Bölüm 14
Hello güzel insanlar,
Bugüne bölümü yetiştiremeyeceğime neredeyse emindim. Ama azmettim ve işte buradayım. Üstelik kocuman da bir bölüm oldu.
Tyron'ı zorlu bir görevin eşiğinde bırakmıştık. Şimdi sonucunu okuma zamanı. Susuyorum ve sizi bölümle baş başa bırakıyorum :)
Keyifli okumalar,
E.Ç.
***
All my wolves begin to howl
Wake me up, the time is nowOh oh oh, can you hear the drumming?Oh oh oh, there's a revolution coming
***
BÖLÜM 14
Tyron
Yaslandığım duvarda kollarımı göğsümde birleştirmiş, yüzüncü kez önümden geçen Lee'yi izliyordum. Stresten odanın her köşesini arşınlamış, oturmuş, kalkmış, yeniden oturmuş, beş dakika önceyse sabit duramayacağına karar verip volta atmaya geri dönmüştü.
"Kırış kırış ettin üzerindeki takımı," diye takıldım ona. Amacım sadece kafasını dağıtmaktı, ama sözlerimle daha da attı yüzünün rengi.
"Sanırım üstüme kusacağım," dedi köşedeki bistrodaki bardağa uzanıp.
O suyu titreyen dudaklarına götürdüğünde ben duvardan ayrılıp yanına gitmiş ve tezgahtaki diğer şişeye uzanmıştım. Boş kadehlerden birine viski koyup ona uzattım. "Sahneye çıkmadan önce ne içeceğini bilirsen kusmazsın." Lee dehşet içinde baktı elimdeki içkiye. "Al," dedim o hareket etmeyince. "Su seni kurtarmaz, ama bu... inan bana hayata farklı bakmanı sağlayabilir."
Derin bir nefes aldı ve pes edip kadehi kaptığı gibi dudaklarına götürdü. Anında yüzü buruşmuş, öksürmeye başlamıştı. Onun haline gülüp kadehi elinden aldım ve kalan içkiyi ben kafaya diktim. Babamın şahsi koleksiyonundan, sadece en özel anlarda içilmek için ayrılmış nadide bir parçaydı bu şişe. Viski geçtiği yeri yakarak boğazımdan aşağı kayarken bundan daha özel nasıl bir an olacağını düşünemedim.
Bir milattı bugün. Az sonra Lee ve ben babamın yanında tüm Ark'ın ve duvarın ötesindeki halkın karşısına çıkacak ve imkansız projelerimizi anlatacaktık. Hem de canlı yayında! Daha önce babamın uygun gördüğü anlarda defalarca kez kamera karşısına geçmiştim; ama ilk kez kardeşim de yanımda olacaktı bugün. Ve birlikte açıklayacağımız reformlar düşünülünce...
"Sence nasıl gidecek?" dedi Lee sırtını bistroya yaslayıp gözlerini duvarda bir noktaya dikerek.
Onun gibi arkama yaslandım ben de. "Elbette harika gidecek. Babamın işini şansa bırakmayacağını biliyorsun."
"O evet... peki ya ben? Ya saçmalarsam? Ya yanlış bir şey söylersem? Herkes beni konuşuyor zaten. Kimim, nereden çıktım, derdim ne?"
Hımm... bu konuda haklıydı Lee. Enstitüde yaşananlar bile Dr. Noah'nın gizemli oğlunun haberlerini gölgelemeye yetmemişti. Günlerdir sürdürülen pazarlama kampanyası düşünülürse insanların her şeyi bırakmış az sonra yapacağımız basın açıklamasını beklediğine emindim. Babam ve pek değerli danışmanları özellikle çarşamba gecesini seçmişti yayın için. Ne de olsa market yarın kuruluyordu. Bu sayede tüm şehrin sokaklara döküldüğü tek geceye açıklamalarımız damga vuracak, haber müthiş bir hızla kulaktan kulağa yayılırken değişimi duymayan kalmayacaktı.
"Lee..." dedim ona dönüp. "Bu sadece bir oyun. Payımıza düşeni yapıp rolümüzü oynayacağız. Sonra da kendi işimize bakacağız."
"Senin için söylemesi kolay tabii. Kaçıncı kez çıkıyorsun babamla kameraların karşısına? Yüz mü? Bin mi?"
Somurtup yüzünü benden öteye çevirdi Lee. Amacım onun duygularını küçümsemek değildi. Neden korktuğunu anlıyordum elbette. Onun gibi huzursuz olmadığımı, gerilmediğimi, hatta paniklemediğimi söylersem yalan olurdu. Ama ikimiz için de istediğimizi elde etmenin son bacağıydı bu geceki şov. Oraya çıkacak olmaktan, onca insanın önünde süslü sözler etmek zorunda kalmaktan, bunu bir gösteriye çevirmekten nefret ediyordum. Yine de... Başkan ve konseyi ikna etmek için o kadar uğraşmışken planlarımı gerçekleştirmekle aramda aptal bir basın açıklaması duruyorsa, o meraklı kalabalığa istediklerini vermeye hazırdım.
"Bak Lee..." dedim kolunu sıkıp bana bakmasını sağlayarak. "Buraya kadar biz kendimiz geldik. Sen ve ben. Olabilecek en delice fikirler için babamın, konseyin onayını aldık. Çünkü ikimiz de gördüklerimizden sonra hayatımıza eskisi gibi devam edemeyeceğimizi biliyoruz. İnan, önemli olan tek şey bu. Şimdi oraya çıkıp herkesin bu gerçeği görmesini sağlayacağız. Yan yana! Ve sonra gidip dünyayı birlikte değiştireceğiz!"
Lee biraz umut biraz hayret dolu gözlerle baktı suratıma. "Tanrım... bu az sonra yapacağın konuşmanın bir parçası mı yoksa? Eğer öyleyse beni ağlatmayı başarmak üzeresin, söyleyeyim."
Benimle alay ediyordu aklınca. "Dur o zaman ağlaman için sana gerçek bir sebep veriyim," dedim kafasına uzanıp. Özenle taranmış saçlarını karıştırdığımda anında geri kaçıp sağlam bir küfür savurmuştu Lee.
"Vahşi köpek!" diye bağırdı perçemlerini düzeltirken. "Resmen senden rol çalacağım diye ödün kopuyor."
Omuz silktim. "Kusura bakma, ama benim asi tarzım çok daha popüler kameralar önünde. Eğer benden gerçekten rol çalmak istiyorsan süs köpeği gibi giyinmeyi bırakman lazım."
"Buna haute couture deniyor benim biricik, zevksiz abiciğim. Arada bir şu üzerindeki paçavralardan kurtulup sen de deneyebilirsin."
