Bölüm 12

Herkese güzel geceler,

İnatla, azimle, tüüüüüm işlerime rağmen, uykusuz kalaraktan, sabah akşam demeden yazmaya ve size yeni bölümler çıkarmaya devam ediyorum. 

O yüzden bu bölüme başlamadan NOAH hakkındaki fikirlerinizi duymak isterim. Nasıl gidiyor sizce hikaye? Mutlu musunuz, heyecanlı mısınız, bir isteğiniz var mı benden?

Gelelim bu bölüme...

En en en heyecanlı yerinde bıraktığımız önceki bölümümüze kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bölüm yine kurt çocuğun gözünden, çünkü daha elimden çekeceği var ;)

Keyifli okumalar canlar,

E.Ç

***

Are you a man or a monster?

***

BÖLÜM 12

Tyron

Sıçrayarak uyandım kabustan. Beni dibe çeken okyanus, yutmaya çalışan akrep, ayağımın altından kayan dünya, bedenime saplanan kurşunlar... Sayısız şekli vardı ardımda bıraktığım karabasanın. Gözümü açmıştım ama karanlığın ortasındaydım hala. Hayalle gerçek öyle iç içeydi ki savaştığım canavarlar peşimdeydi sanki. Neden, kimden kaçtığımı bile bilmeden doğrulup kalkmak istedim. Ama ilk hareketimle alt üst olmuştu dünya. Başım dönüyor, midem bulanıyor, şekiller birbirine karışıyordu.

Kafamın içindeki sarsıntıya tahammül edebilmek için gözlerimi yumdum sıkıca. Ta ki kulaklarım uğultular arasında anlaşılır bir ses yakalayana dek... Anında kasılmış, savunmaya geçmişti bedenim yeniden. Ayağımın üstüne basmaya çalıştığım an bu kez bıçaklar saplandı bacağıma. Kramp öyle şiddetliydi ki gerisin geri yere sermişti beni. Ah ve bir daha ah!

"Dur!" dedi aynı ses bu kez daha yakından. "Uzanman lazım!"

Oh, hayır. Bir an önce bana ne olduğunu anlamam lazımdı. Ama katlanılmaz acı dalga dalga bacağımdan vücuduma yayılıyor, doğru dürüst düşünmeme engel oluyordu. Ancak son anda fark etmiştim üzerime eğilen gölgeyi. Ani bir refleksle belime kadar doğrulup bulduğum ilk şeyi yakaladım. Parça parça seçti beynim görüntüleri. Bir el, bir iğne, bir kol, bir...

"Kat?"

Bir hırıltı gibi çıkmıştı isim boğazımdan. Diğer eliyle benimkini tutup bileğini pençemden kurtardı Kat. "Sadece ağrı kesici yapacağım," dedi enjektörü hafif yukarı kaldırıp. "Acıya dayanabilmen için."

Bana vermeye çalıştığı bir zehir de olsa ona itiraz edebileceğim son noktadaydım. Hiçbir şey şu an bacağımı kavuran alevlerden beter olamazdı herhalde. Zaten ben tepkisiz kalınca cevabı beklemeden bacağıma uzanmıştı Kat. İğneyi sapladığını hissetmedim bile. Üzerinde oturduğum bez parçasını, dişlerimi, kaslarımı, tüm bedenimi sıkıyordum sanki içimdeki lanete direnirmiş gibi.

"Birazdan geçecek," diye telkin etti Kat, ama yüzündeki kaygı sözleri kadar rahatlatıcı değildi. Yanımdan kalkmadan az ötedeki sehpaya uzanıp metal bir kap almıştı. "İç," diye buyurdu bardağı dudaklarıma bastırıp. "Sıvı alman lazım."

Ona susuzluktan çok daha büyük bir derdim olduğunu söylemek istedim; ama haklıydı, aldığım ilk yudumla serinlik içime akmış, alevleri kısmen yatıştırmıştı. Üstelik, sahiden de Kat'in iğneyi batırdığı yerin etrafı uyuşuyordu yavaş yavaş. Ben kalan suyu içerken o köşedeki duvara yaslı çantasının başına gitmiş, içinden başka bir şişe ve pamuk alıp yanıma dönmüştü. Boş bardağı elimden aldığı gibi "Arkana yaslan!" dedi.

Hayır, sakın yaslanma! diye karşılık vermişti sezilerim anında. Ayakta ve tetikte kalmam için milyonlarca neden sayıyordu bir yandan. Neredeydim, nasıl buraya gelmiştim, bana tam olarak ne olmuştu... öğrenmem gerekiyordu. Tehlikede olabilirdim, hatta şu çektiğim acıya bakarak kesin tehlikedeydim. Buna rağmen Kat bir kez daha "Yaslan!" deyip omzumdan ittiğinde direnememişti bedenim. O pamuğa döktüğü ilacı bacağımın arkasına bastırırken alt dudağımı ısırıp beklemekten başka çarem yoktu.

Bana her ne ilaç verdiyse bacağımdaki sancıyı hafiflettiği gibi kafamdaki sisi de dağıtıyordu ağır ağır. Gözlerim doğru dürüst seçmeye başladığında Kat'i aşıp içinde olduğumuz odayı taradı merakla. İskelede değil, metal bir kutunun içindeydik. Bir köşede eski, tekli bir koltuk, yanında bir masayla sandalye vardı. Karşı duvarda duran kapağı kırık dolap ve üstünde yattığım döşek sayılmazsa başka bir şey yoktu küçük odada. Kırık camdan görünen yıldızlı geceye bakılırsa tünellerde değil hala teneke şehirdeydik ve gece çoktan çökmüştü. Ama nasıl?

Bayılmadan önceki son anım ölümcül bir akrep yarası ve korkunç bir acıydı. O acının baki kaldığını söyleyebilirdim, ölümcül yaraysa Kat'in parmakları altında şiş, kan toplamış, mide bulandırıcı bir kraterdi şimdi. Gözlerim kendi üzerimde gezindikçe aradan geçen zaman daha da kaygılandırıyordu beni. El ve ayak bileklerimin etrafında sargılar vardı. Kolum bandajlanmıştı. Ceketim de botlarım gibi döşeğin başında duruyordu. Biri, büyük ihtimalle Kat, ben kendimde değilken bizi o iskeleden kurtarmakla kalmamış, beni hayatta tutmayı da başarmıştı. Ama nasıl? Nasıl olmuştu bu? Ne kadar süredir baygındım? Neredeydik? Nasıl gelmiştik buraya? Ve neden kaçıp gitmek yerine bana yardım etmişti Kat?

Beynim hangi sorudan başlayacağını seçemeyince saçma sapan bir şey çıktı ağzımdan. "O sürdüğün nedir?"

Sesimin yeniden normal çıkması beni, konuşmamsa Kat'i şaşırtmıştı. Bir an yüzüme bakıp elindeki işe geri döndü. "Yaranın hızlı kapanması için özel bir merhem... Bu bant da aynı şekilde. Dikiş atmadan yarayı kapamak gibi düşün. Lifler eriyip tenine yapışacak ve hasarlı dokuyu onaracak. Yani... sen tepinip durmazsan."

