Bölüm 2

Selamlar güzel okurlar,

Siz seçtiniz, ben de N.O.A.H. ile döndüm. Bol macera, heyecan, entrikalar, oyunlar, melek yüzlü şeytanlar ve pek tabii AŞK için hazırsınızdır umarım. Ben çOOOk heyecanlıyım. Umuyorum ki siz de öylesiniz. Karakterlere ısınmanız için bu bölüm pek bir resimli :)) Yorumlarınızı bekliyorum!!

Hadi keyifli okumalar.

E.Ç.

***

It's bugging me
Grating me
And twisting me around
Yeah, I'm endlessly caving in
And turning inside out

***

BÖLÜM 2

Tyron

Bulanık... Düşünebildiğim tek şey buydu. Karman çorman... Allak bullak... Darmaduman... Sesler birbirine karışıyor, renkler karanlığın içinde bir belirip bir kayboluyordu. Uzuvlarımı sadece birkaç saniye önce hissetmeye başlamıştım. Yine de avucumu soğuk zemine bastırıp bedenimi kaldırmayı denedim. Korkunç bir hataydı bu. Anında ağzıma gelmişti midemde ne varsa. Kusmamak için derin bir nefes aldığımda burun deliklerime hücum etti kimyasal koku. Daha da hızlandı genzimde yükselen asidik sıvı.

Başımdaki korkunç ağrı bu berbat durumu daha da katlanılmaz kılıyordu. Tonlarca kemirgen dolanıyordu sanki kafamın içinde. Koşturuyor, sağa sola çarpıyor, beynimden parçalar koparıyorlardı. Belki de bu yüzden zar zor geri geliyordu hafızam. Gözümün önünde korkunç bir yavaşlıkla geri akan zamanın içi bölük pörçük görüntülerle doluydu. Tüneller belirmişti ilk zihnimde. Bir koku, bir kovalamaca, bir kız... Lee...

Kardeşimin suratı diğer tüm anıların önüne geçince nefesim kesildi. Bu, o ana kadar ayılmak için denediğim tüm yollardan daha kuvvetli bir tokattı. Anında açılmıştı gözlerim. Buz gibi terleyerek, nefes nefese, midemdeki korkunç bulantıya rağmen yeniden doğrulmayı denedim. Bu kez bacaklarım beni yarı yolda bırakmamış, arkamdaki duvardan destek alarak ayağa kalkmayı başarmıştım. İki büklümdüm hala. Her an yeniden bayılacak gibi titriyordu bedenim. Yine de gözlerimi odaklanmaya zorladım.

Kutu gibi bir odadaydım. Hayır, bir hapishane diye düzeltti iç sesim. Çünkü bir kapı değil, koca bir cam vardı beni dış dünyadan ayıran. Ve onu kolayca itip dışarı çıkamayacağıma neredeyse emindim. Bilincimi kaybetmeden önceki son saniye aldığım koku ve boynumda hissettiğim acı nasıl kendimi bu delikte bulduğumu anlatıyordu. O kız, Kat, yalnız değildi elbette. Bilerek kendi inine sürüklemişti beni peşinden. Ve ben tüm dikkatimi Lee'ye vermişken kızın arkadaşları da bana saldırmış olmalıydı. Aferin Ty! Aldığın onca eğitimin hakkını fazlasıyla verdin!

Babamın bu salaklığımı duyduğunda yüzünün alacağı o buz gibi ifadeden kaçmamın hiçbir yolu yoktu. Tabii onu bir daha görecek kadar yaşarsam... Bu düşünceyle midemdeki bulantıyı bastıracak kadar güçlü bir panik sarmıştı bedenimi. Ulaşabileceğim tüm ipuçlarını arayarak etrafı taradı gözlerim. Dikildiğim köşede eski bir yatak, diğerindeyse boş, metal bir dolap vardı. Bir zamanlar kullanışlı olsa da üzerindeki pasa bakılırsa bir süredir kimse girmemişti bu deliğe. Bunun için kendimi özel hissetmeliydim sanırım. Oysa tek hissettiğim ahmaklığıma ve beni buraya kapatanlara duyduğum öfkeydi.

Cama doğru temkinli birkaç adım attığımda yer ayağımın altında dalgalandığından durmak ve soluklanmak zorunda kaldım. Lanet olsun! Avucum şakaklarıma bastırdı acıyı hafifletebilirmiş gibi. Hala öyle güçsüzdü ki parmaklarım... Beni neyle uyuşturmuşlardı böyle? Ben... Tyron Noah, Ark'ın yarattığı en sıra dışı ucubeydim. Bir kurt, bir akrep, bir kartal ve daha pek çok şey... İlk büyük operasyonumu olduğumda altı, kanatlarımı aldığımda on beş yaşındaydım. Ve beni alt eden ilaç bu eşsiz bedeni bile böyle sarsabildiyse Lee ne haldeydi düşünmek istemiyordum.

Ah, Lee... nasıl bir belaya bulaştırdın ikimizi de kardeşim?

Hala buralarda bir yerlerde olmalıydı, çünkü kokusunu fazlasıyla yakından alıyordum. Derin bir nefes alıp yeniden adım atmayı denedim. Bu kez botlarım daha sağlam kavramıştı beton zemini. En azından kanatlarım bana yük olmuyordu şu an. Bayıldığımda onlar da kendini korumak için otomatik olarak kapanmış olmalıydı. Ne de olsa genleriyle oynanmış bir hayvan olduğum kadar iskeleti dişlilerle dolu bir makinaydım da ve beni tasarlayan eller en kötü durumları bile düşünebilecek kadar ön görülü davranmıştı. Teşekkürler Dr. Noah, teşekkürler Ark'ın saygıdeğer bilim insanları.

Ağır ağır, her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olmaya çalışarak camın dibine kadar ilerledim. Saldırmak için yeterince güçlü olmadığım ortadaydı, yine de mücadele etmeden yenilgiyi kabullenecek değildim. Ama dışarıda gözümün seçebildiği tek bir hareket yoktu şu an. Kokuya, neme ve karanlığa bakılırsa hala tünellerde, o kızın beni sürüklediği depoda olmalıydım. Boş vagonlar sıra sıra uzanıyordu yan yana. Benim içinde bulunduğum kutuysa bir açıklıktaydı. Daire şeklindeki platformun etrafını saran ekranların mavi ışıkları vuruyordu ortadaki metal sedyelerin üzerine.

