ilerlemiyor, ilerlememe izin vermiyordu. Daha fazla direnemeyeceğimi anladığımda öne uzanmıştım. Ama...

Odanın içinde yankılanan sesle ikimiz de yerimizden sıçramıştık. Olmayan silahlarıma uzandım refleksle. Öne eğilip savunma pozuna geçmişti Kat yanımda. Oysa biri değil, bir cızırtıydı aramıza giren. Bozuk bir radyodan gelen bant kaydını andırıyordu duyduğumuz. "Bu ne?" dememe kalmadan anlaşılmaz homurtuların ortasında Fitz'in tanıdık sesi duyuldu.

"Kat, Kat orda mısın, Kat?"

Ben bunun nasıl mümkün olduğunu anlayana kadar Kat hareketlenip kapıya ulaşmıştı bile. Duvardaki paslanmış paneli o an fark ettim. Dudaklarını üzerindeki ızgaraya yapıştırıp düğmelerden birine bastı Kat.

"Fitz, beni duyuyor musun?"

Bir kahkaha koptu hattın diğer ucunda. Laboratuvardaki herkesi işitmiştim sanırım o coşkulu koronun içinde. En baskını Flame'in çığlıklarıydı. Fitz'in ben size demiştim'leri, Moxie'nin tok sesi, ve pek tabii Ace...

"Kat iyi misin?" demişti mikrofonu ele geçirip. "Yaralandın mı? Bir şeyin var mı?" Uyanmıştı demek. Aman ne güzel.

"İyiyim," dedi Kat. "Her şey yolunda, onlardan kurtulduk." Biliyordum, belinden sırtına uzanan kesiklerden de vücudumuzdaki irili ufaklı yaralardan da bahsetmeyecekti. "Siz bu telsizi çalıştırmayı nasıl başardınız peki?" diye sordu merakla. "Yıllardır kullanmıyoruz ki..."

Övgüyü kimin hak ettiğini tahmin etmeye gerek yoktu. Zaten Fitz'in böbürlenmesi takip etmişti Kat'in sorusunu. Ama kendini yeterince övemeden Dr. L. mikrofonun ucundaydı bu kez.

"Kat, Tyron da seninle mi?" diye sordu.

Kat'in bakışları omzunun üstünden bana kaymıştı. "Evet," dedi düğmeye basıp. Bir an durdu ve sonra kurnazca gülümsedi. "Yine hayatını kurtarmam gerekti, ama iyi. Onun da bir şeyi yok."

Gülüşüne karşılık vermeden edemedim. Bugün kimin kimin hayatını kurtardığı baya muallaktı. Ama şu an yaşıyor olmamda kedi kızın büyük rolü olduğunu inkar edemezdim. Zaten benim takıldığım da sözleri değil, o sözlerin altındaki tatlı dokundurmaydı. Kat benimle şakalaşacak hale geldiyse ölüm bizi düşündüğümden de fazla yakınlaştırmıştı sanırım. Maalesef ki Ace'in sesi bu güzel düşüncelerin içine etmek için hazır bekliyordu.

"Sular alçalır alçalmaz seni almaya geleceğiz Kat!" dedi kurtulmamızın sevincini kesinlikle taşımayan bir gerginlikle. "Moxie'nin ekibi hazır. Sadece birkaç saat... Biraz daha dayan olur mu!"

Bu durumda Kat'in dayanması gereken kişi ben oluyordum sanırım. Tabii ya... bir göz odada en büyük düşmanıyla tıkılıp kalmıştı Kat. Etrafında diğerleri olmasa Ace'in ona başka şeyler de söyleyeceğini, muhtemelen kavuştuklarında o ateşli öpücüklerinden birini verme sözü vereceğini tahmin edebiliyordum. Sinirle gözlerimi devirip hala elimde duran tişörtü bir hışım kafamdan geçirdim. Kat bu tepkimi yakalamıştı maalesef. Tebessümü dudaklarından silinirken yeniden düğmeye bastı.

"Bizi merak etmeyin. Burada her şey yolunda."

