Bölüm 15
GÜZEL PAZARLAAAAR OKURLARIMMM,
Çooook zor bir haftaydı, siz de hissettiniz mi? Tüm gezegenler üstüme oturdu resmen :(
Neyse ki her şeyi unutturacak bir bölümle geldim. AYYYYY! Valla yazmaktan en keyif aldığım bölümlerden biri oldu. Umarım siz de okurken aynı heyecanı hissedersiniz. Tam bölüme uygun hastalıklı bir şarkı bıraktım multimedyaya.
Hadi keyifle okuyun bakalım ve booolca yorum yazın bana. Bu pozitif enerjiye ihtiyacım var!
E.Ç.
***
People dancing on the people, I got people on the people
***
BÖLÜM 15
Tyron
Berbat bir fikirdi bu. Berbat, berbat, berbat! Hangi akla hizmet Lee'ye uymuştum, nasıl ve neden onun planlarına alet olmuştum bilmiyordum. Ama buradaydım işte. Teneke şehirde, on üçüncü bölgenin girişinde, marketin ağzında... Göğsümdeki askıya uzanıp silahımı çıkarmamak için yumruklarımı sıkıyordum resmen. Etrafımda hareket eden her şey potansiyel bir tehditti benim için. Bizi indirip yeniden havalanan aracı geri çağıracaktım nerdeyse, ama Lee çoktan kalabalığa doğru bir adım atmıştı. Ah... bu kadar rahat olduğu için bile şu an onu öldürebilirdim.
Markete gitmemiz gerektiğini söyleyen mesajı attığında elbette bunu gizlenerek, farklı kimliklerle ve sadece gözlem amaçlı yapacağımızı düşünmüştüm. Ama sevgili kardeşim -ve akıl hocaları- yüzen şehrin halkına korkmadığımızı göstermemiz gerektiğini düşünüyordu. Onların arasına karışmalı, sözlerimizde samimi olduğumuzu göstermeliydik. O yüzden basın açıklamasının üstünden bir gün geçmeden buradaydık zaten. Bir kaçamak değil, reklam kampanyasının planlı bir bacağıydı bu ziyaret. Fikrin de Lee'den çıktığını hiç sanmıyordum.
En azından son anda elimden gelen müdahaleyi yapmış, aklıma gelen tüm güvenlik önlemlerini aldırmıştım. Alfa ekibi olası bir sıkıntıda müdahale edebilecek mesafede, sivil kıyafetleri içinde hazır bekliyordu. Gün içinde tünellerden geçip marketin ve teneke şehrin önemli noktalarına yerleşmiş, yanlarında getirdikleri yeni nesil dronları aktive etmişlerdi. Karadan da havadan da korunuyorduk yani. Kartalların da duvarın ardında hazır beklediği düşünülürse olası bir problemde zarar görenin biz değil teneke halk olacağına neredeyse emindim. Yine de... bu gerçekler kardeşim ve en iyi arkadaşımla kurtlar sofrasına dalmak üzere olduğum gerçeğini değiştirmiyordu maalesef.
"Bir daha saçmaladığımda beni vazgeçirmek için daha ısrarcı ol, olur mu?" dedi Will diğer yanımda. Gözleri geceyi aydınlatan parlak renklerin arasında dolaşırken büyülenmekle dehşete düşmek arasında kalmış gibiydi.
Haklıydı tabii ki. Benim de daha önce şahit olduğum hiçbir şeye benzemiyordu karşımızdaki manzara. Sağlı sollu dizilmiş dükkanların ve tezgahların oluşturduğu bir labirentti market. Gözün takip edemeyeceği kadar devasaydı. Şehrin kalanı gibi üst üste yığılmıştı burada da teneke kutular, ama üzerlerindeki ışıklı levhalar, neon yazılar ve hareketli hologramlarla paralel bir evren gibiydi. Havadaki kokunun kaynağının çoğunlukla yosun olduğunu biliyordum, ama birbirine karışan tonlarca başka şey daha vardı. Baharatlar, küf, yanmış plastik, ter, seks...
"Ana girişte en uyduruk tezgahlar olur," diye açıklıyordu o sırada Lee. "Asıl eğlence ilk kısmı geçince. Sol taraf alışveriş için daha çok. Kaçak mallar, yiyecekler, makinalar, robotlar, bolca yosun... O yüzden biz sağa gideceğiz. Eğlencenin kalbine... Kumar, fuhuş, çılgın partiler ve elbette çukur!"
Will ve benim ilk ziyaretimiz olduğu düşünülürse bize göre marketin müdavimi sayılırdı Lee. Ama verdiği değerli bilgileri dinleyemiyordum. Başımızın üzerini boydan boya saran kabloların ve aralarına serpiştirilmiş ekranların altından ağır ağır yürüyorduk. Reklamlar, müzik klipleri, filmlerden sahneler ve... bizim görüntülerimiz dönüyordu miladı dolmuş televizyonların içinde. Dünkü şovumuzdan daha önemli bir şey yoktu haberlerde gösterilecek elbette. Yüzüm birden fazla ekranda parlarken insanların bizi tanımayacağını ummak büyük bir hayaldi korkarım. Zaten attığımız her adımla daha fazla baş üzerimize çevriliyor, fark edenler etrafındakileri dürtüp bizi işaret ediyordu. Balkonlardan sarkan insanlar, tezgahların ötesinden kafasını uzatanlar, dükkanların kapısına çıkanlar... Beş, on metre sonra markete geldiğimizden haberi olmayan kimse kalmamıştı.
"Lee..." dedim yavaşlaması için onu uyarmaya çalışarak. Ya topallayarak üzerimize gelen adamı fark etmemişti ya da umursamayacak kadar iyi niyetliydi. Elim bu kez sahiden ceketimin içine uzandığında "Sakın aptalca bir şey yapma!" dedi sessizce. Ve ben ona asıl aptalın kendisi olduğunu söyleyemeden yabancıya doğru ilerledi.
Kambur adam gülerek "Minik fare!" deyip kardeşime sarıldığında Will de ben de olduğumuz yerde kalakalmıştık. Yabancıyı yere sermenin yöntemlerini listelemekle meşgul olan beynim gördükleri karşısında felçti şu an. "Bir haltlar karıştırdığın belliydi zaten," dedi adam şakadan Lee'nin karnını yumruklayıp. "Ama bu kadarı... vay be! Bir Noah ha? Minik fare bir Noah... Noah aslında minik bir fare!"
Omuzlarını yukarı kaldırdı Lee. "Üzgünüm Lockey. Kim olduğumu söyleyemezdim."
Daha çok kahkaha attı adam. Eski kıyafetleri gibi kirli bir yüzü, sakalına karışan bıyıkları ve her ağzını açtığında parlayan kırık dişleri vardı. Kamburluğunun nedeninin boynundaki kolyeden sarkan dev anahtarlar olduğunu düşünmeden edemedim. Sol yanağındaki kesik de sağ şakağındaki göçük de teneke şehirde yaşamanın mükafatı olmalıydı. Kısık gözleri bana çevrilince kocaman açıldı ve dudakları öne uzadı.
