Bölüm 19
Hello canlarımmm,
Söz verdiğim gibi size yeni (geçici) evimden yazıyorum :) Taşınma işlemi kısmen tamamlandı. Şimdi burdaki evrak işlerinde sıra. Bir ev bulmam, taşınmam ve tüm bunları çalışırken yapmam lazım. Yine de tüm boş vakitlerde yazmaya geri döndüm. Veee Noah yeni bölümü pazara yetiştirmeyi başardım.
Sizi çok gizli, yeni bir mekana, yepyeni bir karakterle tanışmaya götürüyorum bu bölüm.
Keyifli okumalar hepinize :)
(Umarım sınava girenlerin çok güzel geçmiştir)
E.Ç.
***
Slow down, fade out
That's not how I wanna go
***
BÖLÜM 19
Tyron
Buz gibi, kaskatı, tedirgin, tetikte... Kalbimi ve bedenimi yoklayan duygulardan sadece birkaçıydı bunlar. Ayakta kalmış dünyamızın muhtemelen en korunaklı sığınağındaydım şu an ve yine de güvenden başka her şeyi hissettiğimi söyleyebilirdim. Diğer generallerle ip gibi yan yana dizilmiş, babam ve Başkan Krol'un aramıza teşrif etmesini bekliyorduk. Ben yaşım gereği sadece birkaç defa bu odada bulunmuştum, ama şu an benimle aynı kaderi paylaşan yoldaşlarımın gerginliğine bakılırsa onların da pek fazla tecrübesi olmamalıydı bu metal kalenin içinde.
Köprü... İsmi buydu içinde bulunduğumuz saklı dünyanın. En son iki yıl önce gelmiştim buraya. Cal'in öldüğü günden tam bir hafta sonra... Kazandığım generallik unvanının omuzlarıma yüklediği sorumluluklardan biriydi Köprü'nün varlığını öğrenmek. Dr. Noah'nın, özbeöz babamın, en özel, en son bebeğiydi, ama bir kez olsun benimle ya da Leroy'la paylaşmamıştı adını. İki elin parmaklarını geçmezdi sanırım Ark'ta Köprü'den haberdar olanların sayısı. Bir de hayatlarını bu yola adamış bilim adamları vardı ki onların da bu kaleyi terk etmeleri kesinlikle yasaktı zaten.
Denizin altına saklı, sessizce uyuyan, ama gerektiğinde önüne çıkan her şeyi yutabilecek bir canavardı Köprü. İsmini bir geminin kaptan köşkünden alıyordu, çünkü babama göre Ark'ın dümeni, kontrolü, rotası, her şeyi buradaydı. Bir denizaltıydı. Aynı zamanda bir uzay aracı, bir sığınak, küçük bir şehir... İlk kez olası bir kıyamette insanlığa sığınak olması için tasarlanmıştı sanırım. Su altında olduğu gibi havada da yıllarca asılı kalabilir, dünyada insanlık için hiçbir umut kalmadığında seçilmişler için son çıkış kapısı olabilirdi Köprü.
Ama bir süre sonra bir bilim merkezine dönüşmüş; Ark'ın en gizli, en eşsiz, en tehlikeli silahlarının yaratıldığı bir doğumhane oluvermişti. Sayısız bilim insanı, ismini kimsenin duymadığı, hayal sınırlarını zorlayan projelerde çalışıyordu kapalı kapılar ardında. Babam, Başkan Krol ve generaller dışında ordunun kalanının bile haberi yoktu suların gizlediği bu cephanelikten. Ve sırf buraya çağırılmış olmamız bile işlerin ne kadar boktan olduğunu kanıtlıyordu.
Tam bir hafta geçmişti yaratıklar ilk defa belirdiğinden bu yana. Başta tünellerde karşımıza çıkan canavarların Dr. L. için yaptığım sevkiyatı sabote etmek isteyen bir düşmanın işi olduğunu düşünsem de kısa sürede felaketin boyutları ortaya çıkmıştı. Üç yaratık olmuştu on, yirmi, otuz, elli, yüz, hatta bin... Ben, diğer generaller, emirimizdeki askerler neredeyse birkaç saatten fazla uyumamıştık tek bir gün bile. Sokaklarda, yerde, havada, ana karada, teneke şehirde dur duraksız mücadele ediyorduk bu kimliksiz düşmanlarla. Öyle vahşi, öyle durdurulamazlardı ki, en olmadık anlarda, en olmadık yerlerde ortaya çıkıyor, müdahale gelene kadar onlarca insanın canını almış oluyorlardı.
Enstitüde bilim insanlarının gece gündüz demeden cesetleri incelediklerini biliyordum. Benzer bir araştırma Dr. L.'in laboratuvarında da devam ediyordu. Zaten daha ilk gün bitmeden iki taraftan da ortak bir sonuç gelmişti telefonuma. Hastalığın nedeni insanların modifiye edilmiş genlerinde hasara yol açan bir virüstü. Onların kazanmaya çalıştıkları hayvansal özellikleri çarpık şekillerde ortaya çıkarıyor, akıllarını tamamen kaybetmelerine neden olup durdurulamaz iç güdülerle ve sonsuz bir açlıkla avlanmalarına neden oluyordu.
Neyse ki kanla, tükürükle, solunumla ya da bilinen herhangi bir yöntemle bulaşmayacağı kanıtlanmıştı hastalığın. Ancak özel koşullar sağlandığında DNA'ya yerleşiyordu virüs; ama bu bilgiler bir çözüm sağlamak yerine işleri daha da karmaşık hale getirmişti. Nasıl, neden bazı insanların başına geliyordu bu değişim? En başında nereden bulaşmıştı virüs onlara? Nasıl koruyacaktık kendimizi? İşte bu soruların cevabı hala yoktu.
Öyle içinden çıkılmazdı ki durum, bu sürede Misha'yı sadece iki kez ziyarete gidebilmiş, ikisinde de elim boş dönmüştüm. Hayatta kalmayı başarmıştı askerim, ama hala derin bir uykudaydı. Flame hazırladığı yapay kemiği takabilmek için onu yeni bir ameliyata sokmaları gerektiğini, ama korkmamı, operasyonun çok başarılı geçtiğini söylemişti. Ona inanmak istesem de Ace tüm sevimsizliğiyle hep bir adım ötedeydi. Sinsi gözlerle izliyor, konuşmadan bakışlarıyla düşüncelerimi zehirlemeyi başarıyordu. Ona inat eder gibi sabırlı ol demişti Kat onu her gördüğümde. Ve sesi sokaklarda yaratıklarla savaşırken, gözümü kapadığım ender anlarda, yalnız kaldığımda zihnimde yankılanmaya devam ediyordu.
Sabırlı ol, sabırlı ol, sabırlı ol!
Ne yazık ki o sabrın fazlasıyla sonuna gelmişti bedenim ve harap olmuş sinirlerim. Dövüşmek, savaşmak, yaralanmak, yorgunluktan perişan olmak değildi sorun. Ama onca insanın ölümünü çaresizce izlemek... Yok ettiğimiz her bir yaratığın aslında bizden biri olduğunu bilmek... İşte bu yüke katlanamıyordum.