Lee köşedeki boy aynasına yürürken bir yandan homurdanıyordu kendi kendine. Kızgın gibi dursa da kravatını düzeltirken dudağının kenarı yukarı kıvrılmıştı. Onu çocuksu sataşmalarla oyaladığım için bana minnettar olduğunu biliyordum. İşin aslı, oyalamaya çalıştığım aslında kendimdim. Lee için sarf ettiğim tüm sözler kalbimdeki paniği rahatlatmak içindi aynı zamanda. Stres altında, gergin, yorgun ve biraz da... korku içindeydim.
Bir hafta geçmişti delice planımı babamla paylaşmamın üzerinden. Haftalar olmuştu Lee kendi imkansız hayalini korkusuzca babama anlatalı. İnanması çılgıncaydı, ama önce onun sonra da benim sözlerime kulak vermişti konsey. Bununla da kalmamış, hayata geçmesi için ikimizin fikrini de onaylamışlardı. Bir deneme, onların değimiyle pilot uygulamaydı Lee'ye de bana da tanıdıkları yetki. Fark eder miydi? Ark için küçük sayılabilecek, ama dışarıda pek çok insanın hayatını değiştirecek bir adım atmak üzereydik.
Son günlerimin yarısını bu düşünceyle raporu tamamlamaya çalışarak, diğer yarısını ise kalkıştığım değişimin sorumluluğu altında uykusuz kalarak geçirmiştim. İtiraf etmeliydim ki tüm can sıkıcılığına rağmen Dr. L.'i ziyaret etmek verdiğim en doğru kararlardan biriydi. Konseyin cevabında bir kırılma noktası olmuştu teneke halkı kendi bölgelerini korumak için kullanmak. Onları silahlandırmak ortak bir kaygıydı evet ama, bunun iki taraf arasındaki tansiyonu düşüreceğine inananların sayısı daha fazla olduğundan beklediğimden bile fazla destek almıştı fikrim. Artan isyanlar ya da enstitü saldırısı olmasa yine de Lee'yle bana onay verir miydi konsey emin değildim. Ama iplerin kopacak kadar gerildiğinin herkes farkındaydı artık.
Tıpkı benim gibi Lee de gece gündüz demeden kendi projesi üstüne çalıştığından kardeşimi bu sabahki provaya kadar neredeyse hiç görmemiştim son iki haftadır. Enstitüdeki talihsiz olay nedeniyle bilim kurulu da sağlık heyeti de çoğunlukla kulede bir araya geliyordu Lee ile. Ben de tüm zamanımı askeri üs ya da teneke şehirde geçirdiğimden onunla karşı karşıya oturup uzun uzun konuşacak şansımız olmamıştı. Tam şu an derin konulara dalmanın hiç ama hiç zamanı değildi biliyordum. Yine de Lee koltuğa oturduğunda yanına çöktüm ben de.
"Sen... iyi misin Lee?"
"Kusup kusmayacağımı soruyorsan içki sahiden işe yaradı."
Gülümsedim. "İyi bari, o pek özendiğin ceketin heba olmayacak en azından."
Lee ters bir bakış attı bana. Ben sessiz kalınca da sıkıntıyla nefes verip esas sormak istediğim konuya geldi kendiliğinden. "Artık hasta değilim. Hatta vücudum hiç olmadığı kadar sağlıklı. Bu... iyi bir şey sanırım. Hiçbir zaman senin gibi ya da babam gibi olamayacağım tabii ama..."
Onun başı önüne düştüğünde omzunu tutup sıktım. "Kimse gibi olman da gerekmiyor Lee. Sen olduğun gibi özelsin. Kim ne derse desin, bunu asla unutma!"
"O kimse babam olsa bile mi?"
"O kimse babam olsa bile," diye onayladım. "Daha güçlü olmak için bir hayvanın genine ya da sana zarar verecek bir modifikasyona ihtiyacın yok. Ben değil, sen cesaret ettin Ark'ı arkanda bırakıp kaçmaya. Sen meydan okudun bu düzene. Biz kafamızı bile kaldırıp duvarın ötesine bakmazken sen onlardan biri olmayı seçtin. O laboratuvarda seni bulduğumda söylediklerin öyle korkutucuydu ki sana inanmak istemedim. Ama sen Lee, benim, babamın, hatta konseyin bile gözünü açtın. Dışarıda bilmediğimiz koca bir dünya olduğunu gösterdin bana ve diğer herkese. İşte seni özel yapan bu. Ve bu, dünyayı değiştirecek olan şey!"
Lee çatık kaşları altından suratıma baktı. Bir süre kelimelerin gelmesini bekler gibi aralık kalmıştı dudakları. Sanırım söylediklerimin ona gaz vermek için sarf ettiğim boş sözler mi yoksa gerçek düşüncelerim mi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tam o sırada kapı kayarak açılmamış olsa belki korkuları ağır basacak ve bana itiraz edecekti. Ama eşikten bize gülümseyen asistan ikimizin de kaçacak yeri kalmadığını haber vermeye gelmişti.
"Programın başlamasına son üç dakika," dedi Lucy. "Sizi sahneye alabiliriz artık."
Sahne... diye düşündüm koltuktan kalkarken. Lee de sıkıntıyla nefes verip ayaklanmıştı yanımda. Ceketini düzeltirken ona söylediğim her şeyin aklından uçup gittiğini ve paniğin bir kez daha kontrolü ele geçirdiğini fark ettim. Ne yazık ki aynısı benim için de geçerliydi. Korkmanın normal, o korkuyla ne yaptığının önemli olduğu öğretilirdi askerlere. Sanırım çıkmak üzere olduğumuz savaş meydanda bu bilgeliğe tutunup mücadele etmekten başka şansım yoktu.
Lucy'nin önünden geçip koridora çıktık Lee ile. Babamın genç asistanının gözlerinin gereğinden biraz daha fazla üzerimde dolandığının farkındaydım elbette. Onunla bir, belki iki, tamam üç, dört defa yanlış şeyler yaşamış olabilirdik. Jess'in başka bir herife ilgi duyduğunu yüzüme çarpmasının ardından yaptığım saçmalıklardan biriydi bu da. Aklım başıma geldiğinde nazikçe yollarımızı ayırmıştım; ama... görünen o ki hala dudaklarımdan çıkacak bir çift söz kadar yakındı Lucy. Tanrım... şu an o viskiden çok daha fazla yardımı olabilirdi böylesi bir kaçamağın. Yine de gözümün önüne gelen görüntüleri hızla aklımdan uzaklaştırıp bizi bekleyen göreve odaklandım.
