Bölüm 10
Merhaba merhaba merhaba,
Kanlar içinde geçen son iki bölümün ardından size (kısmen) sakin bir bölüm yazdım :D Ama bu karşınıza yeni sürprizler çıkmayacağı anlamına gelmiyor elbette. Ark'ı bırakıp teneke şehre ve tünellere gidiyoruz bu bölüm. O yüzden bu bölüm kalbini yeraltının asi çocuklarına vermiş tüm okurlara gelsin :D
Hadi başlayalım;)
E.Ç.
***
She said, do me a favor, and stop flattering yourself
And to tear apart the ties that bindPerhaps "fuck off" might be too kind
***
BÖLÜM 10
Kat
"Gerçekten yeter Flame!" dedim burnuma soktuğu kaşığı ittirip. "Başka bir doktor istiyorum. Tedavi sürecimi konuşacağım. Bu çorba iyileşmemi kesinlikle olumsuz etkiliyor!"
"Bulabileceğin tek doktor benim," dedi Flame tabağı sertçe kucağımdaki tepsiye çarpıp. "Ve ben bu çorba bitecek diyorum!"
Kızgın görünmek o kadar yakışmıyordu ki suratına kıkırdamaya başladığımda daha da kızardı yanakları. Naifliği el verdiğince bana ters bir şeyler söyleyeceğine emindim, ama kapıdan gelen başka gülüşmeler ikimizin de dikkatini çekmişti.
"Bir gün kızlar ilgimi çekmeye başlarsa kesin seninle evleneceğim Flame," dedi Fitz sırıtarak. "Hatta şimdi bile düşünmüyor değilim."
"Hayatımda kimse benimle böyle ilgilenmedi," diye destekli Ace onu.
İkisi de kapıya yaslanmış, kollarını göğüsleri önünde bağlamışlardı. Tabii bu Flame çorbanın içinde yüzen balık kafasını avuçlayıp onlara fırlatana kadar sürdü. Zavallı balığın zavallı kafası ikisinin arasından vagonun dışına uçtuğunda gülüşleri kahkahaya dönmüştü oğlanların.
"Zevzekler!" diye bağırdı Flame hışımla yattığım yataktan kalkıp. "Yardım edeceğinize bir de dalga geçiyorsunuz. Ölümden döndü bu kız, ölümden! Ne yapayım yani? Kendi haline mi bırakayım? Ne dediysem dinletemiyorum zaten. Şunu yemelisin Kat, hayır. Dinlenmelisin Kat, hayır. Yataktan çıkma Kat, hayır! Bir de siz alay ediyorsunuz!"
Fitz teslim olur gibi ellerini yukarı kaldırmıştı. "Çok haklısın kraliçem, sen ne dersen o. Üzgünüm Ace, gelecek planlarımı tehlikeye atamam! Söyle bakalım Flame, ne yapmamı istersin? Kat'in burnunu sıkıp çorbayı ağzından boşaltabilirim mesela? Ya da yatağa bağlayabilirim. Onu bu vagona kilitleyebilirim."
"Git ve kendini o çorbada boğ Fitz!" dedi Flame ve somurtup köşedeki koltuğa oturdu.
Fitz sırıtarak onun yanına hareketlendiğinde Ace de yatağıma yönelmişti. "Bence herkes çorbadan uzak dursun," diye önerdi ayakucumdaki tezgahta duran malzemeleri karıştırıp. Eldivenlerini giyip ilaç dolu tepsiyle yanıma gelmişti hemen sonra. Fitz Flame'e sarılmaya ve gönlünü almaya çalışırken o da omuzumdaki yaraya uzanıp bandajı çıkardı. Yüzümü buruşturduğumda "Acıyor mu hala?" diye sordu.
Elleri tüm profesyonelliğiyle yarayı inceliyor olsa da bakışları bildiğim, tanıdığım, beni herkesten ve her şeyden çok düşünen Ace'ti yine. Şu son bir haftada annemden bile çok görmüştüm onu sanırım. Flame'in bitmek bilmeyen panik dolu yardım çabaları sayılmazsa beni ayağa kaldıranın Ace olduğunu söyleyebilirdim. Başucumdan ayrılmamış, tedavim için türlü çeşit yöntem denemiş, hatta yaranın hızlı kapanması için yosundan yeni bir krem bile hazırlamıştı.
"Sana bir ağrı kesici yapacağım," dedi ilacı enjektöre çekerken. "Yaran gayet iyi durumda. Ne olur ne olmaz bugün de kapatalım bandajı, ama yarından sonra ihtiyacın olmayacak."
"Teşekkürler," dedim o hazırladığı kremi artık bir çizgi halini almış deliğin üstüne sürerken. Yandan bana çevrilen bakışlarında duyduğu neşe açıkça parlıyordu. Hala inanması imkansız bir mucizeydi karşısında olmam. Öldüğümü, beni kaybettiğini sanmıştı. Aslına bakılırsa... o gün ben dahil bu laboratuvarda o enstitüden sağ çıkacağımı düşünen kimse yoktu. Normal şartlar altında çıkamamış da olmalıydım. Ace ve Ruby'den ayrılmamın ardından olanlar... Sonradan ne kadar denediysem de bazı detayları o korku tünelinde kaybetmiştim.
Elimde silahla koridorun başında beklediğim andı anılarımdan en net olan. Asansörün sesi, ardından üzerime hücum eden askerler, çaresizce onları vurmam, peşimden gelmelerini umarak acil çıkışa koşuşum... O an düşünebildiğim tek şey dikkati arkadaşlarımdan üzerime çekmekti ve bunu başardığımı tüm bina peşime düştüğünde anlamıştım. Annem ve Moxie önceden beni uyarmamış olsa kontrol noktalarından geçip çok daha erken takılabilirdim tarama sistemlerine. Ama nerelerden uzak durmam gerektiğini biliyordum. Acil çıkış ve katlar arasında mekik dokuyarak, sayısız koridordan, kapıdan geçerek, doğru anda kedi gibi tırmanıp, gerektiğinde nefesimi tutup saklanarak bir şekilde yirmi birinci kata ulaşmıştım. İşte çaresizliğin beni vurduğu an da oydu.
Amacım otoparka ulaşana kadar durmamaktı aslında, ama kurşun yarası benden daha inatçıydı. Bacaklarımın tutmadığını, görüntünün bulanıklaştığını hissediyordum. Beni ayakta tutacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Aksi halde o arabaya binmeyi başarsam bile havada bayılacağımı biliyordum. Bu umutla dalmıştım o kata. Elbette özel bir bölüme girdiğimi, kapıdan geçtiğim an kanımı tarayıp yerimi tespit edeceklerini biliyordum. Yeterince hızlı olmaktan başka umudum yoktu. Maalesef ki yeterince hızlı değildim. Önce iki robot, sonra da askerler bulmuştu beni. Verdiğim mücadeleyi görse Moxie'nin gözleri yaşarırdı şüphesiz, ama beni o çemberden çıkartacak hiçbir mucize yoktu. O an orada kurşunlarla öleceğime emindim. Ve sonra bir melek gibi Fitz indi gökten.
