Şairlerden Mektuplar
Yazı uğurladığımız Ağustos ayından selamlar efendim...
Ne zor bir mevsim oldu hepimiz için... Afetler, felaketler, savaşlar ve bitmeyen sıkıntılar derken yine de umudumuzu sol yanımızda saklamayı başardık mı dersiniz? Kimimiz için bu sorunun cevabı aydınlıkları, kimimiz için karanlıkları taşıyor olsa da bu profil ekseninde buluştuğumuz herkes için en azından şiiri sakladık biz. Yeri geldi sevgiyle, özlemle, şefkatle; yeri geldi hüzünle, gizlenmiş gözyaşlarıyla ve bazen de sitemle. Fakat ruhumuzda ve dış çevremizde olup biten her şeye karşı dizelerle siper alan bir yanımızı koruduk. Neticede hayat hepi topu bu kadar, iyisiyle ve kötüsüyle, derdiyle ve neşesiyle hepimiz için bekliyor.
Elbette zorlukları veya mutlulukları ilk yaşayanlar bizler değiliz, pek tabii son da olmayacağız. Bu ay sizler için hazırladığımız şiir dergimizde usta şairlerin kendi hayatlarında, bizimle benzer yollardan geçtiklerinde neler hissedip nasıl yazdıklarına bir göz atal dedik. Bunun için de mektup zarflarını açalım istedik. Edebiyatın inci kalemleri de birçok yıkımdan, sevdadan, başarısızlıktan, savaştan geçti. Ömürlerine kahkahalarla beraber nice acıları sığdırdı onlar da. Yine de kendileri olmayı başarabildiler, bir iz bıraktılar gerilerinde. Kim bilir, belki onların seneler evvel yazdıkları satırlar da bugün bizim ruhumuza merhem olabilir.
Nazım Hikmet'ten Orhan Kemal'e Mektup
İlk mektubumuz bir şairden, bir roman yazarına nasihat niteliğinde. Ve ikisi de kalemlerine hayran olduğumuz insanlar. Nazım Hikmet'in kitabını okuduktan sonra yorumunu ve nasihatlerini ekleyerek Orhan Kemal'e gönderdiği mektubun bir kısmını paylaşıyoruz sizlerle.
"Raşit, evladım
Bugün realizm iki istikamette inkişaf etmektedir. Bir istikamet, eksiztansiyalizme kadar dayanan, mürteci ve insanı topyekun kapkara gören ümitsiz, boktan, ve eninde sonunda realiteyle bağını koparan cereyandır. Öteki ise yeni ve yaratıcı bir çeşit romantizmle birleşen ve sanatkarın bir ruh mühendisi olduğunu kabul eden, bundan dolayı da eninde sonunda realiteyi en iyi ifade eden cereyandır. Senin bazı hikayelerin, yalnız kederli değil, aynı zamanda ümitsiz. Zaten bilhassa son yıllarda, gayet malum sebeplerle, bilhassa da hikayecilerimizde, bir temayül çoğalmaktadır. Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksetttirmekte en ufak bir ihmal, insanlığı tek taraflı, tozpembe bir ışıkla vermek olur ve realiteden uzaklaşılır, fakat bütün bunlara rağmen bu realite yine insanların eliyle daha iyiye, daha güzele doğru gelişme yolundadır. Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Bu bahsin üzerinde bilhassa duruyorum, çünkü fert olarak bir insanın ümitsizliğe kapılması, kapılmaması yalnız kendini ilgilendirir, fakat mesela insanların hastalıklara karşı mücadelelerinin boş bir gayret olduğuna inanan bir doktorun doktorluk etmeye nasıl hakkı yoksa, bir muharririn de muharrirlik etmeye hakkı yoktur. Kimse onlardan bu hakkı zorla alamaz, ama realite eninde sonunda onları yok eder. Shakespeare, Cervantes, Balzac, Tolstoy, Çehov, Gorki gibi büyük muharrirler, zaman zaman dehşetli acı, korkunç, kederli muharrirlerdir, fakat her zaman ümitlidirler. Hamlet piyesini düşün. Don Kişot'u düşün. Harp ve Sulh'u düşün, Üniversitelerim'i düşün. Bunlara karşılık, ferden onlar ayarında olan Dostoyevski eninde sonunda yok olup gitmektedir. Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir.