Onun azarlayan bakışlarını görmezden geldim. İşini bitirip çantasının başına dönmüştü o da. "Peki zehir?" diye sorduğumda elleri çalışmayı bıraktı bir an için. Omzunun üstünden bana baktığında aynı soru işaretini onun da gözlerinde gördüm.

"Ölme olasılığın yaşamandan çok daha yüksekti," dedi lafı dolandırmadan. "Daha önce akrepten canlı kurtulan birini hiç duymadım. O yüzden... ilacın işe yarayacağına emin değildim. Kimse panzehri alacak kadar uzun yaşamıyor." Metal yuvarlak bir alet çıkarmıştı bu kez çantasından. Yanıma dönüp döşeğe oturdu ve elime uzandı. "Ama..." dedi diski parmaklarımdan koluma doğru gezdirirken. Aletin üzerinde beliren rakamlarla kaşları yukarı kalkmıştı. "Bir şekilde senin vücudun bunu başarmış gibi görünüyor."

Bir an onun modifikasyonlarımdan girip babamdan çıkacağını, diğerleri ölürken hayatta kaldığım için beni suçlayacağını ve konuşmanın her zamanki gibi bağırış çağırışlarla sonlanacağını düşündüm. Yanılıyordum. Az sonra başka bir şey söylemeden kolumu bırakmıştı Kat. Dokunuşu hala sertti, ama beni her gördüğünde yüzüne yerleşen nefret yoktu artık. "Biraz uyumaya çalış," dedi yanımdan kalkarken. "Bir daha bacağın için ihtiyacın olacağını sanmıyorum, ama... şey için... şey..." Eliyle kendi sırtını işaret etti. "Kanatların için gerekirse bir kez daha ağrı kesici yaparım. Onlara nasıl ulaşacağımı bulamadım. Kurşun hala içeride olmalı."

Suratında öyle şaşkın bir ifade vardı ki içinde olduğumuz duruma rağmen gülümsemeden edemedim. Onu kanatlarımı sırtımdan çıkarmaya çalışırken hayal edince istemsizce daha da yukarı kıvrılmıştı dudaklarım. Ama Kat'i kızdırmamak için hemen sildim bu ifadeyi yüzümden. "Beni korumak için," diye açıkladım tüm ciddiyetimle. "Bilincimi kaybettiğimde kanatlarım kendiliğinden kapanıyor."

Kat bu bilgiyi analiz ederken alnı kırılmıştı. Ne yapması gerektiğine kendi de emin değil gibiydi. "Şimdi bakmamı ister misin?" diye sordu çekinerek. "Burada kurşunu çıkarmam zor ama..."

Başımı iki yana salladım hemen. "Biraz daha dayanabilirim bence. Ağrı kesiciden bir şey hissetmiyorum zaten."

Kat dikkatle yüzümü incelerken içindeki doktor da hayatta kalma ihtimallerimi hesaplıyordu şimdi. Sonunda şansımın yüksek olduğuna kanaat getirmiş olsa gerek "Sen bilirsin," dedi omuz silkip.

O çantasının başına gidip bana sırtını dönse de ben onun üzerinden çekememiştim bakışlarımı. Benim gibi dışarıdan görünen büyük bir yarası yoktu Kat'in, ama sektiğini ve elinin sık sık omuzuna gittiğini fark etmiştim. Kucağımdan düştüğünde ya da ben bilincimi kaybettikten sonra yaralanmış olabilirdi. Aslına bakılırsa, benim kadar onun hayatta kalmış olması da imkansızdı. Dronları atlatmış, bizi bu eve sokmuş, yaralarımı sarmıştı. Hem de tek başına... Hayır, bu kadarı kedi kız için bile çok fazlaydı. Ona bakarken her an yeni bir soru ekleniyordu aklımdakilere.

"Neredeyiz?" diye sordum kendimi tutamayıp.

Kat bana dönmemişti. "Hala teneke şehirdeyiz. Pek fazla seçeneğimiz yoktu."

Onu tahmin edebiliyordum. "Peki neresi burası? Kimin evi?"

Hemen cevap vermedi Kat. Çantayı kapatıp sırtını duvara yaslamıştı benim gibi. Dizlerini karnına çektiğinde anında bacaklarının etrafına dolandı kuyruğu sanki onu güvenli bir alana hapsetmek ister gibi. Kollarını dizlerinin üstüne bıraktığında tenindeki kesikleri gördüm. Enstitüden kalan kabuk bağlamış çizgilere yenileri eklenmişti, ama farkında değil gibiydi Kat. Bakışları yerde dolandı bir süre. Ellerine kaydı, anlamsız bir noktayı izledi. Bir sürü şey düşündüğünü, belki bir şeyler demek istediğini, ama bir türlü söze başlayamadığını görebiliyordum. Bir an asla benimle konuşmayacağını düşündüm. Ama sonra bana baktı ve "Neden?" dedi.

Bu sorudan bir şey anlamam gerekiyorduysa da başaramamıştım. Yutkundu Kat, yeniden önüne eğdi başını. Doğru sözcükleri toparlayıp bakışlarını bir kez daha yüzüme kaldırması birkaç saniye sürmüştü. "Neden o çocuğun peşinden suya atladın?"

Beklediğim soru bu değildi. "Sen neden o çocuğun peşinden suya atladın?" diye sordum cevap vermek yerine.

Anında kaşları çatılmıştı Kat'in. "Sen Tyron Naoh'sın!" dedi hayretle.

"Ve?

"Burada olman bile mantıklı değil. Kaldı ki... kaldı ki bizden biri için kendi hayatını..."

"O bir çocuktu Kat!" dedim onu kesip. "Ve yardım etmesek gözümüzün önünde ölecekti. Benden nefret ettiğini biliyorum, ama inan, ben bile o kadar kötü biri olamam."

Anında karşılık vermek için aralandı Kat'in dudakları. Ama hangi savla üzerime geleceğini bulamamış gibiydi. Çocuk konusunda da benim hakkımdaki önyargılarıyla ilgili de haklı olduğumu biliyordu. Zaten sonunda somurtup başını öteki yana çevirmişti. Beni görmezse varlığımı da sözlerimi de inkar edebilecekti sanki. Hata yaptığımı, istemeden o oğlana yardım ettiğimi söylememi tercih ederdi şüphesiz. Ama bu doğru değildi.

"Bak..." dedim o söyleyecek bir şeyler bulmak için dudaklarını kemirirken. "Suda senden daha çok şansım olacağını düşündüğüm için o çocuğun peşinden ben gittim. Sadece yardım etmeye çalışıyordum. Kanatlarımın bir faydası olur sandım ama... pek başarılı olduğum söylenemez maalesef."