Sözleri yeniden ona bakmama neden olmuştu. Diyebileceği tonla şey vardı. Buna rağmen bizi demişti. Bizi merak etmeyin. Bir mesaj mıydı bu Ace'e? Bir mesaj mıydı bana? Ve tanrım, ben neden böyle ayrıntılara takılıyordum? O Flame'i rahatlatmaya çalışırken arkamı dönüp dikkatimi verecek başka bir şey aradım odada. Neyse ki yatağın kenarındaki kitaplar hemen dikkatimi çekmişti çünkü Ark için bile sıra dışıydı basılı kitaplar görmek.

İçlerinden bir tanesini alıp yatağa çöktüm ve sırtımı duvara yasladım. Isaac Asimov. Yazarı da hikayeyi de biliyordum, çünkü aynı kitabın daha yeni bir kopyası benim odamda da vardı. İşte kedi kızla ilgili beni şaşkına çeviren bir gerçek daha öğreniyordum böylece. Eğer biri bu kitabı rastlantı eseri bu odada bırakmadıysa bilim kurgu seviyordu Kat. Sayfaları tararken gülümsemeden edemedim. Yüzlerce kez okunmuş gibiydi kitap. Muhtemelen okunmuştu da. Bazı satırlar çizilmiş, bazılarının yanına notlar alınmıştı.

Onları okumaya öyle dalmıştım ki Kat sonunda herkesle konuşmayı bitirip yanıma geldiğinde şapşal bir suratla baktım ona. Elindeki bardaklardan birini bana uzatıp yatağa oturdu ve kendini geri çekip benim gibi duvara yaslandı. Bunu yaparken yarası acımış olmalıydı, çünkü sessizce inleyip yüzünü buruşturmuştu.

"İyi misin?"

Başını salladı ve kadehini benim elimdekine dokundurdu. "Bu bitince daha iyi olacağım."

Bir kez daha ne kadar yakınımda olduğuna takılmamak için kitaba döndüm. "Bu yazarı çok severim. Aslına bakarsan bende de aynısı var. Hatta birkaç başka kitabı daha..."

İlgiyle bana dönmüştü Kat. "Bilim kurgu mu okuyorsun?"

"Çoğunlukla... ve başka şeyler daha... Kitapları bulmak pek kolay olmuyor tahmin edersin ki. Ama... soyadımın işe yaradığı yerlerden biri bu sanırım." Bir an ağzımdan çıkan sözlerden huzursuz oldum, ama doğruydu. Kat'in ters bir şey söylemesini beklediysem de yüzümde gezinen bakışlarında öfke yoktu. Kitabı elimden alıp kapağını okşadı.

"Ben sadece bu romanını okudum. Başka kitaplarım da var ama burada da kitap bulmak pek kolay olmuyor. Tahmin edersin ki..."

Beni taklit ediş şekli gülümsememe neden olmuştu. "Sana bendekilerden getirebilirim," dedim düşünmeden.

Gözleri anında heyecanla büyümüştü Kat'in. Tamam bu saf pırıltıyı gördükten sonra belki üç beş kitaptan da fazlasını vermek istiyor olabilirdim ona. Muhtemelen kütüphaneyi hiç görmemişti Kat. Onun kadar okumayı seven birini gökyüzüne yükselen o rafların arasında hayal edemiyordum bile. Ve hayatın ondan aldığı pek çok şeyden biriydi bu da.

"Belki bir gün..." dedim kesinlikle yanlış sulara doğru yüzdüğümü bile bile. "Sana Ark'taki diğer kitapları da gösteririm."

Hüzünle gülümseyip önüne dönmüştü Kat. "Aramızda duvarların olmadığı paralel bir evrende demek istiyorsun herhalde..."

O içkisini dudaklarına götürdüğünde ben de verecek cevabım olmadığını fark edip aynını yaptım. Neyse ki konu bilim-kurgu olunca konuşacak, birbirimize anlatacak ve dikkatimizi dağıtacak çok şey vardı. Kat'e sorduğum basit bir soru onun Asimov'un yarattığı dünyayla ilgili heyecan dolu bir cevap vermesine neden olmuş, oradan karakterlere kaymış, eksilerini artılarını tartışmış, kurguyu yorumlamış ve sonunda sahip olduğu diğer kitaplara sıçramıştık.