Elektrikler bir anda gittiğinde bunun arkadaşımın işi olduğunu anlamıştım. Hala sesini kulağıma ulaştırmanın bir yolunu bulamamıştı ama askerlerin paniğinden tüm sistemlerinin içine ettiğine emindim. Ve bu beklenmedik sürpriz ayağa kalkıp savaşa devam etmem için ihtiyacım olan tek motivasyondu. Askerleri atlatıp yeniden acil çıkışa ulaştığımda artık kurtulmak için gerçek bir şansım olduğunu biliyordum. Kapıları kontrol edemediklerinden Susie'nin arabasına binip binadan kaçmamı engelleyemezdi Ark.
Elbette bunu yapabilmek için hala bayılmadan otoparka ulaşmam gerekiyordu. Fitz sayesinde kazandığım morale rağmen birkaç kat sonra yeniden durmaya zorlamıştı beni bedenim. Başka çarem olmadığını anlayınca on üçüncü kata girdim bu kez. Ağrı kesiciyi bulduğumda neredeyse çığlık atıyordum sevinçten. Ama enjektörü hazırlayıp iğneyi omuzuma saplayamadan ayak sesleri duymuştum. Yakalanmıştım. Bir kez daha... Yapabilirsin Kat! diyordu içimdeki cesur kedi. O ana kadar neler başarmamıştım ki? Saklanacak, düşmanımın en beklemediği anda saldıracak ve kaçacaktım. Hesaba katmadığımsa o düşmanın Tyron Noah olmasıydı.
İşte kaderimin döndüğü an oydu. Yine, yeniden, bir kez daha kurdun pençelerindeydim ve bunun sonum olduğunu biliyordum. Fitz'in yarattığı mucizeye rağmen beni kurtarabilecek hiçbir güç yoktu artık. Ben de o ana kadar içimde birikmiş tüm öfke, nefret, hınç ve çaresizlikle saldırmıştım o çocuğa. Öleceğini bilmenin rahatlatıcı bir etkisi vardı garip bir şekilde. Dünya giderek silinirken ağzıma ne geliyorsa kusmuştum. En azından yüreğimde koca bir yükle gitmeyecektim bu dünyadan. O lanet çocuğa bir ömür yetecek vicdan azabını yükleyip öyle kapamıştım gözlerimi. Gel gör ki ölmediğim gibi bir de beni kurtaran o lanet çocuğun ta kendisiydi.
O gece gözlerimi bu laboratuvarda açtığımda ve annem olanları anlattığında hayır! olmuştu ilk tepkim. Hayır! demeyi sürdürmüştüm sonra karşılaştığım herkese. Bir süre sonra nasıl girmişti resme. Nasıl, neden, niye? Tam bir hafta geçmişti enstitü baskınından bu yana ve o geceden beri aynı sorularla hayatı kendime zindan etmediğim bir an bile yoktu. Beni laboratuvara getirdiğinde yarama ilk müdahalenin yapıldığını söylemişti Tyron annemlere sadece. Demek, sağlık ekiplerini çağıran, kurşunu çıkarmalarını sağlayıp beni ölümden döndüren oydu. Bu da yetmezmiş gibi o binadan çıkmamı sağlamıştı.
Flame o anları anlatırken göz yaşları içinde kalıyordu her defasında. "O çocuk laboratuvara girdiğinde kanlar içinde kollarındaydın Kat. Seni kurtarmış, buraya kadar taşımış. Hepimiz öldüğünü sanıyorduk. Ama o... seni bize getirdi."
Peki bunu neden yapmıştı? Kardeşini korumak için olduğunu düşünüyordu annem. Lee'nin bizimle bağının ortaya çıkmaması için... Belki de o kadar kötü biri değildir demişti Flame tüm iyi niyetiyle. Ace bu konunun konuşulmasından nefret ediyor, Fitz önemli olan tek şeyin hayatta olmam olduğunu söylüyordu. Haklıydı sanırım. Şimdi yeniden evimde, dostlarımın arasında güvenle nefes alırken diğer her şey anlamsız geliyordu. Üstelik üç tır dolusu malzemeyi de hastaneye ulaştırmayı başarmıştı Moxie. Yaşadığım kabusu, şahitlik ettiğim ölümleri ve Tyron'ı unutmalı, önüme bakmalıydım ben de.
Ama...
Unutamıyordum.
Gözümü kapadığım her an kıpkırmızı bir dünya sarıyordu etrafımı. İnsanlar ölüyor, cansız bedenler yere düşüyor, uzuvlar kopuyor, her yer kanla kaplanıyordu. Enstitüde sekiz kişi kaybetmiştik kendi ekibimizden. Karşı taraftan kaç insanın canını aldığımızı ise bilmiyordum. Üç, beş, on... Hiç yok olmayan bir fısıltıydı Tyron'ın sözleri zihnimde. Durmuyor, bitmiyor, asla susmuyordu. Onlarca masum askeri öldürdünüz! Masum insanlar... öldürdünüz... siz... onlarca... insan... öldürdünüz!
Şimdi de o anki gibi direniyordum bu sözlere tüm kalbimle, aklımla ve hatta ruhumla. Hayat kurtarmak için gitmiştik biz o binaya. Yakalanmak, silahlı bir çatışmaya girmek ve karşı tarafa zarar vermek hiçbir zaman planlarımızda yoktu. Gel gör ki hafızama kazınmış görüntüler beni yalancı çıkarmak için her an, her saniye göz kapaklarımın ötesindeydi. Tam da bu yüzden beni gözetim altında tuttukları bu vagondan kurtulmak zorundaydım artık. Bir gün, bir gece daha hiçbir şey yapmadan bu yatağın içinde kalırsam aynı anları tekrar tekrar düşünerek delirecektim.
Üstelik Flame'in tüm evhamına rağmen gerçekten iyi hissediyordum son birkaç gündür. Ark'ın da teneke şehrin de en iyi doktorlarına emanettim ne de olsa. Dışarıdan görünen yaralarımı tek tek sarıp gücümü geri kazandırmışlardı bana. Daha derinlerde saklı ve ruhuma işlemiş izleriyse kendi başıma kazımak zorundaydım. Bunun yolunun da nereden geçtiğini biliyordum. O yüzden Ace bandajla yaramı kapadığı an doğrulup yataktan kalkmaya yeltenmiştim.
"Hey, hey, hey!" dedi Ace anında bana uzanıp. Flame ve Fitz aynı anda koltuktan fırlamış, biri "Kat!" diğeri "Ne yapıyorsun?" demişti.
"Sakin olun!" dedim kendimi Ace'ten kurtarıp. "İzninizle kendimi taburcu ediyorum artık."
"Hayır, öyle bir şey yapmıyorsun!"
"Üzgünüm çocuklar, ama genlerim bu kadar uzun süre tek bir yerde kapalı kalmama müsaade etmiyor."
"Seni üç gün felç edecek bir zehre ne dersin?" dedi Ace tek kaşını kaldırıp. "Hemen şimdi deneyebiliriz. Bakalım genlerin bu konuda ne düşünecek!"
Gözlerimi devirdim. "İyileştiğimi söyleyen sensin Ace! Düşün artık yakamdan ya. Dışarı çıkmak istiyorum, bu laboratuvardan başka bir şey görmek istiyorum, hava almam lazım."
