XX
Yağmuru umursamadan, dışarıdan gelen lordların ailesi hizmetçilerinin tuttuğu şemsiyelerle hızlı hızlı saraya giriyordu. Herkes, uzun eteklerinin çamur olmaması için büyük gayret göstermek zorundaydı. Neyse ki Clementine'nin yardımcıları, kötü hava şartlarının farkında olup büyük kapıdan saraya kadar giden çamur olmuş toprak yola boydan boya bir halı sermişti.
Hava karardıkça büyük bahçe, sarayın askerleri tarafından meşalelerle aydınlatılıyordu. Neredeyse dışarıda kimse kalmamıştı. Yemek saatini belirten büyük çan çalınmadan önce odamı terk etmiştim. Giderken onun da hala odasında olmasını diledim. Usulca kapısını araladığımda, duyduğu halde bana dönmemişti bile. Üstünde sadece beyaz içliği vardı. Karşısında asılı duran elbiseye bakıyordu.
"Tüm gün gerçekten bir şeyler kutlayacak havamda olup olmadığımı kendime sordum."
"Bu yemeğe katılmamız gerekiyor. Herkes aşağıda." Onu giydirmek üzere, elbisesinin etek kısmını çıkardım. Bana engel olmak yerine, sadece hareketlerimi izledi.
"Neden sana daha da yakınlaşmak istediğimde yaşımı veya bir kralın oğlu olmamı öne sürerek kendini benden uzaklaştırıyorsun?" Sorusuyla eteğinin lastikleri üzerinden parmaklarımı çekip, doğruldum.
"Katil olan benim. Ama görülüyor ki bazı şeylerden korkan da benim." Elbisesinin korsesini belinden geçirirken kollarını yukarıya kaldırmıştı. "Belki de-"
"Belki de sen haklısındır." diyerek sözümü böldü. "Olmam gereken yer burası değil. Etkine kapılıp hayal kurmam hataydı. Bir ay öncesine kadar beni öldürmek için yeminliydin."
Bakışlarımı, korsesinin krem rengi iplerine götürdüm. Teker teker bağlamaya çalışırken, bunun nasıl yapıldığını bilmediğimi fark etmiştim. Beni nazikçe itip arkasını döndüğünde kendi hızlı hızlı bağlamaya başlamıştı.
"Özür dilerim."
Hiçbir şey söylemedi. Üstüne, kalan son kumaş parçasını da geçirdiğinde hala tamamen hazır sayılmazdı. Şifonyerin üstündeki kutu içinde duran renkli mücevherleri teker teker aceleyle taktı. Başına yerleştirdiği ince altından oyulmuş taç, dalgalı saçlarına çok yakışmıştı.
Şölenin yapıldığı salona inmeden öncesinde bile, sesleri kulağımıza geliyordu. Çalınan müzikler ve kahkaha atan insanların sesi. Kimse daha dans etmeye başlamamıştı oysa ki. Çan çalmıştı ki biz de kral ve kraliçenin yanlarındaki yerlerimize yerleşmiştik. Harry, tüm bu yabancı olduğu sarayı ve içerisindeki yabancıları süzerken hiç olmadığı kadar gergindi. Diğer insanlar gibi yemeğini yemek yerine, durmadan tetikteymiş gibi etrafı inceliyordu.
Kral, konuşmasından önce ayağa kalktı. "Burada toplanmamızın asıl sebebini açıklıyorum sizlere: Benim biricik eşim ve sizin güzeller güzeli kraliçeniz Clementine rahminde benim alfa oğlumu taşıyor! Şimdi buna birlikte kadeh kaldıralım!"
Herkes hızla şarap dolu bardaklarını kaldırdı, Harry'de birkaç saniye geç olsa da geri kalan herkese eşlik ettikten hemen sonra birkaç büyük yudum almıştı.
Eli, beklemediğim bir anda benimkine sarıldığında, hızla başımı ona çevirdim. Bakışlarında birçok şeyi ima ediyor gibiydi ama sanki benim onun telaffuzlamasına ihtiyacım vardı. Elini sıkıca tuttum. Şimdi yemek yemelisin, diye fısıldadım kulağına doğru. Önündeki yemekten birkaç çatal alıp arkasına geri yaslandı. Üzerindeki kırgınlığı hala hissedebiliyordum ancak, sanki yapabilecek hiçbir şeyim yokmuş gibiydi.
Zaman geçtikçe, masalarda içilen içkilerin sayısı ve insan gürültüsü fazlasıyla artmıştı. Herkes yeni doğacak olan prensin onuruna delicesine eğlenirken, kraliçe Clementine, kendini iyi hissetmediğini söylemişti kalkmadan önce. Willheim, öyle düşünceli duruyordu ki, Clementine'ye eşlik etmek yerine yerinde oturmaya devam etti. Onun yardımına koşan ilk kişi ise Harry olmuştu.
Önümdeki boş tabaklar hizmetçiler tarafından kaldırılırken, serçe parmağıma taktığım safir taşından yapılma yüzüğe bakıyordum. Başımı kaldırdığım an, Willheim'le göz göze gelmiştik. İçten bir gülümsemeden sonra, tekrar önüne döndü. Sakallarının birkaçının yolduğunu görebiliyordum.