Aman evladım, kendini bundan sakın, daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın. İşte bu kadar. Bir daha tekrar ederim, seni ve Türk edebiyatını tebrik ederim. Çoluk çocuk hepinizi hasretle bağrıma basarım."
Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Lise Öğrencisine Mektup
Hayatınızda bir kez olsun, okumaktan büyük keyif aldığınız o şiirlerin ya da hikayelerin sahibine bir şeyler söylemek muhakkak içinizden gelmiştir. Hatta belki bunun hayalini kurmuş, kafanızın içinde o şairle veya yazarla karşı karşıya gelseniz neler söyleyebileceğinizi, ona neler sorabileceğinizi tasavvur etmişsinizdir. Belki de düşlerinizde yaşamak yetmemiş ve oturup asla gönderemeyeceğiniz, gönderseniz dahi ona ulaşıp ulaşmayacağı meçhul satırlar yazmışsınızdır. Peki, hiç o satırlara bir cevap gelebilme ihtimalini düşündünüz mü?
1960'lı yıllarda Antalya Lisesi'nin öğrencilerinden birisi bu şerefe nail oldu ve hayalini gerçeğe dönüştürdü. Lisenin edebiyat öğretmeni Mehmet Özkaynak öğrencilerine "Ahmet Hamdi Tanpınar'a bir mektup yazmaları ve ondan kendisini tanıtmasını istemeleri" için bir ödev verdi. Usta şair de o mektupların yazarlarından birisine geri dönüş yaptı. İşte o mektubun bir kısmı:
"Mektubunuza vaktinde cevap veremedim. Maalesef kâtibim yok. Hâlbuki şair, muharrir ve üniversite hocası olarak işim epey fazla. Lise sınıflarını, vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çağda, yani 1918-1919 yılları arasında, benim gibi Antalya'da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istemezdim. Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum.
Mektubunuzda beni layıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım. Yalnız, lise talebesisiniz ve Antalya'dasınız. Yani 1918-1919 yılları arasında aşağı yukarı benim yaşadığım hayatı yaşıyorsunuz. İşte size bunun için yazıyorum. Bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.
(...) Antalya'ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı'nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı.
Bir gün İstanbul'a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı'na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail'in evlerine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu.
O devirlerde bu şiire adamakıllı kendimi vereceğim devirdi. Çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu.
1921 yılında tekrar Antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. Bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim sene idi. Birçok şair okumuştum. Yahya Kemal'i, Haşim'i tanıyordum. Zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. Bunu gerçekten anladım mı?
Bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu, bende çok geç oldu. 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. Dilin dışında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. Aynı günlerde, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu.
Dediğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır. Huzur romanımda Antalya'dan bahis vardır. Hastahanebaşı'ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, Mümtaz'ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. Fakat dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. Bütün roman bu iç zemin üstüne düşer. İstanbul denizi ve Boğaziçi geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asıl hayaller dünyanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder.
Bunlar benim şiirlerimin "algebre" tarafıdır diyebilirim. Yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim. Deniz insanla durmadan konuşur. Bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir. Bittabi bu manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata İstanbul gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya Kemal oldu. Haşim'i daha evvel okumuş ve sevmiştim. Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular.
Yahya Kemal'in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Gâlib'i, Nedîm'i, Bâkî'yi, Nâilî'yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz ayrıdır. Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki defasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım.
Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gerard de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffmann ve Edgar Allan Poe'yu, Faust'u ile Goethe'yi, Dede Efendi'yi, Mozart ve Beethoven'i, Bach'ı, sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız "impressioniste" ressamların mühimini, bazı modernlerin payını da ayırmak lazımdır. Nihayet bütün bunlara bence en sevdiğim romancı olan Marcel Proust'u da ilave etmek gerekir. Asıl estetiğim Valery'yi tanıdıktan sonra (1928-1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musikî ve rüya, Valery'nin, "velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır," cümlesini, "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma," şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.
"Ne içindeyim zamanın" şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî romanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rüyanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan duygu bu duygudur. Musikî burada işe girer. Çünkü bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekânla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman.
İkinci şiir "Boğazda Akşam", şiirin örgüsünü anlatır. Bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. Akşamla bu bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attığı çığlıklar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız olarak gelir, Boğaz sularında yüzer. Böylece bir bulut, bir obje etrafında bir atmosferin kurulması hikâyesi. Burada musikî ile bir benzerlik vardır. Musikî durmadan değişir. Değişerek âleminizi içimizde kurar. Bunların dışında şiirin yapısı yahut neticeye bizi vardırarak çalışmanın kendisi gelir.
