Bölüm 11
Güzel pazarlar canlarım,
Mini bir duyuru ile başlıyorum. Önümüzdeki dönemde biraz daha az buluşmak zorunda kalabiliriz, çünkü hayatımda yeni bir dönem başlıyor. Yurtdışına taşınıyorum, işim değişiyor. O nedenle yazma sıklığım birkaç ay değişebilir. Ama sizin için her zaman elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığımı bildiğinizi umuyorum :)
Bölüme dönersek... AMMAN YARABBİİİİİMMMM... size aşşırı çılgın bir bölüm yazdımmm!!!
Çok konuşmayayım, siz hemmen okuyun. Geçen bölüm inanılmaz yorum yaptınız, acayip mutlu ettiniz beni. ŞOOK TEŞEKKÜRLEEER!
Keyifli okumalar,
E.Ç
***
So are you gonna die today or make it out alive?
You gotta conquer the monster in your head and then you'll flyFly, phoenix, fly
***
BÖLÜM 11
Tyron
Gerçekten, ama gerçekten yorgunluktan geberiyordum şu an. Fiziksel değildi yaşadığım çöküş. Hala saatlerce koşabilir, atlayıp zıplayabilir, eğitim parkurunda sabahlayabilirdim. Ama beynim... kalbim... ruhum... her biri ayrı ayrı tükenmiş, aynı anda pes etmeye karar vermişti. Arkama bakmak için duyduğum yersiz isteği yumruklarımı sıkarak bastırdım ve kapüşonumu geri kafama geçirdim. Etrafta pek insan kalmamıştı, yine de bugün için başka bir sorun daha istemiyordum. Zonkluyordu başım. Kurtulamadığım huzursuzluk hissi göğüs kafesimi ele geçirmiş, sol koluma baskı yapıyordu.
Kat... diye düşündüm sıkıntıyla. Ağır adımlarla arkamdan yürüdüğünü hissediyordum. Sonuçta ikimizin de yasak başlamadan girmesi gereken aynı tünellerdi. Yine de acele etmiyor, bilerek aramızdaki mesafeyi kapamıyordu. Güzel diye düşündüm sinirle. Uzak dur benden! Neden yine karşıma çıkmıştı ki zaten? Hayır, neden yani? Denklemde o yokken de yeterince zor bir problemdi çözmeye çalıştığım. Ve lanet kader inatla beni o kızla sınamaya devam ediyordu.
Kat'in beni itham ettiğinin aksine ne kaçakları avlamak ne de Dr. L.'in ekibinin peşine düşmek için gelmiştim bu şehre. Aslına bakılırsa, bir daha asla görmemeyi umduğum birkaç insandan biriydi Kat. Her karşılaştığımızda başıma gelen belalar yetemezmiş gibi bir de onu ve annesini araştırma hatasına düşmüş, Dr. L.'in doğru söylediğini öğrenmiştim. Sahiden de Ark'lı bir doktordu o. Ark'ta bilinen adıyla doktor Leena Stone. Annemle aynı ekipte çalıştığını da uydurmamıştı. Sayısız resimleri vardı birlikte. Pek çok projenin altına birlikte imza atmışlardı. Benim kendi kendime keşfettiğim bilgiyse Dr. L.'i harika bir bilim kadınından Ark'ta aranan bir suçluya dönüştürenin hasta kızı olmasıydı. Ölmüş olması gereken hasta kızı... Katherine Stone. Ve böylece taşlar yerine oturmuş, neden enstitüdeki robotların Kat'i bir Ark'lı sandıkları ortaya çıkmıştı.
Ne yazık ki bu yeni bilgi rahatlatıcı değil, aksine çok daha can sıkıcıydı. Dr. L.'i bir suçlu, kızını ise onun yetiştirdiği bir kaçak olarak düşünmek kalbimdeki baskıyı bir nebze azaltabilirdi. Oysa baskı her geçen gün giderek artıyordu. Tünellerde geçirdiğim zaman, laboratuvarda yaşadıklarım, bir de üstüne enstitüde gördüklerimden sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edemezdim elbette. Edemiyordum da zaten. Teneke şehri ziyaret ettiğim yedinci gündü bu. Kafayı yememek için yapmayı en iyi bildiğim işe tutunmuş, sorunu askeri bir problem gibi çözmeyi denemiştim. Bunun için de gerçekleri araştırmalı, sorunları tespit etmeli, eksikleri giderecek bir yol bulmalıydım. Neyi yanlış yapmıştık, neyi hala yanlış yapıyorduk, ne düzelebilirdi, ne hemen düzelmeliydi?
Krol'un da babamın da bu girişimimde benimle hemfikir olmayacağının farkındaydım. En azından enstitü saldırısı bu kadar tazeyken. O yüzden raporlamadan, üslerime haber vermeden, tamamen başıma buyruk hareket etmiştim şu ana kadar. Her gün tünellerle şehre geçiyor ve her gün biraz daha emin oluyordum. Elle tutulur tek bir doğru yoktu duvarın ötesindeki bu dünyada. İstasyonları tutan adamların beni geçirmek için aldığı rüşvetten sokak aralarında dönen türlü çeşit pisliğe tam bir kanunsuzluklar yuvasıydı burası. Daha acısıysa cevap olarak Ark'ın uyguladığı politikaydı. Sert yasalar, acımasız güvenlik önlemleri, miladı dolmuş dronlar...
