Bölüm 1
Başlıyoruz bakalım :)
Herkese şimdiden keyifli okumalar.
E.Ç.
***
An animal, you're an animal
Don't take anything less
***
BÖLÜM 1
Kat
Koşuyordum. Hayır, kaçıyordum. Avucumun içi gibi bildiğim koridorlardan, kullanılmayan kapılardan, bizi dünyadan ayıran tünellerden... Etrafımı saran metal duvarların arasına sıkışmış sıcak nemli hava her zamankinden bile boğucuydu bugün. Üzerimdeki tulumun tenimle bütünleştiğini hissedebiliyordum. İki beden büyük gelen botlarımın içinde ayaklarımın altı şimdiden su toplamıştı. Şüphesiz onlarsız çok daha hızlı ilerlerdim. Bir kedinin patilerini deri kılıflara soktuğu nerede görülmüştü ki zaten. Ama zemini kaplayan asitli suyun tenime değdiği an ayağımı diş macununa çevireceğini daha küçük bir kızken öğrenmiştim.
Ah bir de şu lanet olası sıçanlar yok muydu... Benimle alay ederce suyun içinde oradan oraya sıçrıyorlardı her adımımda. Ayaklarımı kavrulmaktan koruyan botların arkadaşlarının derisinden yapıldığının farkındaydılar belki de. Biz insanlar tüm acizliğimizle hayatta kalmaya çalışırken onlar durmadan adapte oluyor, gelişiyor, everiliyordu. Bir zamanın sıradan kemirgenlerinin bugün aside bile dayanan derileri olması bazıları için şaşırtıcı olabilirdi. Bense okuma yazmadan bile önce öğrenmiştim: doğa her zaman kendi yolunu bulurdu.
Yine de sıçanlardan nefret ediyordum. Bir kedinin bir fareden nefret ettiği gibi... Beni şimdiden canımdan bezdirmiş kötü koşullarsa peşimdeki avcıyı azıcık olsun yavaşlatmışa benzemiyordu. Yukarı dünyada gururla taşıdığına emin olduğum kanatları bu fare yuvasında kesinlikle bir avantaj değildi. Adımlarının benim çevikliğimle yarışamadığının da farkındaydım. Yine de yılmadan takibi sürdürüyordu. Elbette... diye düşündüm. O bir kurt. Uçabilen bir kurt. Ve aynı zamanda pek çok diğer şey. Asla benim gibi yırtıcı bir kedi kadar hızlı olamayacaktı belki. Ama muhteşem koku alma ve iz sürme yeteneğiyle sonsuza dek beni kovalayabileceğinin ve ilk eline geçirdiği yerde çiğ çiğ yiyeceğinin farkındaydım.
Düşün Kat, düşün! Düşmanım bir başkası olsa şimdiye çoktan bir düzine çözüm üretmiş olurdum muhtemelen. Bir kaçak ve hırsız olarak yetiştirilmiştim sonuçta. Ama peşimdeki yeni dünyanın belki de en önemli adamıydı. Gücün, sistemin, geleceğin tek veliahdı... Neden? diyordu beynim durmadan. Neden burada, neden peşimde, neden ben? Onun gibi birinin biz unutulmuşların arasında ne işi olabilirdi ki? Bunu yapacak koca bir ordusu, varlığımızı kökten kazıyacak silahları vardı. Buna rağmen yalnızdı ve şu ana kadar o silahlardan birini kullanmaya yeltenmemişti.
Çünkü beni canlı ele geçirmeye çalışıyor dedim yeni bir dehşet dalgasıyla sarsılarak. Gerçekten istese beynimi çoktan havaya uçururdu; oysa peşimden koşmaya devam ediyor, arayı açmayı her başardığımda o değerli metreleri uzun bacaklarıyla kapatıyordu. Laboratuvarımızı mı öğrenmişlerdi? Yaptığımız operasyonları, hayatını değiştirdiğimiz onca insanı... Öyle bile olsa bu onun neden yalnız olduğunu açıklamıyordu. Neden peşimdesin Allah'ın cezası, neden?
Tünel önümde ikiye ayrıldığında düşünmeden sağa hamle yapıp kafamın üzerinde uzanan borulara doğru sıçradım. Parçalanmış rayların arasında göl olmuş asidik suyun düşmanım için eşsiz bir tuzak olduğunu düşünüp kendimle gurur duyduğum iki kısa saniyenin ardından tüneli kaplayan dev kanatları görmüştüm. O bir kuş gibi havalanıp yeniden yere konana kadar gözlerimi karşımdaki manzaradan alamadım. Az önce dişleriyle tenimi deşeceğini düşündüğüm oğlan şu görüntüsüyle sonum olacak bir ölüm meleğinden farksızdı. Büyüleyici, eşsiz ve korkunç!
Tyron Noah...
Onu babasının yanında, ekranlarda, dronların başımızdan aşağı döktüğü afişlerde görmeye öyle alışıktık ki. Kendi suratımdan bile iyi tanıyordum sanki yüzünü. Keskin hatları, kemikli yüzü, alnına düşen siyah saçları ve onlarla uyumlu kömür karası gözleri... Her şeyin sahibi olduğunu haykıran o gururun yerini şu an öfke almış olsa da hala aynı sevimsiz özgüveni bakışlarında görebiliyordum. Gözlerimizin buluştuğu o kısacık anda bana dişlerini göstermekten çekinmemişti. Karşılık olarak tısladım. Aynı bir kedinin bir köpeğe dikleneceği şekilde. Genlerimde yaşayan kaplanın her an biraz daha kontrolü ele geçirdiğini hissedebiliyordum. Dişlerim karıncalanıyor, tırnaklarım tenime baskı yapıyordu.
Tyron bir asilzadeydi, ama aynı zamanda da bir asker. Bir komutan. Ordunun başına geçmek için özel olarak yetiştirilen bir katil. Babasının Dr. Noah olduğu düşünülürse bu çocuğun türümüzün en iyi örneği olduğunu söylemek yanlış olmazdı. Bir kurdun tüm özellikleriyle donatılmış olması yetmezmiş gibi onu hepimizden ayıran kanatlarla ödüllendirilmişti. Ve tanrı bilir daha başka hangi yeteneklerle... Modifikasyonları onu yeterince güçlü kılmamış gibi doğduğundan beri savaşmak için eğitiliyordu şüphesiz. Beni köşeye sıkıştırmak için aklına gelen taktiklerin yarısını bir ömür düşünsem bile hayal edemezdim muhtemelen.