Kat'in yılanları nasıl öldürdüğü, suya saçtığı tozla onlardan nasıl kurtulduğunu düşününce şimdi daha da salakça geliyordu sergilediğim kahramanlık. Şüphesiz ki o benden çok daha deneyimliydi okyanustaki tehlikeler konusunda. Duvarın bu tarafında bir sanattı hayatta kalmak. Bir değil onlarcaydı tehdit. Ve bir zamanların Ark'lı kızı Kat geçen yıllarda neler yaşadıysa, kesinlikle o sanatı öğrenmişti.

Sesimdeki samimiyet mi ilgisini çekmişti bilmiyordum, ama sözlerim bitince bana çevrildi bakışları. Doğru söylediğime inanmak istemediğini kuşkulu gözlerinden görebiliyordum. Bu, hakkımda düşündüğü her şeye tersti sonuçta. Hayatım boyunca öğrendiğim her şeyi sorgulayarak geçirdiğim koca bir haftadan sonra onun yaşadığı ikilemi benden daha iyi anlayabilecek kim vardı ki? Kötü, tehlikeli, düşman olarak hafızama tanımlanmış insanların arasında onları keşfetmeye çalışmakla harcamıştım son günlerimi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçemeyeceğim kadar karışıktı artık kafam.

Belki benim gibi hissettiğinden, belki de sadece yeni bir söz dalaşına girecek takati olmadığından sıkıntıyla nefes verip başını duvara yasladı Kat. "Bu peşinden suya atladığın çocuğun evi," dedi gözleriyle odayı tarayıp. "Seni kurtarmama yardım eden de onun babasıydı. Açıkta savunmasız kaldığımızı görünce yasağa rağmen yanımıza koştu. Seni buraya onunla birlikte taşıdık." İşte bu imkansızdı. İtiraz edecektim ki ne söyleyeceğimi anlayıp benden önce davrandı Kat. "Evet, kim olduğunu biliyor. Aslına bakarsan... bu bölgede kim olduğunu bilmeyen kimse kalmadı sanırım. Zaten sudaki o performansından sonra seni bir başkasıyla karıştırmaları da imkansız."

"Ve... buna rağmen beni evlerine mi aldılar?"

Başını salladı Kat. "Seni evlerine aldılar, çünkü sen o oğlanın hayatını kurtardın. Yapmak zorunda değildin, yine de onun peşinden suya atladın. Orada yaptığın şey..."

"Oldukça acınasıydı," dedim dürüstçe. "Ben oğlanı değil sen beni kurtarmış oldun günün sonunda. Ben de sudan uzak durmam gerektiğini anlamış oldum."

Bu itirafı beklemiyor olsa gerek yeşil gözleri kocaman açılmıştı Kat'in. Bir an tebessümünü görür gibi oldum, ama başını öne eğmesiyle saçları yüzünü örtmüştü. Hazır o susmuşken, bana saldırmıyor, laf sokmuyor, lanetler saçmıyorken benim de sessizce gözlerimi yummam en doğrusu olurdu. Ağrı kesici acıyı baskılamış, kaslarım tamamen gevşemişti. Bıraksam bedenim uykunun kollarına geri dönecekti. Ama...

"Neden?" diye sordum bu kez ben. "Sen neden bana yardım ettin?"

Bu defa hazırlıksız yakalanan oydu. Tüm şaşkınlığıyla baktı bana. Pekala ölüme terk edebilirdi beni o sularda. Evlerinden bizi izleyen tüm teneke şehir keyifle okyanusun dibini boylamamı izlerdi, eminim. Kat'in benden, babamdan, Ark'tan ne kadar nefret ettiği düşünülünce, onun için de muhteşem bir intikam olurdu bu son. Yine de suya dalmış, beni yılanlardan kurtarmış, akrebi yenmeme yardım etmiş, dronlara rağmen zehirden ölmeme izin vermemişti.

"Neden?" diye üsteledim Kat cevap vermeyince. Ama ne diyeceğine kendi de emin değil gibiydi. Cevap sanki bendeymiş gibi kıstığı gözleriyle bakıyordu suratıma.

"Kimse öyle ölmeyi hak etmiyor," dedi sonunda. "Sen bile..."

Ben bile... diye düşündüm acıyla gülümseyip. Tyron Noah, bir canavar, bir şeytan... Kat'in de bu şehirdeki insanların da hakkımda düşündüğü buydu işte. Saçmaydı, ama yine sadece iki kelimeyle bana kendimi berbat hissettirmeyi başarmıştı Kat. Ne duymayı beklemiştim ki zaten. "Ben bile..." diye mırıldandım kendi kendime. Ve sonra ikimiz de susup önümüze döndük.

Bir dakika geçti aradan. Belki iki, üç, beş, on... Gözlerim kapanmasın diye direniyordum. Bir plan yapmalı, tutmayan bacağımla eve nasıl döneceğimi bulmalıydım. Ve bunu sabah olup yasak kalktığında tüm teneke şehir üzerime çullanmadan önce düşünsem hiç fena olmazdı. Bu gece için bu eve kabul edilmiş bir kahraman olabilirdim, güneş doğduğundaysa yeniden Tyron Noah'ya dönüşecektim. Kat'in bana yardım edeceğini düşünmek çocukça bir hayal olurdu. Ark'a ulaşmamı sağlayabilecek en hızlı yol saatimdi ve onun durması gereken bileğimde sargılar vardı şimdi. Ark bile okyanusun dibinde onun yerini tespit edemezdi korkarım. Silahımı suya kaptırmış, telsizimi en başta bilerek yanıma almamıştım. Geçen seferki gibi bir dron katletmek ve iletişim için onu kullanmak hala bir seçenek olabilirdi. Ne yazık ki değil bir dron avlamak, nasıl kendimi ayağa kaldıracağıma bile emin değildim.

Sıkıntıyla nefes verip başımı arkamdaki duvara bastırdım. Kapının köşesindeki gölgeyi o an fark etmiştim. Baktığım an kaçıp karanlığa geri karıştı. Ama uydurmadığımı Kat'in de aynı yere kayan ilgisinden biliyordum. Odanın kapısız girişinde biri vardı. Minik bir siluet. Bir çocuk. Ve az sonra çekinerek karanlıktan aydınlığa bir adım atmıştı. Kuruyken saçları sarıydı oğlanın, yine de hemen onu tanımıştım. Bu o çocuktu, suya düşen. Öyle bir çatmıştı ki kaşlarını bana bakarken gözleri zar zor görünüyordu.

"Roy..." dedi Kat normalde asla benim etrafımda kullanmayacağı kadar şefkatli bir tonda. "İyi misin? Bir şeye mi ihtiyacın var?"

Hemen başını sağa sola salladı çocuk, ama bana bakmayı bırakmamıştı. Hemen sonraysa içeri ürkek bir adım attı. Bir tane daha... bir tane daha...