Muhabbet asla bitmiyor, ama saat ilerliyor, içtiğimiz içkinin dibi geliyordu. Üçüncü bardakta uzuvlarım karıncalanmaya başlamıştı bile. Umursamadım. Muhtemelen bu birkaç saati dinlenerek değerlendirmemiz gerektiği halde ne Kat'in ne de benim susasımız yoktu. Hele de alkol iyice çenemize vurmuşken. Haftalar öncesinden değil de yıllardır tanıyordum sanki onu. Hiç düşman olmamış, hiç terazinin farklı köşelerine oturmamış, hiç birbirimizi boğazlamak istememiştik. Sadece şu an vardı. Bu hoş sohbet, samimi gülüşler, kendini yorgunluğa bırakmış bedenlerimiz...

"Bu son..." dedi Kat şişenin dibinde kalan içkiyi bardaklarımıza paylaştırırken.

"O zaman değecek bir şeye içmemiz lazım."

"Bir daha belaya bulaşmamak?" diye sordu kadehini kaldırıp.

Başımı salladım iki yana. "Bunun olmayacağını biliyorsun."

"Doğru... seninleyken bu imkansız."

"Benimleyken..." diye mırıldandım. Değişik bir enerjisi vardı bu kelimenin. Kilitleri açan, güdüleri tetikleyen, dürtüleri kamçılayan... Onun yanımda olduğu, benimle olduğu, benim olduğu tonlarca farklı görüntü hücum etmişti bir anda zihnime. Yalnız değildim hislerimde. Çünkü daha kelime dudaklarımdan döküldüğü an Kat'in büyüyen göz bebekleri yeşillerini yutmuştu. Bir anda oldu birbirimize uzanmamız, onu yakalayıp üstüme çekmem, dudaklarımı onunkilere bastırmam. Kolları boynuma dolanırken sanki olması gereken tek yermiş gibi yerleşmişti kucağıma.

Tutunabileceğim bir mantık yoktu artık. Konuşuyorduysa da duymuyordum sağduyunun sesini. İçki tüm sinirlerimi felç etmiş, üzerimdeki kızdan yayılan sıcaklık bahaneleri yakıp küle çevirmişti. Onu istiyordum. Şu an, burada, bu gerçeklikte, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi umursamadan... O da beni istiyor olmalıydı, çünkü bana verdiği tişörtü çekiştirip çıkarmıştı üzerimden. Tırnakları sırtımda ilerlerken tenimin altında hücreler patlıyordu sanki.

İçimde serbest kalmayı bekleyen kurdu zapt etmem imkansızdı artık. Dişlerim boynuna geçtiğinde inleyip başını geri atmıştı Kat. Daha da derine batırdı tırnaklarını. Bir yere gitmemden korkar gibi çekti beni kendine. Oh, hayır. Hiçbir yere gidemezdim bu noktadan sonra. O üstündeki kazaktan kurtulmamış olsa ben parçalayacaktım kumaşı. Dudaklarım göğüslerine doğru kayarken onu sırtüstü yatırmış, bu kez ben üstüne çıkmıştım. Yaralı olduğunu ikimiz de unutmuştuk korkarım, ama bu hareketim onun zevkten değil acıdan inlemesine neden olduğunda panikle geri çekildim.

Benden daha az önemsiyor olmalıydı Kat kesiklerini. Omuzlarımdan tutup beni yeniden kendine çekmiş ve tüm tüylerimi ayağa kaldıran bir öpücük bırakmıştı dudaklarıma. Dizi bacaklarımın arasında ileri geri hareket ediyor, dünyayı binlerce farklı renge parçalıyordu. Elim yuvarlak kalçasını kavrayıp sıktı ve bacağına doğru aşağı kaydı. Tanrım, çok güzel! O pantolonumun fermuarına uzandığında ben iç çamaşırını çekiştirmeye başlamıştım. Tahammülüm yoktu artık beklemeye. Volkanlar patlıyordu kasıklarımda.

Fakat o an yabancı bir ses doldu odaya. Bana ait değildi, kollarımdaki kıza ait değildi, bu dünyadan bile gelmemişti sanki.

"Kat!"