Tüpler, tıbbi malzemeler, cihazlar, robot kollar, içinde hayvanların tutulduğu kafesler... Nereydi burası böyle? Nasıl olmuştu da bu şekilde bir laboratuvarı yerin altında kurmayı başarmıştı bu insanlar? Hem de Ark'tan gizli, sistemin kontrolü dışında... Daha iyi görebilmek için cama yaslanıp gözlerimi kıstım. Yarasalardan aldığım genler sayesinde karanlık hiçbir zaman sorun olmamıştı benim için, ama kanımdaki ilaç hala algılarımı etkiliyor olsa gerek gölgelerde ne saklandığını net seçemiyordum. Yine de zehrin dağıldığını söyleyebilirdim, çünkü kulaklarım cılız da olsa bazı sesleri yakalamayı başarmıştı.

Gözlerimi yumup tüm dikkatimi işitme duyuma verdim. Anlamsız, hiçbir kelimeye birleşmeyen heceler vardı başta. Cızırtılı bir telsizden komut almaya benziyordu duyduklarım. Ama sonra, yavaş yavaş, teker teker anlam kazanmaya başladı o saçma sesler.

"....o adamın oğlu...." diyordu bir kadın. Duyduklarım arasında en baskın, en öfkeli ses oydu. Sözlerini takip eden küfrü gayet net algılamıştım.

"Lee de mi yani?" diye sordu bir başkası. Bir oğlan.

Ve tanıdık bir ses, Kat, cevapladı onu. "İkisi de," demişti. "İkisi de onun oğluymuş. Lee... bizden saklamış."

"Ve sen bunu bile bile o çocuğu buraya soktun!" diye tısladı öfkeli kadın. "Laboratuvarı bulmasına izin verdin. Başımıza açtığın belanın farkında mısın?"

"Ruby kes şunu!" diye uyardı başka bir erkek sesi. "Kat anlattı ya, başka şansı yokmuş. O çocuk az daha öldürüyormuş onu."

Burada bahsi geçen çocuk ben olmalıydım. Hikayenin kızı öldürme kısmı biraz abartılmış olsa da bu insanları, özellikle de Ruby'yi kızdırdığım ortadaydı. Onun hala burnundan soluduğunu duyabiliyordum. "Görmüyor musunuz?" dedi dehşetle. "Hepsi bir tuzakmış. Bu basbayağı o adamın oyunlarından biri. Önce o küçük veledi aramıza soktu. Sonra da abisini peşine taktı. Sırada ne var sizce? Kim gelecek ardından sanıyorsunuz?"

"Lee Ark'tan kaçtığını söyledi," diye araya girdi Kat. "Oraya dönmek istemiyordu. Operasyonlara daha fazla dayanamayacağı için kaçmış babasından."

"Ve sen de buna inandın mı?" dedi Ruby alaycı, histerik bir kahkahayla.

"Ruby, o çocuğun buraya ilk geldiğindeki halini hepimiz gördük," dedi başka bir kız. "Kimse o şekilde rol yapamaz. Dr. Noah'nın oğlu bile..."

"Flame doğru söylüyor. Oyun tahtası gibiydi oğlanın vücudu."

Ruby inatlaşmaya devam ediyordu. "Ne yani..." dedi. "Dr. Noah kendi oğlunun o hale gelmesine izin mi verdi?"

"Bana fazlasıyla inandırıcı geldi valla," dedi oğlanlardan biri. "O hasta heriften her şey beklenir."

Midemin kasılmasına engel olamadım. Ama bu kez genzime yükselen sıvının nedeni kanımdaki ilaç değil duyduklarımdı. Lee'nin de benim de kolay bir çocukluğumuz olmamıştı evet. Söz konusu biz olunca babam biraz fazla... idealistti korkarım. Hep daha iyi, en iyi, en en iyi olmamızı bekliyordu. Sahiden de sayısız kez bıçak altına yatmıştık ikimiz de. Tek fark benim sürekli güçlenen bedenime karşı Lee'nin her operasyondan biraz daha hasta çıkmasıydı. Onun zayıflığını gördükçe daha büyük bir inatla denemelerini emrediyordu babam doktorlara. Her seferinde önce Lee'ye sonra bana söz veriyordu bu kez başaracaklarına dair. Oysa o zafer asla gelmemiş ve sonunda bir gün uyandığımda kardeşim gitmişti.

Lee'nin tüm bu yapılanlara dayanamadığının farkındaydım elbette, ama onu her şeyi terk etmeye, hatta ölmeye iten tükenmişliği görememiştim. Belki onunla zamanında konuşmuş olsam şu an burada, bu yer altı hapsinde olmazdık ikimiz de. Ama vicdan azabı duyma işini buradan kurtulduğum ana saklamam gerekiyordu. Şimdi odaklanmak ve bir çıkış yolu bulmak zorundaydım. Tabi Lee'nin nerede olduğunu öğrendikten sonra... Neyse ki algılarım biraz daha düzelmiş sayılırdı. Artık yanımdaymışçasına duyuyordum konuşmaları.

"Diyelim ki haklısınız..." diyordu Ruby. "Diyelim ki sahiden doğru söylüyor Lee... Peki Dr. Noah iki oğlunun da kayıp olduğunu anladığında ne olacak? O adam bunu yanımıza bırakır mı sanıyorsunuz? Bütün ordusunu yollayacak o çocukların peşinden. O oğlan kardeşini nasıl bulduysa onlar da bizi bulacak. Sonrasını siz hayal edin!"

"Onları bırakalım!" dedi ismi Flame olan kız panikle.

"Oldu, bırakalım da yetiştirsinler babalarına tüm gördüklerini."

"İsteseler de bizi bulamazlar ki?" dedi oğlanlardan biri. "Bu tünellerde bir ömür dolanmaları lazım laboratuvarı bulmak için."

"Başkası olsa belki..." dedi Kat sıkıntıyla. "Ama o çocuk... herhangi biri değil. Ondaki modifikasyonlarla sırf kokumuzu takip ederek bile burayı eliyle koymuş gibi bulur."

Ve işte yine bahsi geçen çocuk bendim. Neyse ki bu kez hak ettiğim övgüyü almıştım. Haklıydı Kat. Beni Ark'ın en ucuna bıraksalar da geri yolumu bulup inlerine girebilirdim.

"Koku için bir şeyler yapabiliriz," dedi diğer oğlan. "Bir gaz karışımı hazırlayabilirim. Tünellere düzenli aralıklarla veririz ve..."