Ama... bilmediği bir şey vardı.
Ark'ın dışında, sistemin dışladığı, bu yüz yıllık tünellere sıkışmış basit bir kızın onun dengi olabilme ihtimalini o bile düşünemezdi. Hızımdan, bir duvardan ötekine sıçrayan kıvrak bedenimden, yaydığım kokudan ve pek tabi bir kamçı gibi peşimden gelen kuyruğumdan modifiye edildiğimi çoktan anlamış olmalıydı. Hiçbir şey değilse de bunlar bir kanun kaçağı olduğumu ele vermeye yeterdi. Devletin kontrol etmediği tüm operasyonlar yasaktı ne de olsa. Oysa karaborsada yasa dışı yetenekler kazanmış bir suçludan çok daha fazlasıydım ben. Ben, Kat, annemin kızıydım. Bir zamanlar N.O.A.H.'nın en iyi bilim kadını, Dr. Leena'nın -ya da hepimizin ona seslendiği ismiyle Dr. L.'in.
Tyron babasının piyasaya sürdüğü en iyi ürün olabilirdi. Bense annemin en gözde eseriydim. Gerçi benim durumumda bu bir seçenekten çok ölüm kalım meselesiydi ya... İşe yaramadığını söyleyemezdim. Hala hayattayım ve bu yüzden kendimi bildim bileli kaçıyorum. Aslında Ark'ın en gözde çiftlerinden birinin kızı olarak ana karada dünyaya geldiğimde bu hayata gözlerini açmış en şanslı çocuklardan biriydim muhtemelen. Ama o şans dört yaşında ölümcül bir hastalığa yakalanana kadar sürmüştü.
İlk modifikasyonum yapıldığında sadece beş yaşındaydım. Yasal sınırın on sekiz olduğunu ve yasa dışı ameliyatımın benimkiyle birlikte ailemin hayatını tamamen değiştirdiğini söylememe gerek yok sanırım. Babam -öz babam- kısa ömrümü kendi değerli varlığının önüne koymayacak kadar akıllı bir adamdı. Hasta bir çocuğu kurtararak tüm geleceklerini çöpe atmanın saçmalığını bin bir farklı bilimsel metotla anneme kanıtlamaya çalışmıştı şüphesiz. Ama Dr. L. bir bilim kadını olduğu kadar bir anneydi de. Elleriyle inşa edilmesine yardım ettiği sistemin kırıklarını görmüş, benim için o çatlaklardan kaçmayı göze almıştı.
Peşimizdeki orduyla ikimizin de ölmesi gerekiyordu, ama bir şekilde bu boktan hayata tutunmayı başarmıştık. Karalarında mutlu mesut yaşayan o ayrıcalıklı insanların dönüp bakmadığı unutulmuşlara elimizi uzatabilmemiz için yaşamamıza izin vermişti tanrı belki de. Ve biz de öyle yaptık. Gördüklerinden sonra annemin bu yozlaşmış düzene isyan etmemesi garip olurdu, ama beni de kendi gibi güçlü bir savaşçı olarak yetiştirmeyi ihmal etmemişti.
Artık on sekiz yaşındayım. N.O.A.H. organizasyonunun süslü akademilerden birine gitmemiş olsam da bu çağın görüp görebileceği en iyi bilim kadınlarından biriyim, çünkü bu işi en iyisinden öğrendim. Annemden. Beni yaşatmak için ona sunulan imkanları elinin tersiyle iten o kadınla omuz omuza pek çok can kurtarıyoruz her gün. Hem de Ark'ta bile kullanılmayan tekniklerle. Çünkü orada sadece N.O.A.H.'nın istediği kadar sağlıklı olabilirsin. Onun kontrol edebileceği kadar güçlenebilirsin ve o istediği kadar yaşayabilirsin. N.O.A.H. Şirketler grubu, Dr. Noah, devlet, sistem, ordu, Ark... Artık hiçbirinin bir diğerinden farkı yok. Tüm kontrol tek bir insanın elinde.
Dr. Noah...
Bunun o adamın gerçek ismi olup olmadığını bile bilmiyorum. Belki de kendini mahvolan dünyamıza bir kurtarıcı gördüğü için uydurmuştu bu ismi. Belki bir zamanlar gerçekten ihtiyacımız olan kurtarıcı oydu. Depremlerle parçalanan, tufanlarla yerle bir olan dünyada yaşamanın imkansız olduğu bir dönemde çıkmıştı ortaya. Biz insanlar doğanın gücü karşısında kağıt kaleler gibi yıkılırken değişen koşullarla mutasyona uğrayıp dünyaya eskisinden de sıkı tutunan hayvanların eşsiz doğasından esinlenmişti. Hayatta kalma arzusuyla alev alev yanan, genç, zeki ve tutkulu bir bilim adamıydı sadece. Bugünse yeni dünyanın tek lideri o. Kurduğu şirket hızla büyür, insanlar onun teknolojisiyle asla hayal edemeyecekleri yeni varlıklara dönüşürken para, güç ve kontrol bir nehir gibi akmıştı Dr. Noah'ya. Oyunun gidişini tamamen değiştirmiş, o ve gemisine aldığı hayvanları kıyameti yenmişti.
Muhteşem bir bilim adamı olarak icatlarına devam edebilirdi şüphesiz, ama o gücü ve politikayı laboratuvarlarına tercih etmişti. Hangi devlet modifiye edilmiş, süper güçleri olan askerle dolu bir ordu istemezdi ki. Ya da yeni teknolojilerle hizmet veren hastaneler, halkı uyutacak akıl almaz eğlenceler, devletin kendinden bile fazla gelir sağlayan bir düzen... Bilgiyi elinde tutan geleceği de kontrol ediyordu bu yeni dünyada. Ve bilgi Dr. Noah'nındı.