"Tamam, sorun yok," dedi Fitz hemen ara yol bulmak için. "Ben eşlik ederim Kat'e. Siz viziteye çıktığınızda biz de kedicikle çatıda hava alırız."
Kulağa inanılmaz mantıklı gelse de "Hayır," dedim hemen. "Viziteye ben gideceğim bugün."
"Pardon ne?" dedi Flame dehşetle. Ama bu gerçek bir soru değildi. O, Ace, Fitz, hepsi aklımdan ne geçtiğini zaten biliyordu. Neden bu vagondan çıkmak istediğimi, nereye gitmeye çalıştığımı, neden buna ihtiyacım olduğunu...
"Yine mi aynı şey..." dedi Ace sıkıntıyla. Onu umursamadan kapıya ilerlemek istedim, ama beni durdurmuştu. "Bunu konuştuk Kat. Tamam, anlıyoruz seni. Ama acelen ne? İyice toparlan önce. Sonra zaten..."
"Görmem lazım," dedim sözünü kesip. "Dördüncü bölgeyi, o insanları kendim görmem lazım. İyiyim ve daha fazla beklemek istemiyorum. Daha fazla bekleyemem Ace."
Çünkü bu devam edebilmemin tek yoluydu. Eğer enstitüde yaptıklarımın, vurduğum askerlerin, öldürdüğüm insanların ağırlığı altında yok olmak istemiyorsam neden en başta oraya gittiğimi hatırlamak zorundaydım. O cesetleri asla unutmayacaktım belki. Kendimi affetmek gibi bir şansım olmadığını da kabullenmiştim. Yine de... beni yüzeyde tutacak bir dala ihtiyacım vardı.
Tüm arkadaşlarımın ağzı aynı anda açıldı itiraz etmek için. O sırada aramıza katılan Dr. L. hepsinden hızlı davranmış ve "Boşuna uğraşmayın," demişti yaslandığı eşikten. "Nasılsa onu ikna edemeyeceksiniz."
"Ama doktor," dedi Flame dehşetle anneme dönüp. İnatçı bir çocuk gibi direneceğe benziyordu ki annemin dudağının kenarı yukarı kıvrıldı.
"Sanki onu tanımıyorsun Flame. Önce istediğini yaptırana kadar dırdırıyla bize bu laboratuvarı dar edecek. Arkamızı döndüğümüzde de kimseye söylemeden kaçıp gidecek. En azından bu sayede nerede olduğunu biliriz."
"Anne!" dedim bu kez ben kaşlarımı çatıp.
Fitz sırıtırken Flame iyice kızarmış, Ace'in kaygılı bakışlarıysa annemle benim aramda gidip gelmişti. Ama annem şimdi gerçekten gülümsüyordu. Yanımıza ilerleyip yatağa oturdu. "Madem dolaşmak istiyor, bırakalım da biraz hava alsın Kat. Zaten sana burada ihtiyacım var bugün Flame. Bakmanı istediğim bir konu var."
Ha? Bir dakika, hangi konu? İçimdeki meraklı kedi hemen kulaklarını havaya dikmişti. İki saniye sonra devreye giren mantığımsa tüm bu alaycı konuşmaların ve planların ardında aslında annemin bana yardımcı olmaya çalıştığını biliyordu. Arkadaşlarıma vermediğim detayların tamamını gözlerimde görmüştü Dr. L. Ne yapmaya çalıştığımın farkındaydı. Bu vagonda gözümü açtığımda o vardı yanımda. Göğsüne kapanıp kollarında ağlamıştım saatlerce. Hiçbir şey sormamıştı annem. Ben de anlatacak gücü bulamamıştım kendimde. Zaten neler yaşadığımı benden duymaya ihtiyacı yoktu Dr. L'in.
"Flame yerine Ace'le sen gidebilirsin," dedi bana dönüp. "Elbette doktorun onay verirse..."
Annemin bakışları yandan Ace'e çevrilmişti. Onun profesyonel olmakla hislerine yenilmek arasında gidip geldiğini görebiliyordum. Yine de sıkıntıyla nefes verip "Yarasının durumu iyi," dedi sonunda. "Dünkü ölçümde değerleri de normaldi. Yani... biraz hava almasında sorun olmaz sanırım. Elbette kendine dikkat etmek koşuluyla."
Flame gözlerinden ateşler püskürterek beni izliyor olmasa kesin sırıtırdım. Bunun yerine dudaklarımı birbirine bastırıp uslu bir çocuk gibi anneme baktım.
"Bana Kat'le bir dakika verir misiniz?" dedi Dr. L. ekibe dönüp. "Sen ofise geç Flame. Ben de geliyorum şimdi."
Tamam, annemin Flame'le ne yapacağı gerçekten biraz ilgimi çekmişti. Ama... savaşıp kazandığım özgürlük hiçbir şeyden önemli değildi şu an. Diğerleri vagondan çıkarken neredeyse ayaklanıp peşlerine takılıyordum ben de. Sonra annemle göz göze geldik ve dış dünyayla aramda hala atlatmam gereken ciddi bir konuşma olduğunu fark edip yatağa, onun yanına oturdum. Parmaklarım sabırsızca örtüyü dövüyordu. Tanrım... duygusal bir konuşmaya kesinlikle hazır değildim.
Sanki iç sesimi duymuş gibi "Sana öğütler vermeyeceğim Kat," dedi annem. "O yüzden seninle konuşmak istemedim."
"İşte bu rahatlatıcı," diye mırıldandım. Duygularımı bir başkasına ifade edebilecek kelimeleri bulmadan önce kendimle yüzleşmem gerekiyordu.
"Kat..." dedi annem elime uzanıp. "Bilmeni istediğim tek bir şey var, o da burada, benim yanımda olmanın her şeyden önemli olduğu. Geri kalan her şeyi birlikte çözebiliriz, inan bana."
Gülümseme çabam kolu kanadı kırık bir tebessümle noktalanmıştı. "O halde ben neden öyle hissetmiyorum?" dedim gözlerimi kaçırıp.
Annem daha da sıkmıştı elimi. "Berbat hissettiğini biliyorum Kat ve bu normal. Gördüklerinden ve yaşadıklarından sonra istesen de eskisi gibi olamazsın. Hiçbirimiz olamayız. Ama bu yolu sen seçtin. O enstitüye gitmeyi, o insanlara yardım etmeyi... Bunun için de kendi hayatını ortaya koydun. O binadan çıkmış olman bir mucize."
Evet diye düşündüm daha da somurtup. İsmi Tyron Noah olan bir mucize... Annem bu kez iç sesimi duymadığından devam ediyordu.
"Evet, hayat bazen bizi çok zor kararlar almaya zorluyor. Doğru olanı yapmaya çalışırken bir başkasına zarar vermek zorunda kalabiliyorsun. Ama aslında en büyük yarayı kendi alıyor insan. İncindiğini biliyorum. Kendini suçlu hissettiğini... Aklının aynı anlara takılı kaldığını... Bu yollardan geçmiş, berbat kararlar almak zorunda kalmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, yaralarının bazıları zamanla iyileşecek. Ve bazıları da... onlarla yaşamayı öğreneceksin Kat. Çünkü hala uğruna canını feda ettiğin o insanlara yardım etmek istiyorsan bunu yapmak zorundasın."