Tara, Kara Kuvvetleri Generali, yanımda huzursuzca kıpırdanınca ona baktım. Boyu benden en az on beş santim daha uzun olduğundan başımı kaldırmam gerekmişti. Beline uzanan sarı saçlarını her zamanki gibi balıksırtı örmüştü bugün de. Rütbe olarak benim üstümdü, ama hiçbir zaman diğer generaller gibi bir yeni yetme muamelesi yapmamıştı bana. Ya da soyadım yüzünden buralara geldiğimi ima eden laflar sokmamıştı. O bana inanır, ben de ona güvenirdim. Ve tam da bu yüzden şu an Tara'nın yüzünde gördüğüm huzursuzluk kendimi daha da berbat hissetmeme neden oluyordu.
"Suratıma dik dik bakmayı kes Noah!" dedi her zamanki sert tavrıyla. Sinirinin bana karşı olmadığını bildiğimden istemsizce gülümsedim. Onun dudakları da hemen kontrol edemediği bir tebessüme kıvrılmıştı zaten. "Buradan nefret ediyorum," dedi gözleriyle içinde olduğumuz odayı tarayıp. "Metal bir tabuta tıkılmak gibi."
"Cesedini böcekler yerine robotların kemireceği bir tabut," diye düzelttim onu.
Benzetmemle daha da buruşmuştu yüzü, ama haklı olduğumu biliyordu. Yaşayan, nefes alan organizmalardan çok makina vardı bu sualtı mezarında. Yapay zekalı bilim robotları, hizmet robotları, askeri robotlar, bilgisayarlar, dronlar... Ark'ta görmeye alışık olduğumuz droidlere hiç benzemediklerini anlamak için bir defa onlarla aynı ortamda bulunmam yetmişti. Teknoloji olarak belki de çağın yüzlerce yıl ötesindeydi Köprü. Korkarım o yüzden buz gibiydi içinde olduğumuz oda da. Kusursuza yakın olsalar da hiçbiri bir insan gibi hissedemezdi etrafındaki dünyayı ne de olsa.
"Neden bizi buraya çağırdıklarını biliyor musun?" diye sordum Tara'nın rütbesinin ona benden daha fazla bilgi sağlayacağını umarak, ama başını iki yana sallamıştı hemen. Suratında dudaklarından dökülmeyen küfrün hoşnutsuzluğu vardı.
"Krol tek kelime etmedi. Umarım altından ileri zekalı, çok kollu bir metal yığını çıkmaz."
Ona muhtemelen tam da öyle bir şeyler çıkacağını söylemek üzereydim ki odanın kapısını tutan robotlar sahibinin geldiğini hisseden kediler gibi hareketlendiler. Güvenlik sistemi devreye girmiş olmalıydı, çünkü az sonra kayarak açılan kapının önünde babam duruyordu. Her zamanki gibi kusursuzdu görüntüsü. Özel dikim takımı, taranmış saçları, dimdik duruşu... Onu benim kadar tanımayan kimse yüzüne bakarak bir felaketin içinde olduğumuzu söyleyemezdi. Oysa ben onun mavi gözlerinde çakan şimşekleri de şakaklarına uzanan her bir kırışığın arasına sıkışmış öfkeyi de görebiliyordum. Dr. Noah işlerin kontrolden çıkmasından nefret ederdi ve işler kesinlikle kontrolden çıkmıştı.
Babamı bir adım gerisinden takip eden Başkan Krol ona eşlik eden dört kişi ve üç robotla birlikte girdi içeri. Kapıyı tutan arkadaşları gibi birer metal yığını değil, kıyafetleri dahil neredeyse insandılar bu robotlar. Nasıl bir malzeme ile üretilmişlerse tenleri bizimkine öyle benziyordu ki uzaktan ne olduklarını ayırt edemezdim bile belki. Göğüslerindeki armalara ve ellerindeki tabletlere bakılırsa Köprü'de çalışan araştırmacılardan olmalıydılar. Kesinlikle daha önce gördüğüm hiçbir tasarıma benzemiyorlardı. Yine de gözüm onlara değil, en öndeki adama takılmıştı. Krol'un babamın yanına geldiğini ve konuşmaya başladığını duyduğum halde bakışlarımı bu tanıdık yüzden çekemedim.
"İçinde olduğumuz durum..." diyordu Krol. Kaybettiğimiz canlar, yitirdiğimiz askerler, yaşanan panik, Ark'ın zayıflayan gücü, yeni bir yönteme başvurma zorunluluğumuz... Sözler ancak parça parça giriyordu kafamın içine, çünkü eş zamanlı başka bir güne ait verileri analiz etmekle meşguldü beynim. Gözümün önünden okuduğum raporlar, gördüğüm fotoğraflar akıyordu bir yandan. Kısacık bir süre önce onu araştırmamış olsam kim olduğunu bilemezdim asla. Ama hayır, yanılmadığımı biliyordum. Bu adam sahiden de...
"Dr. Zachary," dedi Krol o an şüphelerimi doğrulamak istercesine. Ve bu isim kafamın içindeki koroya katıldı.
Zachary, Zachary, Zachary...
Namı diğer Dr. Z.... diye düşündüm. Bir zamanlar yaptığı buluşlarla Ark'ın en gözde bilim adamlarından biriydi. Ta ki kendi gibi bir bilim insanı olan karısı ölüme mahkum edilen kızıyla birlikte kaçana dek... Okuduğum dosyalara göre malum olaydan sonra görevinden alınmıştı Dr. Z. ama öyle görünüyordu ki kendine yer altında çok daha kıdemli bir pozisyon bulmayı başarmıştı. Öz kızını ve karısını yakalamaya çalışanlara nasıl bir yardım yapmıştı, nasıl bir bilgi satmıştı da bu özel mevkii kazanmıştı, işte onu da ancak tahmin edebilirdim.
Bana bile ait olmayan bir öfkenin genzimde yükseldiğini hissediyordum. Dr. L. bir kanun kaçağıydı evet, seçtiği yöntemlerin doğru olduğunu asla söyleyemezdim. Ama o bir anneydi ve en azından kalkıştığı deliliğin kızının hayatını kurtarmak gibi karşı durulamayacak bir nedeni vardı. Oysa Dr. Z.... sadece hırslarıyla hareket etmiş, bencil, güvenilmez bir adamdı. Ve kalın çerçeveli gözlüklerinin ardına saklasa da hala yeşillerinde kıpırdanan açlığı görebiliyordum.
Krol "Gösterin onlara doktor," dediğinde saygıyla ona verilen sözü alıp önümüze gelmişti. Benden başlayıp tüm generalleri dolaştı bakışları ilgiyle. Bu kadar yakınımdayken huzursuz edici derecede fazla benziyordu Kat'e. Dimdik duruşu, kendinden emin tavrı, tüm dünyaya meydan okuyan gözlerinin yeşili... Ama bir o kadar da farklıydı ondan. Bildiklerimin ötesinde, hayvani bir his vardı beni bu adama karşı dikkatli olmam için dürten. Ve onun dudakları keyifle yukarı kıvrıldığında bu his binlere katlanıp göğsümü sıkıştırdı.