Çok geçmeden sağlık sektörü, sanayi, askeriye, medya, en sonunda da Ark'ın tüm yönetimi ve adalet tek bir adamın eline geçmişti. Bir zamanlar devrim yaratan teknolojisiyse şimdilerde zenginleri eğlendirmek için kullanılan bir oyundan fazlası değil. Ana karanın ayrıcalıklı çocukları on sekiz yaşını geçer geçmez Dr. Noah'nın laboratuvarlarına koşturuyor ve bir dövme gibi kendilerini dönüştürecekleri o eşsiz hayvanları seçiyorlar. Aslan pençesi, yılan zehri, kartal gözleri, panter hızı... Paran varsa istediğin her şeye sahip olabilirsin. Elbette N.O.A.H. izin verdiği ölçüde... Aynı teknolojinin pek çok hasta insanı kurtarabileceğini, güya tedavisi bulunamamış sayısız hastalığı kökünden kazıyabileceğini, ama Dr. Noah'nın kendi cebine akan sağlık gelirlerini kesmemek için bunu dünyayla paylaşmadığını bilmeden, şuursuzca yaşamaya devam ediyorlar. Aptallar!
Annemin hep dediği gibi, ayaklarının altında hala basacakları bir toprak parçası olduğu sürece gerçeği anlamayacaklar sanırım. Halbuki kafalarını kaldırıp Ark'ı çevreleyen duvarların ötesine bir kez olsun bakmaya cesaret edebilseler o zaman görürlerdi. Teneke evleri, teneke şehrin unutulmuş halkını, yapılan fedakarlıkları, kaybolan hayatları... Ama kör kalmak ve kurtarıcılarının onlara sağladığı sahte güvenin korumasında yaşamak çok daha kolay. Çünkü Dr. Noah'nın ne pahasına olursa olsun kurduğu sistemi koruyacağını biliyorlar. Ne de olsa en başında teneke şehirleri kurmak onun çığır açan pek çok muhteşem fikrinden biriydi.
Tüm dünyanın sularla kaplandığı bir senaryoda uğruna savaşılacak en büyük şey topraktı şüphesiz. Doğal felaketler baş gösterdiğinden beri sürüyordu mücadele. Ayakta kalan son kıta, Ark, belki de atalarımızın gördüğü en kanlı savaşlarla sallanmış, yine de yekpare kalmayı başarmıştı. İnsanlığın tarihini saklayan son kale gibiydi artık ve sadece seçilmişlerin, eşsizlerin, en güçlülerin olmalıydı. Bu da gereksiz halkın çoğunun adalara sürülmesini gerektiriyordu.
Bu vahşi sürgünün üzerinden yüz berbat yıl geçti. Ama tanrılar çekilen ıstırabı yeterli görmemiş olsalar gerek Dr. Noah gelmişti bu kez dünyaya. Ve devletin kontrolünü tamamen ele geçirmesiyle ilk büyük değişim projesini gururla açıklamıştı. Tarım adaları. Yüzen fabrikalar. Teneke şehirler: sıradanlar için yeni bir yaşam alanı. Diğer bir deyişle, Ark'ın etrafında yüzen konserve kutuları. Bu sayede insanları kovdukları adaları tarım için kullanmaya başladılar. Fabrikalar, hapishaneler ve Ark'ı kirletmesini istemedikleri her şey yüzen platformlar üzerine, teneke şehirlerin etrafına taşındı. Nasılsa toprakta ya da üretim bandında çalışacak olanlar da yine aynı ayak takımıydı.
Her ne kadar bizi kendilerinden olabildiğince uzakta tutmak isteseler de Ark'taki ayrıcalıklıların pis işleri için hala teneke halka ihtiyaçları var elbette. Hayatımın büyük kısmını geçirdiğim ve şu an canım pahasına içinde koştuğum tüneller de tam olarak bu amaçla kurulmuştu: ulaşım. Oysa N.O.A.H. çok geçmeden bundan katbekat iyi bir teknolojiyle buluşturmuştu bizleri. Uçan arabalar ve uçan trenler varken kimin devamlı su baskını tehlikesi yaşayan eski metal tünellere ve çoktan yıkılmış bir dünyanın raylı trenlerine ihtiyacı olurdu ki? Elbette ana karayla teneke şehir arasında gizlice mekik dokuyan tüccarlar dışında.
Tüneller resmi olarak kapatılsa da kaçakçıların Ark'ın ihtiyacı olan malzemeleri getirebilmesi için tamamen ortadan kaldırılmamıştı. En büyük ticaret yosun içindi şüphesiz. Teneke halkın yetiştirmek için her gün canını ortaya koyduğu, üretmek için aylarca uğraştığı, sadece suyun içinde büyüyen o eşsiz ot. Bugünün en pahalı uyuşturucusu... Kadın ticareti, çocuk ticareti, silah ticareti tünellerin yeni kullanım amaçlarından sadece bazılarıydı. Ve bir de biz vardık. Yer altına kurduğumuz yasa dışı sağlık sistemi için gerekli olan ilaç ve malzemeyi alabilmemizin en güvenli, hatta belki de tek yoluydu bu eski tüneller. En azından Dr. Noah bu kadarını bizden almamıştı.
Tam da bu yüzden, yukarı dünyada askerlerle yüz yüze geldiğim pek çok kötü deneyimim olsa da çelik duvarlarla örülü bu güvenli kalenin içinde tehdit altında kaldığım hiç olmamıştı. Oysa şu an kaybetmek üzere olduğum bir savaşın tam ortasındaydım. Ve de düşmanım... Tyron Noah diye düşündüm bir kez daha dehşetle. O adamın, hayatımı mahveden diktatörün oğlu peşimdeydi. Neden? Durup soluklanmak ve mantıklı bir cevap aramak istiyordum. Kurdun sıcak nefesini daha da yakınımda hissettiğim şu anlarda ise bu bir seçenek değildi korkarım.