"Roy?" diye seslendi Kat biraz merak biraz endişeyle. Çünkü Roy direkt bana doğru geliyordu. Tam önümde durduğunda parçalanmış pantolonumun altından görünen yaralı bacağımı inceledi ilk. Kollarıma kaydı bakışları. Yüzüme ulaşana kadar olabildiğince oyalanmıştı üzerimde. Odadaki hastalıklı ışığa rağmen masmaviydi gözleri. Sonunda benimkileri bulduğunda korku kadar merak da vardı bakışlarında. Gerildiğimi inkar edemezdim. Minik yumruğunun içinde bir şey sıkıyordu Roy. İstese de bana fiziksel bir zarar veremezdi belki, ama minik yüzüne hiç yakışmayan bu öfke göğsümü sıkıştırmaya başlamıştı bile.

"Sen insan mısın?" diye sordu bir anda.

Ha? Şokun etkisiyle gülmemek için kaşlarımı çattım ben de. "Bildiğim kadarıyla evet, bir insanım."

"Başka insanları yemiyorsun yani?"

Tanrım, sahiden teneke şehrin çocuklarına böyle mi anlatıyorlardı bizi? "Hayır," dedim başımı iki yana sallayıp. "Seni temin ederim ki hiç insan yemedim."

Roy gözlerini daha da kıstı. "Düşman mısın peki?"

"Senin düşmanım değilim," dedim biraz düşündükten sonra.

"Babamın?"

"Baban bugün benim hayatımı kurtardı."

Roy bunun ne anlama geldiğini bulmak için bekledi bir an. Her gün, her an hakkımda duyduğu onca korkutucu sözden sonra hala karşımda durması bile şaşırtıcıydı aslında. Çocuk aklı bugün yaşadıklarını şu ana kadar duyduğu kabusu olmuş hikayelerle çarpıştırıyor olmalıydı.

"Peki," dedi. "Kötü müsün?"

Hımm... Ona kendimin de aynı sorunun peşine düştüğünü, o yüzden şu an burada olduğumu, üstelik de başıma gelmeyen kalmadığını söylemem doğru olmazdı sanırım. Kat'e kaydı bakışlarım istemsizce. Oturduğu yerden bizi izliyordu ilgiyle. Roy aynı soruyu ona sormuş olsa benim yerime düşünmeden cevap vereceğine emindim.

Sen... nasıl bu kadar kötü olabilirsin ha?

Roy'a döndüm yeniden. "İsteyerek kimseye kötülük yapmadım," dedim dürüstçe. "Ama belki, bazı hatalar yapmış olabilirim. Onları da düzeltmeye çalışıyorum. Umarım bu beni tamamen kötü bir adam yapmıyordur."

Roy'un kafasının iyice karıştığı yüzündeki şaşkın ifadeden belli oluyordu. Ona bakarken gülümsemeden edemedim. Oysa beni şaşırtıp bir adım daha yaklaşmıştı bana. "Ben de bazen hata yapıyorum," dedi tüm ciddiyetiyle. "Annem hep kızıyor. Bugün de kızdı. Ama ben de kötü değilim."

Onunla alay ettiğimi düşünmemesi için dudaklarımı birbirine bastırıp başımla onayladım. "Sonuçta elimizden geleni yapıyoruz, değil mi?"

Hızla aşağı yukarı salladı kafasını. Ve sonra yumruğunu açıp bana uzattı. Minik, metal bir figür vardı avucunun içinde. Bir an Roy'un benden ne istediğini anlamayıp öylece baktım anlamsız şekle. İyice öne uzattı bu kez elini ve "Al," dedi. "Senin."

İşte bu gerçek bir sürprizdi. Hiçbir fikrim yoktu bana vermeye çalıştığı şey konusunda, ama önemli de değildi zaten. Hayatını kurtardığım için kendince bir karşılık bulmuştu Roy. Sanırım bu, canavar testini geçtiğim ve bu şehirde en az bir kişinin güvenini kazanmayı başardığım anlamına geliyordu. Yeniden Kat'e kaydı bakışlarım. Sonra bir onay bekler gibi ona baktığım için kendime sinirlenip önüme döndüm hızla. Öne uzandığımda kurumuş kan ve pislik yapışmış parmaklarımdan korkup geri kaçacağını düşünmüştüm Roy'un. Oysa ben hediyesini alana kadar kıpırdamadan beklemişti. Şimdi, dikkatli bakınca minyatür bir insandı tuttuğum. Üst üste sarılmış metal tellerden oluşan, İki kanatlı bir insan... Tyron Noah...

"Onu ben kazandım," diye açıkladı Roy gururla. "Jacob hile yaptığımı söyledi, ama yapmamıştım. En iyi askerleri hep o topladığı için kıskançlık yaptı. Halbuki kuleyi ben devirdim. Hem de doktor onda olduğu halde..."

Roy'un neden bahsettiğini kesinlikle anlamıyordum. Muhtemelen teneke şehrin çocuklarının oynadığı bir oyundu böyle heyecanla anlattığı. Doktor, kanatlı adam, askerler, kule... Fazlasıyla tanıdıktı her şey. Öyle görünüyordu ki biz Ark'lılar büyüklerin hayatlarının korkulu rüyası olmakla kalmayıp küçüklerin de hayal güçlerine girmeyi başarmıştık. Her koşulda, oldukça değerli bir ödülden vazgeçiyordu Roy. Hem de bana vermek için...

"Bu..." dedim gözlerimi kendi minik figürümden ayıramadan. Doğru sözcükleri bulup teşekkür etmek istiyordum. Ama devam etmeme izin vermedi Roy.

"Yarın beni yeniden uçurur musun?" diye sordu heyecanla. "Diğer çocuklar görsün istiyorum. Yoksa kimse bana inanmayacak."

İşte bu kez gülüşümü bastıramamıştım. Odanın diğer köşesinde Kat'in de kendini tutamayıp kıkırdadığını duyunca hayretle ona döndüm. Gözlerini kaçırmadan önce bir anlığına, evet çok kısa bir anlığına, nefret saçmadan baktı bana. Kesinlikle bir ilkti bu. Ama ben daha bu sıra dışı olayı sindiremeden odanın kapısında bir adam belirmiş ve "Roy!" diye kükremişti. "Buraya gel!"

"Ama baba..."

"Roy!" dedi adam bir kez daha. Sesindeki tehditkar tını anında harekete geçirmişti küçük oğlanı. Dudaklarını aşağı sarkıtıp ayaklarını sürüyerek babasının yanına gitti Roy. Aklının hala benden alacağı cevapta olduğuna emindim, oysa o cevapla arasında önce babası sonra da koca bir teneke şehir vardı. Suratındaki öfke dolu ifadeye bakarak bugün bana yardım eden adamın şimdi eşikte dikilenle aynı kişi olduğuna inanmak zordu. Zorla evinin ortasına bırakılmış bir mikroptum sanki. Ağzımı açtığımda tek amacım ona teşekkür etmekti, ama konuşacağımı anladığı an Kat'e dönmüştü.

"Yasak kalktıktan sonra burada kalamazsınız."