"Ooo... Demek gerçek ha... General... sahiden de burada." Yeniden kahkaha attı. İnanamıyormuş gibi bir Lee'ye bir bana baktıktan sonra "Millet!" diye bağırmıştı kollarını yukarı kaldırıp. "Duyduk duymadık demeyin! Noah kardeşler burada! Babalarının içine sıçtıkları hayatımızı düzeltmeye geldiler!" Daha fazla kahkaha attı adam. Bir çığlığı andırıyordu artık gülüşü. Akıl sağlığı mı bozuktu yoksa yosunun etkisinde miydi kestiremiyordum. Belki ikisi birdendi ve şu an hiçbir önemi yoktu bu ayrımın. Varlığımızı hala saklayabileceğimiz bir iki kişi vardıysa da ziyaretimizi bilmeyen kimse kalmamıştı sayesinde.
İki çocuğun marketin içine doğru koşturduğunu gördüğümde haberin düşündüğümden de hızlı yayılacağını anlamış oldum. Soru şuydu, saatime dokunup tüm birlikleri harekete geçirmeli ve bu şaklabanlık yanlış yerlere gitmeden müdahale etmeli miydim? Mantığım kesinlikle evet diye haykırıyordu. Ama benim ve beti benzi atmış Will'in aksine oldukça rahattı Lee.
"Evet bu doğru," dedi kendinden emin bir tebessümle. "Abimle tanış Lockey. Tyron Noah. Ve Ty, bu da Lockey. Marketin gözü, kulağı ve..."
"Taşakları..." diye tamamladı Lockey gözlerini kocaman açıp. Beni aşan bir espri anlayışı olmalıydı, çünkü şimdi yeniden delice gülüyordu. "Hizmetinizdeyim general," dedi abartılı bir serenatla öne eğilip. Alay ettiğinin farkındaydım elbette. Burada rütbemin hiçbir önemi olmadığını gözüme sokmaya çalışıyordu aklınca.
Lee boynumda şişen damarı fark etmiş olsa gerek aramıza girip kolunu dostane bir tavırla adamın omuzuna attı ve ilgiyi yeniden üzerine çekti. "Duydukların doğru Lockey. Ben ve abim size yardım etmek için buradayız. O yüzden onca zaman kimliğimizi saklamamız gerekti. Aranıza karışmamızın ve buradaki durumu anlamamızın başka yolu yoktu. Ama daha fazla saklanmak yok, çünkü artık icraata geçme zamanı. Öyle değil mi?"
Lee bilerek sesini yükseltmişti sona doğru. Gözleri etrafımızda sayıları her an artan kalabalığı dolandı sanki onlara hitap ediyormuş gibi. Lockey yine abartılı bir neşeyle ellerini birbirine çarptı.
"Minik fareye de bak sen! Daha dün doktorun kanatlarının altında bir kuzuydu, bugün dünyayı değiştirebileceğini sanan bir kurt olmuş."
"Aslına bakarsan..." dedi Lee. "Kurt olan abim. Ben... sadece Leroy'um. Ama haklısın Lockey." Onun gibi gözlerini kısıp bir sır verir gibi sesini alçalttı. "Dünyayı değiştirebileceğime inanıyorum. Ve bugün buraya ilk adımı atmak için geldim."
"Marketten adam işe alacağın doğru mu?" diye bağırdı kalabalıktan biri.
Başıyla onaylamıştı kardeşim. "Kurduğum merkezde yetenekli insanlara ihtiyacım var. Ve burada pek çok yetenekli insan var."
"Peki ya askerler?" diye sordu bir başkası. "Dronların yerini alacaklar mı sahiden?"
Lee suratıma baktığında cevap vermesi gerekenin ben olduğumu anladım. Keşke dudaklarım dahil tüm bedenim stresten kaskatı olmasaydı. "Evet alacaklar," dedim konuşan kıza dönüp. "Bundan böyle benim ekibim şehrin güvenliğini sağlayacak."
"Ve biz de ekibine katılabileceğiz, öyle mi?"
Güzel, basın açıklamasını duymamış kimse kalmamıştı demek. Heyecanla bağıran oğlana döndüm. "Burada yaşayan sizsiniz. Bu şehri sizden daha iyi kimse koruyamaz. O yüzden, evet. Bu ekibe katılabileceksiniz. Bir seçme yapılacak."
Heyecanlı bir uğultu yükseldi kalabalıktan. Biri "Bize de kanat takacak mısınız peki?" diye bağırdığında kahkahalar takip etmişti sözlerini. Onca insanın arasında onu bulabileceğimi düşünmüyordu, o yüzden başımı tam ters yöne çevirip doğrudan gözlerinin içine baktığımda gülüşü yarım kaldı suratında.
"Hayır," dedim. "Benim askerim olmayı hak etmişsen, karşındakini alt etmek için bir kanada ihtiyacın yok demektir."
Yine mırıltılar birleşip uğultu oldu. Belki de biraz daha politik konuşup bu insanları etkilemeye çalışmalıydım. Ama sözlerimi ikinci kez düşünmeme fırsat kalmadan Lockey dibime sokulmuştu. Kokumu duymaya çalışan bir köpek gibi burnunu uzattı suratıma doğru.
"Güzel konuşuyorsun general..." dedi kırık dişlerini göstererek. "Ama bu süslü sözlere ihtiyacın yok burada. Sen zaten bir halk kahramansın!" Kıkırdayarak iyice sokuldu dibime. "Mike'ın oğlanı kurtardığını duymayan kalmadı. O çocuk için suya dalman, akreple mücadelen falan... Nasıl böyle elini kolunu sallaya sallaya marketimizde dolanabildiğini sanıyorsun ha?"
Yeniden kahkaha attı Lockey. Tamam, fazlasıyla sinir bozucu bir hal almıştı bu durum. Beni tehdit mi ediyordu yoksa iyi bir şey mi söylüyordu onu bile anlayamıyordum. Bu noktada zayıflık gösteremeyeceğimden gözlerimi kırpmadan suratına baktım. İki saniye sonra beni iyice şaşkına çevirip koluma girmişti. Marketin içine doğru yürürken beraberinde çekiştiriyordu beni de.
"Minik fare ve sen..." dedi keyifle. "Marketimde bir onur konuğusunuz general. Şu yanınızdaki bebek surat da tabii... O gizlendiklerini sanan askerlerine gidip içki almalarını ve gecenin tadını çıkarmalarını söyleyebilirsin. Bugün burada kimse canınızı yakmayacak."
Tam bir acemilikti yaptığım, yine de bir anda durdum. Açıkça belli ettiğim şaşkınlığım kurnaz bir tebessüme yol açmıştı Lockey'nin dudaklarında. "Oh, evet general..." dedi bir sır verir gibi. "Aramızda dolanan askerlerinizden de tepemizde uçan dronlarınızdan da haberimiz var."
Hay lanet! Sahiden de marketin gözü, kulağı ve... taşaklarıydı demek Lockey. Nasıl izimizi sürdüklerini bilmiyordum. Fazlasıyla hafife almıştım teneke halkı korkarım.
"Aaa..." dedi Lockey küskün bir tebessümle. "Asma suratını general. Sana söyledim. Bugün canınızı yakmayacağız."
"Roy'u kurtardığım için?"
"Hem o... hem de... Şu büyük icraatlarınızın ne olduğunu göremeden ölseniz çok yazık olur." Zehirli bir kıvılcım çaktı gözlerinde. "İtiraf etmeliyim ki planlarınız oldukça ilgimizi çekti. O yüzden de... şimdilik size bir şey yapmamayı seçiyoruz. Umalım da teneke şehri hayal kırıklığına uğratmayın Noah kardeşler. Canı sıkılınca can sıkmak gibi kötü bir huyu var burada pek çoğumuzun. Ve sizin aklaması neredeyse imkansız, berbat bir soyadınız var."