Bence şiir bir şekil meselesidir. Şekil; her şeyden evvel dil, vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz ve biraz da o yolla ve onunla beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla değişir. Alelade konuşma anında bile -eğer çok umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir.
Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. Çığlık şiirin yapısıdır. Bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktır. Bu, adım adım, yani mısra mısra olur. Şu halde her mısra şekildir. Sanatta hocalarımdan biri olan ve şiirlerini çok beğendiğim Stephane Mallarme mısrayı, "birçok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalanması olan tek ve uzun bir kelime," diye tarif eder ki, çok doğrudur. Valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulunması gerektiğini söyler ki aynı şeydir. Çünkü kulağımız şiir işlerinde en büyük kontroldür.
Bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir işbirliği yapmasıdır. O hem sizin olmalı hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hattâ tarafsız olmalı. Ancak bu şekilde şiir nağme olur. Bizi his ve heyecanlarımıza esir olmaktan kulağımızın dikkati kurtarır. O yavaş yavaş şiirle aramıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarır. Dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi temin eder.
Şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şimdi bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir.
Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber o da borçlu olduğum insanlardandır. Fakat 1932 yıllarında Schopenhauer ve Nietzsche'yi çok okuduğumu da hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalistlere götürdü. İşte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. Ne kazandınız? Orasını bilmem. Kendime gelince... İnsan o kadar mühim değildir. Ben herkes gibiyim.
Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski yerinde, yani Ambarlı'da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve coşkunluğunu yaşadım. Size teşekkür ederim. Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin.
Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum."
Cemil Meriç'ten Lamia Hanım'a Mektuplar
Bu kadar satırı yazmışken mektuplarımızı aşkı da davet etmemek olmazdı. Oysa biraz garip, biraz hüzünlü bir aşktı bu. Cemil Meriç, Lamia Hanım'a aşık olduğunda görme yetisini kaybetmişti, onu hiç görmeden sevmişti. Üstelik evliydi. Ve ona kelimelerini ulaştırabilmesi için yazmak adına kızından yardım alıyordu. Mektuplardaki aşk, Cemil Meriç'in eşinin bu sevdayı görmezden gelmeye çalışmasıyla dokuz ay sürdü. Meriç, Lamia Hanım'a dokuz ay boyunca toplam elli altı mektup gönderdi, Lamia Hanım ise yüz doksan üç... O mektuplardan bazılarından derlenen satırları sizlere sunuyoruz.
"Sevgiliye;
Aynı şehirde iki insan yaşıyordu. Birbirleri için yaratılmış iki insan. Ve mustariptiler ve yalnızdılar ve bekliyorlardı. Romeo ile Jülyet'i daha muhteşem, daha bütün, daha pırıl pırıl yaşayabilirlerdi. Aynı şehirde iki insan yaşıyordu. Yanyana idiler. Yanyana ve birbirlerinden habersiz. Kader kahkahalarla gülüyordu. Kahkahalarını mutlaka duymuşsundur. Ama kulaklarım sağırdılar. Bakışlarım belki de saçlarında, yanaklarında ürkek bir kelebek gibi dolaşmıştır. Ürkek ve aptal bir kelebek gibi. Görmeden.
Her kadında yalnız seni aradım, kiminde saçların vardı, kiminde tenin, kiminde kahkahanın bir parçası. Bütün yazdıklarım bir davetti, bir arayışdı. Sana açılan bir kucaktı, her kitabım. Ders verirken senin için konuşuyordum. Seni seviyorum dediğim her kadında sevdiğim sendin. Ve yoktun ortada.
Sana cehennemim ve cennetim dediğim zaman, Dantem benim, diye cevap vermiştin. Beatriçem, Dante'yi Beatrice yarattı. "Komedya" bir şükranın, bir hayranlığın, bir vecdin kasidesi. Çok yorgunum, Beatriçem benim. Asırlara değil, sana seslenmek istiyorum. Şöhretten, ebediyetten bana ne? İstiyorum ki, bütün yazdıklarımı ve bütün yazacaklarımı yalnız sen okuyasın. Ben, bütün ilhamlarım, bütün rüyalarım, bütün vecitlerimle yalnız seni terennüm etmek, şarkılarımı yalnız senin için söylemek istiyorum. Seni tanıdıktan sonra bütün insanlar küçük geliyor bana. Bütün sesleri çirkin buluyorum. Bütün kadınlar tenekeden, tahtadan, topraktanmış gibi geliyor.