Az öncekinin aksine, yavaş olmuştu bu seferki kalkışı. Parmak uçlarını inatla masanın üstünde tutuyordu. "Hepiniz buradayken ve siz salonumun içinde sızıp kalmadan önce söylemem gereken çok daha önemli bir şey var." Müzik bir anda kesilmişti. Ortada dans eden insanlar kenardaki yerlerini almıştı. Kısa sürede salonda ölüm sessizliği hakimdi. Ben ise gergince yanı başımdaki kralı izliyordum.
"Yıllar önce ölen oğlum Richard. Onu hepiniz hatırlarsınız." Derin bir nefes aldı konuşmaya devam etmeden önce. "Bu sarayda öldürüldüğünde sadece 10 yaşındaydı. Büyük bir ihanete kurban gitti. Ama sadece öldürülen o değildi. Leydi Tomlinson, benim Jolanka'm da orada öldürüldü."
Sinirle tutuşan bedenim titriyor, elimin altındaki sandalye kolçağını kırarcasına sıkıyordu. Delirdiğimi düşündüm. Salondaki tüm insanların gözleri ikimizin üzerinde gidip geliyordu ve anlayamadığım bir sinir beni delirtmeye çok yaklaşmıştı. "Jolanka benim çocukluk aşkımdı. Sizin bunu bilmenizde hiçbir yarar yok. Ancak tıpkı Richard gibi, Louis de benim öz oğlum. Onun damarlarında benim kanım akıyor."
O konuşurken kalabalıktan gelen fısıldaşmalar, git gide artıyordu. Benim ona bakmama rağmen, o bir an olsun bile hala bana bakmamıştı. "Bunlar gerçekler. Louis benim ilk öz oğlum. Benden sonra tahta oturacak kişi de ondan başkası olamaz."
Eline aldığı dolu şarap bardağını kaldırdığında, herkes ona eşlik etmişti. "Prens Louis'e."
"Prens Louis'e!" Herkes hep bir ağızdan söyleyip, bardaklarını kafaya dikerken müzik tekrar başlamıştı bile.
Gözleri, sonunda benimkilerle buluşmuştu, bana söylediği onca şeyden sonra sakin kalmamı bekleyemezdi. "Louis, titriyorsun."
Harry'nin sesini duyduğumda, hızla ayağa kalkıp onu salondan çıkarmak üzere çekelemeye başladım. O ise bizi salonun ortasında durdurdu. "Her şeyi duydum. Neden mutlu değilsin? Gerçek baban yaşıyor Louis!"
"Neden Clementine ile kalmadın?" Konuşuyordum ama ne dediğimi asla bilmiyordum. Müzik sesleri ve Willheim'in söylediği her şey beynimde yankılanıyordu.
"Clementine bana her şeyi anlatınca yanına gelmek istedim."
İkimizin de beklemediği bir anda ona öyle sıkı sarılmıştım ki, tüm dünya, burada aynı yerinde durmalıydı. Hiç hareket etmemeliydi ve zaman da öyle. Bir anlığına, beynimde tüm müzik sesi durdu. Kulağıma gelen inleme sesleri bir anda beni gerçekliğe çekmeye çalışıyordu. Sıkıca kapattığım gözleri açtığımda, aldığım nefesi vermek için bile zamanım olmamıştı.
Saraydaki tüm herkes, lord veya leydi, kim olursa olsun ucu delici okların hedefi oluyordu. Bir iki üç derken bu sayı öyle hızla artıyordu ki, ne yapacağımı unutmuştum belki de. Üstü içkilerle dolu yemek masalarının üstüne düşen başlar, ortada eğlenen genç leydi ve lordların yere yığılan bedenlerin hepsi birer birer gözleri açık ölüyordu. Yanımda ne kendimi ne de omegamı koruyacak bir hançerim bile yoktu. Ona zarar gelmemesi için, sıkı sıkıya bedenini sardığım onunkine oranla daha geniş bedenim, elinden geleninin fazlasıyla yapacağını biliyordu. Aslında o an, ne yaptığımın farkında bile olmadan sadece onu koruyordum. Salondaki çığlıklar gittikçe artarken, kollarım arasındaki titreyen ufak beden, beni bir şeyler yapmak için zorluyordu. Ama biliyordum ki, oradan ayrılırsam, onu bırakırsam, ölüp gitmek bile beni daha iyi hissettirecekti.
Kral, tam kendi kılıcını kılından çıkarmış, adamlarıyla birlikte ayaklanmıştı ki, kral muhafızlarının hepsi, tepeden gelen okların hedefi olmuşlardı. "Yerinde kal Willheim! Bir hareket daha edersen oğlunu gözlerinin önünde öldürürüm."
Konuşanın kim olduğunu bilmiyordum. Ama salonda tek bizim yaşayanlar olarak kaldığımızı anlamak zor değildi. Hala Harry'i kollarımdan ayırmadan koruyordum, ta ki, art arda omzumda hissettiğim keskin acı benim yere devrilmeme sebep oluncaya dek. Başta ne kadar durduğum yerde sendelemiş olsam da ve Harry'nin beni tutmak için çabalamasının aksine, yere düşüşüm bir o kadar benim için sert olmuştu.