Şu ana kadar sarsılmadan eve döndüğüm tek bir akşam olmamıştı. Ama bugün gerçekten bir köşeye çökmek ve gözlerimi yummak istiyordum. Teşekkürler kedi kız. Onunla karşılaşmak gerçekleri yeniden yüzüme çarpan sert bir tokat gibiydi. Öyle beklenmedikti ki varlığı, kaçamamıştım bile. Bu kokuşmuş dünyada düzeltebileceğime inandığım ne varsa Kat bana baktığı ilk an yeniden yıkılmıştı üzerime. O enstitüde suratıma haykırdığı laflar aramızda asılı kalmış üç boyutlu bir canavardı sanki. Konuşmasa da duymaya devam ediyor, tırnaklarını hala tenimde hissediyordum.
Daha fazla inkar etmenin anlamı yoktu sanırım. Kendimi ne kadar aksine inandırmayı denediysem de onca riske girip onu enstitüden kaçırmamın nedeni belliydi. Evet, Lee'nin Dr. L. ile bağlantısının ortaya çıkmaması gerekiyordu. Evet, Kat'e yardım ederek kardeşimi de korumuştum ben. Ama daha büyük, daha insani bir korku vardı seçimimin arkasında. Ben... Kat'in beni itham ettiği o adam olmadığımı kendime kanıtlamak istemiştim. Kötü, vicdansız, acımasız... Ona değil, kendime göstermeye çalışıyordum iyi olan tarafın biz olduğumuzu. Belki de günlerdir bu şehre gelerek askercilik oynamamın nedeni de buydu: bir kanıt bulmak. İnandığım, öğrendiğim şeylere tutunmaya devam edebilmem için bir kanıt... Ne yazık ki bambaşka bir mesaj çıkarmıştı hayat karşıma.
Şeytan... Evine girdiğimiz yaşlı kadın böyle demişti bize. Ona iyi tarafın biz olduğumuzu, kaçakçıların saldırıda onlarca asker öldürdüğünü anlatmaya çalışsam da fark etmezdi. Bizim yok ettiğimiz bir dünyadan şans eseri kurtulup yine bizim esirgediğimiz yardım yüzünden ölüme mahkum olmuş bir oğlu vardı o kadının. Bir anneydi. Ve biz o çocuk gibi bir hastane dolusu insanı daha berbat bir kadere sürükleyip orada terk etmiştik. Kat'in az ötemdeki varlığı olmasa direnmek daha kolay olabilirdi bu gerçeğe. Ya da belki Kat yaptıklarını gururla anlatsa, damarıma bassa, beni delirtse... Oysa o susmuş, hatta kaçmış, bense bildiklerim altında daha da ezilmiştim.
Of...
Küveti doldurup saatlerce içinden çıkmayacağım bir gece hayal etmek istiyordum tam şu an. Bunun yerine üsse dönecek, tüm gün ortalıkta olmamam için farklı bir neden uyduracak ve muhtemelen yine eğitim parkurunda sabahlayacaktım. Böyle bir günün ardından şansım olsa da yatağıma uzanıp uyuyamazdım zaten. Sokakta ilerlesem de uzaklaşamıyordu sanki ruhum. Arkamı dönüp bakmak için duyduğum istek şimdi daha da büyüktü. Elbette böyle bir şey yapmayacaktım. En azından tiz bir çığlık sessiz sokakta yankılana dek buna emindim. Sesi duyduğum ansa ilk yaptığım şey dönüp Kat'le göz göze gelmek olmuştu.
Benim gibi onun da hayvan duyuları çığlığın geldiği yönü anında tespit etmiş olmalıydı, çünkü iki saniye sonra aynı yere doğru koşuyorduk. Ana sokağa çıktığımızda sola döndük ve ilerlemeyi sürdürdük. Çığlıklara karışan yakarışlar giderek kuvvetleniyordu. Ve o an az ötedeki metal evlerin tepesindeki hareketi yakaladı gözlerim. Bir oğlan çocuğuydu tepeden sarkan. Onu son anda yakalamış olmalıydı koluna asılmış olan kadın ve çıkardığı acı dolu seslere bakılırsa daha fazla tutamayacaktı.
"Düşecek," dedi Kat şok içinde. Haklıydı. Milisaniyeler sürdü beynimin içinde olduğumuz durumu analiz etmesi. Zamanında ulaşabilirsin. Kanatlarını kullan. Herkes kim olduğunu anlayacak. Önemi yok. Çocuk düşecek. Düşmesine izin veremezsin. Karar verdiğimde öne atıldım oyalanmadan. Kat hemen yanımdaydı. Kafasında kendi planını yapmış, benimle aynı anda yerden sıçramıştı. Ama ikimiz de kalakaldık iki adım sonra, çünkü kadın daha fazla dayanamamış, çocuk da metrelerce yükseklikten suyun içine gömülmüştü.
"Hayır!" diye inledi Kat. Vakit olsa ona önemi olmadığını, çocuğu sudan çıkarabileceğimizi söylerdim. Oysa ne benim konuşacak ne de onun dinleyecek hali vardı şu an. Tek bir hedefi vardı ikimizin de, çok geç olmadan çocuğa ulaşmak. Kat karşısına çıkan engelleri sıçrayarak aşarken ben kurdun hızını kullanıyordum. Az sonra bir iskele gibi öne uzanan metal burna varmıştık. Bizden çok daha önce uca gelmiş başkaları vardı. Daha fazlası sesleri duyup kafalarını camlarından çıkarmış olacakları izliyordu.