"Köprü'ye hoş geldiniz," dedi ellerini iki yana açıp. "Ordunun en kıdemli askerlerini burada görmek çok değerli. Yaptığımız çalışmaları sizinle paylaşmak her zaman büyük bir heyecan ben ve ekibim için."
"Konuya gelin doktor," diye araya girdi babam ortamın ısısını daha da düşüren buz gibi bir sesle.
Dr. Z.'in bir anlığına gözü seğirse de hızla kendini toparlayıp başıyla onaylamıştı. Genç bir kadın bedenindeki robota işaret verip yeniden bize döndü. "Önceki gün Başkan Krol karşılaştığımız talihsiz gelişmeler konusunda ordumuza yardımcı olabilecek bir yöntem için Köprü'yü ziyaret ettiğinde kendisine üzerinde çalıştığımız projelerden bazılarını sunduk. Bu projelerden bir tanesi Başkan Noah'nın da onayıyla bugün itibariyle hayata geçecek. Sizi çok uzun süredir üzerinde çalıştığımız Kobalt-X ekibiyle tanıştırmak isterim. Ya da bizim kısaca söylediğimiz gibi Team Co-X."
Robot bileğinin içindeki elektronik panele dokunduğunda odanın dört bir yanını çevreleyen metal perdeler yukarı kalkmaya başlamıştı. Her birinin ardında geniş cam paneller ortaya çıkıyordu tek tek. Birkaç saniye sonra tamamen açıldıklarında artık küçük bir odada değil, dev bir hangarın ortasındaydık. Bir kuleydi bu. Tüm açıklığı tepeden gören cam bir akvaryum...
Diğer generallerin de benim gibi alarma geçtiklerini sağa sola çevrilen başlarından anlayabiliyordum. Şaşırdığımız, gerildiğimiz, paniklediğimiz için kim bize kızabilirdi ki? Altımızdaki hangarı hınca hınç dolduran cansız bir orduya bakıyorduk şu an. Dev bir satranç tahtasını ele geçirmiş piyonlara benziyordu hareketsiz robotlar. Bu yükseklikten bile onların Ark'ta sahip olduklarımızdan ne kadar farklı olduğunu söyleyebilirdim.
"Şu an yapay zekaya sahip ilk droid ordusuna bakıyorsunuz," dedi Dr. Z. gururla. "Sadece eşsiz silahlarla, öğrenmesi yıllar sürecek bilgiler ve savaş taktikleriyle donatılmadılar; aynı zamanda da rakiplerini gözlemleyerek her an öğrenmeye ve gelişmeye devam etmelerine olanak veren bir zekayla tasarlandılar. Her biri koca bir orduya eş değer ve her biri yenilmez. Karada, havada ve hatta suda hareket edebilir, Ark'ın sahip olduğu tüm silahları ve araçları kullanabilirler. Bugünden itibaren sahada emrinizde görev alıyor olacaklar."
Dr. Z.'in sözleri gerçek olamayacak bir masal gibiydi. İddialarının onda biri bile doğruysa yaratıklarla savaşımızı kazanmış bile olabilirdik. Sokaklardaki gücümüz bir anda yüz katına çıkacak, yetişemediğimiz için insanlar ölmeyecek, daha fazla askerimizi kaybetmeyecektik. Yine de... kalbimin kendini sevince ve umuda teslim etmesini engelleyen tarifsiz bir baskı vardı göğsümde. Diğer generallerle bakıştığımız kısa bir an onların gergin yüzlerinde de aynı şüphenin izlerini gördüm.
Robotları hiçbirimiz sevmezdik. Evet, hayatı kolaylaştıran pek çok artıları varı belki ama... günün sonunda kodlandığı programa uyan, limitli makinalardı her biri. İşler zora girdiğinde doğru kararı bulmak için değerlerini hatırlayamaz, sezilerini dinleyemez, duygularından yardım alamazlardı. Ve şimdi, kendi aklı olan ve bunu devamlı daha iyi olmak için kullanacak bir ordudan bahsediyorduk. Dönecek limanı da çapası da olmadan rüzgara kapılmış bir yelkenli gibilerdi adeta. Duramayacak kadar hızlandıklarında ne olacaktı? Neydi tam olarak onları bize bağlayacak? Kimeydi sadakatleri? Karşımdaki doktora mı, Ark'a mı, yoksa onları tanrı yapacak bilgiye mi?
"Kafanızda soru işaretleri olduğunu tahmin ediyorum," dedi Dr. Z. Yüzünde içimdeki huzursuzluğa tezat, bariz bir keyif vardı. Droide verdiği ikinci işaretle yeniden bileğine uzanmıştı robot. Bu kez robotlarla bizim aramızda havada asılı duran dört farklı platformun etrafındaki duvarlar alçalmaya başladı. Her biri daire şeklinde bir kafesi andırıyordu platformların. Ve her birinde ordunun farklı üniformalarını taşıyan bir asker vardı. Deniz kuvvetleri için beyaz, hava kuvvetleri için açık mavi, kara kuvvetleri için lacivert, alfa ekibi içinse siyah.
Kendi askerlerimizi görmemizle anlaşmış gibi odanın kenarına doğru hareketlenmiştik hepimiz. Cama ulaşan ilk Tara oldu. "Askerlerimizin bizden habersiz burada ne işi var?" diye sordu her zamankinden bile aksi bir sesle.
Dr. Z. bunun için izinlerini daha üst mercilerden çoktan almış olsa gerek dudaklarındaki tebessüm yüzüne yayıldı. "Sadece test amaçlı buradalar. Kobalt-X ekibinin neler yapabildiğini görmeniz için."
Tara da Hava Kuvvetleri Generali Osvald da aynı anda ağızlarını açtılar itiraz etmek için. Ama onlar konuşamadan "Göster onlara doktor," demişti Krol. Komutanımızın emriyle robot kız bileğindeki ekrana yeni komutlar girdi. Ve iki saniye geçmeden altımızda uyuyan ordunun içinden dört asker hareketlenmişti. Robotların gözleri gibi platformun etrafında da kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu şimdi. Rahatsız edici alarm sesi tüm hangarı kaplamıştı. Askerlerimiz başlarına ne geleceğinden haberdar olsalar gerek az sonra her biri savunma pozunda, silahları ellerindeydi.
"Korkunç hızlılar," diye homurdandı Tara sıktığı dişleri arasından.
Sahiden de avına kitlenmiş bir örümceği andırıyordu robotlar. Metal kütlelerinden beklenmeyecek kadar hafif, esnek ve kıvraklardı. Platforma ulaşmaları bir dakika bile sürmemiş, uzuvlarını farklı yönlere hareket ettirerek bir su gibi kafesin içine kaymaları göz açıp kapayana kadar olmuştu. Robotla yüz yüze gelmesiyle atağa ilk geçen Osvald'ın askeri oldu. Kurşunlarının boşa olduğunu kendiyle birlikte hepimize kanıtlamasıyla sırayla diğer silahlarına gitmişti eli. Çabası nafileydi. Sanki daha aklından geçtiği an yapacağı hamleyi öngörüp karşılık veriyordu robot.