"Kapakları kontrollü açarız," diye önerdi diğer çocuk. "Düzenli aralıklarla suyu serbest bırakırız. Kimse yanaşamaz bile girişe. Adım attığı an suyun dibini boylar."

"Saçmalamayın!" diye bağırdı Ruby. "Sahiden de onları serbest bırakmayı düşünüyor olamazsınız!"

"Sen ne öneriyorsun peki Ruby? Burada mı tutalım onları sonsuza kadar?"

Bir an için sessizlik oldu. Beni bile umutlandıracak kadar uzun bir an... Fakat sonra "Onlardan kurtulmaktan başka şansımız yok!" dedi Ruby.

Ne? Gözlerim anında açılmıştı. Kaskatıydı bedenim. Sanki bir düşmanla karşılaşmış gibi pozisyon almıştı kollarım, bacaklarım kendiliğinden. Ama hala kimse yoktu önümdeki açıklıkta. Hala aynı duvarların ötesinde Lee ve benim kaderimi tartışıyordu bizi yakalayan insanlar.

"Sen ne diyorsun Ruby?" dedi Flame korkuyla. "Biz katil değiliz."

"Ama onlar öyle!" diye bağırdı Ruby sabrının son zerresiyle. "Kaç kişiyi ölümden kurtardık onların dronlarının saçtığı dehşetten? Kaç kişi ellerinde öldü Ace? İlaç bulamadığımız için, zamanında yetişemediğimiz için kaç can yitip gitti?"

Ruby'nin sözleriyle bir anda kaos başlamıştı. Herkes aynı anda, farklı bir şey söylüyordu şimdi. Dişlerimi dudağıma geçirmemiş olsam ben de katılacaktım bu koroya. Hayır! diye bağıracaktım tüm gücümle. Tüm bunlar ne kadar haksız, nasıl da yalan ithamlardı. Biz, babam ve kurduğu düzen, her gün, her gece insanları koruyorduk. Onlar içindi yaptığımız her şey. Yok olan bir dünyayı kurtarmıştı Dr. Noah. Baştan yaratmıştı yaşamı, ümit vermişti insanlığa yeniden. Hangi cüretle ona dil uzatıyordu bu yeraltı fareleri? Yumruklarımı sıkıyordum farkında olmadan. O yumruklar beni tutsak eden cama inmek üzereydi ki o ana kadar hiç duymadığım bambaşka bir ses tüm kargaşayı bir anda bitirdi.

"Yeter!" demişti sadece. Diğerlerinden daha yaşlı bir kadına aitti ses. Bağırmadığı halde ona karşı gelen tek bir kişi bile yoktu. "Onlarla ne yapacağımıza ben karar vereceğim." diye devam etti. "Herkes kendi yapması gerekene odaklansın. Ruby, Ace gidip Moxie'yi bulun. Tünelleri kontrol edin, bakın bakalım oğlanı takip eden başkası var mıymış."

"Ama Dr. L. biz..."

"Yeter dedim Ruby!"

Dr. L. diye düşündüm. Ekibin başında o olmalıydı, çünkü o ana kadar beni ve Lee'yi gözü kapalı yok etmeyi planlayan Ruby bile sessiz kalmıştı aldığı emir karşısında. Az sonra az ötedeki vagonlarda bir hareketlilik oldu ve bir kızla oğlan dışarı çıkıp raylar boyunca diğer istikamete doğru koştular. Hala bulanık gören gözlerimin bile yakalayabileceği büyüklükte silahlar taşıyorlardı. Şahane! Durumum daha ne kadar berbat bir hal alacaktı?

Komutlarına devam ediyordu Dr. L. "Fitz," dedi bu kez. "Sisteme gir. Dr. Noah'nın oğullarıyla ilgili ne bulabilirsen bilmek istiyorum. Özellikle de küçük olanla ilgili. Güvenlik teşkilatını da kontrol et. Şüpheli bir durum ya da alarm var mı görelim. Onlara gelen bir haber olabilir."

Efendim efendim? Bu kadın Ark'ın ultra, mega, süper korunaklı güvenlik teşkilatının veri tabanından bahsediyor olamazdı değil mi? Hayır, elbette olamazdı.

Ama bana inat yapar gibi "Hemen doktor!" demişti çocuk. Ardından kapıdan bir başka oğlan çıktı ve diğer vagonların arasında gözden kayboldu.

"Flame, oğlanlar için bir serum hazırla. O uyuşturucu insan bedeni için fazlasıyla ağır. Ayağa kalkmak için ihtiyaçları olacak. Özellikle de Lee'nin."

Ah, sen onu bir de bana sor... dedim içimden. Bedenim öyle bir savaş içindeydi ki hala soğuk terler dökerken aynı anda alevler çıkıyordu tenimden. Kendimi azıcık bıraksam derin bir uykuya dalacağıma emindim. Ama böyle bir anda, düşman ininde ayık kalmaktan başka şansım yoktu. Flame denen kız vagondan çıkıp başka bir tanesine girdiğinde içeride sadece Kat ve Dr. L. kalmış olmalıydı.

Bir süre duyamayacağım kadar sessiz konuştuklarını düşündüm. Ama sonra Kat derin bir nefes aldı ve "Özür dilerim anne," dedi. "Onu buraya getirmem hataydı. Ne yapacağımı bilemedim ve panikledim."

Anne... İşler her an daha da garipleşiyordu. Yer altına koca bir laboratuvar kurmuş bir doktor, onun savaşçı kızı ve eli silahlı bir avuç serseri... Ah Lee... ne olurdu Ark'ın mahallelerinden birinde kaybolsaydın sanki? Bizi bu işten kurtarmam için babamın bana uygun gördüğü tüm o özel modifikasyonlardan çok daha fazlasına ihtiyacım vardı ve ben nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Nefes al Ty! Önce nefes al! Anlık paniğimi bana öğretilmiş bin bir çeşit teknikle bastırıp kafesimin içinde ileri geri yürüdüm ve beni bu delikten çıkartabilecek bir şey aradım.

Bu arada duyduğum hışırtılara bakılırsa Dr. L. kızına sarılmış olmalıydı. "Sen doğru olanı yaptın Kat," dedi. "Hiçbir şey senden daha önemli değil."

"Ama Ruby haklı. Onların burada olduğu ortaya çık..."

"Bunu bana bırak Kat. Bir şeyler düşüneceğim."