Dediği buydu. Hayaldi belki de. Öyle kendimi kaptırmıştım ki düşünmek istemiyordum. Duymak istemiyordum. Notalar yok olsa, diller tarihten silinse, insanlık bizi baş başa bıraksaydı keşke. İnatla onu öpmeye devam ettim. Ama "Kat!" demeye devam ediyordu lanet ses. Hayır, bırakmaya hazır değildim onu, bu kokuyu, bu sıcaklığı...

"Kat, orda mısın? Uyuyor musun? Kat!"

Hayır, hayır, hayır!

"Kat cevap ver lütfen!"

Sonunda içimden sağlam bir küfür savurup kendimi durdurmayı başardım. Bir an Kat'in üzerinde nefes nefese öylece beklemiş, sonraysa bedenimi yanına bırakmıştım. Biz sersemlemiş bir halde sırt üstü tavanı izlerken konuşmaya devam ediyordu Allah'ın cezası Ace mikrofonun ucunda. Ah burada olsaydı o aleti öyle bir gırtlağına sokardım ki... Kendini toparladığında yataktan kalkıp üstünü giyinmiş ve kapının yanına gitmişti Kat. Benim doğrulup tişörtü parçalarca geri giymemse o mikrofona konuştuktan sonra oldu.

"Buradayım Ace," demişti Kat bezgince. "Söyledim ya, iyiyim, her şey yolunda."

Sessizlik oldu bir an için. O saniyelerin arasına yeni beddualar sığdırmıştım ben. Ace'se derin bir nefes almıştı. "Seni merak ettim," dedi. "Diğerleri dinleniyor. Ben... mikrofonun başındayım. Bir şey olursa diye..."

"Hala odamdayım Ace," dedi Kat. "Burada ne olabilir ki?"

Gerginliği sesi gibi bana kayan bakışlarına da yansımıştı. Benim şu an bu odadaki her şeyi parçalamak istediğim düşünülürse yine de bana göre oldukça sakin sayılırdı. Peki ben neye kızıyordum bu kadar? Kız arkadaşına ulaşmaya çalışan bir adama mı? Yanlış olduğunu bile bile o kıza uzanan ellerime mi? Yoksa bana karşılık verdiği için Kat'e mi? Allah kahretsin! Nasıl göz göre göre kendimi bu duruma düşürebilmiştim?

Yüzümü avuçlarımın içine gömdüm sakinleşebilmek için. Az önce heyecandan delice çarpan kalbim hala durulmamıştı ve Ace konuşmaya devam ettikçe de durulacağa benzemiyordu. Keşke o içkinin dibini görmüş olmasaydık. İşte bu tam da kadehleri ardı ardına kafaya dikip kendimi küle çevireceğim andı.

"Sana bir şey olacak diye aklım çıktı Kat," diyordu Ace. Kat birkaç defa müdahale edip onu susturmayı denediyse de sahiden sevdiği kız için korkmuş olmalıydı. Ağlamaklı sesiyle onu dinlemesini istiyor, aralarını düzelteceğine yemin ediyor, her şeyin güzel olacağını tekrarlayıp duruyordu. Aman ne güzel! Bu muhabbete daha fazla dayanamayınca ayaklandım ve odanın en uzak köşesine yürüdüm. Kapıyı açıp yaratıklarla yüzleşmek bile şu içine sıkıştığım kapandan iyiydi muhtemelen. Lanet olsun! Lanet! Lanet! Lanet!

Sonunda Kat Ace'i susmaya ikna ettiğinde bir kez daha masanın kenarındaydım. Ağır adımlarla bana doğru gelip yanımda durdu ve masaya yaslandı benim gibi. İkimizin de kafasından milyonlarca şey geçiyor olmalıydı şu an, ama üç beş kelime bile yan yana gelip cümleye dönüşmemişti dakikalar boyunca. Ben ona bakmıyor, oysa yeri izliyordu. Ace aramızda olmayabilirdi, ama kesinlikle gölgesinin ağırlığı üzerimize çökmüştü. Buna rağmen onu hala istemiyor muydum? Oh, hem de nasıl... Bu kadar yakınımdayken, kokusu hala üzerimdeyken, sıcaklığı koluma değen teninden bedenime akarken aksi imkansızdı korkarım. Yine de...