***
Birden bir vahada buldum kendimi; bir çöl akşamı ve gök kubbede gülümseyen yıldızlar. Kelimelerin mektupdan gök'e uçtu, gök'e, yani gönlüme. Kelimelerin musiki oldu. Tevrat haklı: önce kelam vardı, kelam, yani sen.
Bütün kitaplar yavan, bütün şiirler soluk, bütün şarkılar ' ahenksiz. Zirvelerdesin, büyük mustariplerin, büyük ermişlerin, büyük ruhların kanat çırpdığı zirvelerde. Ve kendimden utanıyorum, ben toprağım, sen arş. Ben ten'im, sen gönül. Ben alev'im, sen ışık. "Ben sen'im" diyorsun. Saçlarımı okşamak istediğin zaman, kendi saçlarını okşa. Lâl Ded'i hatırladım, gerçekde Lâl Ded sensin, her asırda başka bir adla tecelli etmişsin.
Leyla bir tomurcuk, sen bir muhteşem gül. Leyla bir mısra; sen bir destansın. Leyla bir kıvılcım, sen bir şafaksın. Leyla bir tecessüs, Leyla bir masal, Leyla yaşamayan, Leyla bir yarım.
Hangi sevgili seninle boy ölçüşebilir? Lamiam benim. Sen doyulmayan, sen kanılmayan, sen rüya, sen gerçek.
Romeo'yu düşündüm ve güldüm. İmtihandan geçmeyen bir sevgi, bir saman alevi. Artık yirmi beş yıl önceye dönmek istemiyorum. Senin yanında zaman yok. Elest bezminden beri dudak dudağayız, seni kaburgamdan yarattım, hayır, gönlümden yarattım, kafamdan yarattım, belki de ben senin kaburganım. Cennette beraberdik ve ismin Havva'ydı. Yirmi beş yıl önce yine beraberdik. Ad'ın bilinmeyen'di, özlenen'di. Yirmi beş yıl önce yine beraberdik, geceleri rüyalarımı süslüyordun, gözyaşlarımda sen vardın. Her kadında seni arıyordum. Yirmi beş yıl önce ad'm hasret'ti, sonra ümit. oldu. Seni bulmadığım için, seni bulamadığım için gözlerim kapandı. Seni düşünerek intihar etmedim. Yirmi beş yıldan beri senin için yaşıyorum Lamiam.
Her kitabımda sen varsın. Hind'i ben yazmış olamam. Bende güzel olan ne varsa, senin ilhamın. Bende büyük olan ne varsa senin eserin. Sen günahlarınla bensin, ben faziletlerimle sen. Levislerini takdis ediyorum. Onlar olmasa insandan çok tanrıya benzerdin ve sana yaklaşamazdım. Teninle kadınsın, sesinle Tanrı. Istıraplarımı takdis ediyorum. Senin bende sevgiye layık bulacağın tek büyük taraf ıstıraplarım, ıstıraplarım yani sensizlik.
***
Mektuplarını üzülerek okudum. Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun, acılarımla hırçınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukça? Onları senden de mi gizleyeceğim? Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim. Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim anda yokum. Acılarımın kaynağı sensin, evet ama hayatımın kaynağı da sensin, senin için ve seninle yaşıyorum. Sen uçuruma yuvarlanırken tutunulan dal, sen vaha, sen bütün hayal kırıklıklarımın dudaklarında ümitleştiği kadın.
Haklısın, insan yaralarıla çıkmamalı ortaya. Sevgi bir oyun, ama benim oyunla ilgim yok. Söylemiştim, hayatta hep bröton savaşçıları gibi çıplak dövüştüm, yaralandım, yaralandım, yaralandım. Bir ömür ki yalnız on beş gün dilber, yalnız on beş gün yarasız. Ben ezelî bir mağdurum, coğrafî kader, siyasî kader, biyolojik kader. Başka bir ülkede doğmalıydım, başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım. Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezelî bir mağlubum. Ama tarihi yaratan bu mağluplar, bir ülkeyi onlar ebedileştirir. Sen, tek mükâfatım benim.