Kat ikna olmamış gibiydi. Ben kafesimin içini karış karış tarar, bir çıkış yolu bulmaya çalışırken o da sıkıntıyla nefes verdi. "Anne... ya bu durumu kendi lehimize çevirebilirsek? O adam oğulları için neler verir düşünsene? İhtiyacımız olan tüm malzemeyi tek seferde alabiliriz."

İstemsizce durdum. Doktorun bu korkunç fikre vereceği cevap tüm ilgimi çekmişti.

"Sen o adamı tanımıyorsun Kat," dedi Dr. L. "Ama ben gayet iyi tanıyorum. Noah pazarlık yapmaz. Bir şey ister ve onu elde eder. Hayır, onunla asla masaya oturamayız. Bu işi benim yöntemimle halledeceğiz."

Kat'in annesine o yöntemin ne olduğunu sormasını bekledim. Ama konuşma bitmişti. "Git ve oğlanları kontrol et," dedi doktor. "Sonra da Flame'e yardım edersin. Ben ofisimde olacağım."

Kat bir şey diyecektiyse de annesi buna izin vermemiş, kızını ardında bırakıp vagondan çıkmıştı. Sarı saçları omuzlarına dökülen, kırklı yaşlarında, güzel bir kadındı. Dimdik duruşuyla ve doktor önlüğüyle bu dünyaya değil de Ark'ın gösterişli akademilerinden birine ait gibiydi. Ray boyunca ilerleyip gözden kaybolana kadar onu izledim. Ama sonra, günümü zehreden baş belası kedi vagonun kapısında belirmişti. Ben hala ilaç yüzünden puslu görüyordum, oysa onun kedi gözleri anında beni yakalamıştı. Düşmanını ayakta görmeyi beklemediği hemen savunma moduna geçen bedeninden belliydi. Temkinli adımlarla platforma doğru ilerlerken bir eli kemerindeki silahtaydı. Gözleri bir an solumdaki kafese kaydıysa da hemen bana çevrilmişti yeniden.

İlk hamleyi düşmanımın yapması için sessizce bekledim. Ama o da aynı şeyi düşünüyor olsa gerek camın önüne geldiği halde ağzını açmamıştı. Onunla mücadele ederken ne kadar genç olduğunu fark etmemiştim, ama en fazla Lee'nin yaşlarında olmalıydı Kat. Nasıl öyle dövüşmeyi öğrenmişti, bu çöplükte ne yapıyordu bilmiyordum. Öyle bir bakıyordu ki suratıma, sanki yeterince derine inerse bende ne yanlışlık olabileceğini görecekti. Ona asıl yanlışlığın kendinde, etrafındaki insanlarda ve bu garip mekanda olduğunu söylemek istedim. Ne yazık ki şartlar bu konuşmayı yapmak için lehime sayılmazdı.

Yine de beklemek katlanılmaz olduğunda sessizliği bozan ben oldum. "Lee'yi gerçekten sen mi kurtardın?"

Kat'in bana doğru cevabı vereceğini düşünmek fazla iyimserdi sanırım. Hele de çatık kaşları altından böyle nefretle bakarken. Zaten sözlerimin karşılığı ondan değil, platformun ötesinde beliren Doktor L.'den gelmişti.

"Lee'yi Kat buldu. Buraya getirdiğinde kardeşinin bir bacağı kırıktı ve hastaydı. Testlerini, ameliyatlarını birlikte yaptık. Hayatta kalabilmesi için ona yapılan modifikasyonları temizlememiz gerekti. Şu an ilacın etkisinde olmasını saymazsan durumu gayet iyi."

Dr. L. acele etmeden kızının yanına gelmişti konuşurken. Gözlerini benden ayırmıyordu bir an bile. Kat'in aksine beni inceleyen bakışlarında hayranlık vardı. "Uyanmış olmanı beklemiyordum," dedi ilgiyle. "O ilaç beş metrelik bir baraküdayı devirmek için hazırlandı. Bir insanı en az birkaç gün baygın tutacak kadar kuvvetli."

"Sanırım ben herhangi bir insan değilim," dedim düşünmeden. Sözlerim dudaklarımdan çıkar çıkmaz fazlasıyla küstah gelmişti kulağıma. Ama doktor gülümsedi ve kızına döndü. "Gidip Flame'e yardım et Kat. Serum hazır olunca buraya getirin. Halüsinasyonlar başlamak üzeredir. Ama en azından krampları durdurabiliriz."

Yutkundum. Titremem de terlemem de her an biraz daha şiddetleniyor olmasa doktorun ukala sözlerime karşılık olarak beni korkutmaya çalıştığını düşünebilirdim. Oysa hala ayakta durmamı sağlayan adrenalinin kanımdaki ilaçla savaşı kaybettiğini hissedebiliyordum. Parmak uçlarım yeniden hissizleşmiş, uyuşukluk neredeyse bileklerime ulaşmıştı. Ve şu lanet olası mide bulantısı yok muydu?

"Hadi Kat!" diye tekrarladı doktor kızının hareket etmediğini görünce. Öfkesini üzerimden çekmekte zorlanıyordu sanki Kat. Neydi derdi bu kızın Allah aşkına? Tamam biraz kapışmıştık ama günün sonunda vurulmuş, uyutulmuş, hapsedilmiş olan bendim. Kardeşim kayıptı, bedenim verdikleri zehrin etkisiyle acı çekiyordu. Kızmak ve sinirimi bu insanlardan çıkarmak için her türlü hakkım vardı. Oysa o tüm hayatı boyunca aradığı düşmanı bulmuş gibi dehşet saçıyordu yeşil gözleriyle. Aradaki cama rağmen kokusunu duyabiliyordum. Saldırı için kabarmış bir kediden farksızdı.

Sonunda arkasını dönüp vagonlara doğru ilerlediğinde Sakin ol pisicik diye düşündüm dişlerimi sıkıp. Nasılsa yeniden karşılaşacağımız an gelecekti. O zaman o tırnaklarını ben de pençelerimi kullanıp başladığımız işi bitirebilirdik. Şimdiyse... dikkatim yeniden karşımdaki doktora kaydı. O bu sırada aramızdaki mesafeyi tamamen kapatıp camın önüne gelmişti. Elleri cebindeydi ve bir vaka inceler gibi bakışları ilgiyle üzerimde geziyordu.