Şu aksi üslubu için ona kızmalıydım belki. Ama oğlunun omzunu kavramış elleri ve gözlerindeki inkar edilemez tedirginlikle sadece ailesi için korkan bir babaydı o. Muhtemelen zaten pek çok kişi görmüştü bize yardım ettiğini. Bir de beni evine aldığı duyulduğunda bu şehirden pek çok dostunun düşmanlığını kazanacağına şüphe yoktu.

Benim gibi düşünüyor olsa gerek, itiraz etmeden başıyla onaylamıştı Kat. Adam başka bir şey söylemeden Roy'la birlikte koridorda kaybolduğunda yeniden göz göze geldi benimle. Minik oğlanın varlığıyla yumuşayan hava onun gidişiyle yeniden koyu bir yağmur bulutuna dönmüştü Kat'le aramızda. Ve babanın sözleri bir kez daha gerçeklerle baş başa bırakmıştı bizi.

Başımı eğip yaralı bacağıma baktım. Kat'in yapıştırdığı bant sahiden bütünleşmişti tenimle. Ağrı kesicilerin de panzehrin de işe yaradığına şüphe yoktu, ama sabah olduğunda Ark'a doğru yola koyulmak istiyorsam çok daha mucizevi bir çözüme ihtiyacım vardı.

"Çantanda hemen şimdi ayağa kalkmamı sağlayacak özel bir ilaç yoktur herhalde, değil mi?" diye sordum sıkıntıyla.

Ona bakmadığım halde "Hayır," demişti Kat benimki kadar huzursuz bir sesle. Yerinden kalkıp yanıma geldi ve önüme çöktü bir kez daha. "Ben bakayım."

O yaraya uzanınca ben geri çekildim. Parmaklarını tenime bastırdığında bağırmamak için yanağımı ısırmam gerekmişti. "Ödem artıyor," dedi kendi kendine. "Bence üstüne basabilirsin sabaha kadar, ama birkaç gün bacağın davul gibi gezeceksin."

"Önce beni buradan çıkartırlarsa tabii..." diye homurdandım yüzümü acıyla buruşturup.

Kat'in alaycı bakışları yüzüme kalkmıştı hemen. "Bir deniz akrebi öldürdün ve bir avuç insandan mı korkuyorsun?"

"O metal borularla hayvanı vuran sendin. Ben sadece işi bitirdim. Gerçi... ben mi onu bitirdim o mu beni o da tartışılır ya..."

"Bu mütevazilik üzerinde hiç durmuyor," dedi Kat gözlerini devirip. Kalkıp odanın diğer köşesine gitmiş, bir süre elleri belinde odanın içinde bir şeyler aranmış, sonra da masanın üstündeki teneke kutuyla geri yanıma gelmişti. "Ayağını bunun üstüne koy," diye buyurdu kutuyu sedirin önüne yerleştirip. Ben bacağımı tutup kaldırmaya çalıştığımda elleri benimkilere yardıma gelip destek olmuştu. "Şimdi uyu!" dedi duvara yaslanmam için göğsümden itip. "Hareket etmezsen daha hızlı toparlanır."

Bir an ondan harika bir asker olacağını düşünüp gülümsemeden edememiştim. Bizimkilere kök söktüreceğine şüphe yoktu. Bana yaptıklarının onda birini tekrarlasa yeterdi zaten. Ama dudaklarımdaki kıpırtıyı yakalamıştı Kat.

"Ne var?" diye sordu kaşlarını çatıp.

Hiç... demeli ve bana emredildiği gibi gözlerimi yummalıydım. Tabii ki kendimi tutamamıştım. "Herkese karşı mı böylesin yoksa bana özel mi?" diye sordum sahte bir ciddiyetle. "Hayır, diğer hastalarına da böyle sert davranıyorsan sana gelmemek için ellerinden geleni yapıyorlardır."

"Hastalarımın pek seçme şansı olmuyor!" dedi Kat gözlerinden alevler saçarak. Hışımla yerden kalkmış kendi köşesine dönüp bana sırtını dönmüştü. Ve böylece, amacım kesinlikle bu olmadığı halde, aptal bir espri yüzünden onun nefretini iyice pekiştirmeyi başarmıştım. Harika! Bana yardım eden ve edebilecek tek kişiyi de kendime küstürdüğüme göre şimdi sahiden de karaları bağlayabilirdim. Başımı geri bırakıp gözlerimi yumdum sinirle. Üç saniye sürmüştü karanlıkta yolculuğum. Dışarıdan gelen seslerle anında sıçradım yerimde.

Kat az ötede başını kaldırıp kulaklarını havaya dikmişti benim gibi. "Ne oluyor?" dedi yerden fırladığı gibi pencereye koşup. Kartallar... diye düşündüm ona cevap vermeden. Bu sesi adım gibi iyi biliyordum. Zaten hemen ardından robotik anons duyulmuştu.

"Uyarı! Etrafınız kuşatıldı. Uyarı!" Kat'le dehşet dolu bakışlarımız çarpıştı. "Dördüncü bölge bir sonraki emre kadar kapatılmıştır," diye devam ediyordu anons. "Tutsak Tyron Noah derhal güvenlik güçlerine teslim edilmezse gereği yapılacaktır! Ark her türlü yaptırımı uygulama hakkına sahiptir. Bu sizin için yapılan son ihtardır. Uyarı! Uyarı! Uyarı!"

Son ihtar mı? diye tekrarladım içimden dehşetle. İlki ne zaman yapılmıştı ki? Beni arıyordu Ark. Bir şekilde burada olduğumu tespit etmişlerdi demek. Hem de korkunç bir şekilde yanlış anlayarak... Bu insanların beni yakalayıp zorla burada tuttuğunu düşünüyorlardı. Felaketti bu, çünkü uygulayacakları protokolü ezbere biliyordum. Bana ulaşana kadar tüm evlere tek tek girecek, insanları tutuklayacak, konuşturmak için işkence edeceklerdi.

"Hayır!" diye itiraz ettim kendi düşünceme. Sağlam bacağımın üstünde kolumla duvardan destek alarak ayağa kalkmıştım hemen.

"Askerler!" diye bağırdı Kat o anda. "Şehre iniyorlar. Onlarca var." Sonra bana dönmüş, çoktan kapıya yöneldiğimi görüp arkamdan bağırmıştı. "Ne yapıyorsun?"

Sanırım yürümeye çalışmak deniyordu bu çabama. Bir an önce ortaya çıkıp kendimi göstermem gerekiyordu o askerlere, ama eşiğe ulaşamadan takılmıştı ayağım. Sendeleyip duvara tutundum son anda. Kolumda bir sıcaklık hissedene kadar Kat'in yanıma geldiğini fark etmemiştim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış olmalıydı. "Gel," dedi panikle. "Ancak seni görürlerse dururlar."

Onun desteğiyle koridora çıktık. Üç adım atmıştım ki evin sahibi belirdi karşımda. Karısını arkasına, oğlunu ise kolunun altına saklamıştı. Aklından tonla şey geçtiğine emindim. Beni bu evde bulduklarında askerler ona ne yapacaktı, derdini dinleyecekler miydi ki gerçekleri anlatsın... Bembeyazdı üçünün de suratı ve bu görüntü bacağımdan daha da hasta etmişti beni.