Ve Dr. L. her zamanki gibi birkaç cümleyle hayatı, kaderi, evreni ve tüm diğer karmaşık soruları cevaplamıştı. "Sözlerimi geri alıyorum," diye homurdandım. "Bu kesinlikle rahatlatıcı değildi."
Güldü annem. "Seni yalanlarla mutlu etmemi istersen onu da yapabilirim."
Başımı iki yana salladım. "Sadece..." Derin bir nefes aldım. "Keşke daha kolay olsaydı her şey. Keşke oraya giderek doğru yaptığımı bilebilseydim."
"Ama bilemeyeceksin," dedi annem dudaklarını büzüp. "Bu bir matematik problemi değil Kat. Mutlak doğrular ya da yanlışlar yok. Attığımız adımlar ve olası sonuçları var. Sen kalbini dinledin, bir seçim yaptın. Yolun bundan sonrası için de o kalbe güvenmek zorundasın."
Ufladım. "İnsan Dr. L.'den daha pratik çözümler duymayı bekliyor ama... sanırım şimdilik bununla idare edeceğim."
"Seni buraya kilitleyip başına Flame'i dikmeme ne dersin?" dedi annem tek kaşını kaldırıp. "Sonsuza kadar balık çorbası içersiniz birlikte. Al sana pratik çözüm!"
Anında fırlamıştım yataktan. "En iyisi sen fikrini değiştirmeden hazırlanayım ben. Nasılsa bir daha Ark'a geçmeme asla izin vermeyeceksin, en azından teneke şehirde hava almış olurum."
"Mantıklı," dedi annem de kapıya yönelip. Ama çıkmadan bana dönmüştü son anda. "Ark konusuna gelince... Olur da bir gün yeniden oraya gidersen, bu kez yanında ben de olacağım. Ve bunu saklanarak değil, göğsümüzü gere gere yapacağız."
Boşluk.
Ha? Ne? Nasıl? gibi kelimeler uçuşuyordu gözümün önünde. Annemin tam olarak ne demek istediğini anlatması için bekledim. Oysa o kendinden emin gülüşüyle beni selamlamış ve vagonda bir başıma bırakıp gitmişti. Dr. L.'in kafasından neler geçtiğini kim bilebilirdi ki zaten? Bu, kesinlikle başka bir gün üzerine düşeceğim bir bilmeceydi. Şimdiyse... çözmem gereken kendi bilmecelerim bekliyordu önümde. Her şeyden önce üzerime yapışmış bu eşofmandan kurtulmak için can atıyordum. Ben de doğru odamın yolunu tuttum, temiz kıyafetler alıp duşa yöneldim.
Bir iki su birikintisinin üzerinden geçerken zıplamaktan kendimi alamamıştım. Sonra daha yükseğe sıçradım sırf yapabildiğimi görmek için. Duvardan sektim, borulardan sallandım, hızlandım, yavaşladım. Yer altında da olsa yeniden özgürce hareket edebilmek muhteşemdi. Son iki gündür iyileştiğime ikna olup laboratuvarın içinde dolanmama izin vermişlerdi aslında, ama gözden kaybolacağımı bildiklerinden daha ötesi yasaklıydı. O yüzden hala tutuktu bedenim. Neyse ki kullandıkça kendine geliyordu kaslarım. Kabuk bağlamış kesiklere, morluklara ve elbette omuzumdaki kurşun yarasına rağmen duştan çıktığımda yeniden kendim gibi hissediyordum. Sonunda...
"Ve kedicik oyuna geri döner," dedi laboratuvara dönmemle beni ilk fark eden Fitz. Onun gülüşüne keyifle karşılık verdim. Maalesef ki Ace'in üzerime çevrilen bakışları bizimle aynı neşeyi paylaşmıyordu. Fitz'le vedalaşıp ekipmanları almaya gittiğimizde dışarı çıkma fikrimden nefret ettiği halde benim yerime çantamı hazırlamış ve omzumu acıtmayacak şekilde takmama yardım etmişti. Bazen ona gerçekten haksızlık ettiğimi fark ediyordum ve bu, kesinlikle o anlardan biriydi. Benimle böyle ilgilenmese her şey daha kolay olurdu ya, her şeye rağmen, her koşulda, her zaman oradaydı Ace. Benim için...
Bir an vicdan azabı göğsümü sıkıştırınca, "Ace..." dedim. Kendi çantasının kayışını bağlayıp bana baktı. "Teşekkür ederim."
Anlamamıştı elbette. "Tam olarak ne için?"
Omuz silktim. "Bana katlandığın için... sanırım."
"Beni deli ettiğinin farkındasın yani?"
"Çoğunlukla," dedim suçlu bir çocuk gibi.
Ace çatık kaşlarla bana bakıyordu. Ama sonra, daha fazla dayanamadı ve gözlerini devirdi. "Ben fikrimi değiştirip seni o vagona geri götürmeden çıkalım buradan hadi."
Onun dudaklarının yukarı kıvrıldığını görünce ben de gülümsedim. Birlikte tünellerin içinde sağa sola kıvrılarak dördüncü bölgenin çıkışına ilerledik. Ne kadar gizli tutmayı denediysek de enstitüde olanlar teneke şehirde duyulmuştu elbette. Artık resmi olarak birer kahraman olduğumuzu söyleyip duruyordu Fitz. Ama ancak asansörün önündeki iki çocukla karşılaştığımızda onun ne demek istediğini anladım. Beni görür görmez heyecandan çılgına dönmüştü iki kız da. Yukarıda da hiç farklı değildi durum. Zaten Dr. L. 'in ekibini tanımayan pek az insan vardı teneke şehirde. İnsanlar için yaptığımız yardımlardan haberi olmayanlar da her hafta çukurda sergilediğimiz performanslardan biliyordu bizi. Bu olaydan sonraysa şanımız kesinlikle yürümüştü.
"Merak etme, birkaç haftaya unuturlar," dedi Ace ne kadar huzursuz olduğumu fark ettiğinde.
Bize teşekkür eden, el sallayan, sarılmaya çalışan insanların arasından ilerlerken neredeyse laboratuvara geri dönmek isteyecektim. Ama, hasar gören teneke evlerin ortasına geldiğimizde tamamen kayboldu bu his. Dördüncü bölgenin yarısının yok olduğunu söylerken kimse abartmamıştı. Yıkılmış, yanmış, enkaza dönmüş evlerin altından işe yarar metal parçaları çıkarmakla meşguldü insanlar. Evi ayakta kalanların diğerlerine kapılarını açtığını zaten biliyordum. Bu gördüğümse bambaşka bir yardımlaşmaydı. El birliğiyle yaralarını sarmaya çalışıyordu hepsi.
Tüm bunlarla yüzleşmeye hazırlamıştım kendimi. Ama çocuklar... koca bir dünya üzerlerine çöktüğü halde tüm masumiyetleriyle hala enkazın ortasında oyun oynayan o çocuklar... İşte gözlerimin dolmasına, genzimin tıkanmasına, kalbimin kulaklarımda atmasına neden olan buydu. Tek bir resimle evren bana cevap vermek istemişti sanki. Neden o enstitüye gittiğimi, neden hayatımı riske attığımı, neden annemin bahsettiği o zor kararları aldığımı bas bas bağırıyordu gördüklerim.