"Sen hep özel bir çocuktun Tyron," dedi sonunda tebessüm edip. "Daha küçük bir bebekken bile dayanıklılığınla hepimizi şaşırtmayı başarırdın."

"Neden bahsediyorsun sen?" dedim kaşlarımı çatıp.

Sert tepkime gülümsedi Dr. L. "Hatırlamaman normal elbette. Ben Ark'ı terk ettiğimde sen daha sekiz ya da dokuz yaşındaydın."

Ark'ı terk ettiğinde mi? Tanrım ilaç sahiden de beynimi allak bullak etmiş olmalıydı. Doğru anlamıyordum duyduklarımı. Bu kadın beni, bebekliğimi bildiğini iddia ediyordu. Ama hepsi bu kadar da değildi.

"Kanatlarını tasarladığımız günleri hatırlıyorum da..." dedi uzaklara bakıp. "İlk prototip tam bir felaketti. İkincisi ondan bile umutsuzdu. Ama elbette baban pes etmedi. Bunun imkansız olduğunu söyleyen onca insana rağmen başaracağımıza inanıyordu." Bakışları yeniden bana döndü. "Görüyorum ki haklı da çıkmış. Sen... gerçekten eşsiz, genç bir adam olmuşsun."

"O eşsiz adam şu an senin tutsağın," dedim onun iltifatını umursamadan. "Kardeşim de öyle... Bize ne yapacaksın?"

Dudaklarını birbirine bastırdı. "Sence ne yapmalıyım?"

Zeki bir kadındı doktor. Resmen sözleriyle oynuyordu benimle. Ama ben de aptal değildim. "Madem babamı tanıyorsun, o zaman iki oğlunu esir aldığını duyduğunda size yapacaklarını da tahmin ediyorsundur," dedim. Sesimin yeterince tehditkar çıktığına emin olsam da Dr. L. paniklemiş görünmüyordu.

"Hayatımı mahvedeceğine bahse girerim," dedi yüzünü buruşturup. Benimle alay ettiğine emindim. Ama sonra sıkıntıyla nefes verdi ve yorgun gözlerle bana baktı. "Buraya gelerek beni gerçekten çok zor bir duruma düşürdünüz Tyron. Sen de kardeşin de..."

"Ve sen de bizi ortadan kaldırıp kendini kurtaracaksın elbette."

Tek kaşı anında havaya kalktı Dr. L.'in. "Ortadan kaldırmak mı? Ben herkesin hayatta kaldığı daha uzlaşmacı bir yöntem bulacağımızı düşünüyordum ama..."

Şaka mıydı bu? Anlamıyordum. Kimdi bu kadın? Ne yapmaya çalışıyordu? Neden çoktan öldürmemişti ki bizi? Ben baygınken işimi bitirip ardımda hiç iz bırakmayabilirdi. Ya kızını dinleyip bizi babama karşı bir koz olarak kullanmayı düşünüyordu ya da aklımın almadığı daha sinsi bir planı vardı. Her koşulda... Onun dostum olmadığına emindim ve Lee'yi de kendimi de bu delikten bir an önce kurtarmak zorundaydım.

Sanki düşüncelerimi duymuş gibi "Merak etme," dedi Dr. L. "Sana ya da Lee'ye bir şey olmasına izin vermem. Durum ne kadar karmaşık olursa olsun... Annen... çok iyi bir insandı Tyron. Tanıdığım en iyi bilim kadınlarından biriydi. Ama daha önemlisi benim dostumdu. Öldüğü güne kadar... Onun çocuklarına asla zarar vermem."

Annem diye düşündüm öfke genzime hücum ederken. İşte bu kimsenin aşmaması gereken bir sınırdı. Her türlü kelime oyununa katlanabilirdim, ama annemin hatırasını lekelemek...

"Kes şunu!" dedim tiksinerek. "Sahiden annemin arkadaşın olduğuna inanacağımı mı düşünüyorsun?"

"Söylediklerimin hepsi doğru Tyron," diye üsteledi Dr. L. "Clara ve ben çok yakındık. Kardeş gibi..."

Kaslarımın zayıflığına rağmen yumruğum cama inmişti daha ne yaptığımı fark etmeden. "Sana kes dedim!" diye bağırdım. Kalın duvar uyguladığım şiddete rağmen titrememişti bile. Yine de dişlerimi göstermekten çekinmedim.

Benim annem Ark'ın en seçkin doktorlarından biriydi. Lee'nin doğumu sırasında ölmese babam gibi pek çok mucizenin altına adını yazdıracaktı. Ama kendi buluşları bile onu kurtarmaya yetmemişti. Oysa bu kim olduğunu bile bilmediğim kadın karşıma geçmiş onun dostu olduğunu iddia ediyordu. Saçmalıktı bu. Delilikti. Annemin tünellerde yaşayan bir kaçakla hiçbir ilgisi olamazdı. Zaten karman çorman olmuş aklımı bir yabancının yalanlarıyla daha da zehirleyecek değildim.

"Sana inanmıyorum." dedim dişlerim arasından. "Sakın bir daha annemin ismini yalanlarına alet edeyim deme!"

Acıyla gülümsedi Dr. L. "Öyle olsun." dedi bir iki adım gerileyip. "Neye istersen ona inan. Daha sonra konuşacak vaktimiz olacak nasılsa. Şimdi biraz dinlen. Serum hazır olana kadar uzansan iyi olur. Etkileri en hafif şekilde atlatman için..."

"Bekle!" dedim o bir anda arkasını dönünce. "Lee'yi görmek istiyorum."

"Lee iyi," dedi başıyla solumdaki kafesi işaret edip. "Kardeşin hemen yanında mışıl mışıl uyuyor. Yerinde olsam onu örnek alıp yatardım. Hala bulanmıyorsa da birazdan miden epey canını sıkacak."

O bir kez daha arkasını döndüğünde "Dur!" diye bağırdım yeniden cama vurup. "Çıkar beni buradan! Lee'yi gösterin bana! Hey! Doktor! Hey!"

Ama bağırışlarım nafileydi. Dr. L. kızı gibi vagonların arasında kaybolmuş, beni yalnız, hasta ve öfkeli bir boğa gibi kafesimde terk etmişti. Bir süre daha arkasından bağırmaya ve camı yumruklamaya devam ettim. Ta ki az önce doktorun bahsettiği etkiler tokat gibi bedenime çarpana kadar... Gözümü açtığımdan beri berbat hissettiğim doğruydu. Ama yaşadıklarımın asıl depremin öncü sarsıntıları olduğunu çok geçmeden anlamıştım.