"Neden kimse yardım etmiyor?" dedim öfkeyle. Kendi kendime konuştuğumdan Kat'in cevap vermesini beklememiştim.
"Çünkü ölmek istemiyorlar," dedi Kat sırtındaki çantayı yere atıp. "Su burada ölüm demektir."
Evet, bu doğruydu. Okyanus dünyayı yutmakla kalmamış, evrimleşen onlarca deniz canlısı da çağımızın yeni canavarları olmuştu. Anlamadığımsa bana yaptığı bu açıklamanın üstüne neden Kat'in burnun ucuna doğru koştuğuydu. Hayır, diye düşündüm. Suya atlamayacak. O bile bu kadar delirmiş olamaz. Kullanabileceğimiz başka bir yöntem vardı muhakkak. Bir can simidi, bir deniz aracı, yardım edebilecek bir dron... Kat ceketini çıkarıp attığında aklımdaki sorulara cevap verir gibiydi. Siktir, siktir, siktir! Tam işler daha boka saramaz derken yeni bir tokat geliyordu hayattan. Lanet olsun!
Bir an sonra pişman olacağımı bile bile ben de koşuyordum iskelede. Kat en uca ulaşıp havaya sıçradığında tam zamanında sardı kollarım bedenini. Onu belinden yakalayıp geri çektiğimde ne yaptığımı anlamamıştı. Gözlerinde çakan kıvılcımlardan işine karıştığım için duyduğu öfkeyi görebiliyordum. Ben de bayılmıyordum açıkçası o suya kendim girmeye. Ama inadından bunu asla kabul etmeyecek olsa da bir kedinin okyanusun içinde hiç şansı yoktu. Bense işler boka sararsa kanatlarımı kullanabilir, o çocuğu kurtarabilirdim.
"Bana güven," dedim Kat'i iskelede bırakıp. Elbette güvenmeyecekti. Yetişebilse ben suya atlamadan tırnaklarını sırtıma geçirirdi eminim. Ne yazık ki az sonra ben okyanusun içinde, oysa burnun tepesindeydi. Az ötemde suya batıp çıkan çocuğa yöneldim hemen. Bir yandan alttan gelebilecek olası bir saldırı için etrafı tarıyordum. Ama fazlasıyla güvendiğim köpek burnumun hiçbir faydası yoktu bu cehennemde. Babamın tüm o modifikasyonların arasında bana bir de solungaç vermeyi akıl edememiş olması ne acıydı.
"Sakin ol!" dedim sonunda oğlanı yakalayıp suyun üstüne kaldırdığımda. "Seni buradan çıkaracağım tamam mı?" Öyle bir şoktaydı ki çırpınmaya devam ediyordu çocuk. Bu kesinlikle ideal değildi. Yine de kanatlarımı açıp tüm teneke şehre ifşa olmadan yüzerek karaya ulaşabileceğimizi umuyordum. Bu kadar çok düşman göz üzerime çevrilmişken ben bile bir Noah olduğumu gösterip de sonra halkın elinden kurtulmayı hayal edemezdim. Neyse ki hala sakindi su. Henüz hiçbir tehdit yakalamamıştı sezilerim.
"Tamam," dedim tek kolumla burna doğru yüzerken. "Az kaldı, çıkaracağım seni, sorun yok, tamam, sakin ol."
Oğlanı sakinleştirmek için tekrarladığım sözlerin bir faydası oluyor muydu emin değildim, ama beni nefessiz bıraktığı kesindi. Son üç metre diye düşündüm bu kez kendimi rahatlatmak için. Son iki... son bir... Başaracaktık. Kat merdivenin ucuna kadar inmiş, kolu önde ona ulaşmamızı bekliyordu. "Yapabilirsin Tyron!" diye bağırdı nefes nefese. "Hadi! Acele et, hadi!"
Yapabilirim diye tekrarladım içimden. Elim ona doğru uzandığında başardığımıza emindim. Ama okyanus benim oyun alanım değildi. Eğitim parkurunda antrenman yaptığımız havuz bir su birikintisiydi sadece. Oysa şu an etrafımı saran dünya yaşayan bir organizmaydı. Sonsuz tehdit gizliydi bu mavi örtünün altında ve teorik bilgim dışında hiçbir tecrübem yoktu ona dair. Tehlikeyi kestiremiyor, ne önlem alacağımı bilmiyordum. Tam da bu yüzden bacağımda korkunç bir acı hissettiğimde neden korkmam gerektiğini bile tahmin edememiştim.
Biri, hayır bir şey, dişlerini geçirmişti etime. Eş zamanlı beni aşağı çeken öyle büyük bir kuvvet vardı ki anında suyun altında bulmuştum kendimi. Benimle dibe batmış oğlan panikle çırpınıyordu kaçmak için. Farkında olmadan mideme attığı tekmeyle kolumun altından kurtulmuştu az sonra. Ona kızmam ne mümkündü. O an gördüğüm bir çift kırmızı gözün bende de aynı dehşeti yarattığını inkar edemezdim.
Deniz yılanları... dedi beynim hemen. Avlarını boğarak öldüren, parçalara bölen, keskin dişli, kesinlikle etobur yaratıklardı bunlar. Şu an bacağımı kangren edecek kadar çok sıkıyor ve beni beraberinde dibe çekiyor olması elbette büyük bir problemdi. Ama bundan daha korkunç bir şey varsa o da yılanların sürü halinde dolaşıyor olmalarıydı. Ders kitaplarından öğrenirken bu türün kulağa oldukça ilgi çekici geldiğini itiraf etmeliydim. Şimdiyse yaşamla aramda koca bir engel olarak duruyordu yaratık. Ve partiye arkadaşları katılmadan sudan çıkmazsak işimiz kesinlikle bitmişti.