Realite o kadar çirkin ve ben o kadar yaralıyım ki! Önümde iki yol var: biri sana giden yol, öteki ölüme. Elli yıl sonra belki de masallaşacağım. Hint'in bir sayfasını kaleme almak 20. asırda pek az faninin başarabileceği bir mucize, benim bir sayfam bir insana ebediyetin veya Akademinin kapısını açar. Çağdaşlarıma bakınca Lilliput'lar ülkesindeki Güliver gibi kendimi tanrılaşmış hissediyorum. Duymayan, düşünmeyen bir alay robot, duymayan düşünmeyen ve düşündürmeyen. Saint-Simon dosyada bekliyor, böyle bir kitap bir millet için değil, bir devir için şeref. Batı'yı Fetheden Hint dosyada bekliyor. Fildişi Kule dosyada bekliyor, Quinz-Vingts Geceleri dosyada bekliyor. Neyi? İsrafil'in Sur'unu mu? Yazdıklarım okunmadı, Hind'i sen bile okumadın, kimin için yazacağım? Ne yazacağım? Bir başka dil konuşuyorum. Deliyim veya dahiyim. Derslere henüz başlamadım, çünkü başlamamı istemiyorlar. Kürsü profesörü Londra'da, vekili Cahit Tanyol. Oda arıyoruz diyorlar, dinlen diyorlar, keyfine bak diyorlar. Herkesi rahatsız ediyorum. O kadar yalnızım ki! Başka bir seyyareden gelmiş gibiyim ve nesli münkariz olmuş Tufan öncesi bir ucube.. İşte seni de üzüyorum, seni de utandırıyorum...
Acılarımın kaynağı sensin. Yani: sensizlik. Bütün bu dengesizlik, tattırdığın saadetle yokluğun arasındaki tezattan doğuyor. Sonra, öleyim diyorsun. Bir daha böyle söz istemem. Ölmek ancak beraber. Sevgilim, Lamiam, canım benim, bir tanem. Yakında zafer haberleri ile dolacak mektuplarım. Biraz naz, biraz şairlik, biraz sarhoşluk ve hasret. Beni hoşgör. Herkül kadar kuvvetli, Eyüp kadar sabırlıyım. Ve her dağı devirecek bir Ferhat gücü var içimde.
Bana bak. Sen daima neşeli ol. Madem ki ikimiz bir bütünüz. Sen güzelsin, ben çirkinim. Sen akıllısın, ben çılgın. Sen neşesin, ben... Hezeyanlarımı hasrete ver. Ama fırtına geçti, tipi dindi.
Seninim. Koruyucun, baban, dostun, sevgilin, şuurun, vicdanın, iraden, sultanın, efendin ve kölen.
Yalnız senin olduğum, yalnız sen olduğum, yalnız senin için yaşadığım unutulmasın. Okşayarak."
Cahit Sıtkı Tarancı'dan Ailesine Mektup
Kuşaklar arası çatışma her ailede görülebilir. Şair Cahit Sıtkı da bu durumu yaşayanlardan birisiydi. Anne ve babası, onun başarılı bir öğrenci olmasını diliyordu. Hatta belki de ailesi, onun için kendilerince uygun bir yol da belirlemişti. Oysa Cahit Sıtkı Tarancı, gençliğinde dahi şiirden geçmeyen bir yola kendisini ait görmüyordu. Genç yaşlarında kendisini ve şiire olan sevgisini ailesine de kabul ettirebilmek amaçlı heyecanla kaleme aldığı o mektubu sizlerle paylaşıyoruz:
"Muhterem Babacığım ve şefkatli Anneciğim,
Mektuplarınızı nedamet gözyaşlarıyla kirlettikten sonra vicdanımı da sevinç gözyaşlarıyla temizce yıkadım..
Oğlunuzu teselli hususunda gösterdiğiniz ihtimam, serdettiğiniz deliller bana anlattı ki yüksek ve asil kalbli anne ve babaya mâlik olmak da başlı başına bir saadettir.