Artık bir ahtapot dans ediyordu midemde. Kolları tüm organlarımı sarmış, gırtlağıma kadar uzanmıştı. Kontrolsüzce kusmaya başladığımda dizlerimin de daha fazla beni taşıyacak gücü yoktu. Sertçe yere çarpıp titremeye başladım. Dünya dönüyor, yer göğe karışıyor, hayvani iç güdülerim ölmek üzere olduğumu haykırıyordu. Belki de sahiden ölüyordum. O doktorun dediği hiçbir şey doğru olmayabilirdi. İlaç, bizim için hazırladığını iddia ettiği serum, annem...

Lee...

Acıyla inlediğimde çıkan ses kendi boğazımdan gelmemişti sanki. Doğrulmak için avuçlarımı yere bastırdıysam da iki makarna gibiydi kollarım. Yüzüm daha sert çarpmıştı yere. Bir kez daha sallandı dünya, yeniden ağzıma doldu safra. Kendi kusmuğumla boğulacaktım muhtemelen. Tek bir görüntü belirip kayboluyordu karanlığın içinde. Lee... Lee... Lee... Yaşamak zorundaydım. Onun için... Kardeşimi bu delikten çıkarmak için... Ama...

Ah! Bu acı... Kaslarımı ilmek ilmek çekiyordu biri. Kemiklerimi parçalıyor, hücrelerimi tek tek patlatıyordu. Ne zaman bitecekti bu işkence? Asla bitecek miydi? Hiçliğin ortasında sesler yükseliyordu şimdi. Tenimde ateşten bir yılan dolanıyordu sanki. Bedenim tir tir titrerken nasıl aynı anda derimden alevler çıkıyordu bilmiyordum. Sırtım buz gibi bir yüzeye çarptığında bunun hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlayamadım. Ama bir anlığına aralanan gözlerim farklı bir gökyüzü yakalamıştı.

Halka halka ışıklar vardı şimdi tepemde. Hala anlamsız olsa da daha net duyuyordum sesleri. Birileri vardı etrafımda. Kurtulmak için öne meylettiğimde anında geri yatırmıştı beni kuvvetli eller. Tepindim, ittim, çektim; ama tüm çabam midemin daha beter bulanmasından başka işe yaramamıştı. "Bağlayın!" diyordu biri. "İyice sıkın!" Bu komutla daha da arttı uzuvlarımdaki baskı. Ben tepki veremeden "Hadi!" dedi bir başkası. "Düzgün tutsanıza!" diye azarlıyordu bir kız. Kat... "Böyle tepinirken nasıl damarı bulabilirim, ha?"

Ona damarlarımdan uzak durması için sağlam bir küfür savurmak istedim. Ağzımın içini kaplayan asitli sıvı da durmadan dönen başım da buna izin vermemişti. Kendimi savunmak için kolumu kaldırmayı denediğimde sert şeritler etime batıp kıvılcımlar saçtı derimden. İşte bu haykırmama ve daha şiddetli tepinmeme neden olacak kadar berbat bir acıydı. Kolumda sinek ısırığına benzer bir acı hissedene kadar inatla direnmeyi sürdürdüm. Ve sonra karanlık geldi.

Bir anda tüm baskı yok olmuş, acı içindeki vücudum havada asılı kalmıştı. Bu siyah gecenin içinde ne kadar yüzdüğümü bilmiyordum. Rüya yoktu, kabus yoktu, soğuk ya da sıcak yoktu. Belki de o yüzden kirpiklerimin arasından gözüme ulaşan ilk ışık zerresinde anında kendime gelmiş, bir anda doğrulmuştum. Farkında olmadan öyle büyük bir kuvvet uygulamış olmalıydım ki az önce kollarımı sedyeye bağlayan deri kayışlar ortadan parçalanmışlardı. Ve şimdi anında üzerime doğrultulmuş altı namluyla burun burunaydım.

"Siktir!" dedi o silahlardan birini tutan oğlan.

Ondan başlayarak nefes bile almadan etrafımı sarmış insanları taradım yavaşça. Kat, Flame, Ruby, ismi muhtemelen Ace olan diğer çocuk ve ilk kez gördüğüm yaşlı bir adam... Hepsi elindeki silahı bana doğrultmuş, saldırmam halinde karşılık vermeyi bekliyorlardı. Altıya karşı bir, nasıl da adil bir yarıştı bu böyle... En azından artık hasta hissetmiyordum.

"Sakın yanlış bir şey yapayım deme çocuk!" diye uyardı yaşlı olan adam.

O an aklımdan tonla yanlış şey geçtiği halde az ötemdeki sedyede baygın yatan Lee'yi görmemle tüm çılgın planlarım uçup gitmişti. "Lee!" dedim anında ona yönelip. Ama hala bacaklarımı tutan kayışlar hareketimi engellemişti. Beni bir parça deriyle durdurabileceklerini düşünecek kadar ahmaktı demek gardiyanlarım. Tek bir hareketim tüm bağları anında kopardı ve iki uzvumu da serbest bıraktı. Sedyeden aşağı atladığım an çekilen horozların şıkırtısı sarmıştı bu kez etrafımı. Tüm silahlar tek hamlede beynimi uçurmaya hazırdı artık.

"Sakın kıpırdama!" diye uyardı Ace silahını gözüme sokmak istercesine öne uzatıp.

"Sadece kardeşime bakmak istiyorum!" dedim ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırıp. Ah, o silahlardan birini elime geçirirsem tüm bu insanlara ne yapacağımı biliyordum ben ya... Sabır! dedi mantığım. Lee'yi tehlikeye atacak bir saçmalık yapamazdım. Sinirden dişlerimi sıktım sakin kalmak için.

Ama tüm öfkeme tezat bir rahatlıkla "Kardeşin iyi Tyron," dedi tanıdık bir ses. Köşeden görüş alanıma giren Dr. L.'den başkası değildi bu. Korku içindeki ekibinin arasından geçip yanıma kadar gelmişti. "Sana da Lee'ye de panzehir verdik. Birazdan o da uyanır. Şimdi sakin ol ki bedenin kendini toparlasın." Başıyla henüz kurtulduğum sedyeyi işaret edip "Otur lütfen," dedi. Bir an için onu kolumun altına kıstırıp rehin aldığım bir sahne belirdi zihnimde. Ama muhtemelen bedenimin birden fazla yerinden vurulmasıyla sonuçlanacak yersiz bir girişim olurdu bu. Ben de çaresiz onun dediğini yapıp sedyeye geri çöktüm.