Baldırımdaki bıçağı çekmemle hayvanın başını kesmem bir oldu. Ağzı kocaman açılıp tüm dişlerini ve iğrenç dilini ortaya çıkarmıştı. Bu berbat görüntüyü ardımda bırakıp yüzeye yüzdüm hemen. Az ötemde çırpınan oğlanı da yeniden yakalayıp beraberimde su üstüne çıkardığımdan delice öksürüyordu şimdi. Bu noktadan sonra vereceğim hiçbir teselli ne onda ne de kendimde işe yaramayacağından sadece sıkıca sarıldım ona. Fark edilmenin canı cehennemeydi. Sudan çıktığımda tüm teneke şehir üstüme çullanacak da olsa kanatlarımı kullanmaktan başka şansım yoktu artık.
Suyun direnci öyle fazlaydı ki omurgamın parçalanacağını düşündüm bir an. Yine de iki yanımda açılmıştı az sonra kanatlarım. Ama sadece belime kadar çıkabildim sudan. Bu kez diğer bacağıma geçen dişler yeniden aşağı çekiyordu beni. Kanatlarımı delice çırparken boştaki elim suyun içine dalıp yılanın başını kesti. Acıyı duymazdan gelip yeniden atıldım öne. Bu kez çok daha başarılıydım. Neredeyse varmıştım iskelenin merdivenine.
"Elimi tut!" dedi Kat oğlana uzanıp. Onun çocuğu yakalamasıyla derin bir nefes almam ve sudan zıplayan yaratığı görmem aynı anda olmuştu. Hayır! diye haykırdım içimden. Ve hemen sonra suyla dolmuştu ciğerlerim. Bir kez daha okyanusun dibine sürükleniyordum şimdi. Üstelik artık bir değil üç yılan vardı etrafımda. İçlerinden biri bileğimi kopartacak gibi sıktığında bıçağım elimden saatimse kolumdan düşmüştü. Pençelerimi kullandım bu kez. Anında bana itaat eden tırnaklarım yuvalarından çıkıp paramparça etmişti yılanı. Hemen diğer bacağıma geçtim. Ne yazık ki oksijenim her an azalırken bir de göğsümün etrafına dolanmış bir yılanın hiç yardımı olmuyordu. O kadar kuvvetliydi ki kaburgamı kırmak üzereydi.
Saldırmak için pençemi kaldırdığımda ne yapacağımı anlayıp iki bileğime dolanmıştı arkadaşları. Baskı öyle can yakıcıydı ki neredeyse beni ısırmalarını tercih edecektim. Tek bir akılla hareket ediyor, resmen bilerek dibe sürüklüyorlardı beni. Bulabildiğim tüm çözüm önerileri ciğerlerimdeki oksijenle birlikte tükenirken korku ve panik bedenimi sarmaya başlamıştı. O çok güvendiğim kanatlarım suyun içinde hayatımı daha da zorlaştıran bir ağırlıktı maalesef. Yardım çağırabileceğim saatimi kaybetmiştim. Silahlarımı, pençelerimi kullanamıyor, hareket edemiyor, beni zapt etmiş kafesten çıkamıyordum. Öleceğim! diye düşündüm hayatımda ikinci kez. Ölecektim ve kimsenin bu konuda yapabileceği bir şey yoktu.
Ya da belki... ancak gerçekten delirmiş biri bana yardım edebilirdi. Ve eğer halüsinasyon görmüyorsam o deli hızla bize doğru yüzüyordu şimdi. Kat... Önüne çıkan iki yılandan dans eder gibi kurtulmuş, ellerindeki hançerlerle aynı anda ikisinin de kafasını bedeninden ayırmıştı. Etrafında dönüp bir üçüncüyü parçaladıktan sonra benimkilere kilitlenmişti gözleri. Renkler birbirine karışıyor, görüşüm giderek bulanıklaşıyordu. Yine de onun cebinden çıkardığı topu sıktığını ve bir anda etrafına kırmızı bir toz yayıldığını seçmişti gözlerim.
Aynı anda titremeye başladı beni tutsak etmiş balıklar. Önce sağ kolumdaki kıskaç gevşemiş, sonraysa bacağımdaki baskı tamamen ortadan kalkmıştı. Kat'in serbest bıraktığı madde her neyse bir şekilde zarar veriyordu bu hayvanlara. Yine de inatla sol bileğime bağlı kalan yılanı da Kat'in hançeri katledince artık tamamen serbesttim. Benim bedenim de o balıklar gibi iflasın eşiğinde olmasa sevinçten kahkaha atardım kesin. Oysa kontrol edemediğim bir titreme başlamıştı. Yok oluyordu gerçeklik. Anbean siliniyordu etrafımdaki dünya. Kat'in pençelerini yakamda hissettiğimde tepki verecek gücüm bile yoktu.