O savurduğu tekmeler ve yumruklarıyla çırpınırken diğerlerine kaydı gözüm. Benim askerim de dahil dayak yemeyen hiçbiri yoktu aralarında. Bir dakika dolmadan kanlar içinde yerdeydi hava kuvvetleri askeri. Deniz kuvvetlerinden bu acımasız gösteriye seçilmiş oğlanın kolu öyle garip bir açıda duruyordu ki muhtemelen kırılmıştı.
"Yeter!" dedi Tara robot lacivertler içindeki askerini kafesin parmaklıklarına çarptığında.
Dr. Z. onun gibi düşünmüyor olsa gerek karşımızdaki manzaradan ayırmamıştı gözlerini. Benim askerimdi odadaki herkesin izlediği şimdi. Aldığı sert darbelere rağmen hala mücadele eden bir o kalmıştı çünkü geriye. İsmini hatırlayamıyordum, ama hareketlerine bakarak oğlanın genlerindeki farklı modifikasyonları sayabilirdim. Ceylanın çevikliği, ayının gücü, pangolinin pullu zırhı... Şu ana kadar taşıdığı hayvanların özellikleri onu darbelerden korumayı başarmıştı. Robota zarar verebildiğini söylemek ise fazlasıyla iyimser olurdu.
Haklıydı doktor, her saldırıyla düşmanını tanıyor, taktiğini değiştiriyordu robot. Oğlanın kalın derisini aşamadığı fark ettiği an en zayıf yerini tespit etmiş, doğrudan gözlerine hedef almaya başlamıştı. Vücudunu ondan gördüğü şekilde kıvırıyor, sıçrıyor, atlıyor, bir ceylandan bile daha seri hareket ediyordu. Ve işin acısı, muhtemelen kalkanının altına saklı onlarca farklı silahı kullanmaya kalkmamıştı bile henüz. Asla yenilmeyecek bir bilgisayara karşı satranç oynamaktan farksızdı bu dövüş.
"Bu kadar yeter!" dedi babam da aynı şeyi düşünmüş olsa gerek. Aynı gösteriyi çoktan izlemiş olmalıydı zaten ve bizi buraya getirip zayıflığımızı gözümüze sokarak generallerinin de verdiği karara itiraz edemeyeceğini garanti altına almıştı. Bravo Dr. Noah! Her zamanki gibi on adım sonrasını düşünüp tüm çıkmazları kendi seçtiği patikalara dönüştürmeyi başarmıştı. Elleriyle, zekasıyla, tuğla tuğla inşa ettiği imparatorluğunu bir virüsün yok etmesine izin verecek değildi elbette.
Babamın uyarısıyla anında bileğine uzanıp yeni komutları girdi droid kız. Robotlar bir anda fişi çekilmiş gibi durmuş, hala bayılmamış iki asker de mücadelenin sona ermesiyle kedini yere bırakmıştı. Bakışlarımı zar zor onların üstünden çekip konuşmaya başlamış Krol'a çevirdim. Babam gibi odanın ortasına yürümüştü o da. Kalın kaşlarının altından ateş ediyordu üzerimizde seken gözleri.
"Kara kuvvetlerine alfa ekibi dahil toplam iki yüz, diğerlerinize ise ellişer asker verilecek. Tüm robotlar gün bitmeden askeri üsse nakledilmiş olacak. Sonrası sizin sorumluluğunuzda. Bir saat sonra ortak bir stratejiyle odamda bekliyorum hepinizi. Ayrıca..." Yandan babama bakış attı Krol. "Akşam basın açıklaması için hepiniz hazır olun. Başkan Noah ve ben konuşma yaparken Kobalt-X ile birlikte siz de kamera önüne çıkacaksınız. Halka ordunun kontrolü yeniden ele geçirdiğini göstermemiz lazım!"
Harika! Nasıl kontrol edebileceğimizi bile bilmediğimiz yüzlerce robotun sorumluluğu yetmezmiş gibi bir de televizyonda boy gösterip şaklabanlık yapmamız gerekiyordu yani.
Sanki ortak kaygımızı duymuşçasına "Ekibimde görevli droidler destek için sizinle olacak önümüzdeki günlerde," diye araya girdi Dr. Z.. Sanırım bu bilgiyle rahatlayacağımızı falan düşünmüştü. Oysa babam omuzlarımıza yüklediği sorumlulukla bizi ardında bırakıp kapıya yöneldiğinde sadece kendimi daha berbat hissediyordum.
"Enstitü virüsle ilgili bir rapor sunacak bu akşam," dedi babam kapıdan çıkmadan önce omzunun üstünden bize son bir bakış atıp. "Detaylar hepinize gönderilecek. Umalım da bu iş daha fazla kan dökülmeden sona ersin."
Umalım diye düşündüm kalbimde umudun zerresi olmadığı halde. Zaten Krol bulamadığım güzel düşünceleri kökünden yok etmek için bir adım ötede bekliyordu.
"Bir saat..." diye hatırlattı parmağını sallayıp. "Bana bu savaşı nasıl kazanacağımızı anlatamayacaksanız odama gelmeye tenezzül etmeyin. Yemin ederim yarın haberlerde ordunun başarısızlığıyla ilgili tek bir haber daha görürsem rütbelerinizi ellerimle göğsünüzden söküp sizi teneke şehre gömerim!"
Tamam, bu sahiden de huzursuz edici bir tehditti. Az önce gördüklerimizden sonra diğer generallerin bu robot askerleri değil ekibine dahil etmek yanına yaklaştırmak bile istemeyeceğine emindim. Gel gör ki Krol da başkan da bize başka bir şans bırakmışa benzemiyordu. Zaten düşününce bu metal orduya bel bağlamaktan başka ne şansımız vardı ki? Askerlerimiz, silahlarımız, deneyimimiz, bilgilerimiz... hiçbiri bir adım öteye taşımamıştı bizi şu ana kadar yaratıklar karşısında.
Halkın bize duyduğu güveni her gün biraz daha sarsan yüzlerce haberle doluydu kanallar. Ölümler artar, çaresizliğimiz ortaya çıkarken huzursuzluk büyüyor, bu da babamın yarattığı ütopyayı parçalara bölüyordu. Tam da bu yüzden suratlarındaki bariz hoşnutsuzluğa rağmen tüm generallerin aklından aynı şeyin geçtiğine emindim. Bir an önce üsse dönmek ve komutanımızın karşısına çıkmadan kucağımıza bırakılan bombayla ne yapacağımızı bulmalıydık.