Sahnenin yan çıkışında, perdelerin arasında durduğumuz anda anında etrafımızı sarmıştı insanlar. Biri saçlarıma çeki düzen verirken, diğeri yüzümü pudralıyordu. Kahretsin! Bu uğraşlara gerçekten katlanamıyordum. Başımı fırçalı kızın ellerinden kaçırmamak ya da suratına hapşırmamak için dişlerimi sıktım. Neyse ki iki dakika içinde ceketimin yakasına mikrofonu yapıştırmalarıyla ekibin işi bitmişti. Artık Lee ile öne çıkıp kendi rolümüzü oynamaya hazırdık. Derin nefes al Ty!
Babam kürsünün ardında konuşmasına başlamıştı çoktan. Arkasındaki dev panellerde sunumu için hazırlanmış üç boyutlu görüntüler dönüyordu. Kulenin gösterişli, dev balo salonundaydık; çünkü klasik bir basın toplantısı yerine bunu Ark'ın elitlerini bir araya topladığı özel bir buluşmaya çevirmişti babam. Konsey ve aileleri, yüksek rütbeli Ark çalışanları, bilim adamları, sanat dünyasının önde gelenleri... Kremalı bir pastanın kreması değil, en tepesindeki çileklerdi bu insanlar.
"Fikrimi değiştirdim," dedi Lee yanımda nefes nefese. "İçki bir boka yaramadı. Kesin kusacağım."
Bu kez onu yatıştıracak sözlerim yoktu. Babamın dudaklarından dökülen isimlerimizin salonda yankılandığını, duvarların alkışlarla titrediğini ve spotların olduğumuz yere kaydığını hayal meyal seçmiştim. Çekim ekibinden biri eliyle ilerlememizi işaret ediyordu panikle.
"Sıra sizde," diye uyardı Lucy hareket etmediğimizi gördüğünde.
İlginçti ki tüm korkusuna rağmen parkeye ilk adım atan Lee olmuştu. Nefesimi tutup kardeşimin peşinden onlarca gözün ortasına doğru ilerledim ben de. Provalarda çalıştığımız şekilde, babamın iki yanında, kürsünün birer adım önünde durmuştuk Lee ile. İnsan ya da robot tüm gözler üzerimizdeydi şimdi. Salonun içinde sessizce uçan kameralar her mimiğimizi, her hareketimizi, her sözümüzü yakalamak için bekliyordu. Bir süre daha devam edip kesilmişti alkış ve böylece şov sırası bizdeydi.
"Bu noktadan sonra bir başkan olarak devam etmeyeceğim konuşmama," dedi babam. Arkamı dönüp ona bakamayacak olsam da karşımızdaki ekranlardan yüzüne yerleştirdiği gururu görebiliyordum. "Ya da hepinizin tanıdığı şekliyle Dr. Noah değilim bugün. Bugün, sadece gururlu bir babayım. Bugün, bir adım geride duracak ve oğullarımın dünyayı değiştirmelerini izleyeceğim. Çünkü az sonra duyacaklarınızın hiçbiri bu deli bilim adamının çılgın aklından çıkmadı."
Babam işaret parmağını şakağına vurduğunda kalabalığın içinde birkaç kişi kıkırdadı. Karanlıkta kaldıklarından çoğunun yüzünü seçmek mümkün değildi, ama en ön masaya kurulmuş Krol ve Jess'i yakalamıştı gözlerim. Babamı, Lee'yi ya da arkadaki görüntüleri değil, doğrudan beni izliyordu Jess. Yüzündeki kendinden emin tebessüm ve yukarı kalkmış çenesiyle bu odadaki en güzel kadın olduğunun farkındaydı elbette. Ark'ın en önemli adamlarından birinin kızı olduğunu bilerek, müthiş bir özgüvenle büyümüştü. Bugün de babasının yanında bu kadar kusursuz ve bu kadar... yenilmez görünmesine şaşırmamam gerekiyordu sanırım. Bizim gibi onlar da bu şovun parçasıydılar ne de olsa.
"Ark'ın insanları!" dedi o sırada babam. "Duvarın içinde ya da ötesinde, her neredeyseniz... Hepinize sesleniyorum. Bu iki genç adama kulak verin, hemen, şimdi, çünkü geleceği onlar gibiler yazacak. Ancak dünyayı olduğu gibi kabullenmek yerine sorgulayanlar, kurallara meydan okuyanlar, değişime cesaret edenler daha güzel günler hayal edebilir. Tyron ve Leroy, oğullarım, bu cüreti gösterdi. Konseyden aldıkları özel yetkiyle, bir ay boyunca kimliklerini gizleyerek yüzen şehirde yaşadılar. Oradaki halkın arasına karıştılar. Onları daha iyi anlayabilmek için onlardan biri oldular."
Hayret nidaları yükseldi bizi izleyen kalabalıktan. Salonu bir uğultu sarmıştı saniyeler içinde. Bunun olacağını zaten biliyorduk. O yüzden tam şu an yeniden canlanmıştı arkamızdaki paneller. Babam arkasındaki görüntüleri işaret ettiğinde bizim de ekrana dönmemiz bekleniyordu. Koreografiye uyup videoya çevirdim yüzümü. Bir kısa saniye için Lee ile göz göze gelmiştik sadece. Ve sonra ilk kez izlediğim görüntüler akmaya başladı. Ne yapmamız gerektiği provalarda bize harfiyen ezberletilmiş olsa da babamın hazırlattığı kaydı ikimiz de görmemiştik daha önce. Ve bunun ne kadar büyük bir hata olduğunu Lee'nin hologramı arkamızda belirdiğinde anlamıştım ancak. Mimiklerimi kontrol etmem gerekiyordu. Şaşırdığımı asla belli edemezdim, ama... ama bu...
Teneke şehirdeydi görüntülerdeki Lee. Yanında benim olmadığım bir zamana aitti kayıt. Muhtemelen Dr. L.'in ekibiyle dışarı çıktığı anlardan birinde dronların kamerasına takılmıştı kardeşim. Babamın bu görüntülere ulaştığından haberim yoktu elbette. Ve hemen sonra ben belirdim resmin içinde. Başka bir gün, başka bir zaman çekilmiş bir görüntüydü bu. Enstitü saldırısı sonrası teneke şehre gizlice yaptığım ziyaretlerden birindeydim. Fakat öyle bir montajlanmıştı ki görüntüler sanki Lee ve ben sahiden Ark'tan aldığımız yetkiyle gizli bir görev için dolanıyorduk sokaklarda.
"Yüzen şehirde geçirdikleri zamanda oğullarım pek çok şeye şahitlik ettiler," diye devam etti babam görüntüler akarken. "Size yalan söylemeyeceğim. Olmaması gereken pek çok yanlış yaşanıyor o sokaklarda. Öyle ki Tyron'ın da Leroy'un da kimliklerini ifşa etme pahasına, halkın iyiliği için kendi hayatlarını ortaya koymak zorunda kaldıkları durumlar oldu."