Seciyesinin hayranı ve takdirkârı olduğum aziz ve biricik babacığım, nasıl ki Gazi'nin nutku Türk gençliğine düstur oldu, sizin de: "Benim senden pek büyük ümitlerim vardır... Bu ümitlerimin boşa çıkmamasına gayret et, hayatta her şeye gül, neşeli ol, insan ol..." sözleriniz içimde doğan yeni çocuğa, yeni gence hayat alfabesi, mücadelede muvaffakıyet, dünyada saadet düsturu olacaktır... Şefkat ve muhabbeti bana her şeyden elzem sevgili ve şeker anneciğim, yaşamak bütün ağırlığıyla sırtımı çöktürdüğü anlarda belimi doğrultabilmek, yeni bir hamle ile yeni bir dövüşmeye atılabilmek için mektubunuzu okuyacağım, ondaki cesaret, azim ve sebat aşısı benden yeni bir kahraman yaratacaktır.
Gelecek nesiller bir Pirinççizade ailesinin var olduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet ve takdirle anacaklardır...
Siz haldeki saadetten mesulsanız, ben istikbaldeki şöhretimizi hazırlamakla meşgulüm...
Para kazanmak! Nasıl olsa ekmeğimi çıkarabilirim... Ne diyorum, bir şey yapmak, ölmez, yıkılmaz bir abide yaratmak, işte şair mefkûresi...
Şairlerin açlığı bile ne kadar büyük olduklarına delil değil mi? Hakikî şair ahlâksız değildir, faziletin ta kendisidir... Şair kafasında ticaret usulleri, para kazanmak için türlü türlü kurnazlıklar yer alamaz...
Şair ebediyet için çalışan bir çıraktır. Hoş babacığım, bir gün gelecek ki — ah ondan evvel ölmezsem eğer — oğlunuzun şairliğiyle iftihar edeceksiniz... Sizin faziletlerinizi, cesaret ve kahramanlığınızı, sizin de anneciğim, hassasiyetinizi, inceliğinizi küçük şahsımda cemettikten sonra beni çıkacağım tepeye tırmanmaktan kim menedebilir? Bende bu iman olduktan sonra, sizler beni teşyî ettikten sonra bu muvaffakıyet bana mev'ûd sayılamaz mı?
Aslan babacığım. Ümitleriniz boşa çıkmayacaktır... Sizin hakkımdaki ümitleriniz benim mefkûremdir... Mefkûremin peşinden gitmek ve onu varlığımın esrarlı lâboratuarında eritmek, işte hayatta yapacağım ve şüphesiz de muvaffak olacağım...
Müşfik anneciğim, oğlunuzun mesut olacağını göreceksiniz... Siz bu saadeti arzu ettikten sonra, husule gelmemesinde mâna yoktur. Kardeşlerimle beraber dünyada seveceğim anne ve babacığım, oğlunuzun fikirlerini hakîr görmeyin... Sizlerin pâk ve ulvî kalbinizin yabancısı olan elîm ve korkunç duygular bazı kalplerde yetişen yegâne mahsul olur.
Babacığım hayatta muvaffakıyet yalnız aç kalmamakta değildir... Asıl muvaffakıyet göçüp gittikten sonra ardında bir eser bırakmaktadır... Bu eseri meydana getirmek için saadeti memnu telâkki etmeli..
Benim de çizilmiş bir mefkûrem vardır... Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim, nâmımızı, memleketimizi ve nihayet nâmımı yükselteceğim...
Niçin böyle bir şey yapmağa karar verdim? Geçen mektubumda bahsettiğim çirkinlik vesairenin benim için arzu ettiğim saadetin memnu olduğunu gördüm... Maddî şeylerden haz almadığımı, sahtekârlıktan, dolandırıcılıktan, yalancı hedefler için didinmekten zevk almayacağımı anladım... Benim için yaşamak bir saadet değil, mütemadi bir say ve gayret demektir... Mektepteki sevemediğim derslere çalışmak değil, mefkûremin esrarını anlayabilmek için sarf edeceğim gayrettir... Zannedersem ne deliyim ve ne de çocukça şeyler düşünecek bir yaştayım! Vaktinden evvel acı bir surette pişmiş bir meyveyim ki varlığımda toplanan lezzeti şiirin ilâhî kalbinde göstereceğim... Babacığım, oğlunuzun insan olmasını istemiyor musunuz? Merak etmeyiniz, arzunuz yerine gelecektir.