Durduğu köşede kollarını önünde bağlamış merakla bizi izliyordu Dr. Z. Kafese tıkılmış denek farelerini gözleyen bir bilim adamının ifadesi vardı suratında. Neredeyse düştüğümüz zor durumun onu neşelendirdiğini bile söyleyebilirdim. "Sizinle çalışmak büyük bir keyif olacak," dedi muhtemelen kimsenin ona katılmadığını bildiği halde.
"Hadi," demişti Tara ona cevap vermek yerine hepimizden önce çıkışa yönelip. "Konuşacak çok şeyimiz, ama az zamanımız var. Burada oksijensizlikten beynimin yarısını kaybettim zaten. Krol'un karşısına çıkmak için kalanına ihtiyacım var."
Onunla hemfikir olan diğer generaller bir adım arkasındaydı Tara'nın. Ama ben doktordan alamamıştım bakışlarımı. Kapının ötesinde bizi bekleyen savaşı unutup onunla ilgili bildiğim her şeyi suratına çarpmam için dürtüyordu şeytan. Alamamıştım hırsımı henüz. Sormak istiyordum, hiç merak etmiş miydi kızını? Hayatta kalma ihtimalini düşünmüş müydü hiç? Hayal edebilir miydi onu yer altında nasıl bir kadere terk ettiğini?
Sus diye uyardı mantığım dilimin ucuna gelen tonlarca küfrü boğazıma dizip. Yeri değildi, zamanı değildi, bu adama haddini bildirmekse benim görevim hiç değildi. Açıkçası neden bu kadar sinirlendiğimi bile bilmiyordum. Dr. L.'in yapmak zorunda olduklarını, duvarın ötesindeki yaşamları, yer altındaki mücadeleyi görmekti korkarım beni bu adamın umursamazlığına karşı böylesine duyarlı yapan. Ya da belki... Kat'le düşündüğümden de fazla vakit geçirmiştim. Onun adına sinirlenebilecek kadar... Bu düşünceyle daha da huzursuz olup kapıya yöneldim hışımla.
"General Noah," diye seslendi Dr. Z. arkamdan. Ben başımı çevirene kadar birkaç adımda yanı başıma gelmişti bile. "Özellikle sizi yakından tanıdığım için kendimi çok şanslı sayıyorum. Burada olmanız... gerçekten... çok değerli benim için. Adeta bir mucizeye şahitlik etmek gibi..." Gözleri bariz şekilde sırtıma kaydı. "Bir zamanlar... çok özel bir projenin içinde yer alma şansı elde etmiştim. O projenin kusursuz bir şekilde hayata geçtiğini görmek inanılmaz. Bir gün sizi burada, laboratuvarımda ağırlamak çok isterim." Mahcup bir tebessümle başını öne eğdi. "Elbette dünyamız bu beladan kurtulduktan sonra... Kanatlarınızı yakından inceleyebilmek... gerçekten paha biçilmez olurdu. Son aşamalarında bulunamasam da yıllarca prototipin üzerinde çalışma şansı elde etmiştim."
Yüzümdeki tek bir kas bile hareketlenmemişti onun gülüşüne karşılık vermek için. Tamamen ona dönerken kaskatıydı bedenim gibi bakışlarım da. "Sanırım o son aşamalarda görevli olmadığınız için mutlu olmalıyım doktor," dedim dümdüz bir sesle. "Yaşama şansımın yüzde onun altında olduğu ameliyatlardan birinde beni masada ölüme terk ederdiniz muhtemelen. Ne de olsa başarılı olmayacağını bildiğiniz işlerden kökünden kurtulmak gibi kötü bir huyunuz var, değil mi?"
Sözlerim bir kara delik gibi yutuvermişti Dr. Z.'in yüzündeki rengi. Ona edebileceğim tonla küfürden ya da uygulayabileceğim fiziksel şiddetten çok daha etkiliydi böylesi. O ne kastettiğimi anlamış, bense öfkemin en azından bir kısmını kusma şansı bulmuştum. "Öyle görünüyor ki kendinize en uygun mekanı bulmuşsunuz doktor," dedim bakışlarımı basık odanın içinde dolaştırıp. "Umarım hayatınızın sonuna dek bu delikte kalırsınız ve umarım bir daha asla karşılaşmayız."
Onun dediklerime bir cevap verebileceğini sanmıyordum. Yine de dudaklarından çıkıp da sinirimi bozabilecek tüm kelimelerden kaçar gibi çıktım kapıdan. Bizi Köprü'ye getiren denizaltıda beni bekleyen diğer generallere katılana kadar paramparça etmişti dişlerim dudaklarımı. Pençelerim avuçlarımı deliyordu sinirden. Dışarıda dikkatimi vermem gerek büyük bir savaş olduğu halde içimde yaşanıyordu en kanlı mücadele. Yol boyu generalleri dinlemeye devam etsem de Dr. Z.'in yüzsüzlüğü aklıma geldikçe öfkelenmeye devam etmiş, askeri üsse ulaştığımızda bile hıncımı alamamıştım.
Günün sonrası sabahından da korkunçtu. Ortak bir plan yaparak geçirmemiz gereken dakikaların yarısından fazlasını Tara ve Osvald'ın güç savaşıyla harcadığımızdan sadece daha çok öfke ve daha çok tehdit vardı Krol'la buluşmamızda. Güya bize yardımcı olmak için peşimize takılmış droidlerse ortalığı daha fazla karıştırmaktan başka bir boka yaramamıştı. Yenilmez robot arkadaşlarının bize zaferi kazandıracağına o kadar eminlerdi ki neredeyse diğer askerleri eve gönderip şovu kenardan izlememizi önereceklerdi bize.
Bir buçuk saatin sonunda hem insan hem de robot askerleri kullanacağımız karma bir planda karar kılmıştık. Krol bile kısmen tatmin olmuş görünüyordu uygulayacağımız taktiklerden. Yine de basının karşısına çıktığımızda aynı tekinsiz his baskın geliyordu diğer tüm duygularıma. Ne babamın özgüvenli konuşması ne de Krol'un bu savaşı bitirmek üzere olduğumuzla ilgili iddiaları rahatlamamı sağlayamamıştı.
Ben de hep yaptığım gibi kendimi parkura, askerlerimin yanına attım. Muhtemelen biraz olsun dinlenmem, en azından birkaç dakikalığına durup kendimi toplamam doğru olurdu. Oysa saatlerce üssün bize ayrılan kısmında eski ekibim ve yeni robot askerlerimin birlikte nasıl hareket edecekleri üstüne çalışmış, onlar kadar kendimi de bu yeni güç hakkında eğitmiş ve askerler sonunda sokaklara, görev bölgelerine dağıldığında bu kez de operasyonu takip etmek için kumanda odasına geçmiştim.
Elbette Tara da oradaydı. Gözümüzü bir an bile ekranlardan ayırmıyor, sadece askerlere komutlar vermek için konuşuyorduk. Gece ilerlerken enstitüden gelen iç karartıcı rapor aynı anda düşmüştü telefonlarımıza. Virüse karşı bir aşı geliştirmek için en iyi ihtimalle iki aya ihtiyacı olduğunu belirtiyordu enstitü. Bu da kabul etmek istemesek de Dr. Z.'in robot askerlerine düşündüğümüzden de fazla muhtacız demekti. Tara ikimizin yerine de ağzına gelen tüm küfürleri savurmuştu bir çırpıda.