Hayır, diye düşündüm panikle. Bu kadar ileri gidemezdi babam. Ama daha düşüncemi tamamlayamadan yeniden karşımdaydı hologramım. Şimdi bir dronla mücadele ediyordum. Dr. L.'in bizi serbest bıraktığı gündü bu. Önce teneke halkın, sonra dronun saldırısına uğramıştık. Olayın aslını bilmeyen biri içinse sokaktaki insanları bir makinanın gazabından koruyan bir kahraman gibi görünüyordum karşımda oynayan videoda. Lee hemen yanımda, elindeki sopayla yenilmezdi. Öyle bir birleştirilmişti ki görüntüler gerçekte bize saldırmış insanlar sanki hayatlarını kurtardığımız için neşeyle teşekkür ediyorlardı bize.
Bu kadar da değildi üstelik. Yeniden değişmişti görüntü. Suyun içindeydim bu kez. Roy kollarımdaydı. Yüzümdeki çaresizlik, yaşadığım dehşet, okyanusla mücadelem... hepsi gerçekti sahiden de. Tek bir farkla... ne Roy'u sudan çıkarırken ne de akreple mücadele ederken Kat girmişti resme. Beni yılanlardan kurtarışı, akrebi öldürmeme yardım etmesi ya da yaptığı panzehre yer verilmemişti videoda. Düpedüz beni ve Lee'yi halkın gözünde süper kahraman yapmak için uydurulmuş bir reklam filmiydi izlediğimiz. Kamera sonunda benim yaralı yüzüme yakınlaşıp görüntüler bittiğinde oturanlardan yükselen alkışa bakılırsa amacına da ulaşmıştı.
Babam yeniden izleyicilere döndüğünde benden beklendiği gibi onlara çevirdim ben de yüzümü. Ama sesler bir uğultu, renkler karman çormandı artık. Yanlış diyordu içimde bir ses bangır bangır. Bu doğru değil, değil, değil, değil! Kendi kendime yaşadığım savaştan bihaber devam ediyordu babam. Dünyayı değiştirecek ilk adımı bugün atacağımızı söylediğinde koltuklarında öne kaymıştı herkes merakla. Daha büyük bir kalabalığın teneke şehirde ekranların başında toplandığını hayal edebiliyordum. Bugün, ana kara ve yüzen şehir arasındaki bariyerler kalkıyordu. Birbirinden kopmuş iki ayrı dünya değil, bir bütün olacaktık. Ark. Tek mutlak güç. Hatalarımızdan öğrenecek, birbirimize düşman olmak yerine güçlü yanlarımızı birbirimizi iyileştirmek için kullanacaktık. İsyanların, kavgaların kime faydası vardı ki? Hem de yarını birlikte inşa edebilecekken...
Hemen sonra Lee'deydi konuşma sırası. Başta ağzından çıkan her heceden ne kadar gerildiğini anlamak mümkündü. Üç, dört cümle sürmüştü kendini toplaması. Ark'ta kurulacak yeni eğlence merkezlerini anlatmaya başladığında korkularından eser yoktu artık sesinde. Olimpos. Açılacak deneyim merkezine koydukları isim buydu. Marketteki yasadışı eğlencenin meşrulaştırılmış modern bir kopyasıydı sunulan hizmetler. Normalde izin verilmeyen modifikasyonlar, müzik, içki, şovlar, biraz heyecan, yeterli dozda tehlike... Yıllardır bu sunuma hazırlanıyormuş gibi bir coşkuyla anlatmıştı Lee ana karanın gençlerine vadettiği yenilikleri. Duvarın ötesindeki yasak eğlenceyi onlara getiriyordu evet ama kardeşimi aslen neyin böyle heyecanlandırdığını biliyordum.
"Yüzen şehirde geçirdiğim zamanda birbirinden yetenekli insanlarla tanıştım," dedi sahnenin en önünde durduğunda. "İmkanları olmadığı halde mucizeler yarattıklarına şahitlik ettim. Onları tanımanızı isterdim. Çünkü tanımalısınız. Tüm dünya tanımalı. Ana karanın çocuklarının yıllardır gizlice yanlarına kaçtığı insanlar onlar. Her perşembe sistemi atlatıp aralarına karıştıkları dehalar. Bu insanlara hak ettikleri saygıyı vermemizin zamanı sizce de gelmedi mi?" Ve ona öğretildiği gibi bakışlarını izleyicilerden doğrudan kameraya çevirmişti Lee. "Siz... yüzen şehrin isimsiz kahramanları... eğer beni duyuyorsanız, bilin ki Ark'ın kapıları artık size açık. Olimpos yeteneklerinizi özgürce ortaya koyduğunuz yer olacak! Sizi bulmaya geliyorum. Hakkınız olanı size vermek için. Birlikte tüm oyunların kurallarını baştan yazacağız."
Lee'nin bahsettiği birkaç isimsiz kahraman değildi elbette. Dr. L., Kat, diğerleri... Elinde olsa hepsinin adını tek tek sayacaktı sanki. Ama salonda kopan alkışa bakılırsa bu konuşması da izleyicileri heyecanlandırmak için yeterli gelmişti. Aferin küçük kardeş diye düşündüm sözü devralmadan önce. Onun durduğu yere doğru sahneyi adımlarken özellikle acele etmemiştim. Böylesinin çok daha etkili olacağını söylemişti danışmanlar. Açıkçası, önerileri umurumda bile değildi. Sadece zaman kazanmaya çalışıyordum. Sözlerim bu salondaki aristokratların alkışını almak için değil, gerçekten yardım etmeye çalıştığım insanlar içindi.
"Ben bir askerim," dedim Lee'nin yanında durduğumda. "Babam ya da Leroy gibi güzel cümlelerle yapacaklarımı size anlatmaya çalışıp burada kendimi rezil etmeyeceğim." Espri yaptığımı düşündüklerinden kıkırdadı misafirler. Kesinlikle espri yapmıyordum. "Ama beni yine de anlayacağınızı düşünüyorum. Çünkü çok basit bir nedeni var bugün burada olmamın. Leroy yüzen şehirde pek çok yetenekli insanla tanıştığını anlattı size. Bense orada bir çocuk tanıdım. Küçük bir çocuk. İşte o çocuk ve yüzen şehrin tüm çocukları için karşınızdayım. Onlar geceleri korkmadan uyuyabilsinler diye yepyeni bir güvenlik sistemine geçiyoruz bugün. Bundan böyle yüzen şehrin kontrolü generali olduğum alfa ekibinde olacak."
Anında uğultular yükseldi salondan. Umursamadan doğrudan ana kameraya bakarak konuşmayı sürdürdüm. Bu noktadan sonra hitap ettiklerim balo salonunda değil duvarın ötesindeydi.