İşte bu kez tehdit edilip edilmediğimi düşünmeme gerek yoktu. Bugün bize zarar vermemeyi seçmiş olabilirdi Lockey ve diğerleri. Ama gördükleri ilk sorunda, yaptığımız en ufak hatada bıçağı sırtımıza saplayacakları gerçeğini değiştirmiyordu bu. Sanırım şu an için bu gecelik güvende olacağımıza inanıp kendi yoluma gitmekten başka şansım yoktu. Yine de hak ettiği cevabı bu deli adama vermek için bir şey dürtüyordu içimde. Günlerdir uykusuz, acı içinde onlara yardımcı olmak için çalıştıktan sonra bu muamelenin damarıma basması normali sanırım. Bir kez daha acemice davrandığımı bile bile Lockey'nin tehdidi altında kalmamak için ağzımı açtım, ama Lee tam zamanında araya girip yol açacağım muhtemel kıyameti önlemişti.
"Merak etme Lockey. Göreceksiniz, biz gerçekten değişim için buradayız. Ve bu değişim harika olacak!"
Kardeşimin sözleriyle yeniden eski neşeli haline döndü Lockey. Çılgın kahkahalar atarak onun omzuna vurmuş ve "Öyleyse iyi eğlenceler Noah'lar!" diye bağırıp gerilemişti. "Unutulmaz bir gece olsun!"
Lee hareketlenmese Will de ben de onun arkasından bakmaya devam ederdik. Oysa az önce olanlar hiç yaşanmamış gibi Lockey'i olduğu yerde bırakıp marketin içine doğru yürümeye başlamıştı Lee. Yeniden sağı solu anlatıyordu az sonra. "Sizi direkt eğlenceye götürüyorum," dediğinde kolunu tuttum.
"O adamın karşımıza çıkacağını biliyor muydun?"
Omuz silkti Lee. "Elbette. Hiç kimse ve hiçbir şey markete Lockey'nin haberi olmadan giremez. Seni askerlerinle ilgili uyarmaya çalışırken demek istediğim buydu."
"Belki bir dahaki sefere ima etmek yerine doğrudan başımıza ne geleceğini söylemek istersin," diye homurdandı Will. Ona katılıyordum. Ama Lee eliyle havayı süpürmüştü.
"Rahatlayın! Duydunuz işte, kimse bir şey yapmayacak bize. Ayrıca, beni önceden de tanıyorlar. Doktorun ekibiyle birlikte olduğumu gördüler. Dr. L. bir ilahtır burada. Kolumuzu, bacağımızı kesmeden önce nezaketen de olsa ona mutlaka haber verirler. Yani... sakin olun çocuklar. Güvendesiniz."
Ona kızmak, hatta yere yatırıp bir güzel pataklamak istiyordum. Maalesef düşmanımız olması muhtemel onca yabancının arasında birbirimize girmemiz pek akıllıca değildi. Hem... garip bir şekilde haklıydı Lockey de Lee de. Tüm başlar takip ediyordu adımlarımızı; ama bir tehdit değil, garip bir saygı vardı insanların hareketlerinde. Selam verenler, öne eğilenler, gülenler, isimlerimizi bağıranlar...
"Hımm..." demişti Will on dakika sonra hala saldırıya uğramamış olmasının rahatlığıyla. "Bir çeşit pop star gibisiniz burada. Bunu beklediğimi söyleyemem."
Tam o an daldığımız sokakta dört bir yandan ismimizi bağırmıyor olsalar ona itiraz edebilirdim. Şimdiyse... pop stardansa bir av olduğumuzu düşünüyordum istemsizce. Kıpkırmızı bir sokaktı içinde olduğumuz. Marketin genelevleri sıralanmıştı yan yana ve binaların etrafını saran ışıklar alev alev yanıyordu. Yosun kokusu hiç olmadığı kadar yoğundu burada. Zaten havada asılı kalmış duman bir sis gibi sarmıştı önümüzde uzanan yolu.
Çıplak kadınların ve adamların hologramları şehvetli hareketlerle yoldan geçenleri içeri girmeye davet ediyordu. Sokağa dizilmiş gerçekleri ise müstehcen kıyafetlerle ve bozuk dilleriyle çok daha ısrarcıydı verdikleri hizmeti pazarlama konusunda. Türlü çeşit seks oyuncağı saçılmıştı yerdeki tezgahların üstüne. Göz ucuyla yakaladıklarım arasında hayal gücümün bile tahmin etmekte zorlandığı objeler vardı. Neyse ki yol boyunca asılmış ekranlarda dönen filmlerin ufuk açıcı, hatta öğretici bir yanı olduğunu söyleyebilirdim.
"En azından iyi düşünülmüş bir tüketici deneyimi olduğunu söyleyebiliriz," dedi Will. Hayretle vitrinlerin içinde kendilerini teşhir eden hayat kadınlarına bakıyordu ki yandan gelen sesle sıçradı.
"Buraya gel yakışıklı!" demişti köşede dikilen oğlanlardan biri. Topuklu ayakkabısı, pantolonu ve boynundaki zincirler dışında üstünde hiçbir şey yoktu. Ayakta bile zor durduğundan yanındaki çocuğa garip bir açıyla yaşlanmıştı.
Bir başka kız katıldı ona balkondan. "Buradayım general! Beni uçurmaya ne dersin? Tabii ben seni uçurduktan sonra..."
Ve sonra bir başkası, bir başkası ve bir başkası eklenmişti onlara. İçlerinden biri Lee'ye sarılmaya kalktığında içgüdüsel olarak öne uzanmıştım ki Lee nazikçe kızın ellerinden kurtuldu.
"Eğlenceden kastın bizi fuhuş yuvasına getirmek miydi?" dedim tüm aksiliğimle.
Gözlerini devirip somurttu Lee. "Çukura başka yerden gidilmiyor. Ayrıca, ben kendimi acemi sanırdım, ama siz de pek umut vadetmiyormuşsunuz."
"Eve dönünce bunu bir daha konuşalım minik fare!" dedi Will Lockey'nin aksanını taklit ederek. Kimse ama kimse onun gecelerdeki hızını sorgulayamazdı. Bilmediği bir yerde, potansiyel düşmanların arasında olsa bile... Kızlar, oğlanlar... arkadaşımın kime, nasıl, ne zaman ilgi duyduğunu ben bile takip etmeyi bırakmıştım. O yüzden o delice bir inatla kendini kanıtlamaya kalkmadan buradan çıkmalıydık.
Neyse ki sokağın sonunu görebiliyordum. Atılan lafları ve üç dört fiziksel sataşmayı da Lee'nin sakinliğiyle ekarte ettikten sonra sonunda kırmızı dünya ardımızda kalmıştı. Görünmez bir perde vardı sanki genel evleri şimdi içine daldığımız renk cümbüşünden ayıran. Mor, pembe, yeşil neonlarla parlıyordu bu kez önümüzdeki sokak. Marketin girişindeki ışıklar, ekranlar, levhalar sadece bir ön izlemeydi buraya kıyasla. Sokağın her köşesi hareket ediyor, yanıyor, parlıyor, bir kalp gibi atıyordu şimdi. İnsanlar, robotlar, dükkanlar... Nereye bakacağımı şaşırmıştım resmen. Havadaki elektrik tenimi karıncalandırıyordu. Uzaktan da gelse techno müziğin sesi insanın kanını kaynatacak kadar kuvvetliydi.