Neyse ki Dr. Z. icadıyla ilgili haklıydı. Üç, dört saat geçmeden robotların neler yapabileceği açık şekilde ortaya çıkmıştı. Yaratıkları sıradan askerlerin asla başaramayacağı bir hızla etkisiz hale getiriyor, geride kalan yaralı insanlara ilkyardım uyguluyor, yorulmadan, bıkmadan, sorgulamadan avlanmaya devam ediyorlardı. Yaratıkların nereden, nasıl çıktıkları muallak olduğundan hala kayıplar yaşanıyordu elbette. Ama belki onda bir azalmıştı verdiğimiz zayiat.
"Hadi Noah," dedi Tara saat gece yarısına gelirken. "Git ve biraz dinlen. Bu gece ben buradayım."
"Buna gerek yok," dedim hemen bedenim kesinlikle aksini söylediği halde.
Tara yandan ters bir bakış atmıştı bana. "Günlerdir uyumadığını biliyorum. Muhteşem genlerinle insanüstü bir şey olduğunun farkındayım, ama inan senin bile bir sınırın var. Ve ben komutanın olarak gidip dinlenmeni, yarın sabah da çakı gibi görevinin başında olmanı emrediyorum."
Gayriihtiyari dudaklarım aralandı itiraz etmek için. Tara dik dik yüzüme bakarken ise tek kelime bulamamış, sadece başımı sallayabilmiştim. "Telsizimi açık bırakacağım," dedim. "Bir şey olursa..."
"Bir şey olursa ben buradayım Noah."
Bir başkası, mesela Osvald olsa senin yaşın kadar askerlik yaptım ben diyerek bana konumumu hatırlatır ve konuyu kökünden kapatırdı. Oysa o Tara'ydı. Söyleyeceğini söylemiş, söylemediklerini bakışlarına saklamış, sonra da önüne dönüp bilgisayarları kontrol eden askerlere yeni komutlar vermişti. Haklı olduğunu da itirazlarımın yersiz olacağını da biliyordum. O yüzden başka laf etmeden sessizce odadan çıktım ve otoparka yürüdüm. Yalan yok, sahiden de yorgunluktan canım yanıyordu artık. Hiçbir zaman çok uyumazdım zaten, ama gözlerimi kapatıp şöyle birkaç saatliğine karanlığa dalmak... Ah, işte bu her şeyi değiştirebilirdi.
Bu düşünceyle sürdüm arabayı kuleye. Eve ulaşıp asansörle odama çıktığımda yatağa yaklaştığımı hissetmişçesine iyice kendini bırakmıştı kaslarım. Gözlerimi zar zor açık tutuyordum artık. Kendimi Mary'nin neşeli karşılamasına hazırlayarak açtım kapıyı, oysa akıllı oda sistemim bugün sessizdi. İki saniye sürdü bunun nedenini anlamam. Kapalı perdeler, düşük ısı, fonda çalan rahatlatıcı dalga sesi... 'Yatağımda biri var!' oldu beynimin verdiği ilk sinyal. İkinci ve daha mantıklı tepkisi 'Jess yatağımda uyuyor'du. En önemli soruysa sona kalmıştı. 'Jess'in benim yatağımda ne işi var?'
Odanın ortasına doğru birkaç adım attım. Kayarak kapanan kapı neredeyse hiç ses çıkarmamıştı, yine de Jess'in gözlerini açıp beni fark etmesine yetmişti. Muhteşem! Uyumak kadar basit bir zafer bile kolayca gelmeyecekti demek bu gece bana.
"Ty?" dedi Jess elinin tersiyle gözünü ovalayıp. Saçlarını geri savurup doğrulmuştu anında. "Sonunda geldin... Tüm gece seni bekledim."
Mary'nin onu neden içeri aldığını tahmin edebiliyordum elbette. Geçmiş verilere bakarak Jess'i yakın arkadaşlar, hatta sevgili kategorisinde gruplamış olması da odada olmamama rağmen ona giriş izni vermesi de normaldi. Zaten asıl sorum bilgisayara değil karşımdaki kızaydı.
"Neden buradasın Jess?"
Kaşlarını çatıp gülümsedi Jess şaşırmış gibi. "Neden mi buradayım?" Yataktan kalkıp karşıma gelmişti iki saniyede. Kolları anında boynuma uzandı ama ben ondan hızlıydım. Bileklerinden yakalayıp ellerini aşağı indirdim.
"Yapma Jess, lütfen. Gerçekten çok yorgunum. Biraz dinlenmem lazım."
"Ty..." dedi Jess sanki beni duymamış gibi iyice dibime sokulup. Bileklerini bırakmamla bu kez ceketimin yakasına kaymıştı elleri. "O yüzden buradayım ya zaten. Senin neye ihtiyacın olduğunu benden iyi kim bilebilir, ha?"
Belki bir zamanlar için Jess'in bu söylediği doğru olabilirdi. Gerçekten beni sevdiği, bana değer verdiği zamanlar için... Tabi öyle bir an hiç olduysa... Şimdiyse ona baktığımda sadece hırslı bir kadın görüyordum. Elinden kaçırmamak için sıkıca tutunduğu bir oyuncaktım onun için ve inatla denemeye devam ediyordu.
"Seni merak ediyorum Ty," dedi tüm yılanları deliklerinden çıkartabilecek bir işveyle. Uzanıp dudağımın kenarına çok minik bir buse bırakmış ve öylece durmuştu. Sıcaklığı yanağıma değen burnundan tatlı tatlı akıyordu içime. Ne şanslıydım ki bedenimin tüm çağrılarına rağmen aklım üstündü bu gece. Onu iki kolundan tutup kendimden uzaklaştıran iradem Jess'i bile afallatmış gibi görünüyordu.
"Beni merak etme Jess!" dedim tüm kararlılığımla. "Beni düşünme, benimle ilgilenme, gecenin bir yarısı odama gelme! Sana defalarca kez söyledim. Sen ve ben... biz artık birlikte olamayız. Zorlamayı bırak, ne olur! Bu sadece daha çok hırpalıyor ikimizi de."
Jess'in şehvetli bakışlarının yerinde öfke vardı şimdi. "Asıl ayrı olmak bizi mahvediyor!" dedi sinirle gülüp. "Görmüyor musun Ty? Biz... birlikte güçlüyüz. Bir Noah ve bir Krol. Babalarımızın yan yana neler başardığını düşün. Bizim el ele neler yapabileceğimizi düşün!"
İşte şimdi sinirlenme sırası bendeydi. "Bu bir politika oyunu değil Jess!" dedim dişlerimi sıkıp. "Ben de senin kazanıp kaybedeceğin bir koltuk değilim! Gerçekten sana aşık oldum ben. Senin de öyle hissettiğini sandığım için yaptığın hatalara rağmen tekrar tekrar şans verdim bize. Ama bu iş bitti Jess. Ve eğer zorlamaya devam edersen kalbini istemeden öyle kıracağım ki birbirimizin suratına bakabileceğimiz bir arkadaşlığımız bile kalmayacak."