"Sorunların bir günde düzeleceğine söz veremem. Pek çok şeyi deneye yanıla birlikte öğrenmemiz gerekecek. Adım adım değiştireceğiz eski sistemi. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki dronlar daha fazla terör saçmayacak sokaklarda. Güvenlik protokolleri yeniden düzenlenecek. Kurallar gözden geçirilecek. Alanda tek yetkili özel eğitilmiş alfa askerleri olacak. Ve yüzen şehirden alfa ekibine katılmak isteyenler... sizi askerlerimden biri olmaya davet ediyorum. Ailenizi, arkadaşlarınızı, evlerinizi korumak için eğitilecek, ordunun bir parçası olacak, daha adil ve güvenli bir gelecek için çalışacaksınız. Çünkü bunu ancak birlikte başarabiliriz."
Sustuğumda babamda ya da Lee'de olduğu gibi coşkulu alkışlar doldurmamıştı sessizliği. Bu tam da beklediğimiz tepkiydi aslında. Lee'nin önerileri ana karanın insanlarını tedirgin etse de Olimpos kurallarda masum bir esnemeydi pek çoğu için. Benim sözlerimse... bunun tam olarak ne anlama geldiğini anladıklarını bile sanmıyordum salondakilerin. Yine de az sonra Krol ellerini birbirine çarptığında onu Jess ve masasındakiler takip etmiş, kısa sürede salonun kalanı da onlara katılmıştı. Ve ben böylece üstüme düşeni yapmış, iyi evlat, iyi vatandaş, iyi asker, iyi Noah rollerimin hepsini başarıyla oynamıştım. Babam kürsüden ayrılıp yanımıza geldiğinde ve Lee'yle beni kolları altına aldığında bundan sonrası sadece etkileyici bir final konuşmasıydı.
Heyecan dolu, yepyeni bir geleceğe hazır olmalarını söylemişti babam kalabalığa ve sonra herkesi gecenin kalanının tadını çıkarmaya davet etmişti. Onun peşinden davetlilerin arasına karıştık Lee ile. Elbette istikamet doğrudan Krol'un oturduğu masaydı. Ama ailemin aksine ben bana ayrılan sandalyeye ulaşamamıştım. Jess beni yolun yarısında karşılamaya karar vermiş, bir anda dudaklarıma uzanıp etrafımızda kimsenin gözden kaçıramayacağı bir öpücük bırakmıştı. Başımızın üstünde süzülen tüm kameraların merceklerinin üzerime çevrildiğini hissettim o an.
"Seninle gurur duyuyorum," dedi Jess burnunu benimkine sürtüp.
Sonra geri çekilip elimi tutmuş ve beni beraberinde masaya sürüklemişti. Öyle şaşkındım ki bir kukla gibi takip ettim onu. Krol beni öven bir şeyler söylediğinde bile sadece başımı sallayabilmiş, elimden geldiğince tebessüm etmiştim. Hayır, aptal bir aşık olduğumdan değildi yaşadığım şok. Jess'in tek bir öpücüğüyle aklımı kaçırdığım zamanlar mazide kalmıştı. Şu an yaşadığım kafa karışıklığına şüphe deniyordu. Jess'in herkesin gözüne soka soka beni öpmesinin altındaki asıl amacın bana olan derin duyguları olmadığını anlayacak kadar onun etkisinden kurtulmuştum sanırım. Muhtemelen az önce sahnede çizdiğimiz resmi mükemmelleştirecek son dokunuşu yaptığını sanıyordu Jess. Kusursuz aile tablosu... Güçler birliği... Yenilmez ortaklık... Oysa aramızdaki ilişki kusursuzun tam zıttıydı.
Önümdeki yemeğe, masadaki sohbete, çalan orkestraya, hatta salonun farklı köşelerinde sergilenen gösterilere odaklanıp gecenin bir an önce bitmesi için sabırla bekledim. Ama bir eli neredeyse hep kolumun üzerindeydi Jess'in. Bir şeyler anlatıyor, gülücükler saçıyor, ilgimin yeterince üzerinde olmadığını hissettiğinde kulağıma eğilip sıcak nefesiyle kendini hatırlatıyordu. Tüm bunların bizi izleyen gözler için harika bir malzeme olduğunu bilmesem yine de bu yakınlığından rahatsız olur muydum, emin değildim. Ama öyleydi. Planlanmış, hesaplı, bir hedefi, bir sonucu olan hareketlerdi Jess'inkiler. Onu izlerken merak etmeden duramıyordum, hep mi böyleydi aramızda olduğunu sandığım bağ? Bu gece insanlara izlettiğimiz video gibi sahte miydi her şey?
Zaman ilerlerken bir gaz gibi tüm salona yayılmış, çevremdeki tüm gerçekliği içine almıştı bu sorularım. Kendimi bildim bileli tanıyordum bu odadaki pek çok yüzü. Bu şekilde sayısız davete katılmış, babamın yanında defalarca kez ailemizi temsil etmiştim. Her zamanki gibiydi insanlar. Nazik konuşmalar, güvenli sularda ileri geri sürüklenen sohbetler, birbirlerine iltifatlar, sisteme övgüler... Hiçbir zaman sorgulamamış, babamın kurduğu bu kusursuz düzenin bir parçası olmaktan hep gurur duymuştum. Ama o koşulsuz güven duvarın ötesine geçmemiş bir Tyron'ına aitti. Şimdiyse... bu sözde mükemmelliğin ortasında harcadığım her an daha da büyüyordu içimi kemiren huzursuzluk. Çatlaklar beliriyordu baktığım pembe dünyanın etrafında. Odama dönmeliydim. Bir an önce.
Sıra tatlıya geldiğinde sonunda tünelin ucunda ışığın göründüğünü düşünüp rahat bir nefes aldım. Benim aksime halinden oldukça memnun görünüyordu Lee. Bir süre önce masadan kalkıp davetlilerin arasına karışmış, ilk kez üzerine çevrilmiş ilginin keyfini çıkarıyordu. Ne garipti, bunca yıl babam onu kendinden uzağa beniyse en yakınına koymuştu sırf hayalindeki çocuğa benzediğim için. Oysa şimdi kardeşimi izlerken onun babamla ortak yanlarının benden çok daha fazla olduğunu görebiliyordum. Konuşma şekilleri, verdikleri cevaplar, zekice çevirdikleri sorular... Lee yıllarca dışında tutulduğu bu dünyaya giriş bileti aldığı an oyunun bir parçası oluvermişti. Bense her an sahanın dışına iteklendiğimi hissediyordum.