"Tamam..." dedi Will ilgiyle etrafı incelerken. "O kadar da fena bir fikir olmayabilir buraya gelmek."
Muhtemelen bu yorumu yapmak için fazlasıyla erkendi. Zira her adımımızda farklı bir ilginçlik çıkıyordu karşımıza. Sahiden de eğlencenin kalbine sürüklüyordu Lee bizi peşinden. Müziğin yükselen şiddeti gibi tehlikenin boyutu da artıyordu bir sokaktan diğerine geçtikçe. Tezgahların başında robotlarla düello yapan çocuklar çıkmıştı önce karşımıza. Masum bir panayır oyunu gibi görünüyordu buradaki oyunlar.
İki sokak sonra artırılmış gerçeklik odaları gelmiş, eğlencenin rengi değişmişti. Gözlükler, kafalarına taktıkları kasklar ya da oyunun içine tüm duygularıyla girmelerini sağlayan tulumlarla kendilerini kaybediyordu insanlar sanal dünyaların içinde. Yan yana dizilmiş odaların her birinin önüne toplanmış kalabalık ekranlar sayesinde anbean oyuncunun gözünden izliyordu yaşadığı macerayı. Dev örümceklerle savaşan bir çocuğun midesini deşen kıskaçla öldürülmesine şahitlik ettiğimizde istemsizce duraksamıştık Will ile.
Çocuk ağzından salyalar fışkırarak odadan çıkıp arkadaşlarının kollarına yığıldığında "Ona ne oldu?" diye sordu Will şok içinde.
"Bir şeyi yok," dedi Lee umursamadan yürümeye devam edip. "Kafa yapsın diye verdikleri ilacı kusuyor. Yarım saate toparlanır."
Çatık kaşlarla birbirimize baktık Will ile. Ama herhangi bir absürtlüğü uzun süre düşünemiyordu markette insan. Daha az önceki oğlanın etkisinden çıkamadan kumarhaneler sokağına girmiştik bile. Bir anda gece çökmüştü sanki üzerimize. Koyu mor ışıklar dışında neredeyse karanlıktı sokak. Belki de özellikle gözlerden saklanmak istemişti yaşananlar. Binaların önünde silahlı adamlar bekliyordu. Tam biz geçerken iki adamı ölesiye dövüyor olmasalar onların göz korkutmak için yerleştirildiklerini düşünebilirdim. Oysa en sanal oyunun bile fazlasıyla gerçekçi sonuçları vardı bu karanlık dünyada. Hiçbir kanunun seni korumayacağını bile bile böyle bir yere neden gelirdi insan anlayamıyordum.
Bir an dayak yiyen adama yardım edecek olduğumda "Yapma," diye uyardı Lee. Devam edip bunun neden berbat bir fikir olduğunu açıklamasına gerek yoktu. Tanrım... eğlencenin merkezine gittiğimizi söyleyip duruyordu Lee ama eğlenmekten daha uzak olamazdım. Ve bu berbat duygularım sonunda dev bir ameliyathaneyi andıran sokağa girmemizle yüze katlanmıştı.
"Ve işte benim mekanıma geldik," dedi Lee keyifle.
"Yani tam olarak nereye?" diye sordu Will yüzünde bariz bir tiksintiyle.
Birbirinden muşambalarla ayrılmış onlarca oda vardı bu sokakta. Yan yana, üst üste... Şeffaf örtülerin ardında mavi tulumlarıyla ulu orta operasyon yapıyordu maskeli görevliler. Koşulların hijyenik olmaktan bir hayli uzak olması da dışarıdan bakanların ellerinde içkilerle ameliyatları izlemesi de buradakiler için garip değildi sanırım.
"Modifikasyoncular..." diye açıkladı Lee bir bölmenin önünde durduğumuzda. "Diğer bir deyişle, gelecekte benim için çalışacak o yetenekli bilim insanları... Burada onlardan daha popüler bir çukur var."
Sokaktaki kalabalığa bakarak kardeşime katılmamak ne mümkündü. Ama başka bir ayrıntıya takılmıştı Will. "Çukur, çukur, çukur..." dedi bezgince. "Ne bu çukur, anlatacak mı biriniz?"
Yasa dışı oyunların düzenlendiği bir arena olduğu dışında pek bir bilgim yoktu benim. Zaten bana kalmadan bir müdavimin bilmişliğiyle "Gecenin sürprizi!" demişti Lee. "Ama daha vakit var. Yarış gece yarısı başlar çukurda. Öncesinde markette dolanır insanlar, genelevlerde ve kumarhanelerde takılır, parası varsa modifikasyonculara uğrar."
"Saat on bir," dedi Will koluna bakıp.
Lee'nin gülüşü gözlerinde parlamıştı. "Bu da hala iş yapmak için vaktimiz var demek. Ve tabii parti için."
İşte şimdi Lee'nin Will'in kalbini kazandığını biliyordum. "Parti!" diye tekrarlamıştı Will şu ana kadarki tedirginliğine zıt bir ilgiyle. Bense biraz daha sokuldum Lee'ye.
"Bu adamlarla mı konuşacaksın sahiden?" diye sordum birbirinden muşambalarla ayrılmış bölümleri işaret edip.
Neyse ki "Hayır," demişti Lee. Ama rahatlamam o açıklamaya başlayana kadar sürdü. "Bunlar sadece işçi. Onları merkezimde istiyorsam kraliçe arıyı ikna etmem lazım."
İşte şimdi kolunu yakalamıştım kardeşimin. "Aklından her ne geçiyorsa anlatmanın tam zamanı Lee. Daha fazla sürpriz istemiyorum."
Lee bana cevap vermeden etrafı inceleyip bu minik tartışmamızı kimlerin gördüğüne baktı. Sonra yavaşça kolunu elimden kurtarıp abartılı bir şekilde gülümsemişti. "Markette her pislikten sorumlu farklı bir patron var abiciğim. Roxanne de bu adamların başı. Onları kendi merkezimde çalıştırmak için sahipleriyle anlaşmam lazım. Buraya da bu yüzden geldim zaten."
"Ve bunu bana tam olarak ne zaman söylemeyi düşünmüştün?"
Dudaklarını büzdü. "Şimdi?"
Yeniden ve bu kez daha şiddetli onu kolundan tutup sarsmamak için dişimi sıktım. "Onunla görüşmeyeceksin Lee! Yer altı patronlarıyla masaya oturmak hiçbir zaman planlarımızda yoktu."
"Senin," diye uyardı Lee. "Senin planlarında yoktu. Benim başka şansım yok. O yüzden de onunla görüşeceğim ve bunu yalnız yapacağım Ty. Merak etme, Rox'u nasıl ikna edeceğimi biliyorum. Hem bana bir şey yapacak olsa da mutlaka öncesinde sana haber verirler. Yani... şu süper abi tavırlarını o duruma saklayabilirsin." Beni olduğum yerde bırakıp yürüdü. "Hadi, çukura geç kalmak istemezsin. Tüm potansiyel askerlerin o arenada yarışacak birazdan."