Sözlerim, sesimdeki tını, bakışlarım... hangisi daha etkiliydi, hangisi karşımdaki kadına derdimi anlatmamı sağlamıştı bilmiyordum; ama Jess kaskatı bir suratla gerilemişti sonunda. Ağzını açtığında ise rahatlamak için biraz fazla acele ettiğimi anladım.
"Belli ki kafan karışık Ty," demişti Jess. "Anlıyorum, pek çok şey oluyor şu an. Söylediğin gibi olsun. Madem senden uzak durmamı istiyorsun, sana istediğini vereceğim. Ama..."
"Jess..."
"Ama..." diye bastırdı beni konuşturmadan. "Eninde sonunda sen de göreceksin Ty, gelecekte sadece sen ve ben varız. Sadece sen... ve ben!"
Ve sonra bu öngörüsünü destekleyecek kadar özgüvenli bir ifadeyle bana gülümseyip odadan çıktı. Bir sanatçıydı Jess, halbuki bir politikacı olmak çok daha fazla yakışırdı karakterine. Bir iki dakika içinde, sadece üç beş sözle sistemimi allak bullak edip kafamı karıştırmayı başarmıştı. Yine de... bir çuval gibi kendimi yatağa bıraktığımda en azından ona karşı durmayı başardığım için gururluydum. Garipti ki belki de ilk kez zorlanmamıştım hayır derken. Bir zamanlar tüm dünyam Ark'ın korunaklı duvarlarının içindeyken gördüğüm tek güneş oydu. Oysa Jess'in saçtığı sahte ışığı gölgeleyecek o kadar çok şeye tanıklık etmiştim ki o duvarların ötesinde... gerçekler hiç olmadığı kadar netti artık.
Gözlerimi yumup avuçlarımı üstlerine bastırdım. Üzerimdekileri bile çıkarmadan uyumaya hazırdım artık. Gel gör ki sadece beş saniye sürmüştü huzur. Mary'nin hiç özlemediğim sesi varlığını hatırlatırken aynı anda kapı açıldı. Lanet olsun Jess! diye geçirdim içimden, asla pes etmiyordu. "Neden anlamıyorsun Jess?" dedim bir hışım doğrulup. Ama eşikten bana bakan onun yeşil gözleri değil kardeşiminkilerdi.
"Jess?" diye tekrarladı tek kaşını kaldırıp. Gözleri bir an odada dolanıp eski sevgilimin varlığını aramıştı. "Mary'den odaya döndüğünde haber vermesini istemiştim. Mesajı alınca konuşuruz diye geldim, ama... eğer müsait değilsen..."
Doğrulup yatağın kenarına oturdum. "Bu saatte uyuyor olman gerekmiyor mu senin?"
Yüzündeki yorgun ifadeye, aşağı sarkmış omuzlarına ve karman çorman olmuş saçlarına bakarak sahiden de onun hayrına olurdu uyuyor olması. Ama gecenin bir yarısına kadar beni beklediğine göre bir derdi olmalıydı minik kardeşimin. Elleri cebinde yanıma kadar gelip yatağa bıraktı kendini.
"Neler oluyor?"
Dudağı hemen bir kenara kaymıştı Lee'nin. "Can sıkıcı şeyler..." dedi iç çekerek. "Şu yaratık konusu... Her şeyi mahvetti."
Pek çok anlama gelebilecek her şeyin ne olduğunu anlamak için onun suratına baktım. Ama kardeşimin vahşice ölmüş insanlardan, yaralı askerlerden ya da korku içinde yaşamak zorunda kalmış koca bir dünyadan bahsettiğini sanmıyordum.
"Hayatımda ilk kez gerçekten başarılıydım Ty," dedi bakışlarını yere dikip. Kucağındaki elleri parmaklarını çekiştiriyordu gerginlikten. "Bir defa olsun babamın gözünde bir çöp, istenmeyen bir evlat değildim. Yüzlerce... hayır binlerce insan benim merkezime akın etti. Sadece bir haftada! İsmimi yazmayan, başarımı konuşmayan kimse kalmamıştı basında. Ve şimdi... her şey yine alt üst oldu. Tüm modifikasyonlar bir gecede yasaklandı biliyorsun."
Biliyordum elbette. Enstitü daha ilk gün vermişti tavsiyeyi ve konsey de anında çıkarmıştı yasak kararını. Virüsün sadece modifiye edilmiş insanları etkilediği düşünülürse bundan daha akıllıca bir adım var mıydı, bilmiyordum. Ama kardeşim benimle hemfikir değil gibiydi.
"Modifikasyon olmadan boş bir binadan farksız o merkezler," dedi sıkıntıyla. "Birkaç aptal oyun ve partiyle insanları oraya çekemem."
"İnsanların eğlenmekten daha büyük dertleri var şu an Lee."
"Biliyorum," dedi hemen beni kızdırdığını fark edip. "Demek istediğim... Böyle boş duramam. Artık değil... Sen her gün sokaklardasın, o yaratıklarla savaşıyorsun. Benim de bir şeyler yapmam lazım Ty. Bana yardım et."
Kaşlarım çatılmıştı. "Orduya katılmaya mı karar verdin şimdi de?"
Gözlerini devirdi Lee. "Kafamı dışarı çıkardığım ikinci dakika ölürüm ben," dedi bezgince.
"O halde ne istiyorsun benden?"
Derin bir nefes aldı ve bacağını kendine çekip tamamen bana döndü. "Dr. L.'i görmem lazım, ama tüneller yaratık kaynarken o laboratuvara canlı bir şekilde asla ulaşamam. Tabii sen bana yardım etmezsen?"
Kesinlikle neden bahsettiğini anlamamıştım. "Dr. L. ile ne yapacaksın ki?"
Yeniden sesli bir nefes verdi Lee ve sanki her kelimeyi dikkatle seçiyormuş gibi tane tane anlatmaya başladı. "Biliyorum, virüs için çare bulacak biri varsa o da Dr. L. Enstitünün yayınladığı rapordan haberim var, iki aydan önce bir halt edemeyeceklerini söylüyorlar. Ama Dr. L.... o bunu çok daha çabuk başarabilir Ty. Ve eğer ben onu ikna edebilirsem... ilacı benim ekibim bulmuş gibi gösterebilirim. Adamlarımın hepsi modifikasyoncu, kimse bunu garipsemez. O zaman da..."
"Lee," dedim hayretle sözünü kesip. "Ne dediğinin farkında mısın sen? Bu bir pazarlama oyunu değil, insanlar hastalanıyor, insanlar ölüyor! Dışarıda lanet olası bir savaş var!"