Yarım saattir daireler çizerek labirentin içinde dolandırıyordum düşmanımı, gel gör ki yorulan o değil bendim. Bir avı yakalamak için inanılmaz hızlara ulaşabilirdi vahşi kediler; ama güçlerinin bir limiti vardı. Çok geçmeden enerjim tükenecek, bir pelte gibi işlevsizleşecekti kaslarım. Ve ben o sınıra yaklaştığımı ağırlaşan bacaklarımdan hissedebiliyordum. Arkama bakmaya cesaret edebildiğim o kısa an aramızın giderek kapandığını görmem için yeterliydi. Lanet olsun!
Strateji değiştirmem lazımdı. Kendi yeteneklerime ne kadar güvensem de tüm ömrünü bir ölüm makinası olmak için harcamış bu kas yığını karşısında şansım yok denecek kadar azdı. Tabi eğer... Yanağımdan süzülen ter damlası aniden aklıma gelen fikirle yukarı kıvrılan dudaklarıma dokundu. Doktorun oğlu benim peşimdeydi. Benim inimde. Yalnız. Neden en başından beri bunun sebebini sorgulayıp durmuştum ki? Ne önemi vardı. Hem de bu kadar değerli bir koz avucumun içine kendi isteğiyle düşmüşken. Dışardan bakan biri avın ben olduğumu söyleyebilirdi. Şu ana kadar ben de tam olarak öyle düşünüyordum. Ama küçük bir manevrayla bu durumu tam tersine çevirebilirdim belki. Ve başarılı olursam... Dr. Noah oğlu için neleri feda ederdi acaba?
Kaslarıma enerji pompalayan bu fikirle alev almış gibi öne fırladım. Planımın ölümcül sonuçları olabileceğini, sadece kendimi değil değer verdiğim herkesi ve her şeyi tehlikeye attığımı düşünmemek şu an için daha doğruydu sanırım. Annemin yaptığım salaklığı öğrendiğinde koparacağı kıyametten kurtulmanın tek yolu vardı: avımı elimden kaçırmamak. Topuğumla sertçe ittirdiğim duvardan sıçrayarak başımın üzerindeki demirlere kondum ve bir kedi gibi dört elim üzerinde hızla ilerledim. Ta ki tavandan kopup yolu bloke eden iki borunun arasından su gibi kayana dek.
O ana kadar düşmanımı uzak tutmak için uğraştığım yöne doğru koşuyordum şimdi. Bir zamanlar trenler için depo görevi gören açıklık geriye kalmış vagonlarla birlikte bizim yer altı laboratuvarımız olmuştu. Annemin Ruby'yle bir hasta ziyaretine gittiğini biliyordum, ama diğerleri, en azından Fitz ya da Ace şu an orada olmalıydı. Bire karşı iki, belki üç, belki daha fazlaydık. Bu kendini beğenmiş kurda haddini göstermeye yeterdi de artı bile. En azından, öyle olacağını umuyordum. Fitz bir bukalemundu. Tyron'ın gözleri daha onu seçemeden elindeki silahı alıp şakağına dayayabilirdi. Bunu yaptığını defalarca kez görmüştüm. Ve Ace, zehriyle bir insanı felç edebilecek, hatta öldürebilecek kadar güçlü bir yılandı. Tek bir ısırığıyla ulu Tyron'ı üstüne basıp ezeceğimiz bir böceğe çevirebilirdi.
Bu düşünceyle biraz daha sırıttım. İçimdeki yorgun kedi bile bir ceylan görmüş gibi canlanmıştı. Sağa dön, bir kez daha ve sonra bir kez de sola. Zıpla, atla, koş, daha hızlı koş. Sadece iki koridor kaldı diye düşündüm laboratuvarın girişine kurduğumuz kapanlardan birinin üzerinden kolaylıkla atlarken. Düşmanımın onca koşturmacadan sonra bu tuzağa düşmesi epey kolay bir ölüm olurdu, zaten o da zorlanmadan metal dişlerden kurtulmayı başarmıştı. Çıkardığı seslerden sabrının taştığını hissedebiliyordum. Bir kez daha arayı kapatıyordu. Bu kez çok daha hızlı ve kararlı bir şekilde... Nefesi ondan bekleyeceğim gibi kan değil nane kokuyordu, yine de sıcak, ıslak ve tehditkardı.
Son viraj bir vaha gibi karşımda dururken "Ace!" diye bağırdım. "Fitz! Flame! Moxie!" Ve her kim oradaysa... "Kod mavi! Kod mavi!"
Teneke şehirde doğmuş, büyümüş herkes kod mavinin ne olduğunu bilirdi. Mavi tehlikenin rengiydi. Etrafımızı kuşatmış suların, içinde yaşayan evrimleşmiş deniz canlılarının ve pek tabi Dr. Noah'nın askerlerinin... Arkadaşlarımın beni anlayıp anlamayacakları için endişelenmeme gerek yoktu. Oysa kendim ve başıma gelecekler için büyük bir kaygı duyuyordum. Çünkü o an sırtımda hissettiğim ağırlık beni sadece yere sermekle kalmamış anında kolları arasına kıstırıp hareketimi de engellemişti. Tısladım, tepindim, tekmeledim, ama üzerimdeki canavar tek bir hareketiyle bedenimi döndürüp sırtımı yere çarpmıştı. Tırnaklarım parçalamak için hazır olsa da benimkilerden çok daha güçlü pençeler kollarımı başımın üstünde yere bastırıyordu.
Nane diye düşündüm. Hala nane kokuyor. Ama Tyron'ın sivri köpek dişleri birkaç santim ötemde parlarken bunun çok uzun sürmeyeceğini söyleyebilirdim. Şimdi tüm ağırlığıyla üzerimde oturuyordu. Kanatları içinde olduğum tehlikenin büyüklüğünü anlatmak isterce üzerimizde iki yana açılmış, tünelin tavanından gelen cılız ışığını keserek bir gölge gibi ruhuma çökmüştü. Sadece onu görüyordum artık. Beni öldürmeye hazır çenesi, etrafımızı saran kokuları analiz eden burnu, nefretle yanan karanlık bakışları... Biraz daha çırpındım. Yenilginin bu kadar kolay, böylesine hızlı gelmesini kabul etmem imkansızdı. Bir kukladan farksızdım Tyron'ın ellerinde. Öfkeden kendi dudağıma geçirdiğim dişlerim ağzımın içinin kanla dolmasına neden olmuştu. Hala bir şansım var! diye hatırlattım kendime. Ace, Fitz, herhangi biri...