Eğer masadaki sohbet Roy'u kurtardığım o güne gelmemiş olsa en azından tatlının sonuna kadar sessizce rolümü sürdürmeye devam edebilirdim. Ama Krol bilerek konuyu açmış, masadakiler de bu leziz dedikodunun altını deşmek için bakışlarını üzerime dikmişti. Herkesin bir fikri vardı elbette. Yüzen şehrin nankör halkı için böyle bir iyilik ne de fazlaydı. Ne kadar iyi bir asker olmalıydım ki o kıyametten sağ çıkmıştım. Babamın oğlu olduğuma şüphe yoktu. Jess'in annesi hareketimi tasvip etmediğini kibarca dile getirirken dudağımı ısırmış ve sessiz kalmayı başarmıştım.
Ama sonra Jess'in eli yanağıma uzandı. "Tyron bir kahraman anne," dedi muzipçe yüzüme bakıp. "Teneke şehirden basit birini bile kurtaracak kadar da yüce gönüllü..."
O kendi sözlerine kıkırdarken kanın beynime sıçradığını hissettim. Ateş o ana kadar zar zor korumaya çalıştığım maskeyi küle çevirmişti. Öfkeli bakışlarımın Jess'e dönmesine engel olamadım. "Sence bir çocuğun hayatı kurtarılmaya değmeyecek kadar basit mi yani? Sırf orada yaşıyor diye..."
Jess kirpiklerini kırpıştırdı hayretle. Tepkimi anlamamıştı. "Tyron..." dedi gülerek. "Sen bir Noah'sın! Senin hayatın o şehirdeki insanların tamamından daha değerli."
Bir an yeniden Roy'un evindeydim sanki. Kat karşımda durmuş aynı sözlerle itham ediyordu beni. Sen Tyron Noah'sın! Masayı devirmemek için yumruğumu sıktım. Öfkeden kan kulaklarımda fokurduyordu artık.
"O bir çocuktu!" dedim dişlerimin arasından. "Sadece... bir... çocuk" Sesim istemediğim kadar sert çıkmıştı, ama umurumda değildi. En azından birinin, belki babamın, bana arka çıkacağını umarak masayı dolandı bakışlarım. Destek değil, verdiğim tepkiye şaşırmış, aynı Jess gibi düşünen yüzler görmüştüm etrafımda. O an anladım; bir asker, bir oğul, bir arkadaş ya da sadece Tyron değildim bu insanlar için. Bir Noah'ydım ve bu soyadı her zaman, her koşulda, her şeyden üstün gelecekti.
Bu düşünce ruhuma fazlasıyla ağır gelince bir anda ayaklandım. "İzninizle. Üsse dönüp tamamlamam gereken işler var. Size iyi geceler."
Jess bir an arkamdan gelmeye yeltenir gibi oldu. Neyse ki göz göze geldiğimiz tek bir saniye kayarak onu yerine geri oturtmaya yetmişti. Başımla masadakileri selamladım ve kamera menzilinden çıkana kadar koruduğum sahte ifadeyi salonun kapısından geçtiğim an yüzümden söküp attım. Peşime takılan droidlerin arasında asansöre bindiğimde düşünmeden otopark katına basmıştım.
"Buradan sonrasını ben hallederim," dedim robotları asansörde bırakıp arabaların arasına karıştığımda. İçlerinden birinin kafasını koparıp sinirimi ondan çıkarmak hiç fena olmazdı gerçi ya, şoför koltuğuna oturduğumda bu enerjimi eğitim parkurunda atmamın daha doğru olacağına karar vermiştim. Elim otomatik olarak haritaya uzandı askeri üssü işaretlemek için. Parmağım ekrana değmeden vazgeçmiştim bu fikirden. Bu gece arabamı bir yapay zeka değil kendim sürecektim. Tekrar tekrar devreye girmeye çalışan otomatik pilotu ısrarla kapatıp çıkışa yöneldim. Direksiyonun kontrolünü ele geçirememiş olabilirdi yapay zeka, ama ruh halimdeki dalgalanmayı algılayıp anında iç ısıyı optimize etmiş, çatıdaki camı açmış ve içeriyi yumuşak bir ezgiyle doldurmuştu. En azından bunlardan şikayet edecek değildim.
Az sonra kuleyi, daveti, sinir bozucu konuşmaları ve hatta soyadımı ardımda bırakmış, sadece Tyron olarak gecenin ortasında süzülüyordum. Sabah olduğu kadar büyüleyiciydi Ark yıldızların altında da. Yanından geçtiğim evlerin ışıklarını izlerken o pencerelerin ötesindeki insanlara, sahip oldukları normal yaşamlara, günlük kaygılarına özenmeden edemedim. Hayat hiçbir zaman bu kadar basit olmamıştı benim için. Hiçbir zaman da olmayacaktı. Bu geceye ulaşmak ilk testti evet ama, asıl sınav yarın başlıyordu. Raporlarda şahane duran fikirlerimi gerçek hayata geçirme vakti gelmişti.
Tanrım... öyle yorgundum ki... yapmam gerekenleri düşündüğümde bile şakaklarım zonkluyordu. Günlerdir çıkmamıştım askeri üsten. Tam iyileşemeden, bacağımdaki geçmek bilmeyen acıyla uykusuz çalışıyordum bir haftadan fazladır. Belki de... ihtiyacım olan tek şey bir geceliğine, birkaç saatliğine sadece durmak ve gözlerimi kapatıp düşünmemeye çalışmaktı. Bir an öyle cazip geldi ki bu fikir, aklımdaki tüm görüntülerin ortasında yatağım bir güneş gibi parlamıştı resmen. Antrenmanın canı cehenneme! diye düşündüm tüm bezginliğimle. Elim komut beklemeden direksiyonu çevirmeye başlamıştı bile. Fakat o an saatimin ekranı aydınlandı. Bir an huzurumu daha da kaçıracak bir haber görmeyi beklediysem de mesaj Will'dendi. Bileğime dokunduğumda yazdıkları üç boyutlu bir holograma dönüşüp karşımda belirmişti.
Durum raporu?
Gülümseyip ona cevap verdim. Görev tamamlandı.
İki saniye sürdü yeni bir mesajın ekranda belirmesi. Gelip neler olduğunu anlatmak ister misin? Yoksa herkes gibi haberlerden mi izleyeyim?
Aklınca ona haber vermediğim için laf sokuyordu bana. Bunun gerçek bir soru olmadığını bilmesem arkadaşıma şu an yatağımın her şeyden ve herkesten daha cazip olduğunu söyler ve eve dönerdim. Ama cevap vermemi bile beklemeden İçkileri doldurmaya başladım, yazmıştı Will. El mahkum direksiyonu bir kez daha kırdım ve onun yaşadığı binaya doğru sürdüm arabayı. On dakika sonra Ark'ın nispeten mütevazi gökdelenlerinden birinin otoparkındaydım. Ailesinin evinden henüz ayrılmış, yeni mezun bir mimar için hiç fena sayılmazdı aslında durumu. Ve dürüst olmak gerekirse bu mütevazilik her gelişimde daha çok hoşuma gidiyordu.