"Evet, evet biliyorum tabii ki!" dedi Lee panikle. "Bu belanın bitmesini senin kadar ben de istiyorum. Tek dediğim, eğer bunu yapan ben olursam... işler benim için tamamen değişir! Bana şüpheyle bakanlar bile başarımı kabullenmek zorunda kalır. Babam beni kabullenmek zorunda kalır. Bunun benim için ne anlama geldiğini göremiyor musun?"
Görmeye çabalıyordum. Hayatım boyunca arka plana atılışını izlediğim kardeşimin neden böyle bir yalana bel bağlamak isteyeceğini anlamaya zorluyordum kendimi. Ama... o nasıl göremiyordu gerçeği? Bunun bencilce kendini düşünebileceği bir konu olmadığını nasıl anlamıyordu?
"Bana yardım edecek misin?" diye sorduğunda yataktan kalktım daha fazla kendimi tutamayıp ve odanın içinde ileri geri yürüdüm. Muhtemelen ne cevap vereceğimi düşünüyordu Lee, o yüzden de merakla öne kaymıştı oturduğu yerde. Oysa benim cevabım belliydi. Sadece bunu kardeşimi en az sinir edecek şekilde söylemenin yollarını arıyordum. Sonunda durup çalışma masasına yaslandım.
"Bak Lee..."
Ona itiraz edeceğimi anlamış olmalıydı çünkü şimdi o da ayaktaydı. "Bana yardım edeceksin Ty! Sen benim abimsin!"
"Senin için her şeyi yaparım Lee, bunu biliyorsun. Hayatın babamın karşısında alacağın bir zaferden çok daha önemli benim için. Ve bu yüzden seni ellerimle böyle bir tehlikenin içine asla sokmam. Daha kendimi nasıl koruyacağımı bile bilmiyorum o tünellerde!"
Lee sinirle güldü. "Madem bu kadar tehlikeli, kendin neden gidip duruyorsun laboratuvara o halde, ha? Kaç kez ziyaret ettin doktoru bu hafta Ty? Üç mü? Beş mi? Her gün mü? Bu kadar mı zor bir kere olsun kardeşini yanına almak? Tonla askerinden üç beş tanesini yanıma vermek bu kadar mı imkansız?"
İşte şimdi gerçekten canımı sıkmaya başlamıştı Lee. Üslubu, sesi, suratındaki şu çocuksu, şımarık inat... Anlıyordum, korkularıydı ona böyle saçma sapan şeyler yapmaya iten ama... çenemin kasılmasına engel olamamıştım. Ona her şeyi anlatmış olmama, Misha'nın başına gelenleri, durumunu, bunun benim için ne anlama geldiğini bilmesine rağmen karşıma geçmiş ahkam kesiyordu. Hem de neden? Onu korumaya çalıştığım için mi?
Bir hışım ona doğru yürüyüp karşısında dikildim. "Benim orada ölümle savaşan bir askerim var Lee! Misha'nın şu an o laboratuvarda hayatı için mücadele ediyor olmasının tek nedeni benim. Oraya her gidişimde bir savaşa hazırlanır gibi kuşanıyorum ben. Karşıma bir yaratık mı çıkacak, üç mü, beş mi, kendimi koruyabilecek miyim, yoksa o mahlukların yemeği mi olacağım bilmiyorum! Buna rağmen tek bir asker almadım yanıma. Neden sence? Çok mu güçlüyüm? Çok mu yenilmezim? Hayır, Lee. Başka birinin daha benim yüzümden zarar görmesine katlanamam da ondan!"
Sinirden arkamı döndüm. Ama atamamıştım öfkeyi içimden. İki adım sonra yeniden kardeşimin önündeydim. "O çok güvendiğin Dr. L. şu son bir haftada o tünellerde kaç adamını kaybetti haberin var mı?" diye bağırdım. "Onlarca Lee! Onlarca masum insan... Sence bir çözümü olsa önce kendi ekibini korumaz mıydı? Yok işte! Kimsenin bu lanet virüsü durdurmak için yapabileceği bir şey yok henüz! Ama olsaydı da bunu kim bulmuş zerre umurumda olmazdı! Çünkü önemli olan tek bir şey var, o da bu lanetten kurtulabilmek! Bencilliği bırak da etrafına bak azıcık!"
Nefes nefeseydim sinirden. Kan beynime sıçramıştı resmen. Lee ise hayal kırıklığıyla ve aşağı sarkmış dudaklarıyla beni izliyordu öylece karşımda durmuş. Bir süre konuşmadan suratıma bakmayı sürdürdü. Kafasında kendi kendine diyaloglar kuruyor olmalıydı, çünkü başıyla onaylayıp geri adım atmıştı sonunda.
"Anladım, tamam," dedi gözlerini odada gezdirip. "Bana yardım etmeyeceksin." Ben ona itiraz edemeden elini göğsüme koydu. "Seni seviyorum Ty. Senin de beni sevdiğini, beni korumaya çalıştığını biliyorum. Ama sen ve ben... bizim verdiğimiz savaş hep başka olacak. Hayatın boyunca hiçbir zaman kendini düşünmen gerekmedi senin, çünkü bunu senin için yapacak tonla insan vardı hep etrafında. O yüzden başkaları için ortaya atıp duruyorsun kendini. O yüzden devamlı kahraman olmaya çalışıyorsun. Oysa ben... Ben kendimi düşünmek zorundayım abiciğim. Ve düşüneceğim de. Senin yardımınla ya da sensiz..."
"Saçmalama Lee!" dedim ona karşı çıkmak için.
Ama kardeşimin daha fazla beni dinleyesi yoktu. Tam o an saatim titrememiş olsa onu durdurup edeceğim sözlerle gerçek bir kavga başlatabilirdim. Oysa gelen mesaj öyle önemliydi ki Lee kapıya ulaşıp koridora adım attığında bile gözümü ekrandan alamamıştım. Aptal bir ifadeyle ve aralık kalmış dudaklarımla öylece baktım bileğime saniyelerce. Duymak için günlerdir beklediğim, geceleri uykusuz geçirdiğim haber sonunda yer altından gelmişti. Hem de iki kısa kelimeyle...
O uyandı.
***
-BÖLÜM SONU-
Veeee hikayemize bir doktor daha girer. Hemde koca robot ordusuyla birlikte. Dr.Z. hakkındaki düşüncelerinizi tam buraya almak isterim. Tahmin edeceğiniz üzere kendisi hikayemizde peeek önemli olacak.
Sonra da biraz Lee'yi çekiştirelim. Onu anlayıp hak verenleri de Tyron gibi bencil bulup kızanları da duymak istiyorum. Hatta durun bir oylama yapalım en iyisi mi. Hadi seçin bakalım:
a) Lee'nin yaşadıklarını düşününce böyle davranması mantıklı
b) Geçmişi ne olursa olsun Lee çocukça ve bencilce davranıyor.
Sonraki bölüm biraz ortalığı ısıtayım diyorum. Kıvılcımlar, alevler, yüksek tansiyon, kalp çarpıntısı... Sizce bu ısı nereden gelir? Hadi tahminleri yazın baakalım ;)
Şimdilik öpeyorummm. Allah arayı açtırmasın, amin amin amin!
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top