"Şimdi sana ikinci dozu vereceğiz," dedi elime uzanıp. "İzin ver de önce kontrol edeyim."

Ben pür dikkat onu izlerken o Flame'e dönüp başıyla işaret vermişti. Anında elindeki silahtan kurtuldu kız. Zaten tüm ekibin içinde en acemi o görünüyordu. O aleti gerçekten kullandığı olmuş muydu ona bile şüpheliydim. Güzel... diye düşündüm. Zayıf halkanın kim olduğunu bilmek önemliydi. Tezgahın başına geçip malzemeleri karıştırmaya başlamıştı Flame panikle; ama elleri öyle titriyordu ki sonunda "Kat..." dedi Dr. L. "Yardımcı ol Flame'e."

Kat de en az Flame kadar huzursuz olmuştu bana yanaşacak olmaktan; ama silahı belindeki kemere tuttururken de ilaçların başına geldiğinde de kontrollü ve sakindi. Önce eldivenlerini giydi, sonra diğer kızın elinden şırıngayı alıp paketi açtı ve iğneyi amber şişenin kapağına batırdı. Tüm şişelerin, paketlerin ve kutuların üzerindeki Ark logosunu anında tanımıştım elbette. Bu insanlar bir şekilde ana karadan getiriyordular demek tüm bu malzemeleri. Ama nasıl? Nasıl gözümüzden kaçmıştı böyle bir kaçakçılık? Hem de burnumuzun dibinden bunca mal eksilirken...

Bu arada Dr. L. gözlerime tek tek ışık tutmuş, ağzımın içini incelemiş, derime bakmış, nabzımı ölçmüş ve kalbimi dinlemişti. Kat dolu şırıngayla yanıma geldiğinde elimden önce yüzüme dikti bakışlarını. Yine o anlamsız nefret vardı işte gözlerinde. Şu haliyle etime iğne batırmasını isteyeceğim son insandı şüphesiz. Ama parmakları bileğimi kavradığında tutuşu düşündüğümün aksine nazikti. İğneyi elimin üstünde açık duran damar yoluna soktu ve şırıngayı bastırıp ilacın kanıma karışmasını sağladı.

"Şimdi seni yeniden odana götüreceğiz," dedi Dr. L. Kat işini bitirip geri çekildiğinde. "Biraz daha dinlenirsen tamamen kendini toparlarsın."

"Lee de uyanana kadar hiçbir yere gitmiyorum!" dedim inatçı bir çocuk gibi. Şansımı fazlasıyla zorladığımın farkındaydım. Bir şekilde doktor sözünü tutup şu ana kadar beni öldürmemiş, hatta verdiği ilaçla iyileştirmişti. Kramplar, bulantılar, ağrılar ben uyurken mucizevi bir şekilde geçmiş görünüyordu. Ama bu durum şansımın hep böyle yaver gideceği anlamına gelmiyordu elbette. Yine de... "Lee'yi bırakmıyorum," diye üsteledim.

"Tyron..."

"Bunca silahın arasından ben bile kaçamam, inan bana doktor."

Bu tam olarak doğru sayılmazdı. En küçük boşluklarında buradaki yedi kişi değil, çok daha fazlasını tek başıma alt edebileceğimi biliyordum. Dr. L. de bunun farkında olsa gerek hemen cevap vermedi bana. Bakışları sanki vereceği kararın onayını almak ister gibi ekibinin üzerinde dolandı bir süre. Ama sonunda yeniden bana döndüğünde "Peki," demişti bezgin bir anne gibi. "Burada oturabilirsin. Ama sadece Lee uyanana kadar. Moxie, kontrol sende."

"Elbette," dedi seslendiği adam bariz bir keyifle. Flame silahı tutarken ne kadar acemiyse Moxie bir o kadar usta görünüyordu. Diğerlerinin iki katı olmalıydı yaşı. Yüzüne dökülen ve gözlerini kapatan kirli saçlarıyla buradaki herkesten daha tehlikeli görünüyordu. Güçlü halka o... diye düşündüm adam Fitz ve Ruby'ye başıyla işaret ederken. En dikkat etmem gereken şüphesiz ki oydu. Verdiği talimatla iki gardiyanım çemberi daraltıp arkama geçmiş, diğerleri ise rahatlayıp laboratuvarın içine dağılmıştı. Flame Dr. L. ile birlikte vagonlara yöneldiğinde Kat'in de Ace denen çocukla bilgisayarların başına gittiğini gördüm.

"Sen iyi misin?" dedi çocuk herkesten uzaklaştıklarında. Güya fısıldıyordu. Maalesef ki panzehrin etkisiyle işitme duyum söylediği her şeyi yanımdaymış gibi duyacağım kadar kusursuzdu yeniden.

"Kat..." diye üsteledi çocuk iyice kızın yanına sokulup. "Konuş benimle."

"Sonra Ace..." diye geçiştirdi Kat onu. "Önce Lee'ye bakmam lazım."

"Kat..."

Ace arkasından seslense de durmamıştı Kat. Yeniden Lee'nin başına geldiğinde kardeşimin yattığı sedyenin yanındaki monitörleri kontrol edip birkaç düğmeye bastı. Kafasını itinayla benim olduğum tarafa çevirmekten kaçındığını görebiliyordum. Ben de sana bayılmıyorum pisicik! diye geçirdim içimden sinirle. Gel gör ki kardeşimle ilgili bilgi alabileceğim tek insan oydu şu an.

"Neden uyanmıyor?" diye sordum muhtemelen cevap vermeyeceğini bildiğim halde.

"Çünkü bedeni hala çok zayıf," dedi Kat bana bakmadan. "Ve aldığı ilaç onun için çok ağırdı."

Lee'nin göz kapaklarını tek tek kaldırıp ışık tutarken dikkatle onu izledim. Kardeşimin sağlığını on sekizinde bir kız çocuğunun ellerine bırakmak konusunda içim hiç rahat olmasa da Kat yaptığı işe fazlasıyla hakim görünüyordu. Yeni bir şırınga açıp içine farklı bir ilaç çekti ve Lee'nin başında asılı olan serum torbasına kattı.

"Şimdi ona ne veriyorsun?"