Sanki bana yardım edebilirmiş gibi Will'e baktım. Ama o yapacak bir şey yok der gibi omuz silkip Lee'yi takip etmişti. Tüm bu çılgın parti ve yarış olaylarının onu da heyecanlandırdığının farkındaydım. Çok güzel! Aklı başında olan bir ben kalmıştım yani. Çaresiz takip ettim baş belası kardeşimi ve ona alet olmuş dostumu. Muşambalı sokağı geçmemizle marketin kalbi denen yere de ulaşmış oluyorduk. Sokak geniş bir meydana açılmıştı burada. Karşımızdaki daire şeklindeki açıklık gibi etrafını saran teneke yapıların balkonları ve terasları da yüzlerce insanla doluydu. En uç noktasına ulaşmış elektronik müzikle zıplıyor, bağırıyor, tepiniyordu herkes.
Dört bir yana yayılmış robotlardan çıkan neon ışıklar, patlayan flaşlar, lazerler... Şarkının ritmiyle dans ediyordu sanki ışıklar da. Kimsenin birbirini görmek gibi bir derdi yoktu burada sanırım, çünkü iki dakika içinde kör olmuştu gözlerim. Lee'yi kaybetmemek için onun bir adım ardından yürüyorduk Will'le. Benim aksime ağzı kulaklarındaydı arkadaşımın. Üç beş kişinin değil, bir insan selinin ortasında olduğumuzdan her yönden laf atıyorlardı artık, ama alkol ve uyuşturucu bu seviyedeyken aptal esprilerin ve bel altı iltifatların ötesine geçmiyordu sataşmalar. En azından kanatlarımın pek çok insanın fantezilerini süslediğini öğrenmiştim bu sayede.
Öyle gergindim ki... Bu karanlık ve kalabalığın ortasında her an, her şey gelebilirdi başımıza. Biri tutup Lee'yi bıçaklasa, balkonlardan ateş etse ya da sessizce alnımızın ortasında bir delik açsa şaşırmaya bile vaktimiz olmazdı. Ve tüm bu berbat olasılıkları akıl edemeyen kardeşim "Bize içki alacağım," demişti o sırada. Allah'ın cezası! Ben bunun çok yanlış bir fikir olduğunu söyleyemeden ortadaki bara yönelmişti bile. Arkasından gitmeye yeltendiysem de saniyede aramıza dolan onlarca insan bunu imkansız kıldı. Bu noktadan sonra Lockey'nin bize zarar vermeyecekleriyle ilgili sözüne güvenmekten başka şansım yoktu sanırım. Kendi isteğimizle bu kaosun ortasına dalmıştık.
"Fikrimi değiştirdim," dedi Will ona göz kırpan kıza sırıtıp. "Bir daha saçmaladığımda beni vazgeçirmek için o kadar da ısrarcı olma, olur mu? Bırak maceranın götürdüğü yere gideyim."
Tüm öfkemi gözlerime hapsedip baktım ona. Market sayesinde dağarcığıma eklediğim yaratıcı küfürlerden birini ona savurmaya hazırlanıyordum ki kalabalığın ortasında tanıdık bir yüzü aydınlattı mor ışık. Diğerleri gibi dans ediyor, müzikle saçlarını savuruyor, etrafındakilere gülümsüyordu. Hafızamdaki kayıtlarla karşımdaki manzara o kadar farklıydı ki, beynim gördüklerini nasıl işleme alacağına emin olamamıştı. Ama o an Fitz girdi resme. Ve sonra da diğerleri...
Öylece durmuş tek bir noktaya baktığımı fark etmişti Will. "Ne oldu dostum?" dedi dirseğini omzuma yaslayıp. "Saçmalamak o kadar da yanlış gelmedi mi yoksa bir an?"
Onun zevzekliğini duymazdan gelip "Bu o..." dedim. "Kat." Hemen sonra "Ve Dr. L'in ekibi," diye eklemiştim ama Will ilk sözümün üstüne atlamıştı bile çoktan.
"Kat bu mu?" dedi hayretle. Ona anlattıklarımdan ne hayal etmişti bilmiyordum, ama şu suratındaki ifadeye bakılırsa şimdi gördüğü şey değildi beklediği. Onun ne ima ettiğini anlamıştım elbette. Kat bugün gerçekten de... farklı görünüyordu. Laboratuvarda karşıma çıktığında bir doktor, enstitüde bir kaçak, teneke şehirde bir askerdi. Buradaysa... arkadaşlarıyla eğlenmeye gelmiş genç bir kızdı sadece. Güzel bir genç kız... Ama sadece yaptığı makyaj ya da serbest bıraktığı saçları değildi onu diğer zamanlardan farklı kılan. Ben... onu ilk kez böyle eğlenirken görüyordum.
"Hımm, sanırım neden kedi kızları kovaladığını anladım," dedi Will sırıtarak. Şimdi o da Kat'i inceliyordu.
"Dikkat et tırmalıyor," dedim onun gözlerindeki tanıdık ilgiyi fark edince. Ama başka bir şey söylememe kalmadan Kat bizi fark etmiş ve biri aniden fişini çekmiş gibi eli havada kalmıştı. Yüzündeki ifadeye öfke ya da nefret denemezdi. Aralık kalmış dudakları ve kocaman açtığı gözleriyle daha çok şoka girmiş gibiydi. Fitz'le el ele dans ettiğinden onun durduğunu fark edip bize dönen ikinci kişi o olmuştu. Bir adım arkalarındaki Flame ve son olarak da Ace'in başlarının üzerimize çevrilmesiyle Dr. L.'in ekibiyle göz gözeydik şimdi. En azından doktor, sevimsiz Ruby ya da korkutucu Moxie ortalıkta görünmüyordu.
Yüksek müzik Flame'in "O Tyron değil mi?" diye sorduğunu ve Ace'in cevap olarak ettiği küfrü duymama engel olmamıştı. Hemen sonra Fitz'in Will'i ne kadar beğendiğini dile getirdiğini ve Flame'in iç çekerek ona katıldığını duymamı engellemediği gibi.
"E... ne yapıyoruz?" diye sordu Will. "Selam verecek misin?"
Saçmalama! diyecektim ki "Kat!" demişti arkamda Lee. Ve taşıdığı bardakları Will'le benim elime tutuşturup onlara yöneldi.
"Tamam, demek ki selam veriyoruz," dedi Will neşeyle. Az sonra başına neler geleceğini bilse bu kadar mutlu olmazdı. O bu insanları tanımıyordu, ama kardeşimin daha akıllı olmasını beklerdim.
"Yürü hadi," dedim çaresiz Lee'yi takip edip. Özellikle güvenli bir mesafede durmuştuk Will ile. Yine de aramızdaki boşlukta havanın elektrik yüklendiğini hissedebiliyordum.
"Çocuklar," dedi Lee okuldan arkadaşlarıyla karşılaşmış gibi bir sevinçle. Ace nefret dolu bakışlarını üzerimden çekip ona çevirememişti. Ama Flame beklediğimden sıcak bir karşılamayla kucakladı kardeşimi.
"Lee, çok iyi görünüyorsun!"
"Çok iyiyim!" diye bağırdı Lee müziği bastırmak için. "Sayenizde!" Ve sonra Fitz'in uzattığı eli havada yakalayıp sıktı.
"Çöplüğe geri döndün demek ha?" dedi Fitz sırıtarak.
Kat Ace gibi buzdan oklar saçmıyor olsa da mesafeliydi. Gerçekleri sakladığı için hala kardeşime kızgındı muhtemelen. Yine de Lee ona doğru hamle yaptığında önce dudağının sağ kenarı yukarı kıvrılmış, sonra da onu kucaklamıştı. "Seni yeniden görmek güzel Lee."