Ama benim aksime pes edeceğe benzemiyordu Kat. Suyun içinde beni çekmek onun için bir tırı yerinden oynatmaya çalışmakla eşdeğer olmalıydı. Buna rağmen yükseliyorduk. Kaybolan şuuruma rağmen onun nasıl mücadele ettiğini, beni nasıl beraberinde yüzeye götürdüğünü hissediyordum. Ve sonsuz gibi gelen bir süre sonra aynı anda tonla bıçak saplanmıştı ciğerlerime. Boğulurcasına öksürürken ağzımdan ve burnumdan çıkan her damla suyla hayat da geri bedenime akıyordu sanki. Kat kendi de nefes nefese olduğu halde hemen yanımda, eli batmamam için hala yakamdaydı.
"Hadi..." dedi beni çekiştirip. "Burada kalamayız!"
Ona daha fazla katılamazdım. Bir ömür yetecek kadar doymuştum suya. Değil okyanusa dalmak, küvete girmek bile istemiyordum bir daha. Boğazımın içi binlerce cam kırığıyla doluymuş gibi yandığından başımı sallayabilmiştim sadece. Tek başıma suyun üstünde durabileceğime emin olduğunda beni bıraktı ve iskeleye yöneldi Kat. Ama sanki hala bir saldırı bekler gibi iki kulaçta bir durup arkasına bakıyordu korkuyla. Yılanların geri gelmesinden çekindiğini düşünmüştüm. Ta ki gözleri korkuyla ufukta bir noktaya kilitlenene kadar. Az önce suyun içinde o yaratıkları nasıl parçaladığını gördükten sonra onu böylesine tedirgin eden şeyin yılanlardan çok daha beter bir mahluk olduğunu söyleyebilirdim.
Beni doğrulamak istercesine "Siktir!" dedi Kat dehşetle. "Siktir, siktir, siktir!"
Ben de çevirdim kafamı. Bir an için suyun üzerinde belirip yeniden kaybolan siyah diken düşündüğüm şey olamazdı asla. Olmamalıydı. Çünkü bu ders kitapları için bile sıra dışı sayılabilecek bir canavardı. Düşüncelerimi yalanlamasını umarak Kat'e bakmıştım yeniden. Ama onun yeşil gözlerindeki korku daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. "Çabuk!" diye haykırdı öne atılıp. Artık durmuyor, arkasına bakmıyor, sadece delice kulaç atıyordu.
Onu taklit ettim ben de. Hala sancıyan kesiklerime, yeni yeni toparlayan ciğerlerime ve yorgun düşmüş kaslarıma rağmen Kat'i yakalamıştım az sonra. Bir an için umuda kapıldım. Omzumun üstünden ardıma baktığımdaysa midemi tek lokmada yutmuştu dehşet. Çok hızlı! diye düşünebildim sadece. Elbette öyleydi. Bu suların bir numaralı katilinden bahsediyorduk.
Deniz akrebi...
Gelmiş geçmiş en büyük eklembacaklılardan biriydi. Suyun üstünde belirip kaybolan iğnesinin bile yarım metreden büyük olduğu düşünülürse yaratığın tamamı en az üç metre olmalıydı. Kafasını destekleyen düzinelerce kıskacı, kuyruğundaysa zehirli bir iğnesi vardı. Bizi yakalaması halinde dakikalar içinde parçalara ayırabilirdi bizi. Elbette önce zehriyle öldürmezse. Hayır, ondan yüzerek kaçma şansımız yoktu. O bu hızla üzerimize doğru gelirken değil...
"Kat, dur!" diye bağırdım. Başıma bir şey geldiğini düşünüp panikle bana dönmüştü Kat. Ona açıklama yapacak vaktim yoktu. Kalan gücümün bize yeteceğini ummaktan başka şansım da... Kanatlarım bir kez daha iki yanımda açıldığında kurtulmak için tek bir kurşunum olduğunu biliyordum. Öne uzanıp Kat'i yakaladığım gibi tüm gücümle kendimi yukarı ittim. Bir... iki... üçüncü kanat çırpışımda sudan ayrılmıştı bedenim. Şok içinde olmasa eminim çığlık atardı Kat, çünkü panikten başını omzuma gömmüştü.
"Tamam, geldik," dedim ondan çok kendimi kurtulacağımıza inandırmak için. Ayağım iskelenin metal yüzeyine değdiğinde kahkaha atıyordum neredeyse. Ama yılanın parçaladığı bileğimin üstüne basamayınca dengemi kaybedip dizimin üstüne düşmüştüm. Hala kollarımdaydı Kat. Olduğu yere yığılmak isteyen bedenimin aksine o hemen ayaklanmak, beni de beraberinde ayağa kaldırmak istemişti.
"Yürüyebiliyor musun?" diye sordu endişeyle. "Buradan gitmemiz lazım. Hemen şimdi! Akrep iskeleye..."
Maalesef devam edemedi. Okyanus dalgaları gibiydi felaketler. Biri çekilmeden diğerinin gölgesi çöküveriyordu üstümüze. Ayaklarımızın altındaki platform delice sarsıldığında neredeyse pes edip kaderime teslim olacaktım. Neyse ki Kat benden çok daha inatçıydı. "Hadi!" diye haykırdı koluma asılıp. Beni ayağa kaldırmış, evlerin arasına doğru sürüklüyordu şimdi. O an yeniden geldi sarsıntı. Ve sonra daha şiddetli bir şekilde bir kez daha. Lanet olası akrep... tüm cüssesiyle iskeleyi yıkmaya çalışıyordu. Bu burundan bir an önce kurtulmalıydık. Ve ben topallarken bu kesinlikle mümkün değildi.