Anneciğim, oğlunuzun gülmesini istemiyor musunuz? Gülecektir ve bu sefer samimi olarak gülecektir... Sevgili ebeveynimle böyle ciddî meseleler üzerinde münakaşa etmek ne tatlı ve eğlenceli! Hürmetle ve uzun uzun ellerinizi öperim, aziz, şefkatli, emsalsiz anne babacığım."
Şair Köşesi
Her ay başka bir şairin hayat yolculuğuna dahil olduğumuz köşemizde, bu ay sizlerle Gülten Akın'ın biyografisini buluşturuyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
Gülten Akın, 23 Ocak 1933 yılında Yozgat'ta dünyaya geldi ve ortaokul yıllarına kadar memleketinde kaldı. Doğup büyüdüğü evi şu cümlelerle anlatmıştı: "1933 Yozgat başlangıcından sonra dedeler, nineler, amcalar, dayılar, yengeler, teyzeler, kuzenler ortasında feodal ilişkiler içinde kendimi tanıdım. Kocaman bir aile. Doğduğum ev, babamın ana-babasıyla oturduğu annemin gelin geldiği ev. Evin egemeni aşağıdan yukarıya baktığımda asla ulaşamayacağım uzunlukta bir dede. Ben yanında büyüyen ilk torun. Sevgiyle sarılıydım. Bundan dolayı ben de sevgiyle dolu büyüdüm. Dedeme olan hayranlığımı ise onun seçilmişi olmam besliyordu. Yanında kalan ilk torun, üstelik kız, bir de anasına benziyor. 'Anam' derdi. 'Zeynep'ti adım. Babam yeniliğe vurgun oluşundan mı yoksa tepkisel olarak mı nüfusa başka bir ad yazdırdı, bilmiyorum."
Ne yazık ki çocuk yaştaki mutluluği pek uzun sürmedi, İkinci Dünya Savaşı başladı ve babasının askere çağrılmasıyla yoksulluk sıkıntıları baş gösterdi. Daha okul çağına başlamadan küçük yaşta annesini kaybetmesinin ardından 1940'lı yıllarda babası tayinini Ankara'ya istedi. Lise eğitimini Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nde tamamladı. İlk şiirlerini lise yıllarında kaleme almaya başladı, yazmayı evdeki bunaltı dolu, ilgisiz havadan kurtulmak için bir yol olarak gördüğünü söylemişti. Çocukluğunun geçtiği kalabalık ailede şiir yazan bir amcaya, sürekli okuyan dayılara sahipti ve bu durum da onun yazma isteğini perçinlemişti. İçe doğru başlayan yolculuğunda yazdığı mizahi ağırlıklı şiirler okul dergilerinde ve gazetelerinde yayımlandı. 1955 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Hukuk fakültesinde okurken bir yandan da İçişleri Bakanlığında çalıştı. O dönem aynı üniversitede dönemin ünlü şairlerinden Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç da öğrenciydi.
Henüz 18 yaşındayken yazdığı "Çin Masalı" şiiri 1951 yılının Nisan ayında Son Haber gazetesinde yayımlandı, ancak şair bu şiirini hiçbir kitabına dahil etmedi. 1952 yılında hâlâ hukuk fakültesi öğrencisiyken Mülkiye dergisinde yayımlanan şiiri, kitaplarına dahil ettiği ilk şiiri oldu. Bu yıllarda şiirlerinde bireysel temalara ve doğa, aşk, ayrılık, özlem gibi konulara yer verdi. 1955 yılında Varlık Şiir Yarışması ödülüne layık görüldü ve bundan sonra da birçok ödülün sahibi oldu.
Üniversiteden mezun olduktan bir yıl sonra 1956'da okul döneminde tanışıp aşık olduğu kaymakam Yaşar Cankoçak'la evlendi ve ilk şiir kitabı "Rüzgar Saati" de aynı yıl basıldı. Bu evlilikten beş çocuk sahibi oldu ve eşinin mesleği gereği neredeyse Anadolu'nun tüm ilçelerinde bulundu. Bu ilçelerde yardımcı avukatlık, avukatlık ve öğretmenlik mesleğini icra etti. Aynı zamanda kadınlar için okuma-yazma kursları açtı ve pek çok davada gönüllü avukatlığı üstlendi. Eğitim verdiği kadınlarla tiyatro oyunları yazıp sahnelediler, ancak bazıları kadınların aydınlanmasından rahatsızdı. Üstelik eşi de sürekli yoksullara yardım ederek efsane kaymakam olarak anılmaya başlamıştı. Bazı kesimler bu durumdan hoşlanmadı ve evlerine bomba atıldı. Yara almadan kurtulmayı başarsalar da kaldıkları lojman büyük ölçüde hasar gördü ve ölüm tehditlerinin ardı arkası kesilmedi.