"Seni de..." dedi Lee mahcup bir tebessümle. "Yani... sizi de..." diye eklemişti hemen diğerlerine dönüp.
"Sizi hangi rüzgar buraya attı diyeceğim ama..." Eliyle meydana serpiştirilmiş ekranlardan birini işaret etti Fitz. "Hepimiz büyük basın açıklamanızı ilgiyle izledik."
Aksini ummak salaklık olurdu zaten.
"Doktora söylediğin şeyi gerçekten yapıyorsun yani," dedi Flame takdirle bana bakıp.
Onun gülüşüne karşılık verebilirdim, eğer aynı anda Lee ve Will yine bizden habersiz neler karıştırdın bakışıyla bana dönmemiş olsalardı. Onların ve diğer herkesin meraklı bakışları altında başımla onaylayabildim Flame'i sadece. Neyse ki Fitz sorusuyla dikkatleri yeniden üzerine çekmişti.
"Bu kez de herkesten sakladığınız diğer abinizi mi getirdiniz yanınızda?"
Will'i öyle bir kesiyordu ki kimden bahsettiğini anlamamak imkansızdı.
"Başka abi yok," dedi Lee gülerek. "Bu..."
"Will," diye cevapladı Will araya girip. Tüm sevimliliğiyle elini yukarı kaldırmıştı selam için. "Abi değil, sadece arkadaşım."
"Will," demişlerdi Fitz ve Flame aynı anda heyecanla. İçinde bulunduğumuz durumun gerginliğine rağmen gülmemek için başımı öne eğmem gerekti. Muhtemelen ona hangi soruyu soracaklarını düşünüyordu Fitz de Flame de, ama ikisi de bir şey diyemeden Lee araya girmişti yeniden.
"Özellikle sizi görmek için buraya geldik," dedi heyecanla. Öyle mi? diye düşündüm. Kat'in kuşkulu bakışları da kardeşimi geçip bana kaymıştı. "Kurduğum deneyim merkezini duydunuz," diye devam etti Lee. "Size ve yeteneklerinize ihtiyacım var çocuklar."
"Senin için çalışmamızı mı istiyorsun?" diye sordu Ace yüzünde böcek ezmiş gibi bir tiksintiyle.
"Benim için değil," diye düzeltti Lee hemen. "Benimle çalışmanızı... Hayal etsenize, o yeraltında değil, gerçek laboratuvarlarda yapacaksınız işinizi. Dilediğiniz tüm imkanlar, ulaşamadığınız tüm ekipmanlar, ilaçlar, ne isterseniz sizin olacak."
Kulağa herhangi biri için şahane bir teklif gibi gelse de bu söylediklerinin karşımızdaki ekibi ikna edeceğine inanıyorsa sahiden de bir hayalperestti kardeşim. Ya da onları hiç tanımamıştı. Kat'in kaşları çatılırken yaklaşan tehlikeyi hissedip Lee'yi susturmak istedim, ama şuursuzca devam ediyordu.
"Ulaşamadığınız ne varsa ben size verebilirim. O merkezin kahramanları yaparım sizi. Birlikte insanların hayatlarını değiştirebiliriz!"
Müziği bastırmak için iyice yükseltmişti Lee'nin sesi sona doğru. Dün o sahnede konuşma yaparken gözlerinde yanan alevler tüm bedenini ele geçirmiş gibiydi şimdi. Ama bu ateşi anında söndürecek, buz gibi bir ifadeyle bir adım öne çıkmıştı Kat.
"Sen bizim yaptığımız işi hiç anlamamışsın Lee," dedi sesinde çatırdayan hayal kırıklığıyla. "Biz o yeraltında hayat kurtarıyoruz! Sahiden buradaki insanları, laboratuvarımızı bırakıp o süslü merkezinde Ark'ın çocuklarını eğlendireceğimizi mi düşündün?"
"Kat , beni yanlış..."
Lee'nin özür girişimi bir anda tüm sesleri bastıran gong sesiyle kesilmişti. Bir şeyin habercisi olmalıydı bu, çünkü bizim dışımızda herkes meydanın dışına doğru hareketlenmişti anında.
"Hadi Kat!" dedi Ace de onu kolundan çekip. "Geç kalıyoruz." O bir adım gerilediğinde parmağını Lee'nin yüzüne uzatmıştı. "Şansını fazla zorluyorsun Lee. Sana bu akılları kim veriyorsa söyle onlara, bizi böyle ucuz oyunlarla satın alamazsınız!"
Ace'in gözleri son sözleriyle bana dönmüş, kesinlikle hak etmediğim halde ben de nefretinden nasibini almıştım. Ve sonra Kat'in kolunu bırakmadan, onu da beraberinde çekiştirerek kalabalığa karıştı. Flame hüzünlü bir bakış atmış, Fitz de parmaklarını başına götürüp bizden çok Will'e selam verdikten sonra arkadaşlarına katılmıştı.
Lee bir süre kıpkırmızı bir suratla arkalarından baktı. Daha önce görmediğim zehirli bir bakış vardı gözlerinde. Will "Şimdi ne yapıyoruz?" diye sorduğunda öfkesini ondan çıkaracağını sandım bir an. Ama dudağını ısırıp kendini kontrol etmeyi başarmıştı.
"Kalabalığı takip edin," dedi kolunu ileri doğru uzatıp. "Benim Rox'la konuşmam lazım. Yarıştan sonra sizi bulurum."
"Hayır!" dedim hemen. Sağımdan solumdan akan insan seline direnmek her saniye daha zor oluyordu. "Ayrılmıyoruz Lee! Kiminle konuşacaksan birlikte gideceğiz!"
"Ben çocuk değilim Ty!" dedi Lee dişlerini sıkıp. Tamam, belki de öfkesini benden çıkartacaktı. "Buraya işimi halletmeye geldim," dedi iyice burnumun dibine girip. "Ve bunu yapmadan dönmüyorum! Senin bebek bakıcılığına ihtiyacım yok, anladın mı? Bırak da bir kez olsun kendi ayaklarım üstünde durayım!"
Onu bir güzel pataklayıp nasıl bebek bakıcısı olunur gösterecektim. Ama başka bir şey dememe kalmadan arkasını dönüp kalabalığın aksi istikamete yönelmişti Lee.
"Baby Noah ilk kez mi bir kız tarafından reddediliyor?" dedi Will. Hemen yanımda benim gibi Lee'nin ardından bakıyordu. Her ne kadar onun ne ima ettiğini anlasam da bunun sadece Kat'le ilgili olduğunu sanmıyordum.
"Aklınca kendini kanıtlamaya çalışıyor," dedim sıkıntıyla. Onu anlamadığımı söyleyemezdim, elbette başarılı olmak, kendini göstermek isteyecekti Lee. Bu onun ilk ve belki tek şansıydı babamın karşısında. Ama... çok yanlış anlarda, yanlış insanların arasında bunu yapmaya çalışıyordu. Lanet olsun Lee! Hayatımı zorlaştırmayı huy edinmişti resmen. Şimdi peşinden gitsem hem onu daha çok sinirlendirecek hem de kazanmaya çalıştığı saygının içine edecektim. Sinirle kulağıma dokundum.
"Gözünüz Leroy Noah'da olsun. En ufak bir terslikte müdahale etmekten çekinmeyin."
"Çok havalısın dostum," dedi Will elimi indirmemle.