Kat öldürecekmiş gibi baktı bana. Sonra da çöpleri temizleyip yeniden Ace'in yanına döndü. Ve böylece üç gardiyanımın ortasında kardeşimi izleyerek ve kulağıma ulaşan konuşmaları dinleyerek geçirdiğim sevimsiz saatler başladı. İki saatin sonunda ne Lee uyanmış ne de Ace ve Kat'in muhtemelen bir ilişkisi olduğu dışında elle tutulur bir bilgi öğrenebilmiştim. Dr. L. her nereye kaybolduysa onu duymayacağım bir yere gidecek kadar akıllıydı. Ruby ve Fitz arada alakasız şeylerden konuşuyor, Moxie ise nefes almak için bile gözünü üzerimden çekmiyordu.

Bana verdikleri ikinci dozdan dolayı tüm bedenim iyice rahatlamış, uyku her an biraz daha cazip gelmeye başlamıştı. Yine de gözlerimi açık tutmak için direniyordum. Kat üçüncü kez Lee'nin başına geldiğinde onun baktığı monitörleri izledim bir şey anlıyormuş gibi. Sadece zaman geçirmeye çalışıyordum. Ama sonra bir anda kocaman açıldı gözlerim. Kalbimden pompalanan kan anında ayağa kaldırmıştı beni.

"Lee?" dedik Kat'le aynı anda. Leroy'un sedyesinin iki yanında, ikimiz de ona uzanmıştık.

"Buradayım Lee," dedim. "Hey... Lee... bana bak. Lee!"

"Onu rahat bırak," diye tersledi Kat beni. "İzin ver de kendine gelsin."

Tam aksi bir şey demek için ağzımı açmıştım ki Lee'nin ince uzun parmakları Kat'in bileğine dolandı. "Kat..." demişti cılız sesiyle. "Kat... ben..."

Lee doğrulmaya çalışınca "Hişş..." dedi Kat onu omzundan geri sedyeye bastırıp. "Sakin ol Lee. Lütfen. Daha tam kendinde değilsin."

Ama Lee sakin görünmüyordu. Yeniden sedyeden kalkmaya çalıştı. Bu kez ben geri yatırmıştım onu. Monitörlerde kalp atışları giderek hızlanıyor, biplerin sesi yükseliyordu. "Lee sakin ol. Buradayım ben. Yanındayım."

Lee ya beni duymamış ya da umursamamıştı. "Özür dilerim Kat," dedi panikle. "Sana anlatmam lazımdı ama... ben... ben bilemedim nasıl yapacağımı. Yalan... yalan söylemek istemedim. Yemin... ederim Kat. Yemin..."

"Lee tamam," dedi Kat yeniden. Bir an için benimle göz göze gelmiş, sonra Ace'e dönmüştü. Tek bir bakışıyla anında yanındaydı çocuk. Elinde tuttuğu aletin ekranında her ne gördüyse hoşuna gitmediği belliydi.

"Vücut ısısı fazla düşük," dedi kendi kendine. Hemen sonra büyük ekrana geçip sağa sola kaydırmıştı. "Kan basıncı da düşüyor." Lee'nin bedeni üstünde dolaştırdığı aletten çıkan seslerin ne anlama geldiğini bilmiyordum elbette, ama Kat'in rengi atan suratı işlerin yolunda olmadığını anlamam için yeterliydi.

"Lee lütfen sakin ol," dedi Kat sedyenin kenarındaki maskeye uzanıp. "Şimdi bunu takacağım ki nefesini düzenleyelim. Anlaştık mı?"

"Hayır, önce beni dinle!" dedi Lee kızın bileğini daha da sıkarak. "Yalan değildi. Ben oradan kaçtım Kat. Ben babamdan kaçtım! Dönmek istemiyorum. Geri dönemem. Anlıyor musun? Döne..."

Kat kardeşimin daha fazla konuşmasına izin vermeden maskeyle ağzını ve burnunu kapamıştı. Ace'le bir makinanın dişlileri gibi çalışıyor, biri Lee'nin göğsüne kablolar bağlıyor, öbürü iğne yapıyor, bense şok içinde sadece izliyordum. Az sonra sesleri duyup koşarak onlara katılmıştı Dr. L. de.

"Lee..." dedi bir anne şefkatiyle kardeşimin saçını okşarken. "Tüm bunları uyandığında konuşacağız tamam mı? Şimdi sana yardım etmemize izin ver."

Ona hayır! diye bağırmak istiyordum. Konuşacak ne vardı ki? Lee ve ben buradan gidiyorduk, nokta! Kardeşimin beynini yıkamıştı bu insanlar besbelli. Geçen bir ayda ona ne söylediler ne yaptılarsa bambaşka bir insana dönüştürmüşlerdi onu. Ama bu, Lee'nin kadının dokunuşu altında sakinleştiği gerçeğini değiştirmiyordu. Sonunda bayıldığında bile Kat'in bileğini bırakmamıştı Lee. Bir kez olsun bana bakmamış, sözlerimi de yanındaki varlığımı da umursamamıştı.

Ve böylece müthiş bir tokat gibi geldi idrak. Leroy Noah, bulmak için her yolu denediğim, uğruna bu deliğe düştüğüm, kurtaracağım diye canımı dişime taktığım özbeöz kardeşim... aslında ne bulunmak ne de kurtarılmak istemişti.

Harika! Peki şimdi ne olacaktı?

***

-BÖLÜM SONU-

Peki şimdi ne olacak? Ben de size soruyorum:) Dr. Noah'nın oğulları Dr.L'in ellerinde. Tyron kendine fazlasıyla güvense de kardeşi kolay kolay onunla eve döneceğe benzemiyor. Peki ya bu arada babaları peşlerine düşerse?

Siz Dr. L.'in yerinde olsanız ne yapardınız söyleyin bakalım.

a) Çocuklardan kurtulurum! Onlar düşman sonuçta.

b) Onları koz olarak kullanırım, Noah'dan istediğimi koparırım.

c) Bırakırım gitsinler. Yazık gençler daha.

d) Bambaşka bir fikrim var.

Son olarak, Dr. L.'in ekibini bu bölümle birlikte iyice tanımış olduğunuza göre bence şimdiden favori karakterler oluşmaya başlamıştır :)

Hadi seçelim:

KAT

TYRON

LEE

DR. L.

RUBY

ACE

MOXIE

FITZ

FLAME

Sonraki bölümlerde görüşürüüüz :)

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top