1964 yılında yayımlanan üçüncü şiir kitabı "Sığda" ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü kazandı.
Sürekli il ve ilçe değiştirirken gördükleri kalemini de etkiledi, özellikle 1980 öncesi yaşanan toplumsal sıkıntılar şiirlerindeki temayı bireyselden toplumsala yönlendirdi. Halka dokunma isteğini, 1983 yılında yayımlanan ve şiir üzerine yazılarını bir araya getirdiği "Şiiri Düzde Kuşatmak" kitabında "Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmaktır." sözleriyle açıkladı.
Gittiği yerlerde hazine avukatlığı görevi üstlendi, ülkenin içinde bulunduğu siyasi durumda umutsuzluğunu kaybetmeden milleti destekleyen mitingler düzenledi, topraksız yoksul köylülerden para almadan davaları için çalıştı ve neticede hayatı sürgünlerle geçti.
Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı" eseriyle 1972 yılında TRT Başarı Ödülü'nü aldı. Yine 1972'de Ankara'ya dönmelerinin ardından bir süre Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu'nda çalışan Akın; Halkevleri, İnsan Hakları Derneği, Dil Derneği gibi kurumlarda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. 1978 yılında emekliye ayrıldı.
Devrimci oğlu Murat Cankoçak, Mamak Cezaevinde tutuklu yargılanıyordu. 1979 yılında oğlunun avukatlığını üstlenerek gittiği cezaevinde, yoksul solcu çocukların avukatlığını üstlenmelerine öfkelenen sağcılar tarafından saldırıya uğradı. Yangın söndürme tüpleri, demirler ve taburelerle dövülen avukatların arasındaydı. Hem bir anne, hem bir hukukçu olarak... Ölümden zor kurtuldu ve askeri savcılıkta ifade verirken en çok zoruna gidenin, saldıranların ona "o....." diye hakaret etmesi olduğunu söyledi. Mamak Cezaevindeki evlatlarının 42 gün süren açlık grevini "42 Gün" şiir kitabında işledi.
Oğlu cezaevinde iken yazdığı şiirleri iki tanınmış dergide yayınlattı. Oğlunun buna tepki gösterip yazdığı şiirleri hapiste yok etmesi çok ağrına gitti ve şiirden uzaklaştı. 1980'li yıllarda şiire küstü ve yazmaktan uzaklaştı. 1991 yılında ise "Sevda Kalıcıdır" kitabıyla şiire geri döndü.
Şiirin yanı sıra birçok tiyatro oyunu da kaleme aldı. Ürettiği tiyatro metinlerinde kadın, evlilik, düzene yönelik eleştiriler, yoksulluk, yalnızlık, yaşlılık ve yabancılaşma gibi konular üzerinde durdu.
2008 yılında bir ankette Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın ölümünün ardından yaşayan en büyük şair seçildi.
82 yaşındayken 4 Kasım 2015'te yedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Tabutu kadınların omuzlarında taşındı ve cenazesi Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.
Deli Kızın Türküsü
I
Sabahleyin
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Eliniz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim
Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem
Uzanmışım gölgeliğe bir başıma
Şu uzaktan tükenmez yalnızlıktan
İçten içe ürküyorum ama
Böyle de iyiyim
Siz dayanılmaz bir "Günaydın"sınız
Sabah sabah insanı ayağına getiren
Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren
Siz çocuk ağızlı bir "Günaydın"sınız
Çocuk ağzınızla biraz daha durun
Gittiğinizde güz gelmiş olacak
Güz gelirken bir yanı kara sevdalarla
Avcumda bu yavru kuş varken tedirgin
Sizde tutunacak yaslanacak kollar
Biraz daha durun biraz daha
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu götürmeyin
-Gülten Akın
Bu aylık da Mürekkeb-i Mülhem'in sonuna geldik. Sizler de dergimizde görmek istediğiniz içerik veya şair biyografisi önerilerini yorum yaparak bize bildirebilirsiniz. Gelecek ay yeniden burada görüşene dek ümitle ve şiirle kalın!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top