"Korkmayın," dedim bir yandan ilerlemeye çabalarken. "Size hiçbir şey olmayacak, söz veriyorum!"

Bir cevap vermemişti hiçbiri. Ama Roy'un minik suratındaki dehşet daha hızlı hareket etmem için yeterli motivasyondu. Kırık dökük metal basamaklara geldiğimizde dışarıdaki seslere insanların bağırışları karışmıştı. İçinde olduğumuz binada yaşayanlar ismimi bağırıyor, küfrediyor, ellerindeki eşyaları metal duvarlara çarpıp tepki veriyorlardı. Ark'ın lanetini onlara getirmiştim. Askerleri, silahları, kontrolsüz gücü... Kat'in yardımıyla bir kat inene kadar aynı sözleri tekrar etmeyi sürdürdüm. Korkmayın, size hiçbir şey olmayacak, korkmayın, korkmayın, korkmayın!

Ama ben bu hızla yürürken değil diye araya girdi mantığım hemen. Bir an durup çaresizce etrafıma bakındım. Bulabildiğim tek şeye, merdivenin metal korkuluğuna asılmıştım az sonra. Neyse ki derme çatma bir yapıydı bu. Doğru dürüst lehimlenmemişti bile parçalar. Az sonra Kat'in yardımından çok daha hızlı hareket etmemi sağlayacak bir boru vardı elimde. Onu bir değnek gibi kullanıp sekerek indim kalan basamakları. Sokağa çıktığım ansa kalakalmıştım.

Droidler ellerindeki silahlarla evlerin kapılarını tutmuş, askerler içerideki insanları yaka paça dışarı sürüklüyordu. Kadın, çocuk, genç, yaşlı... Ortalık zorla yere çöktürülmüş insanlarla dolmuştu bile. Ve onlara bunu yapan... benim askerlerimdi. Öyle bir beynime sıçradı ki kan o an sanki tüm yaralarımı, bacağımdaki zehri yakıp yutmuştu. Metal boru bir uzvumdu artık ve ben ondan aldığım destekle kıyametin ortasına koşarak daldım.

"Hey! Durun derhal! Kesin şu saçmalığı! Hemen!"

Tüm bu gürültünün ortasında aptalca bir çabaydı bağırmak. Neyse ki teneke halktan biri olduğumu sanan askerlerden biri üzerime atlamıştı o an. Yaralıydım evet, ama hala onların komutanıydım ben. Bastonu oğlanın bileğine çarparak silahını elinden düşürdüğümde bunu nasıl başardığımı anlamamıştı bile. Karşı saldırıya geçmek için beline uzandı hemen, ama sonra benimle göz göze geldi ve o an kan tüm yüzünden çekildi.

"General?"

"Ne halt ediyorsunuz siz?" diye hırladım birbirine kenetlenmiş dişlerim arasından.

"Komutanım biz sizin..."

Onu dinleyemedim. Başka bir asker Kat'i ensesinden yakalayıp yere bastırmaya çalışmıştı aynı anda. Elbette direnmeden boyun eğecek değildi kedi kız. Anında dirseğini geçirdi oğlanın suratına. Her ne kadar tekniği fazlasıyla iyi olsa da silahlı ve zırhlı bir askerdi karşısındaki ve bu cesur hareketi karşılığında silahın kabzasını anında yanağına yemişti. Durmadı asker, namluyu Kat'in alnına dayadı bu kez.

"Nigel!" diye bağırdım dehşetle. Neyse ki onu bizzat tanıyordum. İsmini duymasıyla şaşkınlıkla suratıma bakmıştı çocuk. "Kes şunu hemen!" dedim öne atılıp. Topallayarak iki adımda yanına gitmiş, onu göğsünden iterek uzaklaştırmıştım. Kat'i kolundan tutup ayağa kaldırdığımda yüzündeki sert ifadeye rağmen titriyordu.

"İyi misin?"

Cevap olarak dudağının kenarındaki kanı elinin tersiyle sildi Kat. İçinde kaldığımız durum düşünülünce şu gözlerindeki kıvılcımları hak etmediğimi söyleyemezdim.

"General Noah... siz..."

Tüm sinirimi Nigel'dan çıkarmak için bir hışım ona döndüm. "Ver şu telsizini!" Çocuğun kulağı elimde kalıyordu neredeyse. "Derhal operasyonu durdurun!" diye kükredim telsizi kendi kulağıma yerleştirmemle. Resmi cümlelerle kaybedecek vakit yoktu. Zaten sesimi duyup tanımayacak tek bir asker olduğunu sanmıyordum. "Bu bir emirdir! Tekrar ediyorum, operasyon iptal! Tüm ekipler geri çekilsin! Hemen, şimdi!"

Hırsımı alamayınca kolumu havaya kaldırıp ortalığa bağırdım bu kez. "Bırakın onları! Hepiniz, geri çekilin! Kimseye zarar vermeyeceksiniz! Duydunuz mu beni!"

Şaşkın şaşkın birbirine ve bana bakıyordu şimdi askerler. Kurtarmak için peşine düştükleri komutanları tarafından tam tersi emir almayı hiçbirinin beklemediği açıktı. Yaka paça evlerinden dışarı sürükledikleri insanlar gibi ne yapacaklarını bilmeden amaçsızca kalıvermişlerdi ortada. Sadece içlerinden birinin insanların ve askerlerin arasından sıyrılıp üzerime koştuğunu gördüm. Ve onu gayet iyi tanıyordum. Tam karşımda durduğunda beni saygıyla selamlasa da onun da bakışlarında şaşkınlık, korku, panik dans ediyordu.

"Konuş Misha," dedim tüm sinirimle. "Ne oluyor burada?"

"Komutanım biz... sizin başınıza bir şey geldiğini düşündük."

"Nasıl?"

Daha da kasıldı Misha'nın çenesi. "Dron görüntüleri komutanım. Merkezdeki askerler kayıtlarda sıra dışı bir hareket tespit edip beni bilgilendirdiler. Siz olduğunuzu anlayınca derhal harekete geçtik."

"Ve bu operasyon emrini kim verdi?"

Dudaklarını kemiriyordu Misha. Bir an durdu, sonra yutkundu ve "Ben komutanım," dedi gözlerini ayaklarına dikip.

Elbette o vermişti. O yüzden sıradan askerler değil, alfa ekibiydi beni kurtarmaya gelen. Ah Misha... Orduya girdiğimden beri birlikteydim onunla. Beş, altı yaş büyük olmalıydı benden; ama rütbemi aldığımdan beri ben onun üstü, Misha da benim en sadık askerim, hatta sağ kolumdu. Alfa ekibinin altındaki en büyük alayın albayıydı. Canımı gözüm kapalı emanet ederdim ona. Ne sebeple, hangi gerekçeyle böyle bir karar aldığını anlayabiliyordum elbette. Hayatımın tehlikede olduğunu düşünmüş, ne pahasına olursa olsun beni kurtarmak istemişti. Delice sıktığım yumruğuma rağmen ağzımı açıp içimdeki öfkeyi onun üzerine kusamamamın nedeni de buydu zaten.