"Sakın bağırma," dedim Kat'e. O daha ne söylediğimi anlayamadan onu kucağıma almıştım bile. Bir kez daha yerden yükseldiğimde uyarıma rağmen çığlık attı. Keşke her yeri delik deşik olmuş tenime bir de o tırnaklarını geçirmiş olmasaydı, ama sanırım ilk kez uçan biri için korkması normaldi. "Tyron!" diye haykırdığında ona sorun olmadığını, onu asla düşürmeyeceğimi söyleyecektim. Fakat sonra onu böyle korkutanın benimle uçmak değil, tam karşımızda duran yeni misafirimiz olduğunu fark ettim. O misafir, etrafı kıpkırmızı bir ışıkla parlayan metal bir diskti. Ve kesinlikle dostumuz değildi. Yankılanan bant kaydı yasağı ihlal ettiğimizi bağırıyordu avaz avaz.
Ha siktir!
Dronun silahını ateşlediğini gördüğümde Kat'i göğsüme bastırıp arkamı dönebilmiştim sadece. Belimdeki silaha uzanıp onu vuracak vakit yoktu. Kurşundan kaçma şansım yoktu. Dronun beni ıskalama ihtimali yoktu. Nitekim bugün bilmem kaçıncı kez berbat bir sancıyla sarsılmıştı bedenim az sonra. Kurşunun kanadımdaki metal iskelete saplandığını tüm omurgamı titreten şoktan anlamıştım. Ve bu darbeyle kanadı kırık bir kuştum artık. Süratle aşağı düşerken yer çekimine karşı koymayı denediysem de nafileydi. Yolun yarısında kollarımdan kayan Kat'in tıpkı bir kedi gibi dört ayağı üstünde iskeleye konduğunu gördüm. Bense o kadar şanslı değildim. Ayaklarımın altında metal bir platform değil su vardı şimdi bir kez daha.
Son anda Kat'in ismimi bağırdığını duymuştum. Kafamı sudan çıkardığımda delice bağırmaya devam ediyordu. Nedenini biliyordum elbette. Kaçmak için her yolu denediğimiz akreple, onun cehenneminde burun burunaydım artık. Kanatlarım beni kurtaramaz, dişlerim ya da pençelerim bana sadece zaman kazandırırdı. Üstüne bir de hala tepemizde uçan bir dron vardı, ki o da muhtemelen Kat'in kafasını uçurmaya hazırlanıyordu tam şu sıralar.
Evet, bu sahiden de sonu gelmeyen, sevimsiz bir simülasyona dönmüştü artık. Bir köşeden Krol'un çıkıp oyunu bitirmesi ve hepimizin işe yaramaz askerler olduğumuzu söylemesi gerekiyordu tam şu an. Bunun yerine önce Kat'in üstüne yağan kurşundan takla atarak kaçışını, sonra da akrebin suyun üstünde beliren kuyruğunu görmüştüm. Öyle çaresiz, öyle bitik, öyle acı içindeydim ki korku değil öfke pompalanıyordu artık damarlarıma. Madem kader canıma okumak istiyordu, ben de o akrebin benimle geldiğine emin olmadan hiçbir yere gitmiyordum.
Belimdeki silaha uzandığımda akrep yerine havaya doğrulttum önce. Bas bas bağıran bant kaydı ve etrafa saçtığı kırmızı ışıkla apaçık bir hedefti dron önümde. Beynine yolladığım tek bir kurşunla anında dumanlar içinde kalıp yere çakılmıştı. Başkaları da gelecekti elbette, ama bu Kat'e kaçması için gerekli zamanı verirdi. Benimse çıkışı olmayan bir labirentte düşmanımla yüzleşmekten başka şansım yoktu. Bir an geçmeden karşıya doğrulttum bu kez silahı. Akrep hızla üzerime yüzerken sadece durmuş, kabzayı biraz daha sıkı kavramıştım. Kat'in çığlıklarını hala duyuyordum. Neden vakti varken basıp gitmiyordu ki? Benim için yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı.
Aslına bakılırsa benim de kendim için yapabileceğim pek bir şey yoktu. Şimdi hayvanın koyu kahverengi bedenini de görebiliyordum. Kendi gibi zehirli bir sarıydı kıskaçları. Avını parçalamak için sabırsızlanıyormuş gibi açılıp kapanıyorlardı durmadan. İyice yaklaştığında bedeninin yarısı suyun üstüne çıkmış, saydam kabuğunun üzerindeki desenleri göz önüne sermişti. Büyük bir zıpkınım ya da onun iskeletini delip geçecek güçte bir silahım olmadığına göre elimdeki tabancayla ona en büyük zararı vermekten başka şansım yoktu. Ve olabildiğince uzun süre hayatta kalmaktan başka...
Hala böyle bir şansım var mıydı emin değildim. Yine de bu cılız umuda tutunup silahı ateşledim. Şarjör boşalana kadar kurşun yağdırmaya devam etmiştim. Kabuğu delemeyeceğimi bildiğimden doğrudan akrebin ağzının içini hedef almıştım. Onu sersemlettiğime şüphe yoktu. Durdurabildiğimi ise kesinlikle söyleyemezdim. Kızgın bir boğa gibi geliyordu artık üzerime. O an tüm ihtimaller arasında en delicesi belirdi zihnimde. Hayvanın kıskaçlarından birini yakalayıp sırtına çıkmayı başarabilirsem kendi iğnesiyle onu vurabilirdim. Belki...