"Beşinci kısım en kötüsü," dedi o sırada tabletini inceleyen Ace. "Oradan başlayalım." Hareket etmediğimi gördüğünde bana dönmüştü. "Kat?" Gözümü hemen çekemedim karşımdaki manzaradan. Ağlamamak için sıktığım dişlerim birbirine çarpıyordu. "Kat, sen iyi misin?"
"Ace," dedim yutkunup. "Bugün ayrı dolaşalım olur mu?"
"Tabii ki olmaz!"
"Ace... en başta buraya neden gelmek istediğimi biliyorsun. Yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacım var, lütfen!"
"Kat daha ye..."
"Ace," dedim bu kez daha sert. "Bu konuda benimle tartışma lütfen. Sen planladığın gibi beşinci kısımdan başla. Ben de burayı alırım. İşim bitince de gecikmeden laboratuvara dönerim. Söz veriyorum!"
Ace istese burnundan alevler çıkarabilirdi şu an. Beni izlerken aklından geçen tüm düşüncelerden ayrı ayrı nefret ettiğini görebiliyordum. "Fark etmediysen diye söylüyorum," dedi sonunda. "Bu beni delirttiğin anlardan biri."
"Farkındayım," dedim sıkıntıyla. Ve sonra ağzımdan çıktığı an pişman olduğum sözcükler döküldü dudaklarımdan. "Belki akşam bu hatamı telafi edebilirim."
Anında kaşları havaya kalkmıştı Ace'in. Yo, yo, yo! Kesinlikle onun anladığı şeyi kastetmemiştim. Bunu açıkça söylemem ve olabilecek tüm yanlış anlamaları en başından yok etmem gerekiyordu. Ama ben bir şey diyemeden uzanıp beni öpmüş sonra da yanağımı okşamıştı Ace. "Dikkatli ol, olur mu?" dedi sesi gibi kaygılı bir ifadeyle. Sadece başımı sallayabildim. Her defasında nasıl işleri böyle batırmayı beceriyordum, hiçbir fikrim yoktu. Sıkıntıyla nefes verdim ve onun tam ters istikamete yürümeye başladım.
Bir süre Ace'e saplanan düşüncelerim ilk eve girmemle tamamen asıl sorunuma kaymıştı. Hangi evde hangi hastanın neye ihtiyacı olduğu gibi bilgilerin tamamı tabletimde kayıtlıydı. Ama neredeyse hiçbir ev yoktu ki bir derdi olmasın. İlk birkaç ziyaretten sonra rutine bağlamıştı hareketlerim. Çantayı indir, malzemeleri çıkar, iğne yap, merhem sür, bandaj değiştir, ilaç takviyesi yap, üzül, çok üzül, daha çok üzül ve sonraki eve geç. Güneşin hızla yükseldiğini fark etmeyecek kadar kaptırmıştım kendimi işime. Erkenden laboratuvara döneceğimle ilgili sözlerimse yalan olmuştu sonunda.
Bu iyi bir şeydi aslında. Şu son bir haftada bedenime giren ilaçlardan hiçbiri bu insanlara yardım etmek kadar hızlı iyileştirememişti beni. Annemin de söylediği gibi yaralarımın izlerinin tek bir günde silinmeyeceği aşikardı. Hatta belki hiç bırakmayacaklardı yakamı. Ama... en azından seçtiğim yolun, aldığım kararların arkasında durabilecek gücü geri kazanıyordum uzattığım her yardım eliyle. Belki bu gece kan ve ölüm görmediğim bir rüyaya dalardım yeniden.
Bu düşünceyle çıktığım son evin önünde durup tatlı bir turuncuya dönmüş gökyüzüne çevirdim başımı. Güneş giderken ısıya da beraberinde götürdüğünden daha serindi şimdi hava. Ve bu kesinlikle hoşuma gitmişti. Yasağın başlamasına yarım saat kaldığını gösteren tabletimi çantaya koydum ve istasyona doğru ilerledim. Rahat rahat yetişeceğimi bildiğimden özellikle acele etmiyordum. Teneke halksa çoğunlukla evlerine dağılmıştı artık. Kimse geç kalıp dronlara yakalanma riskine girmek istemediğinden sokakların büyük çoğu boştu şimdi. Kapısının önünde oynayan tek tük çocuk, yan komşusuyla muhabbet eden bir iki insan, benim gibi gün batımını seyreden gençler... Hepsi bu kadardı işte. Yine o sevdiğim sükunet çökmüştü metal şehre. Ark'ta geçirdiğim kısacık bir gün benim için ne kadar sarsıcıysa bu gri dünya o kadar tanıdıktı bana. Seçmediğim evimdi burası. Ve korkarım yaşadıklarımdan sonra nereye ait olduğumu fazlasıyla iyi anlamıştım.
Ace'e işimin bittiğini haber vermeyi düşündüm bir an. Sonra onun muhtemelen çoktan laboratuvara varmış olacağını fark edip vazgeçtim. Bu sessizlik ve yalnızlık garip bir şekilde hoşuma gitmişti. Ne yazık ki huzur ve ben uzun süre yan yana duramıyorduk. Üç beş adım atmıştım ki bağrışmalar geldi az ötedeki sokak arasından. Muhtemelen öylesine şakalaşan adamlardı. Yine de elim iç cebimdeki bıçağa uzanmıştı. Normal davranmaya çalışarak biraz daha yaklaştım seslere. Az sonra ara sokak görüş alanıma girdiğinde üç adam saymıştım hemen ve ortalarında kapüşonlu bir tane daha. Sırtı bana dönük olduğundan yüzünü göremesem de diğerleri tarafından sıkıştırıldığı apaçık ortadaydı çocuğun. Ellerindeki metal sopalarla onu dürtüyor, itip kakıyorlardı pislikler.
"O botları nereden buldun sen ha?" dedi içlerinden biri. Karşılık alamadığında oğlanın dizinin arkasına indirmişti sopayı. Aldığı darbeye rağmen hafifçe sendeledi çocuk.
"Ne o?" dedi kızıl saçlı olan. "Dilini mi kestiler?" Bu kez o yanaşmıştı çocuğa. Önüne geçip üzerindeki deri montu çekiştirdi. "Madem konuşmuyorsun, şu fiyakalı kıyafetlerini alsak bir şey demezsin herhalde, ha?"
Ceketi ver gitsin diye düşündüm. Teneke şehirde üç serseriyle sokak dalaşına girmekten daha önemli olamazdı hiçbir kıyafet. Ama kızıl adam cekete asıldığında çocuk beklemediğim bir çeviklikle adamın kollarından kurtulmuştu. Bir an karşı atağa geçmesini beklediysem de ikinci darbe hiç gelmedi. Kızıl adamsa kesinlikle geri duracağa benzemiyordu. Elinin tersiyle sert bir tokat indirdi çocuğa. Ah! işte bu kesin acımıştı. Ama daha kötüsü diğer adamların da oğlanın etrafında çemberi daraltıyor olmasıydı.