Ama ne yaklaşan bir ayak sesi, ne de umut olabilecek bir mırıltı işitiyordu kedi kulaklarım. Duvarın ardında laboratuvarın tanıdık vızıltılarından, bilgisayarlardan gelen biplerden başka hayat yoktu. Tek başınasın! diye hatırlattı sevimsiz iç sesim. Tek başınasın, en büyük düşmanını bilerek kendi inine soktun ve yenildin. Ne kadar da haklıydı lanet olası! Ama bu kadar kolay pes etmeyeceğimi bilmiyordu. Tıpkı mutlak zaferiyle gözleri kör olmuş Tyron gibi... Kazanmanın rahatlığıyla bileğimdeki parmaklarının birkaç milim gevşemesi tek elimi ondan kurtarıp saldırıya geçmem için yeterliydi. Tırmığım öyle hızlı inmişti ki üzerine en pahalı deriden yapılmış kıyafeti bile onu tırnaklarımdan korumaya yetmemişti. Üç uzun kesik boyunca boynu kırmızıya boyanırken botumun tabanını midesine geçirdim.
O aldığı darbeyle geri sektiğinde pantolonunun kenarlarına sıkıştırdığı iki keskin bıçağı çekmeyi ve gerisin geri ona fırlatmayı başarmıştım. Birinden kolaylıkla kaçmayı becerse de ikincisi baldırına saplandığında metal duvarlar korkunç bir ulumayla titredi. Bunun beni korkutacağını düşünüyorduysa kesinlikle haklıydı, korkudan ölüyordum. Ama inadım çok daha büyüktü. Bir kediydim ne de olsa değil mi? Dokuz canımı da almadan Tyron benden kurtulamayacaktı. Onun kanlı bıçağı derisinden çekmesini beklemeden laboratuvara doğru koştum. Bu şeytanı yenmek istiyorsam hayvansal yeteneklerimden fazlasına ihtiyacım vardı. Silaha, kimya bilgime ve belki küçük bir patlamaya. Neyse ki kendi evimde, oyuncaklarımın arasındaydım.
Köşeyi dönmemle yan yana sıralanmış vagonlar karşılamıştı beni. Basık tavanlı, dar tünellerden sonra bu depo devasa bir hangar gibiydi. Kurdun peşimden atağa geçtiğini bildiğimden dönüp ardıma bakmakla vakit kaybetmeden ilk vagonun içine daldım ve arka kapısından diğer raya geçtim. Bu metal kutuları bir hastanenin odaları olacak şekilde yerleştirmiştik. Her biri bir başkasına açılıyor, hangar boyunca önlü arkalı devam ediyordu. Sadece benim gibi bu kutularda büyümüş birinin yönünü bulabileceği bu labirentin içinde beni yakalamak için o köpek burnunu sonuna kadar kullanması gerekecekti Tyron'ın. Ve aklımda tam olarak buna engel olacak harika bir fikir vardı.
Malzemeleri depoladığımız vagona dalmamla beyaz varillerin arasından ihtiyacım olan ikisini çekmem bir olmuştu. Üç paralel ray ötede düşmanım camın önünden geçtiğinde daha da hızlandım ve tezgaha taşıdığım kimyasalları dikkatle birbirine karıştırdım. Nefes almamak için elimden geleni yapsam da koku şimdiden etkisini göstermeye başlamıştı. Önemi yoktu. Bir köpek her zaman bir kediden daha iyi koku alırdı ve ben rakibin böyle bir avantajı olmasındansa eşit şartlarda savaşmayı tercih ederdim. Şişenin ağzını henüz kapamayı başarmıştım ki vagon üzerine bir fil düşmüş gibi sarsıldı. Hayır bir fil değil, bir kurt! diye hatırlattı metalin üzerindeki tırnak sesleri bana. Kendimi anında kapıya atmış, ama bir sonraki kompartımana geçecek kadar hızlı hareket edememiştim.
Ensemden yakalayan pençeler iki metalin arasından yağ gibi yukarı çekti beni ve vagonun çatısına sürükledi. Bu arada kimyasal karışımı taşıyan şişe elimden düşmüş, zehir muhtemelen tüm zemine saçılmıştı. Şahane! Az sonra açığa çıkan gaz ikimizin de kranyal sinirlerini etkileyip koku duyumuzu işlevsiz bırakacaktı. Şimdi tek yapmam gereken bu kurdun pençelerinden kurtulmak ve bir kez daha tünellerin içine dalmaktı. Koku duyusu çalışmadan beni avlamasının imkansız olduğunu o da benim kadar iyi biliyordu, bu yüzden gözlerindeki öfke beni yakıp küle çevirecek kadar kuvvetliydi o an.
Ona oynadığım oyunun yarattığı şaşkınlığı fırsat bilip bir kez daha pençemi indirdim yanağına. Bu defa tek bir çizik dahi almadan bileğimi havada yakalayıp boğazıma yapışmıştı. Gözleri daha fazla beni kandıramazsın diyordu adeta. Nefes alamadığımı fark etmekten duyduğu hazzı saklamadan biraz daha sıktı boynumu. Tek bir hareketiyle başımı bedenime bağlayan kemikleri kırabilir, beynime giden tüm sinirleri koparabilirdi. Ellerim bir faydası olurmuş gibi onunkinin üzerine kapansa da etrafımdaki dünya kararmaya başlamıştı. Havasız kalmış ciğerlerim oksijen için kıvranıyordu. Gözlerim önünde uçuşan beyaz noktalar arasında hala katilin suratı vardı. Tyron. Neden?
Boğularak ölmeye öyle hazırdım ki ayaklarım bir anda yerden kesilince yeni bir panik dalgasıyla titredi bedenim. Uçuyordum. Hayır, Tyron uçuyor bense onunla birlikte yükseliyordum. Belki de beni tavandan aşağı bırakıp parçalanmamı izlemek istemişti. Böyle bir katliam Dr. Noah'nın oğluna çok daha fazla yakışırdı gerçekten de. Ama az sonra tabanlarım yeniden zemine değmiş, boynumdaki baskı gevşemişti.