Asansöre binip Will'in evine ulaşmam altı saniye sürdü. Sahiden de elinde bir kadehle karşılamıştı beni. "O ateşli öpücükten başlayıp geriye doğru her şeyi anlat," dedi kapıyı ardımdan kapatıp. Ona cevap olarak kadehi kafama dikip geri eline tutuşturmuştum.
"Uvv..." dedi yüzünü buruşturup. "O kadar da kötü görünmüyordu ekranda ama..."
O bardağıma yeniden içki koyarken ben her daim projelerle dolu olan çizim masasına doğru ilerlemiştim. "Gördüğün her şeye inanma," diye homurdandım karşımdaki cam masanın üzerindeki anlamsız şekillere bakarak. "Ne üstüne çalışıyorsun?"
"Sahiden Ty, bunu mu konuşacağız?" Yanımda dikilip doldurduğu bardağı uzattı.
"Arkadaşımın işini merak ediyor olamaz mıyım?"
Ona yandan baktığımda gözlerini devirdi. Ekranda bir iki yere dokunduğunda anlamsız çizgiler ve sayılar değişmiş, bitmiş bir binanın prototipi belirmişti. "Yeni araba fabrikası," diye açıkladı Will. "Eskisinin üç katı, tamamı enerji üreten camdan ve ayrıca su üzerinde hareket etmesini sağlayacak motor sistemi olacak. Statik hesaplarına girmemi ve beynini yakmamı ister misin? Böylece her neyi konuşmaktan kaçıyorsan buna gerek kalmaz. İkimiz de kurtulmuş oluruz."
Beni bu kadar iyi tanıdığı için ondan nefret ediyordum. "Bu harika olurdu aslında," diye mırıldandım içkiden bir yudum daha alıp.
Esprileri tükenmişti Will'in. "İyi görünmüyorsun Ty," dedi kaygıyla. "Önce ortadan kayboldun. Sonra teneke şehirdeyim dedin. Uyduruk bir mesajla ölümden döndüğünü haber verdin. Bir haftadır kapadın kendini o hangara, ulaşamıyorum da sana. Ne haltlar dönüyor, delirtme de anlat hadi!"
Derin bir nefes aldım. Koltuğa gidip kendimi minderlerin ortasına bıraktığımda sessizce takip etmişti Will de. Duygularımı nereden başlayıp nasıl anlatacağımı bilsem arkadaşımın yüzündeki kaygıyı silebilirdim belki. Ama ben içkiyi yudumladıkça daha da ciddileşiyordu Will'in ifadesi.
"Bu gece," diye başladım sonunda. "Herkesin izlediği o video gerçek değildi. Yani... en azından gerçeğin tamamı değildi."
"O kadarını Lee ile yan yana dron öldürdüğünüz sahnede çözdüm merak etme."
Gülümsedim. "Teneke şehre özel yetkiyle falan gitmediğimizi biliyorsun zaten. O videodaki çocuğun hayatını da ben kurtarmadım. Tek başıma değildim. Lee'yi tünellerde bulan ekibi hatırlıyor musun?"
"Doktor..."
"Dr. L.," diye tamamladım. "Onun kızı da oradaydı."
"Kedi kız?"
Başımla onayladım. "Kat... Çocuğu birlikte kurtardık. Ama sonra bir deniz akrebi saldırdı üzerimize. Bacağımı soktu. Bana panzehri verip hayatımı kurtaran Kat'di. O çocuğun ailesi de evlerine aldılar beni. Onlar olmasa bir iki saat içinde ya zehirden ya da bir dronun kurşunuyla ölürdüm."
"Siktir git!" dedi Will şok içinde. Eli sanki edeceği diğer küfürleri engellemek istermiş gibi dudaklarına gitmişti. "O şehirde herkes senden nefret ediyor olmalı Ty. Kendin anlattın sana laboratuvarda yaptıklarını. O kız bu dünyada sana yardım edecek son insan. Neden böyle bir şey yapsın ki?"
Omuz silktim. "Sanırım ben de onun hayatını kurtardığım için." Will boş boş suratıma bakınca ona diğer konuyu da anlatmadığımı fark edip suçlu bir çocuk gibi dudaklarımı büzdüm. "Enstitüye saldıranlar Dr. L.'in ekibiydi. Kat de oradaydı. Onu ben yakaladım, ama vurulmuştu. Yardım etmezsem ölecekti. Ben... onun hayatını kurtardım. Sonra da tünellere geri götürdüm."
"Ne yaptın ne yaptın?"
"Bunu ikimizden başka kimse bilmiyor Will," diye uyardım. "Lee bile."
"Elbette kimse bilmiyor!" dedi Will öfkeyle. "Çünkü böyle bir şeyi kimse bilemez! Bilmemeli! Bir kanun kaçağına yardım ettiğini söylüyorsun Ty! Hem de enstitüye saldırmış bir suçluya... Kafayı mı yedin, ha?" Ayağa kalkmıştı dayanamayıp. "Lütfen bana bunun bir açıklaması olduğunu söyle. Bana ilaç verdiler de, genlerimle oynadılar de, uzaylılar zihnimi kontrol etti de. Tanrım!"
Maalesef onu ya da kendimi rahatlatacak bir açıklaması yoktu yaptıklarımın. Roy'un ardından suya dalmak kadar içgüdüseldi o gün enstitüde Kat'e yardım etmem. Ya da daha sonra teneke şehre geri dönmem. Will'den bunu anlamasını beklemek haksızlıktı. O duvarın ötesine geçmemiş olsam arkadaşımdan çok daha sert bir şekilde karşı çıkardım davranışlarıma. Ama ben o sınırı aşmış, öteki tarafı görmüştüm.
"Enstitü saldırısı birkaç isyankarın sisteme başkaldırısı değildi," dedim sıkıntıyla. "O ilaçlara neden ihtiyaçları olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Dr. L.'in laboratuvarında onlarca insan öldü önümde. Diğerlerinin başına ne geldiğini görmek için gittim teneke şehre. Günlerimi geçirdim o sokaklarda. Evet, Kat'i kurtarmam inandığım her şeye aykırıydı; ama zaten inandığım ne varsa darmaduman şu an Will. O geceyi... o şehirde geçirdiğim o lanet geceyi unutamıyorum. İnsanların çaresizliği, bana nasıl baktıkları, o küçük çocuğun gözlerindeki korku..."
Oflayıp öne eğildim ve dirseklerimi dizlerime yaslayıp başımı aşağı sarkıttım. Will'in bir süre beni izleyip sonunda yeniden koltuğa çöktüğünü hissetmiştim. Yine de kaldırmadım kafamı. Ensemdeki saçları çekiştirdim, boynumu ovaladım, alnıma masaj yaptım. Hiçbir şey fayda etmiyordu beynimi yok eden ağrıya.