Yapma Kat! dedi hemen neye kalkışmak üzere olduğumu anlayan iç sesim. Yeni bir kahramanlığa hiç ihtiyacım yoktu. Hem neden karışıyordum ki? Neydi bendeki bu insanlara yardım etme hastalığı? Herkesi kurtaramazdım. Herkesi kurtaramazsın! diye onayladı mantığım. Evine dön Kat. Evine dön! Evine dön! Ah... kahretsin! Beynim matematiğe başlamıştı bile çoktan. Açıları hesaplıyor, etrafta kullanabileceğim malzemeleri tarıyordu. Moxie yanımda olsa doğru teknikle üçe karşı bir olmanın bile bir avantaja dönüşebileceğini söylerdi. Her şeyden önce bir kızdım. Yalnızdım. Beni küçük görecek, o yüzden de hata yapacaktı adamlar. Ya da belki, sadece konuşarak onları ikna edebilir ve sonra sorunsuzca kendi yoluma gidebilirdim.
"Hey!" diye bağırdığımda ikincisinin pek mümkün olmadığını hemen anlamıştım. Kamış birasıyla zil zurna sarhoştu adamların üçü de. En azından işlerini bitirmek düşündüğüm kadar zor olmayacak demekti bu. "Defolup gidin buradan!" dedim iyice görmeleri için bıçağımı öne doğru uzatıp. "Rahat bırakın o çocuğu!"
Benim gibi birini görmeyi beklemedikleri ortadaydı. Sözlerimi anladıklarını ise hiç sanmıyordum. Bir an şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Sonra korkunç bir kahkaha atmıştı en öndeki. Tamam, demek ki laboratuvara dönmeden biraz antrenman yapmam gerekecekti. Kaderimi kabullenip öyle olsun... diye düşündüm. Hafif öne eğilmiş, kendimi saldırıya hazırlamıştım. Ama o an ortadaki çocuk da yüzünü bana döndü ve zaman duruverdi.
"Sen..."
İstesem de başka bir kelime dökülemezdi ağzımdan. Çünkü karşımdaki... evet karşımdaki... Tyron Noah'dı. Tyron... Noah... Benim çöplüğümde, teneke şehirde, ayyaşların ortasında. Nasıl? En az benim kadar şaşkındı o da. Kaşları çatılmış, alnı berbat bir sürprizle karşılaşmış gibi buruşmuştu. Sanki onun değil de benim varlığımdı garip olan.
İkimizin de dudakları bir şeyler söylemek için aralandı. Ama ne o ne de ben karşılaşmamızın yarattığı müthiş rahatsızlığı birbirimize dile getirebilmiştik; çünkü tam o sırada adamların ikisi üzerime doğru hareketlenmişti bile. Eksik dişli ağızları çarpık açılara büküldüğünde akıllarından benimle ilgili hiç de hoş fikirler geçmediğini anlamıştım.
"Bugün nasıl şanslı bir gün böyle!" dedi kızıl adam keyifle gerinerek.
Aptalca sırıtıyordu yanındaki çelimsiz. "Günü tatlıyla kapatacağımızı kim bilebilirdi ki!" dedi sırıtarak.
Onu tatlı yerine kendi salyaları içinde boğacağımı söylemek üzereydim ki Tyron adamın yanı başında bitmiş, eli bana uzanamadan kolunu yakalayıp ters çevirmişti. Çıkan sesten en az bir iki kemiğin kırıldığına emindim. Aynı anda adamın tuttuğu sopayı kapıp midesine geçirmesi bir oldu. Ve kızıl yerdeydi. Diğer ayyaşların saldırıya geçeceğini düşünüp onlara döndüm. Ama arkadaşlarının başına ne geldiğini fark edemeden Tyron onlara geçmiş, elindeki sopayı bir tur havada çevirip benim bile takip edemediğim bir hızla aynı anda ikisini de yere sermişti. Ulu tanrım... Doğru teknik tam olarak bu oluyordu işte.
"Sen deli misin?" dedim baygın yatan adamlara dehşetle bakıp.
"Bir şey değil," dedi Tyron elindeki metal boruyu sinirle yere fırlatıp. "Nasılsa hayatını kurtarmak alışkanlık oldu."
Şok içinde açıldı gözlerim. "Senden bana yardım etmeni isteyen mi oldu?"
"Hayır," dedi Tyron parmağını gözüme sokup. "Asıl senden bana yardım etmeni isteyen mi oldu? Neden burnunu sokuyorsun ki sen?"
"Ben... be..." Öfkeden doğru kelimeleri bulamıyordum. "Adamlar seni köşeye sıkıştırmıştı. Kim... Kim olduğunu bile bilmiyordum. Sandım ki... sandım ki seni..." Bir an ne yaptığımı fark edince kendime sinir olup sustum. Neden bu çocuğa kendimi açıklamaya çalışıyordum ki ben? Hem de sorulması gereken tek bir soru varken. "Sen neden buradasın?" diye bağırdım üste çıkıp. "Ne yapıyorsun burada? Üç saniye sürmedi o adamları yere sermen. Madem bu kadar kolaydı, neden onlardan daha önce kurtulmadın?"
"Çünkü..." diye başladı Tyron sıktığı dişleri arasından. Ama aynı anda kulağımıza ulaşan ses ikimizin de başını gökyüzüne çevirmişti. "Siktir," dedi Tyron anında koluma yapışıp. Daha ben tepki veremeden beraberinde sürüklemişti sokağın içine doğru. "İşte bu yüzden Kat!" dedi bulduğu ilk evin kapısını tekmeleyip. Kendi içeri girip beni de yanına çekmişti hemen.
"Sen ne..."
"Hişt!" diye susturdu beni anında. O an dronların sesi geldi sokaktan. Az önce Tyron'ın dövdüğü adamların başında bant kaydını okumaya başlamıştı içlerinden biri. Daha önce pek çok kez sokak kavgalarını basan dronlar görmüştüm. Güya güvenliği sağlamak için olaya müdahale etme yetkileri vardı hepsinin. Ve bu müdahale genelde o insanların giriştikleri kavgadan alacakları hasardan çok daha ölümcül oluyordu. Bizi o alkoliklerin başında ayakta yakalamış olsalar muhtemelen şimdi o adamların yanlarında yatıyor olurduk biz de. Cansız bir şekilde... Sanırım bu yüzden hala kolumu bırakmamış olan Tyron'a teşekkür etmeliydim. Bunun yerine bir hışım kendimi elinden kurtarıp hayretle ona baktım.
"Şaka mı bu? Dışardakilerin kendi dronlarınız olduğunun farkındasın değil mi?"
"Ben farkındayım, maalesef onlar değiller," diye söylendi Tyron. Bana değil, camsız pencerenin köşesinden sokağa bakıyordu. "Metal duvarlar kafalarını karıştırıyor," dedi kendi kendine konuşur gibi. "Evin içindeki insanları algılayamıyorlar. Ne kadar eski bir model bu böyle?"
"Ark'takilerden eski olduğu kesin..." diye homurdandım, ama sözlerimi duyup nefret dolu bakışlarını üzerime çevirmişti Tyron. İkimiz de kızgın boğalar gibi soluyarak birbirimize baktık bir süre. Sonra dışarıdan gelen sesle pencereye döndük yeniden. Dronlar sokakta birkaç kez ileri geri gitmiş, sonunda üç ayyaştan başka etrafta kimse olmadığına karar verip olay yerinden uzaklaşmıştı. Hemen çıkışa yöneldi Tyron. Sanki orada değilmişim, sanki hiç var olmamışım gibi tek kelime etmeden basıp gidiyordu. Aksi, kendini beğenmiş, sevimsiz, kurt bozuntusu!