Ayakta durabilmek için her şeyi yapsam da yeniden nefes almaya başlamamla gelen öksürük dizlerimin üstüne düşürmüştü beni. Elim boğazımda, başım yerde ciğerlerim parçalanıyormuş gibi sesler çıkarıyor, göğüs kafesim hızla yukarı aşağı inip kalkıyordu. Birkaç saniye sonra nefesim kısmen düzeldiğinde başımı kaldırıp düşmanımla yüzleşmeye zorladım kendimi. Küstah bir tanrı gibi tepemde dikilmiş beni izliyordu. Neden öldürmemişti beni, neden bitirmiyordu işimi?
"Ne istiyorsun benden?" dedim dişlerimin arasından. Onca kovalamacanın arasında o gün ilk kez onunla koştuğumu fark ediyordum. Bir an bana cevap vermeyeceğini düşündüm. Dilimi anlamamış gibi öylece suratıma bakmaya devam ediyordu. Ama sonra, dudakları aralandı ve asla beklemediğim kelimeler döküldü arasından.
"Kardeşim nerede?"
Ha? Ne kardeşinden bahsediyordu bu oğlan? Bir, Dr. Noah'nın Tyron'dan başka bir çocuğu mu vardı? Ve iki, benimle hiç alakası olmayan bu saçma sapan soru için mi az daha ölüyordum yani?
"Kardeşim nerede?" diye hırladı Tyron biraz daha üstüme eğilip.
Kedi tarafım aldığı mağlubiyeti hızla unutup tırnaklarını çıkarmıştı bu meydan okuma karşısında. Ayağa fırlayıp kurdun önünde dimdik durdum. "Burada kardeş falan yok seni adi pislik, beş para et..."
Devam edemedim. Beni iki omzumdan sertçe duvara yapıştıran ellerin şakası yoktu. Etime batan tırnaklardan yayılan acıyla nefesim kesildi bir an için. Öyle yakındı ki Tyron'ın dişleri boynuma. Tek ısırıkta kellemi kopartacaktı sanki. Burnu hala işlevini yitirmemiş gibi bir ipucu arayarak saçlarımda geziniyordu. "O burada, biliyorum." dedi sabrının son zerresiyle. "Sen, bu tüneller, bu depo... kokusu her yerde."
Ona muhtemelen duyularında bir sorun olduğunu, özellikle havaya yayılan gaz karışımında sonra düzgün koku almasının mümkün olamayacağını söylemek istedim; ama tane tane dudaklarından dökülen kelimelerin arasına gizlenmiş öldürücü kıvılcımları tenimde hissedebiliyordum. "Ona ne yaptınız?" diye çıkıştı tırnaklarını biraz daha derine batırıp.
Ah! İşte bu gerçekten acıyordu. "Kardeşini falan görmedim ben!" diye bağırdım can havliyle çırpınırken. Bu işten kurtulabilirsem annemi beni bir ayıya yükseltmesi için ikna edecek ve yeni gücümle bu kendini beğenmiş budalanın kemiklerini kıracaktım. Ama şu an beni un ufak edecek olan oymuş gibi duruyordu. Verdiğim cevaptan tatmin olmamış olsa gerek belinden çıkardığı silahı şakağıma dayayıvermişti.
"Kardeşimin nerede olduğunu söylemek için üç saniyen var!" dedi tükürükler saçarak. "Üç..." Şaka yapmıyor diye haykırdı iç sesim. Şaka yapmıyor! "İki..."
"Bilmiyorum!" diye bağırdım dehşetle. Bu şekilde ölemezdim. Bu korkunç oğlanın elinde değil, hayır! "Neden, kimden bahsettiğini bilmiyorum!"
O an bir klik sesi duydum sanki. Düşmanımın beyninde atan şalterin sesiydi bu. Sıkılmıştı. Yorulmuştu. Son noktaya gelmiştik. Gözlerine inen gölgeler işimin bittiğini daha güzel anlatamazdı. "Bir..." diye mırıldandı tiksinerek.
"Hayır!" diye bağırdım. Sanırım. O an sesimi bastıran çığlık öyle kuvvetliydi ki tüm depoyu inletip benim kalbimle birlikte zamanı da durdurmuştu.
"Dur! Sakın yapma!"
Hayır! diye inledi kalbim. "Hayır!" diye bağırdı dudaklarım. Başımı milim oynatmama müsaade etmeyen silaha rağmen gözlerim gölgelerin arasındaki cılız figürü seçmişti. Lee... Hayır! Hayır, Lee olmaz. Lee olmamalı! Dakikalardır yardımıma gelecek herhangi biri için dua ediyor olsam da karşımdaki çocuğu asla düşünmemiştim. Ona geldiğin yere dön, koş, kaç, kendini kurtar diye haykırmak istiyordum, ama sözlerim boğazımda kuru bir öksürükten öteye geçemedi.
"Yapma lütfen!" demişti Lee benim yerime. "Bırak onu!"
Bir ay kadar önce tünellerde yaşamaktan vazgeçmiş halde bulduğum oğlanın şimdi benim hayatım için mücadele ediyor olması ne ironikti. Tedavisi olmayan hastalığı ve kırık bacağıyla bir köşede ölmeyi bekliyordu karşıma çıktığında. Kimden kaçarken bu deliğe düşmüştü, nasıl kendini bizim çöplüğümüzde bulmuştu hala tam bilmiyordum. Tek söylediği Ark'tan geldiği ve oraya asla geri dönemeyeceğiydi. Şüphesiz ki seçilmişlere hizmet etmek için ana karada kalan ayak takımındandı. Orada gördüğü muameleyi, onu ardına bakmadan kaçmaya itecek işkenceleri ancak hayal edebilirdim. Öyle hüzünlü bir bakış vardı ki gözlerinde, annemi bu kimsesiz çocuğa yardım etmeye ikna eden de bu dile dökülmemiş acıydı sanırım.