Başka şansın mı var Tyron? diye düşündüm tüm kaslarım çarpışma için kasılırken. Hazırdım. Doğru yere tutunabilirsem bunu yapabilirdim. Yapabilirim, yapabilirim, yapmak zorundayım! Fakat sonra, bir anda gökyüzünden uçarak gelen metal bir boru hayvanın iskeletinin tam ortasına saplanmıştı. Akrep korkunç bir ses çıkartarak suyun içinde şahlandığında yarattığı dalgayla geri düştüm. Tam o an ikinci bir metal gelmişti gökten. Bir kez daha inledi hayvan. Yine köpürdü etrafındaki sular. Ama ben bu kez ne olduğunu anlamıştım. Kat'e döndüğümde üçüncü metal sırığı atmaya hazırlanıyordu. Gerçek bir mızrak değil teneke şehrin hurdalarıydı akrebin üstüne fırlattıkları. Ve kesinlikle işe yarıyorlardı. Yani... ilk ikisi yaramıştı. Üçüncüsüyse öfkeyle tepinen hayvanın gazabına uğradı ve savurduğu kıskacına takılıp benim önüme düştü.
Buna üzülüp pes edecek değildim. Tam tersi kahkaha atıyordum neredeyse. Yeniden dönmüştü oyun lehime. Metal boruya ulaşmam iki kulaç sürdü. Aynı anda üzerimdeydi akrep. Silahımı doğru yere saplamama müsaade etmemişti başımı ezmeye çalışan kıskacı. Yine de boruyu hayvanın kabuğuna sağdan batırmayı başardım. Ondan güç alıp sırtına zıplamıştım anında. Kuyruğuna döndüm hemen, çünkü anında bana çevrilmişti iğnenin ucu. Artık kıskaçlarını kullanamayacağını bildiğinden kuyruğuyla etime girip zehriyle yok etmeye çalışacaktı beni akrep.
Hiç sanmıyorum! dedim müthiş bir hırsla. O zehir benim değil onun sonu olacaktı. Nokta! Hayvanın bedenine saplı metallerden destek alarak ayakta durmayı denedim, ama delice çırpınıp üstünden atmaya çalışıyordu beni. Kabuktan çıkarmak için bir tanesine tüm gücümle asıldığımda iskeletteki çıtırdamayı eşsiz bir şarkı gibi dinledim. Tüm damarlarım patlayacaktı neredeyse boruyu çekerken. Gözümden yaş geliyor, kaslarım yırtılmamak için direniyordu. Hepsine değerdi, çünkü sonunda avuçlarımdaydı metal parçası.
Tek bir nefes için, sadece bir an durdum. Sonra arkamı dönmüş, hayvanın başına koşmuş ve o beni üstünden atamadan öne atlamıştım. Var gücümle metali kafasının içine sapladığımda kırılan kabukla iğrenç bir sıvı fışkırdı çatlaklardan. Sevinmeye, iğrenmeye ya da sonraki adımı düşünmeye vakit yoktu. Çünkü hepsini, her şeyi, hatta tüm dünyayı yutan bir acı kavurdu sağ baldırımı aynı anda. Ben acıyla haykırırken bacağımdan hızla yayılıyordu kavurucu ateş.
Yo yo yo! Olamaz, olmamalı, hayır!
Ve ölmeden önceki son saniyelerinde beni de beraberinde diğer tarafa götüreceğini garantilemişti akrep. İğnesinin tamamını saplamayı başaramamıştı ya, ucu bile baldırımda derin bir kesik açmaya yeterliydi. Zehri öyle kuvvetliydi ki dizimden altı uyuşmuştu bile. Ellerimin yardımıyla bacağımı iğneden kurtardığımda sarı bir mukus bıraktı ardında. İşte ölümüm olacak şey buydu. Aldığım yaralar, kesikler, hatta yediğim kurşun... Hepsinden kurtulabilirdim. Önceden de kurtulmuştum. Ama bu... bu sarı lanet...
Hayvan suya batarken ben de kayıyordum onunla. Bir şey yap! diye bağırıyordu iç sesim, ama zehirden önce korku dolu düşüncelerim felç etmişti beni. Mantığım bin bir farklı şekilde neden kurtulamayacağımı hesaplıyordu. Bana yön verebilecek sadece içimdeki kurttu artık. Düşünmeyen, kurgulamayan, sorgulamayan, sadece hayvani bir içgüdüyle hayatta kalmaya çabalayan o kurt... Ve o yüzmemi haykırıyordu bas bas. Karaya yüz, karaya yüz, karaya yüz! İlk kulacı atan bendim. Ama sonrası o kurdun azmiydi. Net görmüyordum, duymuyordum, sağ yanımdaki uyuşukluk kasığıma ulaşmıştı. Az sonra kolumu da yuttuğunda bir taş gibi suya batacaktım.
Yüz! Yüz! Yüz!
Öyle kendimde değildim ki ancak omuzumda hissettiğim tırnaklar beni kendine çektiğinde iskelenin merdivenlerine ulaştığımı idrak edebilmiştim. Şok... diyordu zihnim. Şoka giriyordu vücudum. Kendini kapatmadan önceki son çırpınışıydı bu. Bir an için metal platformda yatıyordum. Bir an sonraysa beni doğrulmaya zorlamıştı aynı pençeler. Kat... Şimdi önümde dalgalanıyordu görüntüsü.