"Dur!" dedim bu kez ben onu kolundan yakalayıp. "Söyle, niye buradasın? Neden geri geldin buraya?" Kolunu sinirle benden kurtarıp cevap vermeden arkasını döndü. "Hey," dedim bu kez tırnaklarımı ceketine geçirip. Canını yaktığımı biliyordum, çünkü önce elimi koyduğum yere, sonra dehşetle bana bakmıştı. "Niye buradasın?" diye üsteledim. "Bizden ne istiyorsun?"
"Sizden ne mi istiyorum?"
Onun kaşları hayretle yukarı kalktığında yüzünü tırmıklayıp şu alaycı ifadeyi paramparça etmemek için dişlerimi sıktım. Muhtemelen bolca küfür içeren sözler de kusacaktım ki kulaklarımız aynı anda yakaladı odanın içindeki hareketi. İkimiz de bir saldırı gelecekmiş gibi gardımızı alıp yan döndük. Fakat yaşlı, kambur bir kadın vardı şimdi az ötede. Başını yan eğmiş bizi izlerken ne olduğumuzu anlamaya çalışır gibiydi. Sormadan içine daldığımız ev onun olmalıydı. Korkup korkmadığını, bir sonraki tepkisinin ne olacağını ve en önemlisi evde ondan başka kimin yaşadığını kestiremiyordum. Üstüne üstük bir de tüm teneke şehrin en nefret edilen ikinci adamıyla yan yanaydım. Tyron'ı tanımış mıydı acaba kadın? Evdeki diğerleri tanır mıydı? Ve kim olduğunu anladıklarında bize ne yaparlardı?
"Ben..." dedim hala elimde duran bıçağı arkama saklayıp. "Çok özür dilerim. Biz... hemen gidiyoruz buradan. Mecburen evinize..."
Ama kadın benim açıklamamla ilgilenmiyordu. "Sen o kız mısın?" deyiverdi bir anda. "Herkesin bahsettiği şu kız." Ha? İşte bu beklenmedikti. Tyron'ın yandan şaşkınlıkla bana baktığını hissettiğimden istemsizce ona kaçtı bakışlarım. Merakla anlamaya çalışıyordu o da. "Şeytanın evine giren!" diye üsteledi kadın. "Bize umut getiren..."
Oh... hayır...
"Ben..." diyebildim sadece. Onun neden bahsettiğini sonunda anlamıştım ama... gerçeklerle kadının hayal ettiği masal arasında oldukça büyük bir fark vardı. Normal şartlar altında bile böbürlenebileceğim bir şey değildi enstitüde yaptıklarım. Ve Tyron hemen dibimden beni izlerken bir kahramandan çok bir kanun kaçağı gibi hissediyordum. Kim olduğumu yalanlayıp bu evden çıkmak en iyisiydi. Ama "Sen osun!" dedi kadın bu kez kendinden daha emin. Bastonuyla kuyruğumu işaret ettiğinde onun kulağına gelmiş olabilecek tüm muhtemel hikayeler gözümde canlanmıştı. Ark'a giren, enstitüyü basan, insanlara ilaç kaçıran kedi kız... Beni başkasıyla karıştırması pek mümkün değildi korkarım.
"Oğlumu sen kurtardın!" dedi kadın aksak adımlarla yanıma geldiğinde. Kırışık eli anında yanağıma uzanmış, beni hareketsiz bırakmıştı. "Sayende iyi olacak," dedi gözlerinde biriken yaşlara tezat koca bir gülümsemeyle. "Hastanede. İlaç geldi dediler. Siz getirmişsiniz. Size her gün dua ediyorum kızım. Her gün..."
Yutkundum. Bu güzel kalpli kadının elini tutup ona aynı şekilde gülümsemeli; her şeyin iyi olacağını, oğlunun iyileşeceğini, artık üzülmemesi gerektiğini söylemeliydim. Ama bir yumru oturmuştu boğazıma. Unutmaya çalıştığım tüm anılar kadının sözleriyle geri hücum etmişti zihnime sanki. Enstitü, askerler, kan... Yaptığımız iyiliğin karşılığında yol açtığımız pek çok kötü şey... Panikle gerilerken farkında olmadan Tyron'a çarpmıştım. "Biz..." Kapıya zor attım kendimi. "Ben... Tekrar özür dileriz."
Sokağa çıkmamla yüzüme çarpan soğuk hava olmasa basınçtan patlayacaktı sanki kafam. Hala az ileride yatan adamları görene kadar nerede olduğumu unutup hızla yürümüştüm. Sonra durdum, saçlarımı çekiştirdim, sakinleşmek için birkaç derin nefes aldım. Koca bir günü kendimi iyileştirmeye çalışarak geçirmiştim ve... tek bir sözle yeniden aynı kafesin içindeydim.
Gözlerim az ötede dikilen Tyron'a takıldı o an. Yaşlı kadın benimle ilgilenmekten onun kim olduğunu anlayamamıştı muhtemelen, çünkü o da evden çıkmıştı hemen ardımdan. Kuşkuyla beni izlerken daha çok ne yaptığımı anlamaya çalışır gibiydi. Elimde olmadan ona baktım ben de. Baktıkça daha da sıkıştı göğsüm. Hayır, beni bu kadar sarsan sadece o yaşlı kadının sözleri değildi. Tyron Noah ve inkar edilemez varlığı... İşte delirmemin asıl nedeni buydu. Geri gelmiş, ardımda bırakmak istediğim ne varsa da beraberinde getirmişti. Düşüncelerimi zehirleyen, aklıma saldırmış yabancı bir madde gibiydi kafamın içinde.
Ona arkamı dönmem ve az önce olanlar hiç yaşanmamış sayıp eve dönmem doğrusuydu. Bense midemi yakan öfkeyle ona doğru yürüdüm. Göğsünden ittiğimde sarsılmamıştı bile. "Neden geldin ha?" diye bağırdım umursamadan. "Konuş! Kimin peşindesin? Bizim mi? İlaçlarınızı alanların mı? Öldüremediklerinizi de avlamaya mı geldin? Söyle, bu kez ne istiyor Ark bizden?"
Anında yakalamıştı Tyron bileklerimi, ama bir an tutup canımı yakmadan geri bıraktı. Benim sinirden yaşarmış gözlerime, öfkeyle inip kalkan göğsüme ve parçalamaya hazır tırnaklarıma rağmen o sakin, hatta bezmiş görünüyordu. Bir süre ne diyeceğini arar gibi etrafta dolaştı gözleri. Bana döndüğünde tüm yüzüne yayılmıştı bakışlarındaki huzursuzluk. "Ark'ın burada olduğumdan haberi yok," dedi sıkıntıyla.
Ses tonundaki gergin tını bir an -sadece bir an- ona inanmama neden oldu. "Nasıl?"