"Özür dilerim," dedim sonunda sessizliğe daha fazla tahammül edemediğimde. "Bu bir hataydı."

Kat anlamadan bana bakmıştı. "Hata mı?"

"Amacım seni zor bir duruma düşürmek değildi Kat. Ya da Ace'le aranızda sorun olmak..."

"Ace ve ben diye bir şey yok!" dedi hemen. "Ve ben istediğim için sana karşılık verdim Tyron. Sen beni bir şeye zorladığın için değil!"

Buna sevinmeliydim belki. Ama gerçekler hala mikrofonun ucunda bu odadan çıkmamızı bekliyordu. Sıkıntıyla nefes verdim. "Bak... tek söylediğim hayatında yeni bir problem yaratmak istemediğim. Belli ki hala çözmen gereken şeyler var."

Yanımdan uzaklaşıp karşıma dikildi. "Ve senin kendi hayatınla ilgili çözmen gereken hiçbir şey yok öyle mi?"

"Ne demek şimdi bu?"

Sinirle güldü. "O havalı kız arkadaşını diyorum Tyron... Beni öpmeye karar vermeden önce onu düşündün mü, yoksa Ace'i duyunca mı aklına geldi? O yüzden mi şimdi pişman oldun yaptığına?"

Pişman mı? Kim ona pişman olduğumu söylemişti ki? Onu düşündüğümü, onun üzülmesini istemediğimi neden göremiyordu Kat?

"Jess ve ben ayrılalı çok uzun zaman oldu," diye savundum kendimi.

Tek kaşı hemen yukarı kalkmıştı Kat'in. "Peki onun bundan haberi var mı? Çünkü son baktığımda tüm dünyanın önünde seni öpüyordu."

Aklı sıra başka bir gün benim Ace için ona söylediğim sözleri hatırlatıyordu Kat bana. Ağzım açıldı hemen itiraz etmek için, ama diyecek bir şey bulamamıştım. Lanet olsun ki haklıydı. Haklı olduğunu biliyordu. Ben bir şey diyemeden gözlerini devirip arkasını dönmüştü bile. Bir an bakışları yerde, elleri belinde öylece durdu ve derin birkaç nefes aldı.

"Boş versene..." dedi sonunda. "Haklısın, bu bir hataydı." Benimle ilgili tüm düşünceleri başından savmak ister gibi iki yana sallamıştı kafasını. "Önemi de yok zaten. Bir anlık bir şeydi, geçti, gitti."

Ona böyle hissetmediğimi söyleyebilirdim, çünkü hissetmiyordum. Jess zerre kadar umurumda değildi, gerçekten Kat'le birlikte olmak istemiştim ve hala istiyordum. Ama o yatağın ucuna uzanıp sırtını bana döndüğünde konuşacak bir şey kalmamıştı ikimiz için de. Ben de kendimi sandalyeye bıraktım ve odanın kapısı yeniden açılana kadar bildiğim her şeye içimden sayıp sövdüm. Şüphesiz ki lanetimden en büyük payı Ace almıştı.

***

-BÖLÜM SONU-

Ateş gibi bölüme bol alevli bölüm sonu :))

Kediyle kurt sonunda birbirinin farkına varır. Sevinenler buraya layığıyla bir emoji yapıştırıversin! En yaratıcı emojiyi seçicem, sonraki bölüm ona hediye =)

Şimdi sırada en büyük soru var: Etraflarındaki dünyaya rağmen bu çocuklar birlikte olabilirler mi? Ace, Jess, birinin annesi, ötekinin babası, aralarındaki duvar, ve savaş... Yazın bakalım ne düşünüyorsunuz.

Ve pek tabii bir de anket: sizce kim haklı:

a) Tabii ki Kat. Tyron dönüp kendi hayatına baksın ona laf etmeden önce.

b) Tabii ki Tyron. Kat anlayıp dinlemedi ki, çocuk onu düşünüyordu.

c) İkisi de haksız. İnattan gerçeği göremiyorlar.

d) İkisi de haklı. Yazık kıskandılar birbirlerini ne yapsınlar?

e) Bambaşka bir fikrim var.

Hadi yazın bana, çok heyecanla bekliyorum :D

Hepinize kocuman öpppücükler. Kendinize iyi bakın!

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top