Gerçekten daha önce hiç görmediğimiz bir hastalığı vardı Lee'nin. Vücudundaki kırmızı mor yaraları neyin tetiklediğini tespit etmemiz iki haftadan uzun sürmüştü. İlk operasyonuysa tam altı saat... Diğer hiçbir hastaya benzemiyordu Lee. Bizden önce defalarca kez masaya yatmıştı sanki. Sayısız deneme yapılmış gibiydi üzerinde. "Belki de bu yüzden kaçıyordu." diye fikir yürütmüştü Ace. Belki de maruz kaldığı kötülük buydu, bir laboratuvar faresi olarak kullanmışlardı onu. O daha ameliyattan uyanmadan acı gerçek de ortaya çıkmıştı zaten. Lee'nin DNA'sı bir şekilde modifikasyonları reddediyordu. Başkalarını iyileştiren, güçlendiren genler onun için bir virüsten farksızdı. Ve her deneme onu biraz daha zayıf, biraz daha hasta bırakıyordu.
Böylece ikinci operasyona almıştık onu. Hayatımızda ilk kez bir insanı eski haline getiriyorduk. Ama geçen süre göstermişti ki haklıydık. Lee ölene kadar sıradan, basit bir insan olarak kalacaktı, çünkü hayatta kalmasının tek yolu buydu. Oysa şimdi, o gün benimle karşılaştığı için hayatı kurtulan çocuk, yine benim salaklığım yüzünden hayatından olmak üzereydi. Bana yardım edebileceği özel bir gücü ya da kullanabileceği bir silahı yoktu. Ve ben de her an kafamı patlatacak bir namlunun ucunda ona yardım edemezdim. İkimizin de sonu gelmişti.
Benim gibi düşünmüyor olsa gerek Lee bize doğru bir iki adım daha attı. Artık topallamıyordu. "Ty dur! Lütfen, bırak onu!"
Aptal! diye haykırıyordu iç sesim. Konuşarak yırtıcı bir hayvanı durdurabileceğini düşünecek kadar naifti. Beynimse bambaşka, anlamlandıramadığı bir ayrıntıya takılmıştı. Ty... Ty mı demişti o? Karşımdaki canavarın beni serbest bırakması ihtimallerin en sonuncusu olduğundan şakaklarımdaki baskı bir anda kaybolduğunda havada asılı kalmış gibi hissettim. Tyron beni olduğum yerde terk edip hışımla arkasını dönünce kanatlarının rüzgarı saçlarımı havalandırmıştı.
"Lee?" dedi az ötedeki çocuğa doğru hareketlenip.
Kafamın bir yarısında alarm çaldığı halde parçaları birleştirmeye çalışan diğer yarısı hareket etmemi engellemişti. Az önce beni parçalamak üzere olan kurt üç dört adımda Lee'yle arasını kapatıp bu kez onu kolları arasına aldı. Hayır, beni boğduğu gibi ya da öldürmek için değil. Resmen bilerek ve isteyerek ona sarılıyordu. Hem de uzun süre önce kaybettiği çok değerli bir parçasına kavuşmuş gibi... Beynim düşünmekten patlayacaktı sanırım. Tyron Noah, neredeyse sonum olacak çocuk, doktorun oğlu, kurt, veliaht... Lee'ye, bizim Lee'mize sarılmıştı. Ty diye hatırlattı iç sesim hemen. Lee ona Ty demişti. Ty... Tyron...
Siktir!
Benim varlığımı tamamen unutmuş olan Tyron, Lee'nin yüzünü iki eli arasına almıştı şimdi. "İyi misin?" diye sordu korkuyla. "Bu sıçanlar sana zarar verdiler mi? Sana bir şey yaptılar mı Lee?"
Pardon? demek istedim. Sahiden sıçanlar diye mi seslenmişti bu çocuk bize? Bana... bir kediye... Bir kez daha öfke pençelerimi kaşındırıyordu. "Hey!" diye bağırdım ikinci kez düşünmeden. Ama Lee araya girip kendini Tyron'ın anında bana doğrulan silahının önüne atmıştı.
"Ty dur!" dedi. "Düşündüğün gibi değil. Burada olmayı ben istedim. Kuleden kaçan bendim. Kat sadece bana yardım etti. Beni iyileştirdiler Ty, artık hasta değilim. Bak!"
Lee kollarını öne uzatıp neredeyse iyileşmiş yaralarını gösterirken böyle bir teşhisi koymak için henüz fazlasıyla erken olduğunu söylemek istedim. Ama bu profesyonel yorumun yeri ve zamanı değildi. Hele de Lee'nin kaybolmuş izleri az önce sivri dişlerini gösteren Tyron'ı şaşkın bir köpek yavrusuna çevirmişken... Dudaklarından "Nasıl?" gibi bir şeyler dökülürken gözleri bir Lee'ye bir bana gidip geliyordu.
Ben de tam olarak aynı şeyi sormak istiyordum aslına bakılırsa. Nasıl? Nasıl olabiliyordu da Tyron Noah bizim kaçak Lee'yi tanıyordu? Onun kardeşim nerede dediğini hatırlattı hafızam hemen. Kardeşini arıyordu Tyron. Bu durumda Lee de...
"Ty bu Kat," dedi Lee gülümsemeye çalışarak. "Ve bu da Tyron Kat, abim."
Sanki yolda karşılaşmış iki arkadaşını birbirine tanıştırıyordu Lee. Kaşlarımı öyle çatmış olmalıydım ki gözlerim üzerindeki baskıdan acımaya başlamıştı. "Abin mi?" dedim müthiş bir hayal kırıklığıyla. "Tyron Noah. Senin abin... yani sen..." Damağımda ihanetin tadı öyle acıydı ki kelimeleri doğru dürüst arka arkaya dizmeme bile engel oluyordu. Evimize aldığımız, acıdığımız, iyileşmesi için canımızı dişimize taktığımız çocuk Dr. Noah'nın oğlu muydu yani?
Öfkemi fark eden Lee'nin dudakları aşağı sarkmıştı. Başını belli belirsiz sallarken "Leroy Noah." dedi. Onun kendi isminden en az benim kadar rahatsız olduğunu görsem de bunu göz ardı ettim. Şu an genzimde yükselen hiddetin geçmesini istemiyordum. Vücudumdaki tüm tüyler havaya kalkmış, her bir kasım ayrı ayrı gerilmiş, içimdeki kedi bir kez daha saldırı için kaskatı kesilmişti.