"Tyron kalkman lazım!" diye bağırdı beni çekiştirirken. Ona pes etmesini, işimin bittiğini söylemek istiyordum. Sağ kolum da uyuşuktu artık. Yangınlar çıkmıştı bedenimin yarısında. Derim eriyordu sanki. Her bir hücrem alev alevdi.
Dinlemiyordu Kat. "Hadi Tyron! Hadi!"
Hadi Tyron! diye bastırdı kurt da. Kalk, adım at, kaç!
Kurdun da Kat'in de çektiğim ıstıraptan haberi yoktu korkarım. İnatla ayağa kaldırmışlardı beni az sonra. Kolumu boynuna atmış, belimden destek oluyordu Kat ilerlemem için. Sesi kafamın içindeydi sanki. Hadi hadi hadi! Kayıp giden bilincime rağmen onun neden kaçtığını biliyordum. Deniz yılanları ve akrepler geride kalmış olabilirdi. Ama hala bizi avlayacak dronlarla doluydu teneke şehrin semaları. Terk edilmiş bir dünyanın ortasında bir biz vardık şimdi. Pencerelerinden bizi izleyenler bile yakalanmamak için başlarını içeri sokmuşlardı.
"Saklanmamız lazım," dedi Kat nefes nefese.
Sesi de bulanık gördüğüm yüzü de bunun ne kadar imkansız bir hayal olduğunu yansıtıyordu. Özellikle sağ bacağım bir çuval gibi yanımda sürünürken işe yaramaz bir yüktüm sadece onun için. Ama bir savaşçıydı Kat. Ne olursa olsun pes etmiyordu. Azmi ve şaşırtıcı gücüyle ilerlemeye, çekiştirmeye, sürüklemeye devam etmiş, az sonra bizi sahiden de iskeleden çıkarmıştı. Çantasını fırlattığı yere ulaştığımızda bir an için durdu ve beni inceledi. Artık daha da berbattı yüzündeki ifade.
"Panzehir alman lazım," dedi endişeyle. "Daha fazla bekleyemezsin."
Yo, bekleyemezdim. Zaten Kat'in tutuşu gevşediği an dizimin üstüne devrilmiştim yeniden. Bir küfür savurup çantaya uzandı Kat. Benim bedenim acıyla kasılırken onun da parmakları titriyordu heyecandan. Kabak gibi ortadaydık, tüm dronlar için açık hedeftik, bizi izleyen ne kadar insan varsa kimliğim ifşa olmuştu ve muhtemelen ölecektim. Ne harika bir sondu bu böyle. Damarlarımı yırtarak ilerliyordu sanki zehir. Boynuma kadar yükselmiş alevlere daha fazla dayanamadığımda acı bir feryat koptu gırtlağımdan.
"Tamam," diye haykırmıştı Kat iyice panikleyip. "Tamam, geldim. Dayan! Hadi Tyron dayan, lütfen!" Yan devrilmiş, nöbet geçirir gibi sarsılıyordu bedenim. "Hadi, hadi, hadi!" diye söylendiğini duyuyordum Kat'in ilacı enjektöre çekerken. İşi bittiğinde şişeyi fırlatıp bacağıma uzanmıştı hemen. "Bu kesin canını yakacak," dedi iğneyi bir anda baldırıma saplayıp. Ona bundan daha çok nasıl canımın yanabileceğini soracaktım ki buzdan sarkıtlar saplandı bir anda etime. Başım boynumu kıracak bir hızla geri yatmış, ellerim garip açılara bükülmüştü.
Bir meydan savaşı kopuyordu şimdi vücudumun içinde. Soğukla sıcak çarpışıyor, organlarımı parçalıyor, beni sağdan sola savuruyordu. Kat'in sesi bir mırıltı gibiydi uzakta. Beni çağırdığını, karanlığa kapılıp gitmemi engellemeye çalıştığını biliyordum. Ama çok sertti bedenimi uçurumun dibine itekleyen rüzgar. Donuyordum. Buzlarla kaplanmıştı sanki sağ yanım. Ve yüzlerce, binlerce iğne o buzu kırıp etime ulaşıyor, tenimi lime lime ediyordu.
Sonsuz bir uğultunun ortasında "Benimle kal Tyron!" dediğini işittim Kat'in. Bir eli elimi sıkıyor, diğeri bedenimi yere bastırıp sabit tutmaya çalışıyordu. Benim de yapmaya çalıştığım buydu tam olarak. Hayatta kalmak, uyanık kalmak, onunla kalmak... Ama duyduğum son şey oldu Kat'in sözleri. Ve sonra, zihnimde eko yapan sesle koyu bir gecenin ortasında kalakaldım.
Benimle kal Tyron!
Benimle kal Tyron!
Benimle kal!
***
-BÖLÜM SONU-
Allah'ımmmm ben yazarken çok gerildim , siz ne hissediyorsunuz acaba?
Bol kanlı, canavarlarla dolu, ölümün kıyısında bir bölüm oldu. (EN SEVDİİMMM) Tyron'ı o kıyıda bırakıverdik. Kedi kız yanında, ama yasak başladı, dronlar tepelerinde, akrep zehri kurt çocuğu yere serdi. Yazar bu işin içinden nasıl çıkacak şimdi? Şuraya biraz bir yorum alabilirsem çok yardımı olur :)
Bölümü kapamadan bir de size sormak istiyorum, ilerleyen bölümlerde en çok görmek istediğiniz nedir?
Hadi yazın bana ve kendinize çoook iyi bakın.
Öpücükler, sevgiler, çukulatalar <3
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top