"Peki Krol?"

Ne sorduğumu anlayıp suçlu bir çocuk gibi başını salladı Misha. "Siz olmayınca izni ondan aldık komutanım."

Harika, işte bu gerçekten ha-ri-kay-dı! Kendi iç buhranıma çözüm bulmak için teneke şehre yaptığım masum bir ziyaret önce bir kabusa, sonra bir kuşatmaya, şimdi de devlet meselesine dönmüştü. Krol'un başıma gelenlerden haberi varsa babam da çoktan her şeyi duymuş olmalıydı. Ve bu da başkanın huzurunda beni uzun bir sorgu bekliyor demekti. Bir an gözlerimi yumup kafamın içinde uçuşan tonla düşünce arasında sonraki adımımı bulmaya çalıştım. Bacağımda giderek şiddetlenen sancı kesinlikle yardımcı olmuyordu. Ağrı kesici de adrenalin de kanımdan çekilirken yeniden soğuk soğuk terlemeye ve kasılmaya başlamıştı vücudum. Az öteden dikkatle ve belki biraz da kaygıyla beni izliyordu Kat. Yavaş yavaş onun tanrı tarafından başıma musallat edilmiş bir vicdan elçisi olduğunu düşünmeye başlamıştım. En olmadık zamanlarda hatalarımı yüzüme çarpmak için bir köşede bitiveriyordu sanki.

"Kahretsin," diye mırıldandım ağırlığımı bastona vermeye çalışıp. Karşımda emir bekleyen kıza baktığımda acımın sesime yansımamasına gayret etsem de kesik kesik çıkıyordu sözcükler. "Hasar raporu istiyorum Misha. Girdiğiniz tüm evler, yaralanan insanlar, zarar verdiğiniz eşyalar... Hepsini çıkartacak ekibin. Sağlıkçılar burada kalıp tedaviye ihtiyacı olanlarla ilgilensinler. Yetmezse takviye iste. Yol açtığınız hasarı daha sonra bir şekilde ödeyeceğiz bu insanlara."

"Emredersiniz komutanım," dedi Misha. Bir adım gerilemişti, ama gitmekte kararsız kalmış görünüyordu. "Siz..." dedi çekinerek. "İyi görünmüyorsunuz. Sağlık ekibini önce sizinle ilgilenmesi için yönlendirebilirim."

Başımı iki yana salladım. "Ekip burada kalıyor. Ben üsse kadar dayanabilirim. Git şimdi!"

Elini hızla başına götürüp beni selamladı. "Burası benim kontrolümde komutanım, merak etmeyin. Başka bir hata olmayacak. Siz ilk ekiple Ark'a dönebilirsiniz."

Ona itiraz etmek, yedikleri boku temizlediklerini görene kadar burada, en ortada dikilmek istiyordum. Ama ayakta durmak neredeyse imkansız bir hal almıştı. Misha emirler yağdırarak askerlerin arasına karıştığında Nigel ve ismini bilmediğim başka bir kız yanımda bitti bu kez. "Size kartala kadar eşlik edeceğiz komutanım," dedi kız.

Ona beni tam olarak neden ve kimden korumaya çalıştığını sormak istedim bir an. Ellerindeki koca silahları, kurşun geçirmez kıyafetleri ve arkalarını kollayan robotlarıyla askerlere karşı kimin, ne şansı vardı ki bu şehirde? Ama bu tartışma başka bir günü beklemek zorundaydı. Değil konuşmak düşünmek için bile fazlasıyla tükenmiştim. Evlerin üzerinde havada asılı bekleyen kartallar beni bu cehennemden çıkarıp huzura götürebilecek yegane anahtarlardı. Yine de onlardan birine ilerlemeden önce Kat'e döndüm.

İki adım ötemdeydi hala. Anlaşılmaz bir matematik problemi gibi bakıyordu suratıma. Nigel'ın vuruşuyla patlayan dudağı bana kendimi berbat hissettirecek kadar şişmişti. Yarasına bakması için birini çağırmayı önersem de kabul etmezdi, emindim. Özür dilesem inanmaz, teşekkür etsem samimi bulmazdı. Korkarım şu an söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu ki onu kızdırmasın. Yine de... olan onca şeyden sonra onu burada öylece bırakıp kartala binmek bir şekilde doğru gelmiyordu.

Sonunda ben bir şey diyemeyince konuşan Kat oldu. "Bayılacak gibi duruyorsun."

"Muhtemelen birazdan bayılacağım." dedim dürüstçe.

Başıyla bacağımı işaret etti. "Gitsen iyi olur."

"Sen?" diye sordum. Bir yanım tünellere kadar ona eşlik etmesi için askerleri yanında göndermek istiyordu. Ama bu laboratuvarın gizliliğini tehlikeye atardı muhtemelen. Zaten hemen omuz silkmişti Kat.

"Burası benim evim," dedi meydan okurca çenesini kaldırıp.

Acı el verdiğince tebessüm ettim. Haklıydı. Burası onun çöplüğüydü. Ve tüm şu aksi tavırlarına, ters cevaplarına ve geçmek bilmeyen öfkesine rağmen bugün birden fazla kez hayatımı kurtarmıştı bu çöplükte. O yüzden de arkamı dönmeden önce yiyebileceğim tüm kötü sözlere rağmen "Teşekkürler kedi kız," dedim.

Bir karşılık vermesini beklemiyordum, vermemişti de zaten. Ama enteresandı ki cehenneme gitmemi ya da bir çukura düşüp ölmemi de bağırmamıştı arkamdan. Zaten birkaç metre sonra omzumun üstünden ardıma baktığımda artık orada değildi. Dronlar yeniden devreye girip sabaha kadar onu içeri hapsetmeden eşyalarını toplayıp tünele doğru yola koyulacaktı şüphesiz. En azından heyecanla onun eve dönmesini bekleyen bir annesi ve koca bir ekibi vardı. Beni ise biraz daha zorlu bir karşılama töreni bekliyordu gittiğim yerde. O yüzden kartala biner binmez kule yerine üsse gitmesini emretmiştim pilota.

İki saat... Toparlanmak ve savaş meydanına dönmek için kendime tanıdığım süre buydu. Beni uyuşturmak isteyen, dinlenmemi öğütleyen, hatta yataktan kalkmama izin vermeyen tüm doktorlara rağmen temiz kıyafetler içinde babamın odasının önündeydim günün ilk ışıklarıyla. Dr. Noah'nın oğlu Tyron olarak değil; General Noah olarak gelmiştim başkanın huzuruna. Neydi bugünü öncekilerden ayıran bilmiyordum, ama içeri adım attığımda alacağım tüm cevaplara rağmen ne söyleyeceğimden adım gibi emindim. Yeraltında ve tünellerde geçirdiği bir ayın sonunda Lee'nin gözlerinde görüp de anlamadığım duygu şimdi benim kalbimdeydi. Bir farkındalık, bir itiraz, bir başkaldırı, değişimi başlatacak bir kıvılcım...