Harry, benim yaralandığımı gördüğü anda gözyaşları içinde büyük çığlığını attı. Geniş gövdeli bir asker, üstündeki zırhı İngiltere Krallığının askeri olduğunu belirtirken, Harry'i sertçe kendine çekti. Belki de, herkes öldüğümü sanıyordu. Ölüden farkım da yoktu. Keşke ölmüş olsaydım, en azından gözlerimin önünde bunların gerçekleştiğini görmemiş olurdum.
Harry, adamın güçlü kollarında direniyor aynı zamanda bağırmaya devam ediyordu. Elini bana ulaşmaya çalışırcasına hiç durmadan uzatırken, adam onu bir çuvalcasına diğer adama fırlattı. "Ona zarar vermeyin. Babası onun canlı gelmesinde kararlı."
"Oğlumu öldürdün!" Willheim tüm gücüyle bağırdı. "Tüm insanlarımı!"
Willheim, elindeki kılıcıyla ona koştu, sesinden intikam ateşi fışkırıyordu. Kılıcını karşısındaki askerin geniş göğsüne vurduysa da, üstündeki gümüş yelek hasar almasını engellemişti. Ama bu onu durdurmadı, askerin boynuna vurmak üzere havada tuttuğu kılıç, öylece kaldı. Arkadaki okçulardan biri babamı bacağından vurmuştu. O an, gözyaşlarım içinde onu öylece izlerken, karşısındaki gümüş zırhlı asker ise, elindeki hançeri babamın karnını deşmek için kullanmıştı. Kralın inlemeleri tüm odada yankılandı, adamın cümlesi her şeyi daha da kana buladı. "Kral Edward, sana saygılarını gönderdi."
Hançeri karnından sertçe çekti ve oluk oluk kanlar boşalmaya başladı. Gümüş kaskını çıkarttı yanıma gelmeden önce. "Kapıları kilitleyin." Diyerek emir verdi adamlarına. "Sana nasıl intikam alınacağını göstereceğim Louis ve bundan nasıl bir zevk duyacağımı asla bilemeyeceksin." Okla yaralanan sırtıma, bir de ayağıyla bastırdığında, acımdan inlememek için oldukça direnmiştim.
Diğer adamların elindeki fıçıların içerisindekini, ölü bedenlerin üzerine sonrasında her yere dökmeye başladı. Adam, duvarda asılı bir meşaleyi aldı. Ölülerin üzerine sadece yaklaştırmasıyla tüm salon saniyeler içerisinde alev almaya başlamıştı. Sağ kalan herkes, yani Edward'ın askerleri büyük bir hızla sarayı terk etti. Tıpkı geldikleri gibi, yine aynı sessizlikle sarayı terk ettiler. Harry'i de, omegamı da yanlarına alarak. Kapılar büyük bir gürültüyle kapanmıştı alevler her yeri yakmaya devam ederken.
Ağladığım için, kendime kızacak gücü bulamıyordum. Yerde yatan babama ulaşabilmiştim sürünerek, diğerleri gibi bedenimin alev olup kül olmasından önce. Willheim, kan kaybettiği karnını elinden geldiğince sıkmaya çalışsa da, hiçbir yararı yoktu. Beni gördüğünde, gözleri zor zar da olsa benimkine tutunmaya çalıştı. Alevlerin nasıl bu kadar hızla yayıldığını izlerken, kendi kanının bulanmış olduğu elleriyle, benimkileri tuttu. "Hayatta kalmasın." Dedi. Güçlü bir ses tonu çıkması için elinden geldiğince bağırdı. "Hayatta kalmalısın! Seni de kaybedemem!"
Ağladığımı görmemeliydi, ama bunu saklayacak gücüm kalmamıştı, başımı ellerimizin üzerine bıraktığımda, omzumdan tutup beni sarsmaya çalıştı. Elime göğsünden çıkardığı ufak bir rulo kağıdını verdi. Gözleri ebediyen kapanmadan önce, hala hayatta kalmam gerektiğine dair sözleri sıralıyordu.
İşte, cansız bedeni, tıpkı diğer herkes gibi önümde dururken, salonun yıkıldıkça dökülen tahta yerleri büyük bir gürültüyle düşüyor, alevleri daha da besliyordu. Ellerim arasında kalan, kanlı ellere bir kez daha baktım ve aynı şekilde kan bulanmış kağıda, ne yapacağımı bilmeden.
"Kalk Louis! Kalk!"
Kimin sesi olduğunu bile bilmiyordum, alevlerin arasından gelen ses gittikçe bana yaklaşıyordu. Bildiğim tek şey ise bayılmama ramak kaldığıydı.
y/n: ufacık bir şey söyleyip gidiyorum,
sonda gelen kişi, Harry değil, Clementine... Hepinizin Harry'nin kurtulmuş olup Louis'i kurtarmak için geldiğini düşünmeyin ve umutlanmayın diye söylemek istedim...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top