"O yüzden mi alfa ekibinin yetkilerinin genişletilmesini istedin?" diye sordu Will. Çatık kaşlarına rağmen az önceki öfkesi kalmamıştı sesinde.
Başımı sallayıp arkama yaslandım. "Bize öğretilen doğrulara tutunmayı denedim Will. Gerçekten denedim. Teneke şehrin sokaklarında dolaşıp suça, pisliğe bulaşmış insanları izledim günlerce. Kurduğumuz sistemi haklı çıkartacak sayısız delil topladım. Neden onları kontrol altında tutmamız gerektiğini tekrarlayıp durdum kendime. Ama kurtardığım çocuk... o bölgede yaşayanlar, yaşamak zorunda olanlar, yaralananlar, ölenler... Bunu anlamamı sağlayabilecek bir açıklama bulamıyorum işte! Ben... tüm bunları görüp öylece duramazdım. Değişmesi gereken o kadar çok şey var ki... Düzeltmeye nereden başlamalı bilmiyorum bile. Attığım adım doğru mu emin olamıyorum. Sanki her şeye çoktan geç kalmışız gibi."
Bir küfür savurup kadehi kafama diktim. Boğazımdaki acı göğüs kafesimdeki baskıyı unutturuyordu en azından. Sözlerimin yarattığı duygular bedenime ağır gelince ben ayağa kalkmıştım bu kez. Salonun ortasında ileri geri yürürken Will'in tedirgin gözlerle beni izlediğinin farkındaydım. Yine de ben sakinleşip pencerenin önünde durana kadar sessiz kalmıştı. Sonra içki şişesini almaya gitti, ikimizin de kadehini yeniden doldurup yanımda dikildi.
İkimiz de edecek söz bulamadan ellerimizdeki bardakları evirip çeviriyorduk. Sonra bir anda "Neden tek bir arkadaşım normal olamıyor?" dedi Will sıkıntıyla. Sesi öyle bıkkın çıkmıştı ki ona bakma ihtiyacı hissettim. Anlamadığımı görünce "Tıpkı Cal gibi konuştuğunun farkındasın değil mi?" diye açıkladı.
Aslına bakılırsa, şu ana kadar bunu hiç düşünmemiştim. Ama haklıydı Will. Az önceki sözlerim tam onun yapacağı türden bir savunmaydı. Birden fazla kez teneke şehirle ilgili aykırı fikirleri yüzünden uyarı almıştı Cal Krol'dan. Gördüğümüzün ötesinde bir gerçeklik olduğuna inanıyordu. Ne yazık ki ölümü o yardım etmek istediği insanların elinden gelmiş, itiraz ettiği güvenlik sistemimizse onun hayatını kurtarmaya yetmemişti.
"Cal'in hepimizden iyi bildiği şeyler varmış." diye mırıldandım.
"Cal öldü Ty!" dedi Will sinirle. "Bildiği şeyler hayatta kalmasına yardımcı olmadı. Buradan bir ders çıkarmaya ne dersin?"
"Çıkarıyorum," dedim ikinci kez düşünmeden. "O yüzden bilmediklerimle yüzleşmem gerekiyor zaten. O yüzden duvarın ötesinde ne olduğunu çözmemiz lazım Will. Kapımızda patlamaya hazır bir bomba var. Eğer hemen bir şey yapmazsak Cal'in başına gelenlerin çok daha kötüleri yaşanacak inan bana."
Will sözlerime itiraz edemedi. Haklı olduğumu bilmek daha da canını sıkmış gibiydi. "Ben böyle işin içine... Neden başka bir yolu olamıyor ki? Kalan tek dostumu da kaybetmek istemiyorum!"
"Ben bir askerim Will. Cal de öyleydi. Bize bir şey olmasın diye bir kenara oturamayız."
"Mesleğini biliyorum lanet olası. Ama düne kadar kedi kızları kovalayıp kendini deniz akreplerinin önüne atmak yoktu görev tanımında değil mi!"
Tüm sinirime, yorgunluğuma, çaresizliğime rağmen güldüm. Bu Will'i daha da kızdırıp küfrettirmişti. "Hey..." dedim o küçük bir çocuk gibi somurtup diğer tarafa döndüğünde. "Kedi kızları kovalamak da suya atlamak da yok bir daha. Söz veriyorum."
"Çok rahatladım," diye homurdandı Will kadehinin içine. Ona şakadan omuz attığımda yeniden küfretmişti. Bir süre sessizce Ark'ı izledi pencereden. "E..." dedi sonunda. "Ne zaman başlıyor yeni görevin?"
"Hemen," dedim düşünmeden. "Yarın."
Sustu Will yeniden. Kafasında bir şeyler kurduğunu iyice kıstığı gözlerinden görebiliyordum.
"Çıkar ağzındaki baklayı hadi."
Yavaşça bana döndü. Sanki hala karar verememiş gibi bir an düşündü ve sonra, "Ben de görmek istiyorum," dedi. "Teneke şehri... beni de geçireceksin duvardan. Cal'e de sana da kafayı yedirten neymiş kendim göreceğim."
"Will..." diye başladım ona aklıma gelen tüm fikirlerle itiraz etmek için. Ama saatim titremişti yeniden. En iyi arkadaşımdan saklamam gereken bir şey olmadığından saate dokunmamla mesaj ikimizin ortasında havada asılı kaldı. Bu sayede Lee'nin yazdıklarını aynı anda okumuştuk. Benim kaşlarım çatılırken hayretle kahkaha arası bir ses çıktı Will'in dudaklarından.
"Görünen o ki dileklerim gerçek oldu. Marketi hep merak etmiştim zaten."
"Aklından bile geçirme!" dedim sinirle. "Kimse markete falan gitmiyor!" Ama ben daha Lee'ye ters bir cevap veremeden kardeşimden ikinci mesaj gelmişti.
Boşuna beni vazgeçirmeye çalışma abiciğim. Babamdan onay aldım. İkimiz de gidiyoruz. Yarın!
***
-BÖLÜM SONU-
Veeee sonraki bölüm hep birlikte markete gidiyoruz!!!!! Yazmayı en çok beklediğim bölüm geliyor, şimdiden çok heyecanlıyım :D
Bu arada Tyron da Lee de onayı aldıklarına göre değişim başlasın, duvarlar yıkılsın!
Şimdi söyleyin bakalım, hangi Noah'nın projesini destekliyorsunuz? Hangisi gerçekten değiştirir geleceği?
A) TYRON
B) LEE
Cevaplarınızı, yorumlarınızı, fikirlerinizi bekliyorum!! Ve artık uyumaya gidiyorum :p
Öpücükler
KENDİNİZE ÇOK İYİ BAKINNNN
E.Ç
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top