Ona cevap olarak karnına bir yumruk atmıştım. "Zevzekliği bırak da yürü hadi, yoksa sinirimi senden çıkartacağım! Umarım şu çukur denen yer bu saçmalığı çektiğimize değer."
"Hay hay patron," dedi Will beni ikiletmeden hareketlenip. Zaten o an acele etmemiz gerektiğini desteklerce üçüncü bir gong sesi gelmişti. Neredeyse boşalmış meydanı ardımızda bırakıp insanların peşinden dar bir sokağa daldık. Başlarına ne geleceğini bilen diğer herkes gülüp eğleniyor, birbirleriyle şakalaşıyor, döke saça içkilerini içiyordu. Ne tip bir batağa sürüklendiği konusunda hiçbir fikri olmayan ben ve Will ise yüzümüzde şaşkın bir ifadeyle metal bir kapının önünde bulmuştuk kendimizi. Arkadan gelen kalabalığa direnip inceleme yapmanın imkanı yoktu. Az sonra ayaklarımızın altında sallanan metal basamaklardan aşağı doğru iniyorduk.
Sonunda mavi, mor ışıklarla aydınlatılmış bir koridora ulaştığımızda bir an yer altı tünellerine girdiğimizi sandım. Ama hayır, kesinlikle tünellerde değildik. Farklı çıkışlar vardı önümüzdeki koridor boyunca ve bunlardan birine doğru ilerlediğimizde gerçek resim bir tokat gibi çarpmıştı suratımıza. Bir arenaydı bu. Binlerce basamağın tepesinden ortadaki açıklığa bakıyorduk şimdi. Neden buraya çukur dendiğini önümdeki manzaradan daha güzel hiçbir şey anlatamazdı sanırım. Okyanusun içine inşa edilmiş, engellerle dolu bir parkurdu çukur. Arenanın zeminini örten camın altı karanlık sularla kaplıydı ve üzerinde metal platformlar yükseliyordu. Tırmanma duvarları, halatlar, zincirler, metal borular, kafesler... Tavana kadar uzanan engeller ve tuzaklar belli ki oyuncuların buradan tek parça çıkmaması için tasarlanmıştı.
"İşte bunu beklemiyordum," diye mırıldandı Will hayranlıkla başını yukarı kaldırıp. Gözlerinde genç bir mimarın heyecanıyla inceliyordu şimdi her detayı. Hem sözlerine hem de duygularına katılmak zorundaydım. Binanın nasıl inşa edildiği umurumda olmayabilirdi, ama bu parkurda askerlerimle çalışma düşüncesinin bedenimi karıncalandırdığını inkar edemezdim.
"Kendimize bir yer bulalım," dedim çoktan arenanın etrafına yerleşmiş kalabalığı işaret edip. Üst üste yığılmış konserve kutuları andırıyordu tribün. Kör bir müteahhidin elinden çıkmış gibi önlü arkalı dizilmişti localar katlar boyunca. Herhangi bir düzen ya da sıra olduğunu sanmıyordum. Zaten az sonra başlayacak eğlence öyle ilgi çekici olmalıydı ki kimsenin umurunda değildik artık. Bu sayede kendimize orta katlarda boş bir köşe bulup Will ile olacakları beklemeye koyulduk. Bahisçiler sıraların arasında dolanıp insanların paralarını topluyor, içki satan çocuklar tepsilerindeki bardakları dağıtıyorlardı.
"Ee..." dedi Will. "Şu zımbırtıyı içecek miyiz?"
Lee'nin elimize tutuşturduğu bardakları hala taşıdığımızın farkında bile değildim. Kuşkuyla koyu renkli sıvıya baktım bir an.
"En kötü ne olabilir ki?" dedi Will de benim gibi içkiyi koklayıp.
"Kör olabiliriz. Bilincimizi kaybedebiliriz. Kendimizi o muşambalı odalardan birinde üçüncü bir kol takılmış halde bulabiliriz."
"Hımm..." dedi Will yüzünü buruşturup. "Bu iyimserliğin bazen beni benden alıyor." Etrafına şöyle bir bakıp omuz silkti. "Kimsenin üçüncü bir kolu yok. Gayet de mutlu görünüyorlar içkileriyle. Lee de bile bile bizi zehirlemeye kalkmış olamayacağına göre... Sanırım ona bir şans vereceğim."
Hemen sonra bardağı bana doğru kaldırıp dudaklarına götürmüştü. Ve ondan birkaç saniye gecikmeyle ben de kafaya diktim içkiyi. Ah! Cayır cayır yanıyordu şimdi boğazım. Alevler göğsümü kavurup mideme dolmuştu. Sanki zehirden kurtulabilirmişim gibi salladım başımı. Evet, belki kör olmamış ya da bayılmamıştım, ama görünmez bir tokmak indirmişlerdi kafama. Kesinlikle ama kesinlikle tüm bardağı bir anda içmek doğru bir fikir değildi.
"Tam olarak nedir bu," dedi Will ekşimiş suratıyla.
Bir cevabım olsa da veremezdim, çünkü içerisi tamamen kararmıştı bir anda. Müthiş bir heyecanla bağırdı kalabalık. Ayaklarını metal zemine çarpıyor, elleriyle bariyerleri yumrukluyor, ıslık çalıyor, anlamadığım isimleri bağırıyorlardı. Aynı anda arenaya dolan müziğin şiddeti bile onları bastırmak için yeterli değildi. Hemen sonra lazer ışıkları sardı salonu. Çılgın bir ritimle sağa, sola, yukarı aşağı hareket ediyor, uzuyor, kısalıyor, adeta elektronik müzikle hayat buluyordu. Bu sayede arenayla bizim aramızda ayrı bir platform daha olduğunu ve üzerindeki davul çalan müzisyenleri görmüştüm. Elleri, kolları ortak bir koreografiyle yukarı inip kalkıyor, çalan müziği kendi ritimleriyle besliyorlardı.
Mor ve pembe ışıklar takip etmişti hemen sonra. Tavana asılı kafesler iniyordu yavaşça aşağı. Havada farklı noktalarda asılı kaldıklarında spotlar düştü üzerlerine ve içlerindeki dansçıları ortaya çıkardı. Hayvan postları giymiş yarı çıplak kızlar ve oğlanlardı bunlar. Baştan çıkartıcı hareketleri izleyicilerin iyice kendini kaybetmesine yol açmıştı.
"Sanırım bu hayata alışabilirim," dedi Will aptal bir sırıtışla gösteriyi izlerken.
Oysa ben bu şovun kıyametin reklamı olduğuna neredeyse emindim. Arenayı inceledikçe daha fazla tehlikeli ayrıntı takılıyordu gözüme. Boydan boya parkuru saran ve seyirciyi alandan ayıran filenin amacının oyuncuları korumak olduğunu sanmıyordum. Daha çok arenanın içinde yaşanacak kazaları kontrol altında tutmak için gerilmiş gibiydi. Tribünlerin en altındaki uzun su boruları kesinlikle hayra alamet olamazdı. Kafeslerden en büyük üç tanesi hala tavanda asılı duruyordu ve oldukları yerde sallandıklarına bakarak içlerinin dolu olduğunu söyleyebilirdim.