"Bizi kandırdın." dedim dişlerim arasından. "Bir tuzaktı."
"Hayır, hayır, hayır!" dedi Lee abisini geçip bana yönelerek. Ama ben savunma refleksiyle anında dört ayağımın üstüne inmiş, ne yapacağımı anlayan Tyron'sa üstünlüğünü hatırlatmak isterce silahını biraz daha kaldırmıştı.
"Durun!" diye bağırdı Lee. "İkiniz de bir durun. Lütfen!" Kolları bizi engelleyebilirmiş gibi aramızda iki yana açık duruyordu. "Kat." dedi yeniden bana dönüp. "Tuzak falan yok. Yemin ederim! Size kim olduğumu söylemedim, çünkü o hayatı tamamen arkamda bırakmıştım. Öleceğimi düşünüyordum. Siz beni kurtarana kadar öleceğime emindim." Hemen sonra abisine baktı. "Ark'tan kaçmaktan başka şansım yoktu Ty. Daha fazla dayanamayacaktım. Tüm o doktorlar, operasyonlar... Ailenin yüz karası olarak bir ameliyat masasında ölmek istemedim, anlıyor musun? Babamın en büyük hayal kırıklığı olmaktan yoruldum!"
Hala aynı açıda, düşmanımın üzerine sıçramaya hazırdım. Ama Lee'nin gözlerinde parlayan yaşlar, tüm dünyaya isyan ederce aşağı sarkmış dudakları tıpkı onu bulduğum günkü gibiydi. Benimle yaşıttı Lee, oysa şu an küçük bir çocuktan farksızdı gözümde. Yalan söyleyemeyecek kadar kırık, parçalanmış, masum bir çocuk...
Hala saldırmamış olmamdan umutlanıp devam etti bir bana bir abisine bakarak. "Tünelleri rastlantı eseri buldum. Nereye gideceğimi bilmeden koşuyordum ve... açık rögar kapaklarından birine düşüverdim. Bacağım da orada kırıldı. Süründüm. Sen beni bulduğunda düşüşümün üzerinden kaç saat geçmişti bilmiyorum Kat. Ama sana yalan söylemedim. Ark'tan geldiğimi ve oraya dönemeyeceğimi bilmeniz yeterdi. Çünkü oraya geri dönmüyorum. Leroy Noah öldü. Artık sadece Lee var."
Cümlesini özellikle Tyron'a bakarak noktalamıştı. Abisinin gözlerindeki savaşçının benim kalbimdekine benzer bir hayal kırıklığıyla yerle bir olduğunu gördüm. Dudakları bulamadığı kelimeleri kusmak ister gibi açık kalmıştı.
"Oraya dönmüyorum Ty," dedi Lee ondan beklemediğim bir kesinlikle. "Kimsenin de beni özleyeceğini sanmıyorum. Babam kaybolduğuma mutlu bile olmuştur eminim."
Lee'nin gözlerindeki hüzün dudaklarında kırık bir tebessüme dönüştü. Ama gülüşü abisi bir anda onu yakasından yakalayıp kendine çekene kadar sürmüştü. "Bir aydır her delikte seni arıyorum ben!" diye bağırdı Tyron gözlerinden alevler püskürterek. "Bir aydır bakmadığım köşe, girmediğim ev kalmadı. Her asker, gözü olan her insan seni bulmak için çalışıyor Lee. Aptal bir iç güdüyle, aldığım ufacık bir kokuyla en azından belki cesedini bulurum diye buraya kadar geliyorum ve sen... sen..."
Tyron kalpsiz bir asker olabilirdi, ama ailesi söz konusu olunca kuşandığı zırh onu kırıklardan korumaya yetmiyordu korkarım. Gözleri dökülmeyen yaşlarla parlıyordu artık. Ama Lee başını iki yana salladı. "O yüzden mi hiçbir yerde kaybolduğumu duyurmadınız? O yüzden mi babamın o gözde kanallarının bir tanesi bile yayınlamadı kayıp oğlunun haberini? İstese resmimi bu şehrin her köşesine basabilecekken beni unutmayı tercih etti. Kabul et Ty! Benden kurtulmak için her şeyi yapar babam."
"Hepsi senin güvenliğin içindi geri zekalı!" diye haykırdı Tyron. "Senin güvenliğin için gizli kalması gerekiyordu! Ne olduğunu anlayana kadar seni tehlikeye sokmamak için..."
"Hayır!" diye inatlaştı Lee. Söylemek istediği daha bir sürü şey vardı. Ama bunu o an öğrenemeyecektim. Ben karşımdaki aile dramıyla, Tyron'sa kardeşinin kalbinde açtığı yarayla öyle meşguldük ki hayvansal içgüdülerimiz yaklaşan tehlikeyi fark etmemize yetmedi. Havada uçan iki iğne göz açıp kapayıncaya kadar Lee ve Tyron'ın boyunlarına saplanmış, ikisini de anında yere yığmıştı. Aynı saldırıyı beklediğim kısa bir anın ardından onları gördüm. Ace, Fitz, Ruby ve Dr. L. Kardeşleri bayıltan silahlardan birini Ace, diğeriniyse Ruby taşıyordu.
Gözlerimiz annemle buluştuğunda "Açıkla!" dedi sadece.
Ama dikkatle yerdeki oğlanları inceleyen Fitz benim yerime en uygun cevabı vermişti. "İşimiz bitti!"
***
-BÖLÜM SONU-
Ve ilk bölümümüz biter. Umarım hoşunuza gitmiştir :)) Hissiyatınızı, neler düşündüğünüzü merak ediyorum. Bu dünyayı, kedi kızımızı, kurt çocuğumuzu sevdiniz mi?
İlerleyen bölümlerde tüm karakterleri, tüm mekanları teker teker tanıyor olacağız. Ama her zaman dönüp bakabilmeniz için en başa iki bölüm ekledim, göz atmayı ihmal etmeyin.
Sonraki bölüm görüşürüz ;)
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top