Belki de bu yüzden son bir haftamı nasıl geçirdiğimi anlatırken bir kez olsun beni kesmemişti babam. Ya da sistemdeki çarpıklığı düzeltmek istediğimi söylerken bana itiraz etmemiş, kendi işime bakmamı, bunu devlet büyüklerine bırakmamı öğütlememişti. Bakışları çoğunlukla önündeydi, ama beni dinlediğini, dahası sözlerimi duyduğunu biliyordum.

"Çalışmayan dronlara değil, gerçek askerlere ihtiyacı var o insanların, " diye bitirdim sözlerimi. "Doğru düzgün işleyen bir hastaneye, okullara, işlere ve en çok da yeni yasalara... İnsanlar huzursuz, öfkeli. Açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Ark bir düşman onları için. İşler daha da çığırından çıkmadan bu gidişata bir dur demeliyiz. Aksi halde enstitüye yapılan saldırı sadece bir başlangıç olacak."

Söylemek istediğim her şey ağzımdan çıkınca bir an göğsümde bir hafifleme hissettim. Susmamla sessizlik olmuştu odada. Babamın bakışları hala masasında, parmakları tabletinin üstündeydi. Elindeki kalemle cam panelin üstüne bir iki şey daha yazıp bana baktı sonunda.

"Ve tüm bunları değiştirecek bir çözümünüz mü var general?" diye sordu meydan okurca.

Eğer sahiden de bir planım olmasa babamın şu delici mavi bakışlarıyla geri adım atabilirdim. Bunun yerine daha da dikleştirdim omuzlarımı. Çünkü teneke şehre yaptığım her ziyarette, gördüğüm her sorunla ilmek ilmek şekillendirmiştim fikirlerimi.

"Her şeyi değiştiremem, ama kendi üzerime düşeni yapabilirim," dedim doğrudan babamın gözlerinin içine bakarak. "Alfa ekibinin yetkisinin Ark'ın ötesine genişletilmesini talep ediyorum. Benim seçtiğim adamlar, benim kurduğum yeni sistemle kontrolü sağlayacak. Yeni bir güvenlik protokolü çalışıp Başkan Krol ve konseyle hemen paylaşacağım. Onaylanması durumunda teneke şehirde tam yetki istiyorum. Kaynak ayrılıp oradaki dronlar yenileriyle değişene kadar yeniden programlanacak ve askerler de düzeni koruyacak. Ve bir de..."

Durdum ve nefes aldım, çünkü ikna etmesi en zor kısma gelmiştim. "Uzun vadede o bölgede görev alacak askerlerin teneke şehirden seçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Onları eğitebiliriz. Bu hem o çocuklara yeni bir meslek sağlar hem de halk kendilerini koruyanın içlerinden biri olduğunu görüp yeni sistemi isteyerek kabullenir."

"Bitti mi?"

Aslında bitmemişti, ama kalan detayların hepsini sunacağım protokolde anlatmayı düşünüyordum. O yüzden başımla onayladım ve babam koltuğunda arkasına yaslanıp dikkatle beni süzerken gözümü bile kırpmadan bekledim. Bu odada, onun karşısındayken zamanın farkı bir akışı vardı kesin. Saniyeler bile Dr. Noah'dan korkuyor, sanki zorla ekleniyordu birbiri üstüne.

Daha fazla dayanamayınca "Baba..." diye başladım söze. Generallik rütbesi işe yaramıyorsa oğul kontenjanından yürümeye hazırdım. Ama "Bir hafta general," dedi babam o anda. "Bir haftanız var. Bir sonraki toplantıda sunumunuzu konseyle birlikte dinleyeceğim." Gülümsememek için dişimi alt dudağıma geçirdim. Neyse ki başkanın sonraki sözleri bu neşeyi anında silecek cinstendi. "Ayrıca, üstlerine haber vermeden hareket ettiğin, görevini ihmal ettiğin ve güvenliğini tehlikeye attığın için disiplin cezası alacaksın. Krol yazılı ifadeni bugün bekliyor."

Sanırım bunu hak etmiştim. "Elbette," dedim gözlerimi kaçırmadan.

Dikkatle beni izlerken bir an babamın dudağının sağ kenarının yukarı kıvrılacağını sandım. Ama o herhangi bir mimik yapmadan "Başka bir şey yoksa çıkabilirsin," demiş, sonra da yeniden önüne dönmüştü.

Böylece o akrebi yenmek kadar zorlu bir görevi başarıyla atlatmış oluyordum. Başımla başkanı selamlayıp geriledim ve sonra arkamı dönüp kapıya yöneldim. Askeri üsse gidip tümenimin başında olmam, benden beklenen ifadeyi vermem ve sunuma hazırlanmam gerekiyordu. Üstelik tüm bunları onca ilaca rağmen hala sancıyan hasarlı bir vücutla yapmalıydım. Yine de kapı önümde iki yana açıldığında gülümsüyordum.

Fakat koridora henüz adım atmıştım ki "Tyron..." diye seslendi babam arkamdan. "Oğlumu hayatta ve yanımda istiyorum. O yüzden bir daha kahramanlık yapmaya kalktığında bunun sonuçlarını iyi düşün!"

Kahramanlık... yapmaya çalıştığım bu değildi. Ama bir konuda haklıydı babam, o insanlara bir yardımım olmasını istiyorsam kesinlikle daha dikkatli olmalıydım. Her zaman beni ölümden kurtaracak bir kedi kız bulamazdım sonuçta değil mi?

***

-BÖLÜM SONU-

Rahatlayabiliriz, kedi kız (ve yazar) Tyron'ı kurtardı. Güzelim çocuğu kitabın başında öldürecek değildik herhalde :) Şimdi bu iyiliğin karşılığını ödeme sırası onda. Bakalım gördüklerinden yaşadıklarından aldığı dersle doğru adımı atabilecek mi bundan sonra. Ve tabii hayat (yani yazar) o adımları atmasına izin verecek mi...

Bu bölümden sonra ship durumları değişmiş olabilir kafanızda. Hadi kısaca oylama yapalım. Seçiniz:

a)) Tyron Kat'e aşık olur, Kat ona olmaz

b))Kat Tyron'a aşık olur, Tyron ona olmaz

c)) Kat ve Tyron birbirlerine aşık olurlar - ama kavuşamazlar sonuçta ikisi farklı dünyaların insanları

d)) Kat ve Tyron birbirlerine aşık olurlar - ve kavuşurlar, çünkü aşk her şeyi yener

e)) Tyron ve Kat birbirine aşık olmaz, herkes kendi yoluna gider

f)) Başka bir hayalim var

Cevaplarınızı heyecanla bekliyorum.

Ve kocuman öpüyorum

E.Ç.


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top