Yine arenanın etrafına, tam filenin önüne serpiştirilmiş metal kutular fark etmiştim. Üstelik her birinin içinde insanlar vardı. Ve tam karşımızda, en ortada kontrol merkezi olduğunu düşündüğüm etrafı demir parmaklıklarla çevrilmiş bir bölüm vardı. Dansçıların gözden kaçırılması imkansız performansı devam ederken şişko bir adam belirmişti o locanın içinde. İki elini yukarı kaldırdığı an bunu bekliyormuş gibi etrafımızdaki herkes taklit etti adamı.
"Çukur!" diye haykırmıştı adam. Sesi tüm salonda yankılanıp çığlıklarla karşılandı. Davullar daha da coşmuştu bu girişle. Dansçıların koreografisiyle uyumlu bir şekilde hareket ediyordu bedenleri. "Batak şehrin çürük balıkları! Avcıları selamlamaya hazır mısınız!"
Daha büyük bir coşkuyla ayaklarını yere çarptı insanlar. Çoğu ellerindeki sopaları birbirine vuruyor, bazıları ilk kez gördüğüm tırtıklı metal borularla gürültü yapıyorlardı. Bu kadar abartının sonunda gerçekten sağlam bir oyun izlemezsem hayal kırıklığına uğrayacaktım. Fakat o an kontrol merkezinin altındaki metal kapılar iki yana kaydı ve delice yanıp sönen ışıkların altında ilk oyuncu arenaya adım attı. İri yarı, sakallı, dazlak bir adamdı bu. "Çekiç," diye duyurmuştu sunucu ismini. Adam fazlasıyla abartılı bir öfkeyle kaslarını şişirip ortaya kadar yürüdü ve metal platformlardan birinin üstüne tırmanıp elindeki çekiçleri akrobatik bir hareketle döndürerek kalabalığı selamladı.
Onu birbirinin tıpatıp aynı görünen iki kız kardeş takip etmişti. "Kirpi," diye tanıttı kızları sunucu sanki tek bir kişilermiş gibi. Deri elbiselerinin üzerindeki metal dikenler isimlerine uysun diye mi tasarlanmıştı yoksa tarzları mı buydu karar verememiştim. O kadar miniklerdi ki yaşlarını tahmin etmek imkansızdı. Derken bıçaklarını havaya fırlattı kızlar ve havada taklalar atarak birbirlerinin altından, üstünden geçip havada yakaladılar bıçakları. Tamam, bu biraz ilgimi çekmiş olabilirdi.
Her yeni gelen oyuncuyla arenadaki heyecan da yükseliyordu. Sırada genç bir oğlan vardı. Sunucuya göre Zıpzıp'tı ismi. Zaten oradan oraya zıplayarak beş adım sonra parkurun en tepesine ulaşmış ve şapkasını çıkarıp seyircinin alkışını almıştı. Bir çekirge diye düşündüm. İnsanların modifikasyonlarından esinlenerek bu isimleri uydurduklarına dair teorim sonraki üç adayda tasdiklenmişti. Vampir, Memeli, Sıçan... Özellikle platformda tepetaklak seyirciyi selamlayan yarasayı izlemek için heyecanlandığımı itiraf etmeliydim. Lee askerlerimi bu arenada bulacağımı söylerken alay etmiyordu demek.
"Ve son avcılar..." diye duyurdu sunucu müthiş bir coşkuyla. O an yüzümdeki yersiz sırıtış sert bir kapıya toslamışım gibi bir ifadeye dönmüştü.
"Bunlar..." dedi Will yanımda öne uzanıp. Bunlar... diye tekrarladım içimden.
"Ve favori çiftiniz," diye yankılandı sunucunun sesi hoparlörlerde. "Zirveyi kimseye bırakmayan müthiş ikili... Zehir ve Tırmık."
İnkar edemeyeceğim kadar gerçekti Kat'in ve Ace'in arenadaki varlığı. Bir kedi olduğunu gururla sergileyen kuyruğuyla uçarak duvara tırmanmış, saniyeler içinde tepesine tünemişti Kat. Elindeki kırbaçları dans eder gibi başının üstünde çevirip iki yanında şaklattığında deliye döndü kalabalık. Sadece doktorun kızı olarak meşhur değildi demek teneke şehirde. Ve Ace... onun popülerliğini de görmezden gelemezdim. Diğerlerinin aksine kendine parkurda bir yer seçmemiş, doğrudan fileye tırmanmıştı Ace. Sonra sırf şov için olduğuna emin olduğum ters taklayla Kat'in yanına kondu ve kendini beğenmiş bir tebessümle ona baktı.
"İşte şimdi iş çok daha ilginç bir hale geldi."
Nedense Will'e katılamıyordum. Kafeslerin aşağı inmeye başladığını fark etmiştim. Kat'in kedi kulakları da zincirlerin hareketini yakalamış olmalıydı, çünkü anında sıçramıştı yerinden. Ace ve diğerleri takip etti onu en ortadaki silindir şeklindeki yükseltiye doğru. O an arenanın etrafına gelişi güzel yerleştirilmiş silahlar olduğunu anladım. Başlangıç noktasına gitmeden her oyuncu etrafı taramış, bulduğu ne silah varsa onu kapıp öyle pozisyonuna geçmişti.
Muhtemelen sadece tek bir silahla içeri girmesine izin veriliyordu oyuncuların. Alanda buldukları da yanlarına kar kalıyordu. Kırbaçlarını beline tutturmuş, iki ucunda bıçak olan bir mızrak taşıyordu Kat artık. Ace'in koluna doladığı metal bir zinciri vardı ve ucundaki orağı fırlatmaya hazırlanır gibi havaya kaldırmıştı. Kirpilerin tekinde bir okla yay, diğerinde bumerang vardı. Çekiç kendine en yakışan şeyi bulup iki balta geçirmişti eline.
Bıçaklar, kılıç, yıldız, dikenli tel... Avcılar yeni silahlarıyla sırt sırta verip mücadeleye hazır bir hale geldiklerinde onlar gibi nefesimi tuttuğumu fark ettim. Ne geliyordu o kafeslerle aşağı? Neden aynı anda su borularının kapakları açılmıştı? Neydi insanlara böyle çılgınca tezahürat ettiren? Ve neden sunucu tam şu an kana doyacağımızı bağırmıştı?
Korkarım hepsini öğrenmek üzereydim. Ve korkarım göreceklerim hiç hoşuma gitmeyecekti.
***
-BÖLÜM SONU-
Üzgünüm Tyron, ama hepsini öğrenmek için sonraki bölümü bekleyeceksin :D
MARKETle ilgili ilk düşüncelerinizi tam buraya almak isterim! Benim açık ara en favori mekanım burası. Ama sizi merak ediyorum :)
Sonraki bölüm kedi kızı arenada izlemeye hazır mıyız hepimiz? Bu hasta ruhlu yazar ne tip pislikler düşünmüştür acaba avcılar için? Tahminleri alabilirim. (Yaratıcı fikirleri her zaman hikayeye dahil edebiliriz ;))
Bölümü bir soruyla kapatıyorum. Yaklaşmakta olan aşk altıgeninin kokusunu aldıysanız favori çiftlerimizi seçme zamanı gelmiş demektir.
Kimi kimle shipliyorsunuz söyleyin bakalım:
TYRON-KAT
KAT-ACE
LEE-KAT
WILL-FITZ
WILL-FLAME
FLAME-LEE
FITZ-LEE
DİĞER
Hadi yazın bana, sohbet edelim :) Şimcik öpüyorum heppiniziiii!!
Çok çok iyi bakın kendinize!
<3
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top