Ofladı Tyron. "Buraya kendi başıma geldim... Kat. Sizinle bir alakası yok. Kimseyi de avlamaya çalışmıyorum!" Son sözlerini söylerken öyle bir vurgu yapmıştı ki, ithamlarıma alındığını düşünecektim neredeyse. "O konu kapandı," diye devam etti. "Kimse giden tırların peşine düşmeyecek. Olay yeterince büyüdü zaten. Ark bu bölgeyi vurarak bir hata yaptı ve bedelini fazlasıyla ödedi. Daha büyük bir kaosa sebep olacak hiçbir adım atamaz şu an." Durdu ve ellerini cebine soktu. "Senin kim olduğunu da bilmiyor kimse. Annene de söyledim. Hiçbirinizi bulamazlar."
Doğru, söylemişti. Beni kanlar içinde laboratuvara getirdiğinde... Susie'nin yerine geçen sahte Ark'lının da ona yardım eden saldırganların da kaçtığını sanıyordu Ark. Tyron onları benim bir sivil olduğuma inandırmıştı bir şekilde ve binadan çıkarıp evime getirmişti beni. Nasıl ya da neden diye sormanın tam zamanıydı ya, cevabı duyduğum an ona daha da borçlu çıkacağımı bildiğimden merakıma rağmen susup yutkundum. Ama o ne düşündüğümü anlamış gibi kaşlarını çattı.
"Bunu senin için değil, Lee için yaptım. Yakalansan ve kim olduğun ortaya çıksa eninde sonunda Lee'nin sizinle bağını bulurlardı. Onu korumak için buna mecburdum."
Elbette... Tyron'ın iyi bir insan olup vicdana gelmiş olması ne mümkündü zaten. Tek vuruşla indirdikleri kaçaklardan biriydim ben de sonuçta. Ama bu anlattıkları hala neden şu an karşımda olduğunu açıklamıyordu. Zerre kadar umurumda olmamalıydı ya, yine de "Sen niye buradasın peki?" diye sordum.
Daha da kasıldı çenesi. Bakışlarını kaçırmak yetmeyince sırtını döndü bana. Gözlerinin teneke evlerin, döküntülerin üzerinde dolaştığını yandan görebiliyordum. Beni fazlasıyla huzursuz eden sessizliğin sonunda "Anlamak için..." dedi sadece. Onun devam etmeyeceğini sandım. Ama bana dönmüştü şimdi. "Burada ne olduğunu kendim görmek istedim," dedi. "İnsanlara ne olduğunu... sizi enstitüye getiren, hayatınızdan vazgeçmeye itecek ne olduğunu..."
Yalan söylüyor dedi kafamın içinde birden fazla ses aynı anda. Ön yargılarım, kalıplarım, deneyimlerim, öğretilerim, her şey duyduklarımın doğru olamayacağını bağırıyordu. Tyron da bunun farkında olsa gerek "Boş versene," diye mırıldandı kendi kendine. Beni ikna etmekle uğraşmadan arkasını dönmüştü yeniden. "Evine dön kedi kız. Yasak başlamak üzere."
Haklıydı. Onun yüzünden zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Acele etmezsem başım ciddi şekilde belaya girebilirdi. Yine de kendime engel olamadım ve "Tyron!" diye seslendim. Omzunun üstünden bana baktığında ismini benden duymayı beklemediği suratından belli oluyordu. "Burada olamazsın," dedim. "Herkes yüzünü tanıyor. O adamlar ayyaştı, ama bir başkası seni asla karıştırmaz. Yalnız yakaladıkları an sana ne yaparlar biliyor musun? En iyi ihtimalle derini yüzerler."
"Beni düşündüğün için teşekkürler," dedi Tyron sahte bir tebessümle. İşte yine alay ediyordu benimle.
Yeniden arkasını dönmüştü ki "Sen umurumda bile değilsin!" diye bağırdım. "Senin bir şekilde kıçını kurtaracağına eminim. Ama bu insanlar... Sana bir şey olsa baban ne yapar onlara hiç düşündün mü? Tüm Ark'ı üstümüze gönderir; bir bölgeyi değil, bütün şehri yok eder bu kez!"
Benden kurtulamayacağını kabullenip şimdi tamamen bana dönmüştü Tyron. "İlk kez buraya gelmiyorum Kat," dedi bezgince. "Aslına bakarsan... geçen haftanın her günü buradaydım. Tüm sokakları defalarca kez dolaştım. Sen karşıma çıkana kadar da saklanma işi gayet iyi gidiyordu."
Bana sataştığını düşünüp karşı saldırıya hazırlandım hemen. Ama şimdi gerçekten yorgun görünüyordu Tyron. Aşağı sarkmış dudakları ve gözlerindeki koyu gölgeler her zamanki ukalalığını silmişti yüzünden. "Bak," dedi sıkıntıyla. "Sadece anlamaya çalışıyorum tamam mı? Kimsenin başına yeni bir dert açmak değil amacım. O yüzden de... umarım bir daha karşılaşmayız Kat. Birbirimize beladan başka bir şey getirmiyoruz." Bir iki saniye belli belirsiz bir tebessümle yüzüme bakmış, sonra da arkasını dönüp sokağın çıkışına yürümüştü.
Bir an ne hissedeceğimi bilemeden öylece kalakaldım. Aynı anda hem kızgın hem de şaşkındım. Bir cevap vermem gerekir miydi? Altta kalamazdım sonuçta. Ama bana laf mı sokmuştu ki Tyron? Yoksa sahiden kendi yoluma gitmemi mi söylüyordu? Ve anlattığı şeyler... buraya neden geldiği... neden gelmeye devam ettiği... Sahiden tüm haftayı bizim şehrimizde mi geçirmişti? Sanki ayaklı, koca bir bulmacaya bakıyordum Tyron uzaklaşırken. Önceden birikmiş sorularım yeni eklenenlerle aşılmaz bir okyanusun ortasında bırakmıştı beni.
Sonsuz kombinasyonla sayısız soru türetebilirdim şu an. Neyse ki koca bir gece vardı önümde bunları düşünecek. Şimdiyse yasak başlamadan eve dönmeliydim. On dakika diye hesapladım saatime bakıp. O kadar da kötü sayılmazdı aslında. Kedi yanımdan azıcık yardımla zamanında tünellere yetişebilirdim.
O an bilmediğimse Tyron'ın bir konuda çok haklı olduğuydu. Sahiden de birbirimize beladan başka bir şey getirmiyorduk. Ve tam on saniye sonra buna emin olacaktım.
***
-BÖLÜM SONU-
Bölüm biter ve Tyron kendi yoluna, Kat kendi yoluna gider... mi acaba?
Bu oldukça "sakin" geçen bölümle yeterince dinlendiyseniz sizi sonraki bölüm belanın içine davet ediyorum. Çünkü kurt çocuk haklı, bu ikili kesinlikle yan yana geldiğinde iyi şeyler olmuyor. Başlarına bir haltlar geleceği kesin. Ama ne? Yorum zamanı, hadi bana yazın!
Bir deeee, bence karakterler iyice oturmaya başladığına göre, artık SHIP durumlarına girmemizin zamanı geldi. Söyleyin bakalım, kimi kimle shipliyorsunuz?
KAT-ACE
TYRON-JESS
KAT-TYRON
KAT-LEROY
ACE-FLAME
ACE-RUBY
FLAME-WILL
BAŞKA BİR FİKRİM VAR
Seçtiklerinizin yanına bir emoji bekliyorum.
Ve kocuman öpüyorum hepiniziiii!
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top